UĞUROLA
Gelmeden gitmeyi düşünüyorlardı. İçlerinden birinin gitme şansı
•çıktı mı, deliler gibi seviniyorlar, kulüplerinde toplanıp zil zurna sarhoş
oluyorlar, gece yarılarına kadar bağırıp çağırıyorlar, yüzüne bakmadıkları
halkın türkülerini söylüyorlardı. Gece yarıyı bulunca, gidecek
olan şanslıyı, bir güveyi gibi aralarına alıp, Sultan Çayırına doğru yü
rüyorlardı. Uyur gibi sessiz ünsüz akıp giden Sultan Suyunun üstündeki
köprüde duruyorlar, suya vurmuş uzak yıldızlara baba baka ah çekiyorlar,
iç çekiyorlar; horozlar öterken dönüp kasabaya geliyorlardı. Gecenin
o saatinde tatlı uykularını uyuyan bebeleri uyandırıyorlar, anaları
sinirlendiriyorlardı. Kimi kadı, kimi kaymakamdı. Kimse gık diyemı-
yordu. Analar ufacık pencerelerin eski perdelerini aralayıp, ayaz gecede
bağrışan kalabalığa sessiz sessiz bakıyorlardı.
Sıkıntıdan geliyordu bütün bunlar. Sevmiyorlardı buraları. Düğünlerde
yetişkin kızların çalıp oynadığı bir “Çedene” türküsü vardı:
“Dama çıkmış dam kürüyor,
Çıksam boyum görüyor,
Me/lâm sabır veriyor.”
Değiştirip değiştirip bu türküyü söylüyorlardı:
“Durulacak yer değil ya,
Deflet maaş veriyor…”
Her biri, ikliminden uzak düşmüş bir bitki gibi, rahatsızlık duyuyordu.
Öyle tıka basa işleri de yoktu. Kim yolluyordu bu kadar memura
buralara? Bunları beslemek için bu kadar parayı nereden buluyorlardı?
En çok para derdi çektikleri zaman bile, etli sütlü yiyorlar, kutnu kumaş
giyiyorlardı. Sabunları, tuzları, gazları, kahveleri oluyordu. Karı
lan kabul günü veryior, çocukları bayramlık “Pabba” giyiyordu, Sandalyelerini
caddenin iki yanındaki akasyaların altına atıp dinleniyorlar,
tavla, bezik oynuyorlardı. Ev derdi çekiyorlardı ama, her birinin
oturduğu ev, halkın oturduğundan kat kat iyiydi. Ne oluyordu bunlara,
neden böyle ah çekip, iç çekip duruyorlardı?
E;ı çok sıkılan Muhlis beydi. Geleli sekiz ay olmuştu. Dilekçe üstüne
dilekçe veriyor, bazılanna karşılık alıyordu: “Üç yılı doldurmadan
alamayız!” Ama o, ne yaptı yaptı, on bir aylıkken naklini çıkarttı.
‘“Zaten buralara gelmem doğru değildi; bakma, kabahat bende…” diyordu. Bakanlıkta dayısı varmış. Dayısını o zaman kullanmadığına yanıyordu.
Şimdi, İstanbul’a yakın, yolüstü, deniz kıyısı, “inci gibi” bir
kasabaya gidiyordu. Gidiyordu ama, dümdüz gitmiyordu. Onun gidişi
şanlı şöhretli olacaktı. Gösterişli olacaktı. Şerefine yemekler verilecek,,
içkiler içilecekti.
Dükkânları dolaşıyordu: “Sizlerden ayrılmak bana zor geliyor ama,
ne yaparsınız, kısmet bu kadarmış!” diyordu. Yanında çalışan ufak memurların,
tapucunun, mal müdürünün evlerine yemeklere gidiyor: “Bu
kadar erken çekip gitmeyi istemezdim, fakat oldu bir kere, kısmet…”
diyordu. Kulüpte bekâr memurları masasına çağırıyor, onlara da: “Sizlerle
doya doya çalışamadığıma üzülüyorum; bizim hikâyemiz böyler
bugün burda, yarın şurda…” diyordu.
Çarşıda muhtarları görüyordu: “Sorma muhtar canım, gidiyorum.
Kısmet bu kadarmış. Aldılar beni buradan. Sizlere istediğim gibi hizmet
c-demedim. Çok üzülüyorum. Ama elden ne gelir, ferman yukardan!”
