ZIYA UŞAKUGÎL

ZIYA UŞAKUGÎL

r ZIYA UŞAKUGÎL

(

«KIRK YIL»

anılanından :

biyat-ı Cedide her gün biraz daha kuvvet bularak, biraz daha i terkip eden unsurlara etrafın muhabbet ve istinasını celbe-‘evam ediyordu. «Servet-i Fünun» nüshalarının bu zamana ait m çevirmek zahmetini ihtiyar edenler görürler ki orada topla-“irenin san’atta, garp rü’yet ve usulünü Türk edebiyat ve fikri-tatbikte ileri doğru pek seri’ bir yürüyüşü olmuştur. Şahsiyetler ade tebarüz ediyordu. Hüseyin Cahit’in, Mehmet Rauf’un ya-ımet Hikmet, Safveti Ziya ve emsali kendilerini tanıtıyordu; he-4 rin her hafta getirdikleri eserler gösteriyordu ki onlar eslâfı ta-onların san’atma tasarruf etmekte hatta rakiplerine, kudema-~nen sınıfa faik olduklarını ispat etmekle kalmayarak Türklük tamamıyle yeni bir ufuk açıyorlardı, ve anlaşılmıştı ki Türk ede-“ fikriyatının istikbâl güneşi bu ufuktan doğacaktır. Bu sanat-yanında müdekkikler, mütetebbiler de vardı, onların başmda

1 d Şuayb geliyordu. «Hayat ve Kitablar» silsilesi gösteriyordu “yat-ı Cedide müntesipleri garbin fikir hareketlerini takipten hiç erdir; ve içlerinde —meselâ Ahmed Reşid—bir yandan gayet iş şiiirler yazarken bir yandan içtimaiyatla, felsefiyatla iştigal

* vardır.

!*…….

biyat-ı Cedidenin o zaman birbirine yaşça yakın anasırından indisini biraz mesafe ile takip edecek olan nesilde dostlan hat-kib küçük kardeşleri vardı. Sonralan doğan bütün Fecr-i Âti biyat-ı Cedidenin tohumlarını kabul ye tenmiye eden bir mezrea görünmeğe başlamıştı… Henüz mekteplerini bitirmiş gençler meselâ başta Faik Âli ile Celâl Sahir’i, Hamdullah Suphi’yi, Ah-im’i, îzzet Melih’i ve daha birçoklarını zikretmek mümkündür nn arasında seneler geçtikçe pek mümtaz, pek yüksek sanat ‘eri tebarüz etmiştir.

“ıiyat-1 Cedide azası arasmda dün ve bugün, kendilerinden son-ve daha ileride gelecek olan nesillere karşı muhalif vaziyet aln-:tte kimse tanımıyorum; dün de öyleydi, bugün de öyleni İr.

T kendilerinden evvel gelenlerden başka türlü bir hisse tmulllf T ki… Ve onlar kendilerinden sonra gelenlere k:ıı^ı dıı lılt; blı hürmet ve muhabbet haricinde bir his tuşımHuıı^luıdır.

kaJflrını tmklicıualicıi ununtmı

gelecek olanlar tarafımdan da aynı suretle telakki edilmeğe hak ka/.ı dıracak yegâne sebep olduğuna kani’dirler. Bu kanaat da bir ahlâk kaiı sine riayeti siyasete muvafık bulduklarından fleğil, sadece hislerine istikamette mecra açan bir şiardan mütevellitti.

Daha eskilere gitmeden, meselâ hayatta ve kendlerinin de başın bulunan Recaizade’nin, Abdülhak Hâmit’in sanatları ve lisanlanyle kı di sanatları ve lisanları arasında mevcut farklara, hiç bir zaman on ra medyun hayranlığın ehemmiyetini ve şiddetini tenkis edecek bir ı bep nazariyle bakmamışlardı, hâlâ da bakmazlar. Onlar bilirlerdi ki l sanatkârın şahsiyetini ihata eden bir zaman çemberi vardır, onlaıt çemberin haricine çıkararak görmek sanat telakkiyatmda ve tahassüj tınıda en hafif tabiriyle bir gaflettir, yahut, sadki bir garazsa, tegafüld Nitekim onlar da bunu bilirler ve kendilerinin arkalarından gelenle! gördükleri yeniliklere kendi zamanlarının değil, bunların zamanının lakki ve tahassüsüyle bakarlardı. j
(Kırk Yü, cilt: V., II
1 — «Sanatta garp rü’yet (batı görüş) ve usulünü edebiyat ve fikriyatına tatbik etmek» sözüyle Halit UşaMıgil’in anlatmak istediği nedir? Batı’yı olduğu almakla, onun «görüş ve «usul»ünü Türk edebiyatın
Türk düşüncesine uygulamak arasında nasıl bir ayırım yapabilirsiniz?

