MEKKE’NİN fethi sırasında kanı heder edilenlerden
airi de, müşriklerin belli başlı dayanaklarından biri olan
{üfür şâiri Abdullah bin Zibarî idi. Abdullah fevkalâde
tıvrak şiir ve fesahati ile şüpheye düşen müşriklere cesa•et
ve celâdet telkin eder, İslâm düşmanlıklarını körüklenerek
küfürde devam etmelerini temin ederdi.
Mekke’nin fethi sırasında bu yüzden demi heder edienlerden
biri de Abdullah bin Zibarî olmuştu. Yanına
hazret-i Ümmühâni’nin kolcası Hübeyre’yi de alan şâir,
)aşka çare bulamayınca çöle açıldı, Necran’a kaçıp kale
çine girerek saklanmayı tercih etti. Necranlılar kendisiıin
etrafını sarıp da haber sorduklarında sözleri şöyle ollu:
– Vallahi Muhammed ashabıyla Mekke’yi fethetti, öye
sanıyorum ki, bütün Mekke halkını da kılıçtan geçirdi,
^ok sürmez, Müslüman atlılar şu tepenin arkasından gö-
ünür ve kalenizi yıkar, sizi de esir alırlar!
Korku ve dehşete düşen Necranlılar hemen kaleleritin
yıkık yerlerini imar ettiler, dışarda bulunan erzak ve
nallarını da içeriye alarak muhtemel bir baskına karşı
lazırlıklı olmaya başladılar. Ancak aradan geçen günler
ıöyle bir niyetin olmadığını gösterince Abdullah bin Zibaî’nin
içine bir şüphe düştü. Düşünüyor ve kendi kendine
öyleniyordu: Elinde kuvvet ve imkân olduğu halde Muhammed’in
buraları istilâ ve işgal etmemesi, benim gibi bir İslâm düş
manı şairi yakalatıp öldürtmemesi acaba onun Allah adı
na çıktığının işareti mi oluyor? Yoksa düşünmeden bir
inat ve hırsa mı kapıldık?
O günlerde şâir Hassan bin Sabit’in kendisi hakkında
söylediği bir şiir de onu tereddüde düşürmeye kâfi gelmiş
ti. Kendisininkinden de güzel şiirinde Abdullah’ı düşünmeye
dâvet ediyordu. Birlikte kaçtıkları Hübeyre’ye kararını
açıkladı:
– Ben vicdanımla başbaşa kalmca bâzı hakikatları gö-
rür gibi oldum. Bana öyle gelir ki, bizler şimdiye kadar
kupkuru bir inat ve cehalet adına mücadele ettik. Bizim
uğruna kanlar döküp canlar feda ettiğimiz putları yine
kendi elimizle yapıyor, ona kuvvet ve üstünlüğü de yine
kendi vehmimizle veriyoruz. Ben kendi inancımdan şüphelenmeye
başladım, gidip Muhammed’in tebliğini iyice
bir dinleyeceğim!
Hübeyre’nin asabı bozulmuştu:
– Yani sen O’na tâbi olmayı mı düşünüyorsun?
– Vallahi niyetimdeki odur.
– Keşke yola seninle çıkmasaydım da kararında sebatlı
biriyle kaçmış olsaydım. Ben inanmıyorum ki, sen
Muhammed’in dinine girince sebat edesin.
Abdullah’ın kararı kat’î idi. Hübeyre ise mâni olmak
için âdeta çırpmıyordu.
– Muhammed’in dininde içki içmek, zina etmek, kumar
oynamak kesinlikle yasaktır. Sen bunları terk etmeyi
göze alıyor musun?
Abdullah’ın cevabı enteresan oldu:
– Senin akima, vicdanına soruyorum, bunlar kötü
şeyler mi? İnsan içkiyi, zinayı, kumarı terkederse kötü insan
mı olur? Bunları akıl, mantık da terketmeyi istemiyor
mu? İyi ama, kız çocuklarını da yaşatmaya mecbur tutuyor
bu din?
– Daha iyi değil mi? Sen kız çocuğunu diri diri gömmekten
zevk mi alıyordun sanki?
– Hayır almıyordum ama, diri diri toprağa gömmek,
elimle başka birine teslim edip de namusunu kirletmesine
sebeb olmaktan daha iyi değil mi?
Abdullah bu defa şu karşılığı verdi:
– Peki, sen yetiştirdiğin kızını bir kocaya vermesen,
insanlık nasıl devam edecek; senin ananı, onun babası da
senin gibi düşünerek çocukken öldürmüş olup kocaya
vermeseydi, sen nasıl dünyaya gelecektin?
Ümmühâni’nin kocası ve Hazret-i Ali’nin eniştesi Hü-
beyre’nin böylesine bir inatla küfürde ısrar etmesi, Abdullah’ı
iyice bilemiş, onun inadına karşılık kendisi de İslâm’a
girme kararında kuvvet kazanmıştı. O sırada karısı
Ümmühâni’den de mektup geldi. Mektupta inat etmemesi,
Resûlüllah’ın yüksek merhamet ve şefaatma nâil olması
için gelmesi teklif ediliyordu. Ancak Hübeyre buna iltifat
etmeyince Abdullah bin Zibarî tek başına Mekke’nin
yolunu tuttu.
Müşriklerin ateşli şâiri Abdullah bin Zibari’nin dönüş
yapıp da Mekke’ye doğru gelişini keşfeden Resûlüllah
Hazretleri huzurundaki ashabına tebessüm ile şöyle haber
verdi:
– Abdullah bin Zibari geliyor, hem de yüzünde İslâm’ın
nuru parlayarak!
Az sonra Abdullah, Resûlüllah’ın huzuruna girdi. Selâm’dan
sonra:
– Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve Resûlühû, diye İslâmını alenen ilân ettikten
sonra şöyle devam etti:
– Ya Resûlâllah, ben sana karşı deve üzerinde iken de,
yaya yürürken de düşmanlık ettim, bundan bir an olsun
geri kalmadım. Açıkça söyleyeyim ki sonra senden korkup
Necran’a kaçtım. İslâmiyete hiç bir zaman yaklaşmak istemiyordum.
Ne var ki, kaçtığım yerlerde kendi muhakememle
başbaşa kalıp düşünme imkânı buldum. Kendi elimizle
yaptığımız putlara tapmanın, akıl, vicdan kabûl etmez
kötülükleri din gibi işlemeye alışmanın korkunçluğunu
gördüm. Din adına kabûl ettiğimiz saçmalıkların hakikî
değerini görmeye başladım. Bu sırada gönlüme yüce İslâm’ın
güzelliğini düşüren Rabbim huzurunuza gelip yaptıklarımın
hepsinden de özür dilemeyi ilham etti. Şimdi
bütün kusur ve kabahatlerimle huzurundayım. Yaptıklarımın
hepsine de tevbe, istiğfar ediyor, suçlarımın hepsinin
de bâtıl bir inançtan kaynaklandığına inanıyorum.
Beni afvedin, gönülden iman eden bir mü’min gibi kabûl
buyurun.
Bir zamanların kudretli şâirinin Resûlüllah’ın huzurunda
diz çökmüş vaziyette göz yaşları içinde böyle suçlarını
sayıp özür dilemesi, fevkalâde bir tablo meydana getirmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Abdullah’ın geçmişinden
daha çok elem ve utanç duymasını istemiyordu. Şöyle
teselli buyurdu:
– Ya Abdullah, el-islâm, yehdimü mâ kablehû. Yâni
İslâm, kendinden önceki suçları yok sayar.
Abdullah bin Zibari’nin gözlerinden akan yaşlar sanki
ruhundaki kirleri yıkarken Resûlüllah’m bu hadîsi de
onun dinini temizlemiş, tüy gibi hafiflemesine sebeb olmuştu.
Bundan sonra her geçen gün inanç ve hareketlerini
güzelleştiren Abdullah, şiir san’atını İslâm’ın müdafaası
yolunda kullanmaya başladı ve bir çok kimsenin İslâm’la
şereflenmesine sebeb oldu. Kendisiyle birlikte Necran’a
kaçmış olan Hübeyre ise, inadında ısrar etti ve maalesef
Necran’da müşrik olarak ölüp gitti, karısı Ümmühâni bir
çok müşrikin İslâm’a girmesine sebeb olduğu halde kocası
Hübeyre’nin İslâm’a girmesi için gösterdiği gayret ve
hizmet te’sir etmedi, üzülen Ümmühâni’yi Resûlüllah Efendimiz zaman zaman ziyaret eder, bu ziyaretleriyle teselli
eder, yaptığı diğer hizmetlerinden dolayı tebrik etmiş
olurdu. Nitekim Resûlüllah Efendimizin kuşluk vakti sekiz
rek’at nafile kılmayı âdet ettiğini kitaplarımıza nakleden
de işte bu Ümmühâni validemizdir.
Bediüzzaman Hazretlerinden öğrendiğimize göre
iman insana durup dururken gelip de sarılmaz. Belki insan
o imana kavuşmak için belli bir gayret ve cehdin içinde
olur. Bu cehd ve gayretten sonra da Cenâb-ı Hak onun
kalbine, gönlüne imanı ilka eder, nasip kılar. Necran’a giden
Hübeyre ise imana lâyık olma yolunda hiç bir gayret
ve alâkanın içine girmeyince Rabbimiz de onun tenezzülsüzlüğüne
lâyık olanı vermiş, tercih ettiği küfürde kalmasına
mani olmamıştır. Demek ki önce insan lâyık olacak,
sonra da lâyık olduğuna kavuşmak bahis mevzuu olacaktır.
Şâir Abdullah bu cehd ve gayreti göstermiş, Allah da
lâyıkını vermiştir. Hübeyre ise aynı alâkayı göstermemiş,
iman da ona zorla musallat olmamıştır.