Bazı muhtarlarda kurt aklı vardı, soruyorlardı: “Parti sebabmdan
filân mı gidiyor Muhlus bey?”
“Öyle sayın, başka türlü saym… Neden oldu, nasıl oldu, ben de
bilemedim…”
Muhtarlar yana yana bir kalıyorlardı. Onlar yandıkça, Muhlis bey:
“Vaktim yok, vaktim olsa, köyünüze kadar gelir bir çorbanızı içerdim,
komşulara vedâ ederdim.” diyordu. Muhtarlar, köylerinin çok yakın olduğunu,
cipe atlasa on dakika sonra köyde olacağını, bir gönül alçaklığı
yapar da gelirse, dağlar kadar memnun kalacaklarını söylüyorlardı.
Onlar böyle konuşurken, Muhlis bey yüzlerine bakıyor, dolaşık sarp dağ
yollarının uzayıp gittiğini görür gibi oldukça: “Eksik oLmaym, geldi
ğimi ve sıcak çorbalarınızı içtiğimi farzedin!” diyordu.
Kızılırmağın hemen öte yüzünde, horozları kasabadan duyulan, çü
rük bir köprü ile kasabaya bağlı bir Mesçi köyü vardı. Vaktiyle, kasabayı
belediye yapıp İller Bankasından yardım alabilmek için Mesçi’yi
kasabanın bir mahallesi yapmışlar. Alavere dalavere çevirmişler. İşler
olup bittikten sonra, Mesçi’nin çayırları, otlakları kasabanın sayılmış-
Kime başvurmuşlarsa, kime dert yanmışlarsa, bu belâyı başlarından savamamış
köylüler. Her gelene birer kere, beşer kere anlatmışlar, ama.
âlemin kendi öz derdi var, neylesin Mesçi’nin çayır derdini, otlak derdini…
Kasabanın atları, mandaları gelip kemirsin, ne çıkar?
Muhlis beye de anlatmışlardı kaç sefer. “Bir çaresine bakacağım,,
olmaz böyle şey! Sizin çayır sizindir. Hem bankadan yardım alsınlar»,
hem sizin çayırı alsınlar, bu ne açıkgözlük! Hemen yukarıya bir yazı
yazacağını.” demişti. Şimdi yazıp yazmadığını kendi de hatırlamıyordu.
Ama, Mesçi’nin kasabaya çok yakın bir köy olduğunu, arada sadece biı
köprü bulunduğunu iyi biliyordu. Galiba bir pazar beş – on memurla
– ailecek – gidip o çayırda bir kuzu yemişler, sonra da köyün üst ba
şındaki inleri görmeğe çıkmışlardı… Nasıl olsa ayrılmasına dört – beş
gün vardı. Valinin gönlü olacak da, yerine vekil yollıyacaktı. Odacıyı Mesçi’nin muhtarına yolladı.
Muhtar, “Heralda çayır işinden hayırlı bir habar var!” diye sevine
sevine konağa seldi, taş merdivenleri çıktı. Muhlis bey, Ofisçi Reeeple
oturuyordu. Mesçi’nin muhtarı, yaz – kış sırtından çıkarmadığı kara palto
ile içeri girdi. Şapkasını çıkarıp iki eliyle göbeğinin üstüne bastırmıştı.
Eğile büküle selâm verdi:
“Buyurun Muhlus beyim, bir emrin mi var?” dedi. O kadar büyük,
o kadar acı haberi birdenbire söyliyemezmiş gibi durdu Muhlis bey. Bir
zaman muhtarın yüzüne baktı. Halbuki muhtarın içinden iplikleri kopuyordu:
“Gitti çayır, battı çayır!…” diye telâşlanıyordu.
“Sorma muhtar sorma, neler oldu; tayinim çıktı, gidiyorum arkadaş.
Sizlere doya doya hizmet edemedim, çok üzgünüm. Kafamdaki bü
tün projeler olduğu gibi kaldı. Demek kısmet bu kadarmış; ne yaparsın,
memurluk böyle…” dedi.
Muhtarın yüzünde belli bir değişiklik olmadı. “Bizim çayırdan bir
habar yok m u!” diye-sormak istedi, fakat soramadı. Giderayak Muhlis
beye üzüntü vermek istemiyordu. Muhlis bey anlayışlı adamdı. Konuş
tuğu kimsenin içinden geçeni yüzünden okurdu:
“Sizin çayır meselesini Bakanlığa yazdım; henüz bir cevap çıkmadı.
Malûm ya, hükümetimiz kalkınma işleriyle meşgul şimdi. Maamafih,
gitmeden bir dalıa yazacağım. Hattâ hattâ, giderken Ankara’dan geçeceğim
ya, tamam, uğrar şahsen de takip ederim. Ah, şu tâyinim çıkmasaydı…”
Mesçi muhtarı, kara paltosunun içinde kıpırdayıp duruyordu. Gö
beğinin altında tuttuğu şapkayı habire o elinden bu eline geçiriyordu.
Ne söyliyeceğini, kalbi bu kadar yumuşak bir “âmir efendi”ye ne kargılık
vereceğini bilemiyordu. Köylüce davranmaktan, köylüce sözler söylemekten
çekiniyordu. Kafasından bazı cümle taslakları geçiyordu.
“Zatâliııe doyamadık Muhlus beyim.” dedi bir ara. Sonra: “Ne
desek feydasız.” deyip bıraktı. Gözleri sulanmış, içi burkulmuştu.
“Komşulara ayrı ayrı selâmlarımı söyle mulıtar. Hepsinin ayrı ayrı
gözlerinden öperim. Belki fırsat olursa, bir çorbanızı içmeğe gelirim gitmeden.
Haydi canım muhtar, dediğim gibi, selâm söyle, güle güle-..”
Mesçi muhtarı, “çorba” sözünü kafasına taktı. Onun için, iyice
aydınlanmadan çıkmak istemiyordu. “Yâni acaba Muhlus bey, bizim
köye yemeğe mi gelecek, öyle bir gönül alçaklığı mı yapacak?” Hangi
kelimelerle sorup da bunu öğrenmeliydi şimdi?
Yutkundu :
“Yâni beyim…” dedi. “Zatâlin bizim yemeğimize tenezzül mü edecek
?…”
“Tenezzül ne kelime muhtar, çok memnun olurum…”
Muhtarın eli ayağına dolaştı:
“Cidden geliyon mu beyim? Gurban oluyum açık gonuş…”
“Gelirim yahu muhtar, zor birsey mi?”
“Öyleyse ne gün geleceğini de söyle, ona göre bir hazırlık görüyüm.” Muhlis bey oturduğu yerden kalktı, Mesçi muhtarının koluna girdi,
Ofisçi Recebe de bir göz attı; odadan çıktılar. Merdivenlerden kol kola
indiler. Aşağı katta Muhlis bey durdu:
“Öyle uzun boylu hazırlık filân istemem muhtar. Biz bize oluruz.
Beş – altı da arkadaş alırım buradan. Çok çok on oluruz. Yâni samimî
arkadaşlardan demek istiyorum…”
Muhtar bir yandan da telâşlanmağa başladı: “Acaba çok mu gelecekler?
Yavu bu gadar adama nüzüm var mı? Çık gel tek başına, a
efendim!…” dedi içinden.
Muhlis bey, muhtarın kolunu bıraktı:
“Ufak bir hazırlık yaparsın istersen.” dedi. Ofisçi Recebin koluna
girdi: “Biz, bulgur bulamaç, 11e bulursak yeriz. Maksat konuşmak, gö
rüşmek. Dostların gönlünü almak. Kes iki tavuk, koy yanyana. İstersen
uçmasınlar diye bir tane de üstlerine koy. İki tabak kaymak çıkar, bir
tencere de pilâv, tamam, çağır bizi… Kuzu muzu keseyim deme yâni…
Anlaşıldı mı canım? Haydi güle güle!…”
Muhtar, selâm üstüne selâm vererek ayrıldı, gidiyordu; birden döndii:
“Ne gün geleceğinizi söylemedin Muhlus beyim?”
Muhlis bey biraz düşündü:
“Yarın, yarın.” dedi. “En iyisi yarın…”
Mesçi muhtarı, iyisinden bir paket sigara aldı, kasabadan ayrılmadan…
Ertesi gün, Muhlis beyle on bir kişi köprüyü geçtiler. Bir ut, bir
top almışlardı. Ofisçi Recep, av çantasına iki şişe rakı koymuştu. Rakı
parasını dört memur bölüşmüşlerdi.
Kızılırmak boyunca Mesçıli köylülerin diktiği söğütler uzanıyordu.
Söğütlerin altı çayırlık çimenlikti. Köprüyü geçer geçmez, Muhlis bey
çimenliğe bir göz attı: “Burası fena değil arkadaşlar, ne dersiniz?” dedi.