2 — Servet-i Fünun dergisinde yazı yazan sanatçılar kimlermiş? Buraclı lan geçmeyen Edebiyat-ı Cedidecilerden, başka kimleri tanıyorsunuz?

(Ansiklopedilerden, edebiyat tarihlerinden Edebiyat-ı Cedide yazarlarımı larını çıkarınız ve bunlardan kimlerin hangi alanlarda ne gibi yapıtlar veri rini kısaca not ediniz.)

3 —• 1908 yılından sonra, yine Servet-i Fünun dergisinde toplanan; sotif sanat görüşlerini bir bildiri ile yayımlayan (Servet-i Fünun, 1910) genç sal lann kurdukları «Fecr-i Ati» için Halit Ziya Uşaklıgil «Edebiyat-ı Cedideııil humlannı kabul ve tenmiye eden (geliştiren, yeşerten) bir mezrea (tarla)» ( Bu sözü genişleterek anlatınız.

4 — Fecr-i Ati sanatçılarından kimleri, hangi yapıtlarıyle tanıyorsunuz,1 zar, burada, onlardan hangilerini tanıtmış?

(Bilgi için edebiyat tarihlerine, «Meydan Larousse» c. 4’e bakınız.)

5 Edebiyat-ı Cedidecilerin, kendilerinden önce gelen Tanzimat sana|( na ve kendilerinden sonraki yeni kuşağa karşı tutumları ne olmuştur? Uşak|| burada belirttiği düşüncelerden nasıl bir sonuç çıkarabilirsiniz?

6 — «Her sanatkârın şahsiyetini ihata eden (çeviren) bir zaman çenıbcH dır, onları o çemberin halicine çıkararak görmek sanat telakkiyatmda (aıılfl rında, düşüncelerinde) ve tahassüsatında (duygularında) en hafif tabiriyle h|| lettir.» sözünü açıklayınız ve buradaki gerçeği, örnekler vererek tartışını/,
1 — Edebiyat-ı Cedidecilcr, dilde sadeleşmekten vnH mamışlar, tersine, güzel, ahenkli buldukları yalıtım1! eiik ve tamlamaları kullanır,ııktun horlanmışlardır,

lîiLıkiııui_ı »H’iHfi rtlaM tîaalfhall dliliİL_fl
Metin Üzerinde İnceleme:
Dil:

meşinin üzerinden çeyrek yüzyıllık bir zaman geçmişti. Bu süre içinde di-çok sadeleştiğini ve kendi kaynaklarına döndüğünü biliyorsunuz, alit Ziya Uşaklıgil’in bu anılarında dil, Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu gibi romanlarına göre daha sadedir. Farsça ve Arapça tamlamaları, küçüm* ecek kadar azaltmış; birçok yapıtlarının son baskılarım dilce, çağının an-ı yaklaştırmaya çalışmıştır. Buna karşın, okuduğunuz metinde birçok ya-sözcükler var:

Stinas, müdekkik, mütetebbi’, düntesip, iştigal, anâsır, muakkip, mümtaz, **, selef, mecra, şiar, medyun, tenkis, tegafül) gibi.

* lükten, bunların Türkçelerini bulunuz ve yerlerine koyunuz.

— Halit Ziya Uşaklıgil’in dil anlayışını, gelişen dil karşısındaki tutumunu, ğunuz öteki metinleri de göz önünde tutarak değerlendiriniz.

1— Birinci paragrafta geçen «onların sanatına tasarruf etmek. Türklük âle-amamıyle yeni bir ufuk açmak. İstikbal güneşi.» sözlerindeki tasarruf, ufuk, sözcükleri hangi anlamlarda kullanılmıştır?

