wiki

HIRKA-İ SAÂDET ŞAİR KÂ’B BİN ZÜHEYR’E NASIL VERİLDİ?

GATAFAN kabilesine yakın bir yerde Müzeni kabilesi
vardı. Bu kabilede bir âile bütünüyle şâirdi. Hem de hatı­
rı sayılır şairlerdi. Baba Züheyr, büyük oğlu Ka’b, küçük
oğlu Büceyr..
Bunlar cahiliyye devrinde zemmettiklerini yere geçirir,
medhettiklerini de göğe çıkarırlardı.
Baba Züheyr iyi niyetli, güzel düşünceli kâmil bir şâ­
irdi. Dâima ehl-i kitap insanlarla oturup kalkar, elde nüshaları
bulunan eski semavî kitapların işaretinden âhirzaman
peygamberinin gelme zamanının yakınlaştığı mânasını
çıkarırdı. Bu sebeble her gün yeni bir haber bekler,
bir peygamberin zuhur ettiği söylentisini duymayı isterdi.
Ne yazık ki bir gece gördüğü rüya, bekleyişinin boşluğuna
işaret ediyordu. Rüyasında, gökten inen bir ip görmüş­
tü. Nuranî ipe doğru koşmuş, tam elini uzatıp da tutacağı
zaman yere düşmüş, ipi tutamamıştı.
Bu rüya üzerine baba Züheyr, oğullan Ka’b ile Bü-
ceyr’i karşısına alıp şöyle vasiyette bulundu:
– Evlâtlanm, gördüğüm rüyada gökten bize aşağı inen
nuranî ip, Allah’ın Resûlünü temsil eder. Ben ise ondan
tutmayı çok arzu ettiğim halde yere düşerek tutamayışım
da, O’na erişmek için ömrümün kâfi gelmeyeceğini ifade
eder. Sizler bu nuranî ipin indiğini duyduğunuz zaman sakın alâkasız kalmayın. Hemen gidip O Peygambere tâbi
olun!
Halbuki Züheyr bu nasihatlan yaptığı günlerde Resûl-i
Ekrem Hazretleri de Mekke’de risaletini tebliğe hazırlanıyordu.
Ama Züheyr bu nasihatından sonra çok yaşamayıp
bi’setten önce vefat etti.
Çok geçmeden Resûlüllah Hazretleri o nuranî ip gibi
göründü. Artık Arabistan’ın çalkalanmaya başladığı senelerdi.
Âhirzaman Nebî’sinin çıktığını duymayan kalmamıştı.
Nitekim Resûlüllah Mekke’den hicretle Medine’ye
gitmiş, O’na tâbi olanlar da aynı yolu takip etmişlerdi. Şâ­
ir Kâ’b ise, babasının nasihati ile etraftaki söylentilerin
arasında bağ kurmakta mütereddid halde düşünüp duruyordu.
Küçük kardeşi Büceyr daha hassas bir sezgiye sâ-
hipti. Bir gün birlikte çıktıkları yolda giderken Büceyr
çoktandır zihninde beklettiği teklifini ağabeyi Kâ’b’a yaptı.
– Şu Âhirzaman Peygamberi olduğu söylenen zâtı bir
göreyim. Sualler sorup cevaplarını zaptedeyim. Sonra da
gelip seninle birlikte durumu müzakere edelim. Ola ki babamızın
haber verdiği zat bu ola. Sen koyunlarımıza bakı-
ver.
Kâ’b razı oldu. Kardeşi Büceyr’i Peygamber olduğu
söylenen zatın yanına gönderdi. Kendisi gelişini bekleyecek,
birlikte durum müzakeresi yapacaklardı. Ancak
Kâ’b, beklenen Peygamberin geldiğine pek kani değildi.
Zaten arada sırada söylediği şiirlerle de O’nun aleyhinde
bulunuyor, yalancılıkla da itham ediyordu!
Nitekim Büceyr gelince ondan dinlediklerinden çıkardığı
mânalarla da şiirine malzemeler bulacak, aleyhte şiirler
söyleme imkânı daha da kolaylaşacaktı. Böyle bekliyordu
Büceyr’i.
Ama aradan haftalar geçti. Büceyr’den haber gelmedi.
Araştırıp dururken bir de ne işitsin? Büceyr, Resûlüllah’la
karşı karşıya gelince zihninde sıraladığı suallerin hemen hepsine sormadan cevaplar almış, hiç bir direnme ve tahkik
ihtiyacı duymadan da kelime-i şehadeti bastırmış.