Arkadaşları, tepenin başındaki köye tırmanan yola baktılar: “Burası
fevkalâde!” dediler.
Çayıra saptılar. Kâtip Mehmet, elindeki topa vurup, havada bir
yarım daire çizdi. Dört – beş kişi topun ardı sıra koştular. Muhlis bey
ceketini çıkardı: “Havanın güzelliğine diyecek yok yâni!” dedi, o da
topun ardından yürüdü.
Bir zaman sağ sol koştular, tek kale oynadılar. Neden sonra Muhlis
beyin aklına geldi; mal müdürünü işaretle yanma çağırdı: “Yahu,
biz burada kalmağa karar verdik ama, köydekilerin haberi yok. Biı
adam kaçıralım da, mulıtar yemeği buraya getirsin.” dedi.
Mal müdürü saygıyla geri çekildi: “Hay hay efendim, hay hay.”
dedi. Veznecinin yanma gitti: “Yahu, kimi yolluyalım şimdi köye, herkes
top oynuyor?” Vezneci iki yanma bakındı: İlerdeki harımlardan
birinde bir köylü toprağa kazıklar çakıyordu. Yürüyüp onun yanına
gittiler.
Köylü adamakıllı terlemiş, ıpıslak olmuştu çalışmaktan. İşi bıraktı.
Sağ elini göğsüne koyarak: “Safa geldiniz efendiler.” dedi, mal müdürüyle vezneciyi selâmladı. Köye gidip muhtara haber vermesi istendiğinde:
“Deral, deral efendim.” dedi; sırtına birşey almadan, teriyle
yürüdü gitti.
Daha iyice öğle olmamıştı.
Muhtar yanında iki adamla geldi. Muhlis bey dahil, konukların
hepsi top oynuyordu. Çok ciddî bir iş yürütür gibi, hiç dalga geçmeden,
gayretle koşuyorlardı. Sert tartışmalar yapıyorlar, kılı kırk yarı
yorlardı. Muhtar, yanlarına sokulup, “Safa geldiniz” demek fırsatı bulamadı
bir türlü. Gitti, yanındaki iki adamla birlikte ırmaktan yana
dikeldi. Beş – on sefer, “dış”a kaçan toplan toplamaları için adamlara
göz etti.
Neden sonra Muhlis bey, muhtan ve yanındakileri farketti, hemen
oyunu durdurdu, onlara doğru yürüdü. Aceleyle ellerini sıktı, hatırlarını
sordu, sonra yine oyuna koştu. “Nassınız, iyi misiniz?” demişti. “Sağoi
beyim, bildiğin gibiyiz, sağlığına dovacıyız.” demişlerdi. Muhlis beyden
önce davranıp yanma varamamışlar, “Safa geldin!” diyememişlerdi.
“Koskoca Muhlus bey”i ayaklarına getirmekle ayıp etmişlerdi. Bir zaman
üzülüp kaldılar.
Öğleye doğru sinilerle, tepsilerle yemekler göründü. Dört – beş adanı
alıp geliyordu. Birinin elinde bir testi vardı. Biri bir kalbur “Yufka”
almıştı koltuğuna. Bir çocuk göğsünde iki – üç tutam yeşil soğan tutuyordu.
Muhtar koşup o tarafa yürüdü. Yemeği, top oynanan yere yirmi
metre kadar uzaktaki bir ağacın altına koydurdu. Sonra, sarı yüzlü,
bodur bir delikanlıyı köye koşturdu:
“Doluca bir ırbıkla bir peşkir getir, şimdi ellerini yumak isterler.”
dedi.
O sırada Ofisçi Recep koştu geldi, köye giden delikanlıyı durdurdu.
Muhtarın kulağına eğilip: “Söyle de beş – altı tane temiz bardak getirsin,
biraz rakımız var.” dedi. Muhtar, delikanlıya, kimden temiz bardak
istiyeceğini anlattı; sonra: “Haydi, çabuk ol!” dedi delikanlıya.
Oyıınu bıraktıkları zaman lıerşey hazırdı. Irbıkla peşkiri önce Muhlis
beye tuttular, eline su döküp yıkattılar. Muhlis beyden sonra ötekilere
geçtiler. Köylüler, Muhlis beyden başlıyarak, bütün konuklara
teker teker: “Safa geldiniz” dediler. İçlerinden: “Geç oldu emme, ne
yapalım, top oynuyorlardı.” diye düşündüler.
Muhlis bey, muhtarın sırtını okşadı:
“Aslan muhtar, aslan, aslan! Neler hazırlattın bakalım?”
“Acı soğan, kura yavan Muhlus beyim; köylük yerinde ne bulunur?”
“Getir, getir, getir!…” dedi Muhlis bey. “Çok acıktık, hemen getir!”
Köylüler koşuştular. Bir söğüdün altına iki kilim sermişlerdi. Üstüne
minder, döşek atmışlardı. B.ir elek kasnağı, onun üstüne genişçe
bir sini koymuşlardı. Sininin fırdolayma kalaylı kaşıkları, yufkaları
dizmişlerdi. Orta yerinde de bir kapalı sahan duruyordu. Muhlis bey
hemen bağdaş kurup oturdu. Ötekiler de, kimi yan dönerek, kimi diz
çökerek sininin çevresinde yerlerini aldılar. “Haydi muhtar, siz de buyrun!” dedi Muhlis bey.
“Yok beyim, estağfurullah! Gurban oluyum, siz buyrun!…” dedi
muhtar.
Muhlis bey: “Olur mu yahu? Beraber yiyelim!” dedi. “Biri yer,
biri bakar, kıyamet ondan kopar. Haydi, yanaşın!…”
Muhtar kesin olarak: “Yo beyim, yoo…” dedi.
Muhlis bey ve bütün konuklar yemeğe başladılar. Sahandaki, karabiberli
filân bir çorba idi. O açlığın üstüne mis gibi bir koku geliyordu
burunlarına. Kaşıkları birbirine çarpa çarpa çorbayı lezzetle bitirdiler.
Sonra bir büyücek tepsi kondu ortaya. Nar gibi kızarmış bir kuzu idi
bu — Ofisçi Recep dayanamadı: “Bardakları ver muhtar, bardakları,
bardakları!…” dedi. Rakıları açtı. Kuzunun yanma, haşlanmış yumurta,
yeşil soğan, karabiber, tuz da koydular.
Ancak yemeğin sonuna doğru konuşmağa başladılar:
“Lezzetli-
“Ne acıkmışız efendim…”
“Cidden lezzetli bir kır yemeği oldu.”
“Bir piknik…”
“Unutulmaz bir hâtıra…”
Köylüler, konuşulanların çoğunu anlamıyorlardı, ama anlıyormuş gibi,
saygıyla diniyorlardı. Muhtar tek dizi üstünde, her istiyene elindeki
testiden su veriyor, ardından da: “Gusura galmayın, köyümüzün suyu
eyi değil, ırmaktan alıyoruz.” diye özür diliyordu.
Yemek bittikten sonra, Muhlis bey tekrar tekrar kuzuyu ve pilâvı
övdü: teşekkür üstüne teşekkür etti. Hele karablberli çorbaya diyecek
yoktu. “Sizin kadirbilirliğinizi asla unutmıyacağım!” dedi.
Muhtar: “Sağol Muhlue beyim, o senin ey.liğin, senin asaletin…”
diye karşılık verdi. Sonra kasabadan özel olarak aldığı paketi çıkardı,
konuklara sigara tuttu: “Gusura galmayın, gayfamız yok!” dedi.
Konuklar sigaraları yakıp, söğütlerin altına uzandılar. Ofisçi Recep:
“Yemekten sonra, ya kırk adım atmalı, ya sırt üstü yatmalı, demişler;
iyi demişler!” dedi.
Köylüler, boşalan sofraya oturup, kalanları yemeğe başlamışlardı.
Bir ara Muhlis bey, Tahsildar Osmana, şu getirdiği utu ne zaman
tıngırdatacağını sordu. Osman: “Emrederseniz hemen şimdi.» dedi, alıp
çalmağa başladı. Yalnız başına bir gazel okudu. Derken, herkesin katıldığı
şarkılara, türkülere geçtiler.
Akşama kadar iyi bir eğlence oldu. Gün batarken kalkıp köylülere
vedâ ettiler.
İki gün sonra, Muhlis beye ‘”‘¡ip te de bir yemek rerildi. Gece yanlarına
kadar yenildi, içildi, tum.uier söylendi. Sultan Çayırına doğru
yürüyüş yapıldı. O da iyi oldu.
Sonra da, cipe bindirilip uğurlandı. Uğurlamaya M «afili köylüler
de geldiler.
FAKİR BAYKURT