LERİNDEN :

II FATIMA’NIN EVİ

sonlarında idi; senede üç beş ıkere uğranılan akraba evlerinden Üsküdar sırtının yüksek ve tenha bir noktasında, harap bir hal-kıl;m;ış olmasına rağmen hâlâ mebzul (bol) güneşin altında öl-’r neşve ile canlı duran, bir eski köşke davet edilmiştim. Burada ’ta misafir olacaktım. Beni kapıdan minimini bir kız karşıladı. Ev ri gülerek :

Sizin hizmetçiniz!.. Misafirliğinizden memnun kalasınız diye darik ettik…

‘.iler. Bu muhakkak bir lâtife idi. Bu boyda, bu kıt’ada bir vücut sıfat pek fazla bir şeydi. Onun şemsiyemi kavrayan eli o kadar ı ki kabzayı zorlukla zaptediyordu:

Ne kadar iyi!., dedim. Ben de çalışayım ki hizmetimin yükü anim hacmine göre olsun… nra daha ciddî, sordum:

Bu nereden çıktı?

rhal simalarda lâtifenin hafif ifadesi silindi, ona bedel elemle tit-eslerin kesik ve kısa cümleleri bana küçük kızm tercüme-i hali-tı. Bu, dört satırla kabil-i icmal (özetlenebilir) bir facia… naa’yı Karamürsel’den getirmişlerdi. Şehit olmuş bir baba, ne-Idığmdan haber alınamayan bir ağabey, yanmış bir ev, biri elde, akta diğer iki küçük kızla İstanbul’un meçhul bir harabesine sı-bir ana, bir de işte gözlerinin içinde hâlâ hayatın bu garip oyıı-hayretinı silemeyen manasıyle şu, cılız, sönük, sarı, kavruk <,o

Hep sustuk. Bu dört satırlık tercüme-i halin bütün talâkatini ru inleyen tefsirleri içinde daha (derinden dinlemek, onun acılığına k kana doymak için bir müddet, sislenmiş gözlerle, birbirimize bakışa fakat bir kelime ilâvesine lüzum görmeyerek, duruyorduk.

Fatma, elinde küçük bir tepsiyle, tabağına dökmemeğe çalışa yapılan işin büyük ehemmiyetini kavrayan bir ihtiyat ile, kahvemi tiriyordu.

Alnında düz kesilmiş saçları, tepesinde al bir kurdelâ ile ba mış idi. Ancak dizlerine kadar gelen kıpkırmızı, ince beyaz çizgil bir entarisi, temiz, etrafı dantelalarla süslenmiş bir önlüğü, bacakl da düzgün, yeni siyah çorapları, ayaklarında san sandallan vardı, bütün bu ihtimamlar arasında onun görücülere çıkan gelinlik bir h kız hali vardı ki derhal kendisini mukavemet olunamayan bir sevi likle kucaklıyordu.

Tepsiyi bana uzatırken peltek bir telâffuzla ve ancak mahsus yulur) bir sesle: — Buyrunuz efendim!., diye iıkram etti. Onun içi iki yaşında demişlerdi, fakat ancak sekizinde gibi idi. Biraz irice yu lak bir başı, siyah, küçük, müdevver (yuvarlak), birer kuş üzümüne zeyen gözleri, iki yumruğu bir avuç içinde hapsolunabilecek kadar nimini elleri, sonra ancak beş kanşlık bir boyu vardı.

Bu bedbaht vücudun hayata, ne fena, ne zalim, nasıl mahruı ler ve sefaletler getiren kahhar bir zamanda gözlem açıldığına, o gü bu güne kadar onun için yaşamak ‘denen hadisenin ne müthiş bir bet olduğuna fikrimi sevk etmekle Fatma’nm bütün’ pörsümüş, so sefalet-i cismaniyeti, gözlerinin «bundan daha iyice bir dünya yok du?» istifsar-ı hüsranıyle (yokluk acısı sorusuyle) ağlayan elem m bütün heyetinde büyümek için lâzım gelen hava-yı hayatı lâyıkıy neffüs edememiş, içinde daima yanan sinsi bir dert ateşiyle kavru bir cüce hali veren uzviyet tereddisi izah edilmiş oluyordu. Bununl raber onu söyletmek için başladım: •— Fatma, dedim, gözlerini kal rak: — Efendim… dedi. Sesinde öyle bir mazlumane teslimiyet var devam edemedim. Sözü başka tarafa çevirdim: — Bekleme, kızını, kahvemi geç içerim; dedim.

Onu söyletmemek kararında sebat etmeliydim. Akşam sofn tekrar bu meraka mağlup oldum. Ne için? Onu hayatının* musi dair kendi lisanıyle söyletmek istiyordum, galiba…

Bir aralık, öbür omzuyle, bellisizce kapıya dayanarak kim su yecek, kim ekmek isteyecek diye, ciddî gözleriyle, beklerken, bcıı başladım:

— Fatma… dedim.

— Efendim, dedi. Bir ekmek sepetine, bir su sürahisine bakiı,

— Senin baban var mıydı?

— Vardı.

— Ne oldu?

— Şehit oldu…

Ş’leri telâffuz edemiyordu: Şehit… Diyordu.

— Büyük kardeşin?

^— Vardı ama.. Omuzlannı kaldırdı, dudaklarını büktü: <Bilmivo ne oddu?» demek istedi.

-— Küçük kardeşlerin?..

— İki tane… Dedi ve bir elini kaldırarak yanlış anlaşılmasın diye i parmağıyle işaret etti ve yutkunarak:

— Annemin yanında… Diye ilâve etti.

— Annen nerede?

Yine omuzlannı kaldırarak, yine dudaklannı büktü. Bütün bu sual-re, lâkayt imişçesine, fakat müteessir görünmemek, kendisini mem-un1 farz ettirmek isteyen cebrî bir sükût ile cevap veriyordu. Son sual en sonra, galiba bu lâkaydane sükûtta daha ziyade devam edememek-n korkarak, gözlerini benden çevirdi; odanın köşesine, uzak ve loş biı öşesine dikti. Hep susuyordu. Odanın havasında bir ezanın (sıkıntının) “Iecam çalkalanıyor gibi idi. Bardaklara uzanan ellerde, tabaklara dolman çatallarda, hatta soluyan nefeslerde bir şamata yapmaktan ihtira/ ekinme) takayyüdü (çabası, bağlılığı) vardı. Bir dakika durdum, o, p loş köşeye dikilmiş gözleriyle duruyordu. Artık devam etmemek inasipti. Ne oldu, bilmem, son sual de dudaklarımdan çıktı:

— Eviniz var mıydı, Fatma?..

: O zaman beklenmeyen bir hadise oldu. Fatma durdu, cevap verme-

hep oraya, odanın o uzak ve karanlık köşesine bakıyordu; birdenbi-

müthiş bir korku ile iki ellerini birden oraya uzattı, güya nageihan “sızın) oradan, o loş ve kuytu noktadan, korkunç bir alev fışkırmışça-ı, mahuf bir rüyanın derinliklerinden gelen bir sesle bir saniye sız-sonra ellerini gözlerine kapayaralk:

l — Yanıyor!.. Yanıyor!., diye haykırdı. Ve birden dönerek, bu âfet nzarasından kaçarak fırladı, çıktı; dışarıda hıçkıra hıçkıra ağlayan, Uyan, inleyen sesini işittik. Ve bu bir matem enini şeklinde, bizi hep sarak önümüze bakmağa mecbur eden bir hal ile, uzun bir zaman de-etti.

i;’

Birkaç gün sonra idi, kameriyede yelken bezimden açılır kapanır biı dalyeyi son noktasına kadar yayarak, âdeta yatmış denecek bir va-ette, Vilson nazariyatının saadet-i akvama tesiratma dair bir risale yordum. Bir aralık arkadan, kameriyenin gerisinden bir minili işit

^ Birkaç hatve (adım) ötede küçük ve muhteriz (çekingen) biı ses uşuyordu. Kimdi? Doğruldum, menekşe gülleriyle karışık bir taflan nesinin arasından baktım. Biraz ötede, Fatma, kumların üstiine ulur-
ve Batı Edebiyatı — Lise II. – 197S
r m

muş, bacaklarını uzatmış, bir şeyle meşguldü. Ve muttasıl (aralıksız), kendi kendisine söyleniyordu. Ne diyordu? Fark olunmuyordu; fatkat her hitabında, sesinin her inhinasında (bükülüşünde) bir muhabbet, coşkun bir hararet vardı. Dikkat ettim ve anladım. Küçük çakıllarla, Fatma, kumun üstünde diziler yapıyor, ve kendine göre bir ev inşa ediyordu.

Bu büyük köşke, onun yüksek çatısına, geniş şehn^şinlerinde lakayt, arkasını dönmüş, orada Fatma kendi evini, Karamürsel’de yanmış evini, mahrum, ■ fakir; sefil fakat bahtiyar evini tekrar yaşatmaya çalışıyordu.

Bitince düşündü. Bir şeyler eksikti, onları da itmam etmek lâzımdı, yerinden kımıldanmayarak etrafına baktı, elini uzatarak dört yaprak seçti: Başka başka nevilerden üç küçük ve bir büyük… Büyüğü en öne koydu, küçükleri arkaya dizdi; sonra, tavuk çağırırcasma: geh, geh, geh!.. dedi ve isimlerini söyledi: Sarı kız, kara kız, beyaz kız… Geh, geh, geh!.. Sen de düş öne kırmızı oğlan…

Bu kırmızı oğlan muhakkak o büyük yaprak, babayiğit, vakur, mü-teazzım (görkemli) başı daima yukarıda, kıpkırmızı bir horozdu.

Galiba hep evin etrafında toplandılar. O zaman Fatma, mes’ut ve müsterih, kumların üstüne uzandı, ve bir elini başının altına koyarak, bir elini evine ve tavuklarıyle horozuna doğru uzatarak, artık karşısında evi, tavukları ve horozu, şatır güneşin çağlayanları altında nurlu bir uykuya daldı

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL (1866 * 1945)
İstanbul’da doğmuştur. İzmir ve İstanbul’da yerleşmiş Uşaklıgil ailesiııdcıııliı. Öğrenimini bu iki kentte yaptı. İzmir’deki Mekitarist (*) okulunda okudu. Hu rada Fransızca öğrendi. İzmir’de öğretmenlik, Osmanlı Bankasında muhasiplik; İstanbul’da Reji İdaresinde başkâtiplik; İkinci Meşrutiyetten sonra, Daürlfünım da (üniversite) Batı edebiyatı öğretim üyeliği; Sultan Reşat’ın Mabeyin Başkâtip ligini yaptı (1909 – 1912); sonra, tekrar Darülfünundaki görevine döndü.

Halit Ziya Uşaklıgil, Servet-i Fünun edebiyatının’ kurucularındandır. Bu akımın düzyazıda öncüsü, sayılır. Yazı yazmaya İzmir’de başlamış, orada, bir arka daşıyle birlikte Nevruz (1884) ve Hizmet (1886) gazetelerini çıkarmış; Nemide, Bit ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı gibi ilk romanlarım, öykülerinden bir bölümii nü «Mensur Şiirler»ini orada yayımlayarak kendini edebiyat çevresine tanıtmış tır. Asıl ününü İstanbul’a geldikten Servet-i Fünun akımına katıldıktan sonra sağ layan Uşaklıgil; romantizmin etkisinde ilk denemelerini veren Tanzimat çağından sonra, roman ve öykücülüğümüze, güçlü tekniği ve ruh incelemeleriyle realizmin başarılı örneklerini vermiştir. Romanlarında, genel olarak, içinde yaşadığı ve iyi tanıdığı yüksek sınıfı, aydınlar çevresini konu yapar. Görüp tanıdığı gerçek tipler yanında «birçok şahsiyetlerin birleşmesinden meydana gelmiş» kişiler de roman lannın kadrosunda yer alır. Öykülerinde daha çok halka eğilmiş; İzmir’de, Istan bul’da görüp tanıdığı halk tiplerini ustalıkla yaşatmıştır. Uzun, fakat sağlam ya pılı, bol mecazlı, şiirli, Arapça ve Farsça tamlamalara düşkün bir üslûpla yazar.

Yapıtlarının başlıcalan;

Romanları: Nemide (11889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mal ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1924).

Öykü kitapları: Bir İzdivacın Tarihi Muaşakası (1888), Bir Muhtıranın Son Yapraklan (1888), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet, (1901), Bir Şi‘r-i Hayal (1911), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Onu Beklerken (1935), Kadın Pençesi (1939) vb.

Anılan: Kırk Yıl (beş cilt, 1936), Saray ve Ötesi (üç cilt, 1940, 1941, 1942), Bir Acı Hikâye (1942).

Tiyatrolan: Kâbus (1918), Füruzan (uyarlama, 1918), Fare (ayarlama, 1919).

Deneme ve İnceleme: Hikâye (1891), Sanata Dair (iki cilt, 1938, 1939).

Rate this post
Rate this post

Bir yorum

  1. botte ugg pas cher

    I will bookmark your website and verify once again here usually. I am quite positive I will understand tons of new things correct here! Excellent luck for the up coming!

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*