Büceyr’in hem de tam bir bağlılıkla İslâm’a girişine
bir türlü akıl erdiremeyen Kâ’b kızgın halde iken, çok acı
ve ağır bir şiir yazıp kardeşine gönderdi. Şiiri alan Büceyr,
Resûlüllah’a okumakta mahzur görmedi. Belki de maksadı
bir çare bulup, dua istemekti. Şiirinde şöyle diyordu
Kâ’b:
– Ey Büceyr! Baba ve dedelerimizin dinini terkederek
Müslüman olduğunu işittim. Sen bunu nasıl yaparsın, bir
türlü anlayamadım. Bana öyle gelir ki, O’nun yanındaki
Ebû Bekir’le bir sofrada iki kadeh attınız, böylece bir iki
kadeh içkiye dinini satmakta mahzur görmedin.
Resûlüllah, içkiyle dinini değiştirdin ithamına öylesine
kızdı ki, yüzündeki kızarmadan gazabının şiddeti belli
oldu. İftira çok ağırdı. Resûlüllah’ı ve Ebû Bekir’i içki iç­
mekle, iman edenleri de içkiyle iman etmekle suçluyordu.
Böylece bütün mü’minler şaibe altına girmiş bulunuyorlardı.
Şayet Kâ’b, bu iftirasını şiirlerine de dökerek yayacak
olursa bir iftira furyası daha başlamış olacaktı. Resûli
Ekrem Hazretleri tereddüt etmeden emir verdi:
– Bundan böyle Kâ’b’a kim rastlarsa öldürsün.
Zaten söylediği şiirleriyle Müslümanları üzen Kâb’m
katli için çıkan bu müsaade canlan yanmış olan ashabı
sevindirirken, kardeşlik duygusu taşıyan Büceyr’i de
mahzun etti. Acele ile yazdığı bir mektupla ağabeyi Kâ’b’ı
durumdan haberdar etti.
– Ey Kâ’b, seni kendi elinle yaptığın ne Lât kurtanr,
ne de Uzzâ. Aklını başına al ve canını kurtar. Resûlüllah
gördüğün yerde öldürülmen için emir verdi. Canını kurtarmak
istiyorsan iyi düşün. Şunu da unutma ki, kıyâmet
gününde kaçılması mümkün olmayan Cehennemin şiddetli
ateşinden Allah’a ve Resûlüne iman edenler kurtulur.
Resûlüllah’m huzurundan artık ayrılmayan Büceyr, mes ua ve ucirıııycircci un ıiciycıı yaçı^uı, antaa ı
Kâ’b’ın dalâlette kalmasına gönlü bir türlü razı olmuyordu.
Resûlüllah’ın Tâif gazasından döndüğü günlerde bir
mektup daha yazıp gönderdi. Bu mektubunda ağabeyisine
sarsıcı ve cesaret verici misaller de vererek diyordu ki:
– Resûlüllah Hazretleri söylediğini yapmaya muktedirdir.
Kendisini zemmedenlerin bâzılannı verdiği emir gereğince
öldürtmüştür. Ama iltica edip af dileyenleri de afvetmiştir.
Nitekim Kureyş şairlerinden ibn-i Zibarî ile Hü­
beyre Necran’a kaçıp gitmişlerdi. İbn-i Zibarî tevbe ederek
iltica etti, afva lâyık görüldü. Ama öteki bunu yapmadı,
geriye de dönemedi. İyi bil ki, Resûlüllah’ın yanına gelip
de kusurunu itiraf ettikten sonra hiç kimse af dışı kalmamıştır.
Sözün kısası, bu mektubum eline geçtiği gün hemen
yola düş ve gel, İslâm’a gir, saadete er.
Kardeşinin mektubu eline geçen Kâ’b, ölüm emrinin
çıktığını okuyunca dünya başına dar gelmeye başladı. Etraftaki
söz taşıyan düşmanları ise işi büsbütün büyütmeye
başladılar:
– Kâ’b, ne yapsa kurtulamaz, öldürülmesi an mes’elesi…
Kâ’b diye kimse yok, o artık öldü bilinmelidir., gibi
söylentiler Kâb’ın geceleri gözlerine uyku girmesini de önledi.
Kâ’b’m düşmanları böyle söylentileri körüklüyor,
hem İslâm’a girmesini önlemek, hem de düşmanlık hislerini
tatmin etmek istiyorlardı.
Kâ’b “bir iki kadeh içki hatırına dinini değiştirdin”
şeklindeki sözü yazdığına bin pişman olmuştu, ama iş iş­
ten geçmiş, yazdığını duyanlar mes’eleyi her tarafa yaymış,
afvı zorlaştırmışlardı.
Günlerdir düşündü, taşındı, kusurunu itiraf edip,
tevbe istiğfarla İslâm’a girmekten başka çare bulunmadı­
ğına karar verdi. Ama bunu nasıl yapacak, içki içtiklerini
yazdığı Resûlüllah’ın ve Ebû Bekir’in huzuruna nasıl çı­
kacaktı?
Bütün kuvvet ve cesaretini toparlayarak bir gün Medine’ye
gitti. Cüheyne kabilesinden bir tanıdığının evine
gece gizlice indi, durumunu anlattı. Eski dostu cesaret
verdi:
– Dünyanın en merhametli ve en şefkatli insanı Resû-
lüllah’dır. O’na baş vurup da özür dileyenler mutlaka afvına
nâil olmuşlardır. Seni sabah namazında huzuruna
çıkarayım, göreceksin sen de afva dahil olacaksın.
Kâ’b vesvesesini yenmeye çalışıyordu:
– Ya mescidin avlusunda beni tanıyan biri çıkar da, ey
Müslümanlar, Resûlüllah’ın gördüğünüz yerde öldürü­
nüz, dediği İslâm düşmanı Kâ’b işte buradadır, ne duruyorsunuz,
diyecek olursa ne yaparsın?
Dostunun cevabı sadece teselli vericiydi:
– Olmaz inşaallah. Müslümanlar öldürmekten değil,
yaşatmaktan zevk alırlar. Seni mescidin avlusunda gö­
rünce İslâm’la şereflenmek üzere gelmiş olacağını düşü­
nürler, dokunmazlar.
Bir çok ihtimallerle evden çıkan Kâ’b, Mescid-i Saâdetin
avlusundan dostunun yardımıyla içeriye girdi. Halka
şeklinde çevrilmiş olan ashabın suallerini cevaplandıran
Resûlüllah’m yanına kadar yaklaştı. Şahsen görmediği
halde tarif edilen şekillerden kolayca tanıdığı Resûlüllah’ı
görünce gönlünde birden sevgi hasıl olmaya başladı. İçinden
geçen fikir şuydu:
– Elinde her türlü imkân bulunduğu halde beni affedecek
olursa şüphesiz ki, Allah’ın Resûlü, hem de dünyanın
en merhametli insanıdır. Böyle büyük insanı bütün
kabiliyet ve kudretimle dile getirmeli, eşsiz vasıf ve meziyetlerini
şiirimle şurada tavsif etmeliyim.
Korkusunu yenip, ümidini kuvvetlendiren Kâ’b, Resûlüllah’m
yanına iyice yaklaştı, elini Peygamberimizin eli
üzerine koydu. Bu bir bağlanma ve iman etme isteğinin
ifadesiydi. Resûlüllah Hazretleri kendisini tanımıyordu.
Çevredeki ashab, bu meçhul adamın ne yapmak, ne de mek istediğini kestirmeye çalışırken Kâ’b’m dilinden şu
cümleler döküldü:
– Yâ Resûlâllah, şair Kâ’b bin Züheyr, yaptıklarına
tevbe edip pişman olmuş, huzurunuza gelip İslâm’la mü­
şerref olmak istiyor. Onu getirsem kendisini aiveder, özrü­
nü kabûl buyurur musunuz?
Ortalıkta bir sessizlik oldu. Kimseden çıt çıkmıyor,
Kâ’b bin Züheyr’in ismini duyanların bir kısmı kızgınlıklarından
sanki irkilmiş gibi oluyorlardı.
Birkaç saniyelik sessizlik Resûlüllah’ın net cevabıyla
bitti:
– Evet, kendisini afveder, özrünü de kabûl ederim!
Kâ’b oktan fırlamış yay gibi kelime-i şehadeti bastırdı:
– Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve Resûlühû.
Bir sessizlik daha çöktü. Yine Peygamberimizin sesi
işitildi:
– Kâ’b bin Züheyr sen misin?
– Evet, yâ Resûlâllah.
– Demek o beyiti söyleyen sensin?
Bu defa yan tarafına döndü:
– Yâ Ebâ Bekir ! Şu beyiti bir oku, nasıl demişti?
Hazret-i Ebû Bekir, beyitin bir iki mısrasını okudu.
Bir yerine gelince Kâ’b:
– Hayır ya Resûlâllah, bu kelime öyle değildi. Ben onu
şöyle demiştim. Peygamber me’mur değil, me’mundur. Yani,
emniyet edilir, güvenilir kişi.
Gerçekten de o kelimenin zabtı yanlıştı. Doğrusu
Kâ’b’ın dediği gibiydi. Resûlüllah tek kelimelik bu müsbeti
tutmuştu:
– Evet öyledir. Vallahi ben güvenilen emin kimseyim.
Kâ’b bin Züheyr’in bu sözü doğrudur. İşte bu anda, Kâ’b bin Züheyr’in önceleri söylediği şiirleri
hatırlayanlardan biri çektiği kılıcını göstererek:
– İzin ver yâ Resûlâllah, şu Allah düşmanının boynunu
vurayım, diye ileri çıktı.
Şefkat ve merhamet Peygamberinin hedefi insanları
öldürmek değil, belki imanla, İslâm’la diriltmekti. Yeter ki
küçük bir dönüş, bir bahane bulsun. Hemen ona sarılır.
O müsbet emâreden kurtarmayı esas alırdı. Kılıcını çekmiş
olan Ensar’ı teskin eden cevabını şöyle verdi:
– Vazgeç ondan artık. O, üzerinde bulunduğu geçmiş
halden pişman olarak gelmiş, hakka girmek üzere istikbale
yönelmiştir.
Kâ’b bin Züheyr, Resûlüllah’m kendini müdafaasından
tarifi mümkün olmayacak derecede memnun olup sevinç
hissetmişti. Sâhip olduğu şiir san’atıyla böyle âlicenap
bir insanı medhedip tarif ve tavsif etmek geliyordu
içinden.
Nitekim bir anda kaynayıverdi gönlü.
– Bânet suad!. diye başlayan meşhur şiirini söylemeye
başladı. Şiirde mecazlar, kinayelerle İslâm’dan geri kalışının
sebeblerini anlatıyor, arada kötü lâf getirip götü­
renlerin durumu geciktirdiklerini nazara veriyor, bütün
bunlara rağmen kendisinin yine de huzûra kabul edilişini
ancak eşsiz bir İlâhî emir tebliğcisinin yapacağı bir âlicenaplık
olarak görüyordu.
Kâ’b bir gönül çağlayanı olmuş, Allah’ın Resûlü’nü
gerçek bir imanın verdiği ihlâsla medhediyor, tavsif ve tarifte
bulunuyordu.
Sözünü bitirip, kasidesine nihayet verince ayağa kalkan
Resûlüllah, Kâ’b’a doğru yaklaştı. Dinledikleri sözlerden
heyecan duyup sevgiyle dolan ashab ise neticeyi merak
ediyordu. Hepsinin de gözleri önünde enteresan bir
hâdise cereyan etti. Resûl-i Ekrem Hazretleri sırtındaki
mübarek cübbesini çıkarmış, Kâ’b’a giydiriyordu.
Az önceki durum şimdi aksi olmuş, hemen bütün Müslümanların nâil olmaya can attıkları iltifata Kâ’b nâil
olmuş, Resûlüllah’ın hırkasını giymek saadetine ermişti.
Gözlerinden pırıl pırıl yaşlar akıtan Kâ’b bin Züheyr’in
sevincine nihayet yoktu. Resûl-i Ekrem’in hırkasıyla, misafir
kaldığı dostunun evine döndü.
Kaderin neleri yazdığı, neleri tecelli ettireceği o gün
bilinemezdi. Artık Resûlüllah’ın Kâ’b’a hediye ettiği mübarek
hırkası asırların arkasına kadar uzanacak, belki de
kıyâmete kadar Müslümanların ziyaretgâhı, mânevi dayanağı
olacaktı.
Nitekim Hazret-i Muâviye Halife olunca kucak dolusu
altın tabirine lâyık çoklukta (on bin dirhem) göndererek
Hırka-i Saadeti kendisine vermesini istedi. Ancak Kâ’b
bin Züheyr halifeye altın çuvalını iâde ederken hırkanın
nazarındaki mânâsını çok iyi bildiğini ifade etmiş oluyordu.
Kâ’b vefat edince Hazret-i Muâviye hırkayı oğlundan
alabilmiş, böylece halifelerin bayramlarda giyinmeleri
âdetini başlatmıştı. Artık halifeden halifeye miras yoluyla
geçen Hırka-i Saâdet, Emevî saltanatının çöküşüyle Abbasî
halifelerinden Abdullah bin Seffah’ın eline geçti. Daha
sonra Halife Muktedir’den alan Abbasîler Mısır’a gö­
türdüler. Bundan sonra Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Mı­
sır’ı fethettiği sırada mukaddes emanetler arasında bulunan
hırkayı alıp İstanbul’a getirerek, Topkapı’da Hırka-i
Saâdet dairesindeki altın ve gümüşle süslenmiş mahfaza
içinde Müslümanların ziyaretine açtı.
İşte ölüm korkusuyla gittiği Medine’den Hırka-i Saâdet’i
giyerek çıkan Kâ’b bin Züheyr’in ibretli başlangıcıyla
hikmetli sonu böyle oldu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir