wiki

HAZRETİ MUHAMMED’İN ZEVCELERİ VE KADININ İSLAM’IN DİNDE MEVKİ

İslâmda evlenm eden bahsedilince bir çok kim seler «taaddüd-i
zevcat = polygamie» ı düşünürler, sanki polygamie (çok
karı almak) İslâmî bir müessese imiş gibi.
Eski zam anlarda çok karı alm ak usulü hem en bütün kavim
lerde cari idi. Med, Babil, Asur ve İran kavim lerinde bir
kimse istediği kadar kadın alabilirdi. Bu âdet İbranîlerde de
çok yaygın idi. Hazret-i Musa bu hususta hiç bir kayıt koym am
ıştır. Talmud, iyi bir surette idare edebilecekleri m iktardan
ziyade kadın alm am alarını Yahudilere tavsiye eylem ektedir.
D ört kadın ile iktifa olunmasını tavsiye eden haham lara rağ­
men, Tevratın hüküm lerine harfiyen bağlı kalan ve haham tefsirlerini
reddeden K araim yahudileri = C araıtes’ler bu tahdidin
m eşruiyetini hiç bir vakit tanım am ışlardır.
İran ’ın Zerdüştîlerine = Zoroastriens gelince, bunlar yalnız
çok karı alm akla kalm ıyorlar, belki taaddüd-i zevcatı teş­
vik ediyorlar ve bundan kendilerine bir iftihar payı ayırıyorlardı.
Y ahudilerin hicrete m ecbur ettikleri Fenikeliler indinde
taaddüd-i zevcat hayvanlık derkesine düşürülm üştü.
A vrupanın m uhtelif taraflarında ve batı Asya’da oturan
kavim lerden Trakyalılar, Lidyalılar ve Pelaglar indinde çok
kadın alm ak usulü câri idi.
Eski zam anların en medenî ve en k ü ltürlü m illeti olan
A tinalılar, kadını vasiyet yoluyla tasarruf olunan nakli kabil
bir m al sayarlardı; kadını çocuk doğurm ak ve evin idaresine
bakm ak için elzem bir m ahlûk addederlerdi. Bir A tinalı bir
i a ç karıya sahip olabilirdi. Demokten, A tm alıların üç sınıf ka­
rıları vardır, ilk ikisi m eşru ve yarı m eşru zevceleri teşkil
ed erler diyerek m illetini tebcil ederdi. [*]
İsparta’da (Kadim Y unanistan) birden ziyade kadın alm
ak erkekler için yasakken, kadınlar birden ziyade erkeklerle
evlenebilirlerdi. [**]
Roma devletinin teşekkülüne hizmet eden hal ve şartlar
taaddüd-i zevcat usulünün kanunen kabulüne m âni olmuştu.
F akat komşu devletler ve hususiyle Etrüsklerle m ünasebet tesis
edildikten sonra, bu âdetin Rom alılar arasında yayılması
gecikm em iştir. [***]
«Roma’nın galebesile nihayet bulan Pön muharebelerinden
sonra, kadınlar, çok zengin cumhuriyetin erkeklere temin
ettiği nimet ve saadetlerden istifade etmek hakkını iddia etmişlerdir.
Baba ve âşıkların iğmaz ve müsaadeleri sayesinde
de dâvayı kazanmışlardır.»
O devirdenberi evlenm e istifraş (m etres hayatı yaşam ak)
şeklini alm ıştır ve kanunen câiz görülen istifraş imtiyazlı bir
tesis olmuştur. C um huriyetin son zam anlarına ve İm paratorluğun
ilk devrine doğru karıların m übadelesi ve kira ile evlenm
e keyfiyetleri serbestçe tatbik edilmişti. Taaddüd-i zevcat,
kanunen tanınm ış olmasa bile fiilen tecviz olunmuştu.
İzdivacı em reden Essenianisme’in tesiri altında kalan Hı­
ristiyanlık, ahlâktaki gevşekliğe gem vurm ak, yâni ahlâkı
zabtu rabt altına alm ak çârelerini aradı. Saltanat-ı ilâhiyenin
kürre-i arz üzerine gelişini çabuklaştıran hazreti İsa, evlenmeyi
k at’î surette m en etm emekle beraber, evlenmemeyi tavsiye
etm ek derecesine varm ıştır.
Çok cezrî (radikal) olan bu tem âyül akîm kalm ağa m ahkûm
du. H ıristiyan kilisesinin hakiki müessisi ve tanzimcisi
Sen Pol daha uzlaştırıcı bir şekil kabul etti. Efes rahibi Tim
othee’ye gönderdiği m ektupta, onun tek zevce (monogamie)
usulünü, fakat yalnız bir tek sınıf için, tavsiye ettiğini görü­
[*] Dollinger: Les Gentils et les Juifs, éd. Anglaise, v. 11. pp. 233 – 238.
[**] Grote: History of Greece, vol. VI. p. 136.
£***] Gibbon: Decline and Fall of the Roman Empire, v. 11. p. 20S.
rüz: «Piskoposun lekesiz, kusursuz ve bir tek kadının kocası
olması lâzımdır», der ve diyakos olmak isteyenler için de aynı
tavsiyeleri tekrar eder.
Büyük bir teşkilâtçı kabiliyetini hâiz olan Sen Pol, görü­
lüyor ki, m erhale m erhale hareket etm ek istiyordu. İm parator
İkinci Valentinien, kilisenin tavsiyelerine rağm en, tebeası-
na istedikleri kadar karı alm ak m üsaadesini veren bir kanun
ilân etmişti. İm parator, bu hususta tebasm ı her ikisi de m ü­
teaddit karılar almış olan K onstantin’in ve oğlunun misâline
uym ağa âdeta zorluyordu. İkinci V alentinien’in kanunu, 393
senesinde, İm paratorluğu aralarında taksim etmiş olan Honorius
ile kardeşi Arkadius tarafından ilga edilmiştir. Maam
afih taaddüd-i zevcat hakkm daki kanunî m em nuiyet ancak
Justinien’in kanunuyla teşdit olunm uştur. (528-534). Justinien’in
bu kanunu tanzim hususunda başlıca yardım cısı olan
Tribonien, bir putperest ve m üşrik olduğuna göre, bu kanunlarda,
doğrudan doğruya H ıristiyanlığın tesirinden ziyade m edeniyetin
terakkisinin neticesini görmek iktiza eder. Çünkü
bu kanunlar, H ıristiyan devletleri reislerini — kral veya imparator
o lsu n — rahiplerin uzlaştırıcı gözleri önünde, m üteaddit
karı alm aktan asla m enetmezler.
K ral Clothaire, üç karısı olmasına rağmen, Créodomire’in
dul karısını da alm ıştır. Théodobert, bir kocası olmasına ve
bizzat kendisi ötedenberi Visigelde ile evli bulunm asına rağ­
men, D eutary’yi kendisine zevce edinm iştir. Pépin le Bref ile
Charlem agne’ın ve hatta Frédéric Barberausse’un dahi m üteaddit
karıları vardı.
Bekâr kalm ak hususundaki yem inlerini çiğniyerek, birden
ziyade m üstefrişe (metres) kullanan kilise ricâlinden ve hattâ
papalardan bahsetm eksizin dahi H azreti M uhammed zam anından
evvel ve sonra, birden ziyade kadınlarla evlenmiş olan
devlet reislerini ve hanedan prenslerini gösteren listenin pek
uzun olduğunu görürüz.
İslâm dininin Peygam berine taaddüd-i zevcatı tatbik etmiş
olm aktan dolayı tenkid etm ek istiyenler, bu devlet reislerinin
peygam berlik iddiasında bulunm adıklarını söyliyeceklerdir.
Bu itirazlarına karşı biz Eski Ahid’deki Peygam berlerinin hareketlerini
m isâl olarak gösterebiliriz ve sorarız: Hz. İbrahim
ve Hz. Musa birden ziyade kadın ile evlenm ediler mi? Ve Mezam
irini terennüm le zevk duydukları Hz. Davud taaddüd-i
■( zevcatı hudutsuz bir surette tatbik etm edi mi? Bunları şehvet-
| perest ve ahlâksız kim seler addedebilir miyiz?
H er devrin kendisine m ahsus bir takım örf ve âdetleri
vardır. Mâziyi bugünkü düsturlara göre m uhakem e etm emelidir.
İdeal olan şey, vakit ve halin icaplarına tâbi olmakla da
kıym etini m uhafaza eder. İleride göreceğiz ki, İslâm dini, âile
h ayatında tek zevce (monogamie) usulünü her vakit bir ideal
olarak telâkki etm iştir. Şayet taaddüd-i zevcat için bazı m ü­
saadelerde bulunm uş ise bunun da bir sebebi, vahim neticeler
doğurabilecek bir takım sosyal adaletsizlikleri ortadan kaldırm
ak istemesidir.
Hakikî ıslâhatçı, en şiddetli heyecanı esnasında bile, istikbalin
hayaliyle m evcut olan hakikatleri gözden uzak tutm ıyan
kimsedir.
Şimdi biz Hazret-i M uhamm ed’e (S.A.) gelelim. Biliyoruz
ki, henüz 25 yaşında iken 45 yaşında bulunan Hatice ile evlenm
işti. Hatice, yirm i sene m üddetle Resul-i Ekrem ’in tek ve çok
sevgili karısı olmuştur. Genç yaşının bütün zindeliğini taşıyan
kocasının kalbinde onun bir rakibesi asla yaşam am ıştır. Resul-i
Ekrem , her âile babası gibi, bir erkek çocuk sahibi olmak istiyordu.
Hatice’den doğanlar küçük yaşta iken ölmüşlerdi. Kendilerine
vâris olacak bir erkek evlâdı olmıyan kimseler, taaddüd-i
zevcatm câri olduğu A rabistan’da az çok hürm et ve itibardan
düşmüş sayıldıklarından, Hazret-i M uhammed, hiç de­
ğilse bir oğul sahibi olmak için, bir veya bir kaç kadın ile evlenebilirdi;
hattâ m em leketin örfüne göre evlenmeli idi. Halbuki
böyle bir şey Hazret-i M uham m ed’in akim dan bile geç­
memişti.
Hatice’nin ölümünden sonraki evlenm eleri, İslâm cemaatin
in istikbâlini sağlam laştırm ak maksadile, siyasî zaruretlere
metini vuku bulm uştur. Şehvetin, o evlenm elerde hiç bir rolü
yoktur. H er ne kadar Âişe’yi sevmiş ise de, bu sevgi ancak evlendikten
sonra kalbinde peyda olmağa başlamış; bununla beraber,
sırdaşı ve tesliyetkârı olan Hatice’nin hâtırasına karşı
beslediği hususî meyil ve m uhabbeti hiç zayıflatm am ıştır.
Hatice’nin ölümünden sonra ilk aldığı kadın Şevde binti
Zem’a’dır ki, Sekran bin A m r’dan dul kalm ıştı. Sekran ile karısı,
İslâm dinini ilk kabul edenlerdendir. K ureyşlilerin takibatına
m aruz kaldıklarından, Resul-i Ekrem ’in em riyle, Habe­
şistan’a hicret etm işlerdi. Avdet ettikleri esnada, Sekran öldü
ve Şevde, beslemeğe m ecbur olduğu oğlu A bdurrahm an ile beraber,
her tü rlü him ayeden m ahrum kaldı. İşte Hazret-i Muhammed,
him aye etm ek ve oğlunu yetiştirm ek hususunda y ardımda
bulunm ak m aksadiyladır ki, imânı uğrunda ıztırap çekmiş
olan, bu kadın ile evlenm iştir. Şevde, ne genç idi, ne de
güzel… O kadar şişman ve ağırdı ki, Hazret-i M uhammed, bir
hac esnasında, sabah nam azını kılm ak için, cem aat gelmeden
evvel, ona M ina’ya gelmek im tiyazını verm işti. Bu suretle onu
itilip kakılm aktan kurtarm ıştır. Sevde’nin cismanî zevki uyandırabildiğini
kabul etm ek zordur. Zaten o erkeklerin hasretini
çekmiyor ve «yegâne arzusunun haşir günü Resul-i Ekrem’in
karısı olarak dirilmekten ibaret olduğunu» söylüyordu.
Bu evlenm eden sonra, Hazreti M uhammed Ebu Bekir’in
kızı Âişe ve sonra da Öm er’in kızı Hafsa ile evlenm iştir. O zam
an İslâm cem aati henüz çok az sayıda idi. Bu izdivaçlardan
m aksat, H azreti M uhamm ed’i İslâm cemaati reislerine bağlı-
yan m uhabbet rabıtalarını bir kat daha sağlam laştırm aktı. Yine
bu m aksatladır ki, kızı Rukayye’yi ve o öldükten sonra, di­
ğer kızı Ummü K ülsüm ’ü Osman’a, öteki kızı F atım a’yı da
A li’ye tezviç etm iştir.
H azreti M uhamm ed’in Âişe’yi sevdiği m alûm dur. Fakat
Bedr gazasından sonra M edine’de zürriyet bırakm aksızın ölen
kocası Huneis bin Huzafe’den dul kalan Hafsa hakkında ayni
şeyi söyliyemeyiz. Nispeten genç olan bir dul kadının kocasız
kalm aması m em leketçe m utad olduğundan, Ömer, kızını evve­
lâ Ebu Bekir’e ve sonra Osm an’a teklif etm iştir. Fakat b unlar
H afsa’nm babasından tevarüs ettiği haşin mizacı hasebile bu
teklifi kabul etm em işlerdir. İzzet-i nefsi rencide olan Ö m er
keyfiyeti Hazret-i M uham m ed’e şikâyet etti. Resul-i Ekrem
Ebu Bekir ve Osman nezdinde teşebbüste bulunduysa da bunda
m uvaffak olamadı. Esasen ehemm iyeti hâiz olmıyan bu ihtilâfın,
ilerigelen sahabeleri arasında kırgınlığa sebep olacağını
görünce, Hazret-i M uhammed, kendisine karşı hiç bir meyelân
duym adığı Hafsa ile evlenmeğe m uvafakat etti. Bu hikm ete
m üstenid bir evlenme idi. Y ahut Resul-i Ekrem ’in cemaat
m enfaatine ihtiyar ettiği bir fedakârlıktı. Bunu bizzat Ömer
de tasdik etm iştir. Diyor ki: «İslâmiyetten evvel kadınlarımı­
zın hiç bir hakkı yoktu. Kur’an onlara bir çok haklar tanımış­
tır. Bir gün meşguldüm, karım işime karışmak istedi. Kendisini
asla ilgilendirmiyen şeylere karışmamasını ona söyledim.
Bana cevap vererek, ey İbni-Hattab, dedi, sana kimsenin itiraz
etmesini istemiyorsun. Halbuki senin kızın çok defa Allah’ın
Resûlü’ne karşılık vermektedir. Bundan canı sıkılan
Hazret-i Muhammed ona bütün gün lâkırdı söylemiyor! Bunun
üzerine acele giyinip kızımın evine gittim. Sevgili yavrum,
dedim, sen Resul-i Ekrem’e karşılık vererek canını sıkı-
yormuşsun, o suretle ki, bütün gün sana lâkırdı söylemiyor-
ı.’mış. — Evet, biz ona karşılık veriyoruz cevabını verince, dedı^m
ki: Allah’tan ve Resûlü’nden kork! Güzel olduğunu ve
Hİazret-i Muhammed’in seni sevdiğini zannetme. Ben bunun
aklsine kaniim ve sana yemin ediyorum ki, ben olmasaydım se-
\G erek Bedr ve gerek Uhud gazalarında M üslüm anlar zay
iatâ uğram ış olduklarından kadınların adedi erkek nüfusundan
çoktu. Bir İslâm kadını kendi dinine mensup olanların
gayrısıyla evlenem ediğinden Resul-i Ekrem m uharebede şehit
olanların dul karılarile evlenmeğe sahabelerini m ecbur tu tm
uştur. Bu tedbir, bir zaruret halini alm ıştı. Hazret-i Muhammed,
Zeyneb binti Huzeym e ile Ümmü Selem e’vi almakla bu
hususta sahabelerine m isâl olmuştur.
boşayacaktı.»
Zeyneb binti Huzeyme, fakirlerin anası demek olan «Ümmü’l-mesakin»
adını almıştı. Bu unvanı daha cahiliyet devrinde,
yâni İslâm iyetin gelm esinden önce kazanm ıştı. İlk kocası
Yuf ey 1 ibni Hâris onu boşamıştı; ikinci kocası Ubeyde ibnr
Hâris Bedr m uharebesinde şehit olmuştu. Zeyneb gençlik ça­
ğını çoktan geçmişti. Resul-i Ekrem ile evlendikten bir sene
ve bir kaç ay sonra öldü.
Ümmü Seleme’ye gelince: Uhud gazasında aldığı ağır y ara
neticesi olarak vefat eden Ebû Selem e’den dul kalmıştı,
H azret-i M uhammed, çok sevdiği Ebû Selem e’nin başı ucunda
bekliyerek hayatının son dakikalarında yanında bulunmuş
v e kendi elile gözlerini kapatm ıştır. Dört ay sonra Ümmü Selem
e’ye evlenm eği teklif etm iştir. Ümmü Seleme, yaşını ve
çocuklarını bahane ederek bu şereften uzaklaşm ak istedi: «Allah’ın
Resûlü bende ne saadet bulacağını umuyor? Yaşlıyım
Bir oğlum ve bir kaç kız evlâdım var. Bundan başka çok kıskanç
tabiatliyim», diyordu.
Bununla beraber, H azreti M uhamm ed Ümmü Seleme ile
evlendi, ona: — «Benden biraz daha gençsin. Oğlun ve kızların
için bir baba olacağım. Kıskançlığa olan meyil ve istidadına
gelince, onu gönlünden söküp atması için Allah’a yalvaraca­
ğım», dedi.
O zam an M edine’de m uhacirlerin ve ensarın kızları arasında
çok güzelleri varken ve H azreti Peygam berin zevcesi ol-j
m ağı şeref sayacaklarken, H azreti M uhammed, Âişe müstes/
nâ, çoğu gençlik çağını geçirmiş dullarla evlenm iştir. Resulf
ekrem bu evlenm elerde bir tek gaye takip ediyordu: Kendisi/n
en yakın arkadaşlarına bağlıyan m uhabbet rabıtalarını sağlam’
laştırm ak ve İslâm ın m üdafaası yolunda canlarını feda etmiş
olanların dullarını him ayesine alm ak suretiyle M üslümanların
istikbalini tem inat altına almak.
Bu evlenm eleri M üslüm anlar yalnız tasvib değil, alkışlıyarak
tahsin ederlerken, bin üç yüz sene sonra m üsteşrikler ile
m isyonerler bunları, gençlikte zabtedilm iş bir şehvetin kemâl
yaşında daha büyük bir kuvvetle parlam ış olmasının delili telâk
k i etm ektedirler…
Bu m üsteşriklerle m isyonerlerin iddialarını teyit için, rom
anlaştırarak, ileri sürdükleri başlıca delil, Hazret-i M uhamm
ed’in Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi hâdisesidir. Halbuki
bunun ne suretle vuku bulduğuna m üteallik olarak beyan ettikleri
ahvali, tarih tam am iyle tekzip etm ektedir.
M üsteşriklerin ve m isyonerlerin evlenme hakkında söyledikleri
hikâyeye bakınız:
Bir gün Hazreti M uhammed, m utadı olduğu veçhile, azad
ettikten sonra evlât edindiği ve her vesile ile rey ve m ütalâasını
alm aktan haz duyduğu oğulluğu Zeyd’in evine gitti. O gün
Zeyd evde yoktu. Karısı, kabilesinin en güzel kızı olan ve
otuz beş yaşında bulunm asına rağm en, gençliğin bütün taravetini
m uhafaza eden Zeyneb evde yalnızdı. Açık saçık bir
halde ev işlerile uğraşıyordu. K apının çalındığını duyunca, gelenin
kim olduğunu anlam ak üzere gidip, kapıyı hafifçe araladı.
Kapının aralığından bu parlak hayali gören H azreti M uhammed,
bundan o derece heyecanlandı ki: «Kalbleri değiştiren
ve dilediği gibi çeviren Allah’a hamd ü senâlar olsun!» dem
ekten nefsini men edememiş ve başka bir söz söylemeksizin
oradan uzaklaşmıştı. Zeyneb, hicabından kızararak ve hasıl
ettiği tesiri anlıyarak, H azreti M uham m ed’i, tâ kayboluncıya
kadar gözleriyle takip etti.
Akşama doğru, Zeyd eve gelince karısı vak’ayı hikâye ederek,
kalbine ateş düşürdüğü Peygam bere karşı duyduğu meyelânı
kocasına ihsas eyledi. Bu vaziyet karşısında, Zeyd fedakârlıkların
en büyüğüne razı oldu ve velinim eti olan Muham
m ed alabilsin diye karısını boşamağa karar verdi.
Bu rivâyet, eğer râvileri Resul-i Ekrem ’i, evlâtlığının kaTisını
elinden alacak kadar şehvete m ağlûp bir adam olarak
göstermeselerdi, bir dereceye kadar hoşça bir rom an mevzuu
olabilirdi. Fakat o rivayetten ziyade, biz hâdiselere bakalım:
Zeyneb binti Cahş, anası Umeyme cihetinden, Abdül-Muttalib’in
torunu, yani Hazret-i M uham m ed’in teyzezâdesiydi,
gözü önünde büyüm üş ve onunla sam im iyet içinde yaşamıştı.
Hazret-i M uhammed isteseydi, onu karı olarak alm asına hiç
b ir şey mâni olamazdı.
Peygam ber bunu hatırından geçirmedi bile… Zeyneb’i
Zeyd’e verm ek istiyordu. F akat bu tasavvur, Zeyneb’in karde­
şi ve vasisi olan A bdullah ibni Cahş’ın itirazına uğradı: «Kureyş
kabilesine ve Beni Hâşim’e mensup bir kız, azad edilmiş
bir köle ile evlenecek kadar alçalamaz!» diyordu. İşte böyle bir
peşin fikre karşı gelmek m aksadıyladır ki, Hazret-i Peygam ­
ber bu izdivacı tasarlam ıştır.
İslâmî telâkkilere göre his ve seciye [karakter] asaleti,
doğuştan ileri gelen necâbete tefevvuk etm elidir? Hazret-i Muhamm
ed diyordu ki: «İnsanlar arasında en asil olan, Allah’ın
kanununa en çok hürmet ve riayet edendir; müminlerin de en
hayırlısı, ne elinden ve ne dilinden Müslümanların korkmadı­
ğı kimsedir.» Bu suretle A bdullah’ı kendi nokta-i nazarına celbetm
eğe m uvaffak olmuş, Zeyneb de Zeyd ile evlenmeğe m uvafakat
etm iştir. Dört yüz dirhem den ibaret olan «Mehr» ise
Resul-i Ekrem tarafından verilm iştir [*].
H azreti M uhammed, Zeynebi azadlı bir köleye varmağa
iknâ etm ekle, A rabların kalbinde kuvvetle yerleşm iş olan bâ­
tıl bir fikre son verm ek için kendini misâl olarak ortaya atm ak
hizm etini ona tevdi etm iş gibi oluyordu. Fakat Zeyneb, bütün
dinî heyecanına rağm en, m ensup olduğu sınıftan m iras olarak
aldığı bâtıl fikirlerden kendini tam am ile kurtarm ağa m uvaffak
olamamıştı. Kocasına istihfaf ile m uam ele etmiş ve bu da
Zeyd’i onu boşamak kararını verm eğe sevk eylem iştir.
Zeyd tasavvurunu Resul-i Ekrem ’e söyledi. Hazret-i Muham
m ed Zeyd’e sordu:
— Onda ne kusur buldun?
— Hiç bir kusur, dedi Zeyd, fakat asla anlaşam ıyoruz ve
birlikte yaşıyam ıyoruz.
— Haydi git, A llah’tan kork. K arını m uhafaza et!
Fakat Zeyd, galebe edemediği bir nefret duym akta oldu­
ğunu ileri sürerek Zeyneb’i boşadı.
[*] Mehr, zevcin karısına vermekle mükellef olduğu hediye, daha doğ­
rusu cihazdır. İslâmda, izdivacın Şer’an [hukuken] kıymet ifade etmesi için
edası şarttır. Galat olarah m ihr deniliyor.
M uhakkak ki, Zeyneb, başından geçenlerden sonra, ancak
kendi m uhitinden bir adam ile evlenmeğe m uvafakat edebilir-*
di. Her ne kadar istemiş değilse de, içinde bulunduğu vaziyetin
tahaddüsüne sebep olan, Hazret-i Peygam ber’e tâlip oldu.
Kendini Peygam ber’e arzederken uğradığı zararın tâm irini istiyordu.
Teyzezâdesinin arzusunu yerine getirm ek istiyen Hazret-i
M uhammed, evlâtlığının boşadığı kadın ile evlenmeğe bir
türlü karar verem iyordu. İşte bu sırada aşağıdaki âyet nâzil
oldu:
«Allah bir adamın içinde iki kalb yaratmadı.
Kendilerinden ’zihâr4 yaptığınız karılarınızı
.sizin analarınız yerine tutmadığı gibi, evlâtlıklarınızı
da [öz] oğullarınız gibi tanımadı.
Bu, sizin ağızlarınızda dolaşan sözlerdir. Allah,
hakkı söyler ve O, doğru yolu gösterir.» (*)
(Ahzâb sûresi, 4)
İşte bu vahiyden sonradır ki, H azreti M uhammed Zeyneb
binti Cahş ile evlenm iştir.
İslâm dini dört kadın almağa m üsaade etm ekte ise de bu,
kayıtsız ve şartsız olarak kullanılacak bir hak teşkil etmez. Bu
babta K u r’an-ı K erim der ki:
«… Şayet [müteaddit zevceler arasında] adâ-
let yapamıyacağınızdan endîşe ederseniz, o zaman
bir tane, yahut mâlik olduğunuz câriye
ile iktifa edin.»
(Nisâ sûresi, 3)
[*] Câhiliyet devrinde Arablar, bir kadını boşamak için ona: «Senin
arkan bundan sonra, benim için, anamın arkası gibidir» derlerdi. Bu, nasıl ki
anamla teklifsiz ve mahrem bir münasebetim yok ise seninle de böyle olacaktır
mânasına geliyordu. Bu suretle boşanmış olan kadmlar, kocalarının evini
terketm ek hususunda serbest değillerdi. Yeniden izdivaç edememekle beraber,
yine o evde yaşardı. Bu kaide, sanki o kadının hayatının sonuna kadar
taşımağa mecbur olduğu bir bekâret kemeri idi. İslâm dini bu vahşî âdeti
ve oğulluğu hakikî oğul gibi sayan telâkkiyi kaldırmıştır.
Bu âyete göre, âile hayatı bilm ecburiye tek zevce usulü­
ne doğru tekâm ül ediyordu. H akikaten, az çok alımlı fakat mizaç
ve tabiatleri m uhtelif olan dört değil, hattâ iki kadına kar­
şı ayni m uhabbeti beslemekle ve bitarafâne hareket etm ekle
öğünebilecek kim vardır?
İşte bu m ülâhazaya m ebnidir ki, Mûtezile, evli bir adamın
aktettiği ikinci bir izdivacın sıhhatine h er zaman itiraz e d i ş ­
lerdir. İslâm dinini çok karı almağı, «Taaddüd-i zevcat» ı teş­
vik ve terviç etm ekle itham eylemek kadar adil ve insafa sığ­
maz bir şey yoktur. İslâm dini, bilâkis, bütün dünyaya yayılmış
olan bu âdeti, bir erkeğin bütün diğer kadınları bir tarafa
bırakarak, yalnız bir kadınla evlenmesi şeklinde bir tekâm üle
doğru gitm ek suretile, tahdit çarelerini aram ıştır. Bu hususta,
İktisadî zaruretler müsaade ettiği nispette, m uvaffak olmuş­
tur. Zira, hiç şüphe yoktur ki, evlenm e = izdivaç dediğimiz
bu İçtimaî hâdisede ideolojik ve m anevî tesirler yanında İktisadî
zaruretler daim a tahdit ve tahsis edici, k at’î âm iller olm
uşlardır.
Bu suretle, m odern dünya, evlenm eye m üteallik ahlâkî telâkkilerini
um um a kabul ettirm ek için İktisadî m üeyyidelere
m üracaat etmeğe m ecbur olm uştur. Evli bir adam ile karı koca
gibi — teklifsizce— yaşıyan bir kadını cem iyetten kovmak,
itibardan düşürm ek kâfi olmadığından, onu sahte kocasının
m irasına ait bütün haklardan da m ahrum etm ek lâzım geldi.
Böyle bir birleşm eden hasıl olan çocuklara gelince, bunlar
ebeveyinlerinin yaptıkları hatanın cezasını çekmeğe m ahkûm
durlar. Bunlara karşı yapılan m uam ele elbette adalete aykırıdır.
Bunlar babalarından hiç bir şey tevarüs etmemekle
kalm azlar, onun ismini dahi taşıyam azlar. H akîr ve zelil olarak
yaşam ağa ve, ekseriya öz kardeşleriyle akrabalarının hakaretine
uğram ış olarak, ednâ ve sefil bir hayat geçirmeğe
m ecburdurlar. İstatistikler bize gösteriyor ki, serkeş ve mücrim
ler, büyük bir ekseriyetle, bunlar arasında çıkm aktadır.
Demek oluyor ki, İçtimaî bir hastalık yerine bir diğeri kaim
olm uştur. H ukuk nokta-i nazarından, m âsum ları cezaya çarp­
tırarak taaddüt-i zevcatı önlemek yoluna gitm ekten ise, onu
bir dereceye kadar tecviz etm ek daha az vahim olurdu.
Evlenme meselesinden bahsederken, onun âdeta tabiî ve
zarurî neticesi olan talâktan bahsetm em ek m üm kün değildir.
Eski zam anlarda boşamak hakkı erkeklere m ahsustu. İbranî
hukukunda, koca, karısını keyfî olarak (hodbehot) boşayabildiği
halde, karı, ancak pek ender ve m üstesnâ bazı ahvalde
talâk talebinde bulunabilirdi. Daha sonra, Herode zamanında,
Chamma’i mezhebi kanunu bir dereceye kadar kadın
lehine tâdil etm iştir. Fakat Hillel mezhebi bu reform aya kar­
şı koymuş ve kanunu eski hali üzere m uhafaza etm iştir.
İslâmm zuhuru sıralarında, Yahudi kabileleri arasında revaçta
olan akide Hillel akidesiydi ve kadınları boşamak âdeti
o kabilelerde tıpkı putperest A rablarda olduğu gibi câri idi.
A tm alılarda kocanın karıyı boşamak hakkı m utlaktı.
Romalılarda, kocaya ait olan bu hak, devletin tesis olunduğu
devirden beri kanunen tanınm ıştı. İlk beş asır zarfında
Rom alıların bu im tiyazdan hem en hiç istifade etm ek istem emeleri,
bütün diğer m illetlere manen, ahlâkan faik bir kavim
olm alarından değil, belki zehirlem ek suretile yapılan suikast
gibi, gayri m eşru bir çocuğun doğması gibi bir takım büyük
cürüm lerin kocaya, karısından kurtulm ak için, onu öldürm ek
hakkını bahşetm esinden ileri geliyordu. Buna m ukabil, kadın
talâk talebinde bulunam azdı; şayet öyle bir istekte bulunursa,
cüretinden dolayı ceza görürdü.
Bununla beraber, Roma Cum huriyetinin son zam anlarında,
ahlâkın gevşemesi hasebiyle, talâk hâdiseleri pek çoğalmıştı.
Gerek keyfî, gerek kanunî olsun, ittihaz olunan şiddetli
tedbirler ister istemez bir aksülâm el hasıl eder. H azreti İsa’­
nın, âile hayatına tatbik olunan, «Allahın birleştirdiği dağıtı­
lamaz» sözü, katolik kilisesini, talâk hakkını k at’î surette red
ve inkâra sevketm iştir.
Bu sözün bu suretle tefsirinden doğan, ekseriya teessüfü
mucip neticelerine kadar gitmeksizin, talâkın k at’î bir zaruret
hasıl olmadıkça m üracaat edilmemesi lâzım gelen lüzum lu bir

tedbir olduğu mülâhazasındayız. İşte Hazret-i M uhammed (S.
A.) :
«Helâl olan şeyler arasında, talâk, Allah indinde en çok
mebğuz olandır (sevilmiyendir)» dediği vakit, bunu kastetm
ektedir.
İslâm dinine göre, talâk, erkeklere mahsus bir imtiyaz de­
ğildir. Çünkü:
«… Erkeklerin meşrû surette kadınlar üzerinrindeki
[hakları] gibi kadınların da onlar
üzerinde [hakları] vardır…»
(Bakara sûresi, 228)
İslâm dini, âileyi iki kişiden m ürekkep bir birliğe benzetm
ektedir ki, idaresi erkeğe aittir. İslâm dininin kocaya verdi­
ği tefevvuk yalnız bundan ibarettir; fakat ayni zamanda âilenin
ihtiyaçlarını tem in etm ek külfetini de ona yüklem ektedir.
Erkek, dilediği gibi kullanm ak hususunda serbest olan kadı­
nın m alını hiç bir hal ve vakitte kullanamaz. Şahsî haklarına
sahip olduğu cihetle, kadın, m allarının idaresini üçüncü bir
şahsa tevdi için kocasının m üsaadesini almağa m ecbur değildir.
İslâm dinini, kadın haklarını ihlâl eden bir müessese olarak
göstermeğe çalışanların ileri sürdükleri sözde delillerden
biri, m iras meselesinden alınm ıştır. İslâmî prensiplere göre
erkek, kadının aldığının iki mislini alır. Fakat erkek m iras­
çıya âit bu m enfaat zâhirîdir. Çünkü âilenin idaresi ona terettüp
etm ektedir. Bundan başka, evlenince karısına mehir vermeğe
m ecburdur.
«Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten istiyerek
ve Allahın bir atiyyesi olarak veriniz.
Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu
ile bağışlamış olurlarsa onu da içinize sine sine
yiyin.»
(Nisâ sûresi, 4)
Fazla hisse alm akla erkek, büyük bir yük altına girm ektedir.
Bu itibarla bunda bir taviz ve telâfi vardır.
Tedkikatım ızm hududunu aşabilecek olan tafsilâta giriş-
meksizin, İslâm dininin kadına karşı gösterdiği hürm et hakkında
um um î bir fikir verm ekle iktifa ediyoruz:
Kadının m uhtelif dinlerde hâiz olduğu m evkii mukayese
edecek olursak, İslâm dininin ona tem in ettiği m evkiin çok daha
yüksek olduğunu kabule m ecbur kalırız:
«Ahd-i Atik» e göre, ezelî ve ebedî olan Cenab-ı Hak, kadı­
nı erkeğin kaburga kemiğinden yaratm ıştır.
K u r’an-ı kerim e göre, erkek ve kadın ayni cevherden, yâ­
ni A llah’ın İlâhî nefhası ile can verdiği balçıktan halk olunm
uşlardır.
Âdemin günahından bahsederken «Ahd-i Atik» nakleder
ki, Havva, yılanın iğvasiyle m em nu m eyvadan yedi ve kocası­
na da verdi, o da yedi. Cenab-ı Hak, yemeği yasak ettiğim
ağaçtan yedin mi? diye sorduğu vakit Âdem şöyle cevap verdi:
Yanıma koyduğun kadın o ağaçtan bana verdi, ben de yedim.
Bu hikâyeye göre, Âdem ’i A llah’ın em rine itaat etm em e­
ğe teşvik eden kadındır.
Buna m ukabil, K ur’ana göre, bu büyük günahın m es’uliyeti
hem erkeğe, hem kadına aittir. K u r’an hâdiseyi şu suretle
anlatıyor :
«Ve demiştik ki: «Ey Âdem, sen eşinle beraber
Cennette yerleş. Ondan [Cennetin yiyeceklerinden]
ikiniz de bol bol yiyin. [Fakat] şu
ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de [nefsine]
zulm edenlerden olursunuz.»
«Bunun üzerine şeytan onların ayağını oradan
kaydırıp, onları Cennetin nimetlerinden mahrum
etti…» (Bakara suresi, 35-36) –
la,
«Ahd-i Atik» e istinat eden H ıristiyanlık k a d ın ı:
1 — A llah’ın em rine itaatsizlik edenlerin birincisi olmakla
2 — Âdem ’i günah işlemeğe teşvik ve tahrik etmekle,
3 — Bütün beşeriyet için m üthiş bir sükûta (öyle bir gü­
nah ki, Allah’ın oğlunun bu zavallı beşeriyeti kurtarm ak için
insan hüviyetine girmesi ve çarm ıhta ölmeğe rıza göstermesi
gerekm iştir.) sebep olmakla itham edecek kadar ileri gitm iştir.
Ve sanki bu itham lar kâfi değilmiş gibi, biri Papa Onuncu
G reguar (Grégoire) m riyaseti altında Liyon’da, diğeri dördüncü
(Eugène) Öjen’in riyaseti altında Floransa’da toplanan
iki Konsil, aslî günah içinde ölenlerin (yani vaftiz ile temizlenmemiş
olanların) ruhu, perhizsiz olarak cehenneme gider
diye bir itikat ilân etm işlerdir.
İşte Sen-Bernar, Sen-Antuan, büyük Sen-Greguar ve şâire
gibi ruhanîleri «kadın şeytan’ın vekilidir», «ahlâk fesadı yolunda
açık kapıdır», «şeytan’m ruhlarımızı zabtetmek hususunda
âletidir» demeğe kadar götüren sebepler bunlardır.
Tertüliyen, kadını kötülüğe sevkeden, insanda m evcut lâ-
hutî şeyleri m ahvetm eğe götüren yol diye tavsif ediyor ve ona
hitap ile: «Bilir misiniz ki, sizin her biriniz bir Havva’sınız?
Allah’ın lânetı daima üzerinizde olduğu için, mes’uliyetiniz devam
edecektir» sözlerini ilâve eyliyordu.
St. Chrysostome, bundan biraz daha az şedit olarak kadı­
nı zarurî bir şer, fenalığa sevkeden tabiî bir heves, şayan-ı arzu
bir m usibet, öldürücü bir iğfal ve örtülü bir felâket diye
telâkki ediyor.
İslâm ilâhiyatçılarıyla fakihleri, kadın hakkında, az hürmetsizlik
ifade eden tâbirleri bile kullanm ağa aslâ tecviz etm
em işlerdir. K u r’anda kadın ile erkek, sanki A llah’ın huzurunda
aralarında m evcut tam m üsavatın nişânesi ve m ütekabil
hak ve vazifelerinin alâm eti gibi, daim a yan yana zikredilmiş
bulunuyor.
Hazreti M eryem ’den bahsederken, K u r’an o kadar tazim
ile bahsediyor ki, bu baptaki lâfz ve tâbirler İncilin Hz. İsa’ya
atfettiği: «Ey kadın! Senin ile benim aramda ne var?» sözleriyle
tezad teşkil etm ektedir.
Altıncı asrın sonlarına doğru toplanmış olan (Macon) Ma-
kon Konseyinde bir papas, kadının hakikaten beşerî bir m ah ­
lûk olup olmadığı meselesini mevzuubahs ederken, A rabistan’­
da, henüz yarı vahşî bir m uhit içinde, Resul-i Ekrem, kadına
hitaben söylenmiş olan tazim kâr sözlerin — bizce — en beliği
olan şu kelâmı söylem iştir :
«Cennet anaların ayakları altındadır!»

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir