Nihayet bıkan babası, bir gün oğlu Ahmed’i kolundan tutarak Mısırçarşısı’nda bir aktar dükkânına boğaz tokluğuna çırak verdi. Ahmet, artık her sabah gün ışırken horozlarla beraber kalkıyor, Boğazkesen’den Mısırçarşısı’na kadar yaya gidiyordu. Babası onun işine devamını sağlamak için, evdeki yiyeceğini de kesmişti. Ahmet Mithat, o günleri sonraları: — «Hele evden dükkâna karda kışta, çıplak ayakla, açık başla ve incecik bir elbise içinde titreye titreye gittiğimi, insanı buram buram terleten sıcak yaz günlerinde bile hatırlasam titrerim» diye anlatır. Dükkân» sahibi onu bir köleymiş gibi insafsızca çalıştırıyordu. Dükkânı süpürmek, dükkân sahibinin Tahtakale’deki evine günde birkaç sefer yapıp öteberi götürmek, odun yarmak, ustanın evine ve dükkâna çeşmeden kova kova su taşımak; hattâ, ustanın evinin ve dükkânın helâlarım yıkamak, onun her günkü işleri arasındaydı. Bütün bunları yaptıktan sonra ustaya da yardımda bulunur, böyle olduğu halde günde birkaç defa dövülmekten kurtulamazdı. Arasıra babası dükkâna uğrar, ustaya : — «Nasıl hoşnut musun bizim haylazdan?» diye sorardı. Ustası, Ahmed’in hizmetine karşılık kendisinden para istenmesinden çekindiği için, onu hatır için istemiye istemiye tuttuğunu anlatır bir durum takınır : — «Vallahi, nerdeyse ümidi keseceğim. Çünkü adam olacağa benzemiyor» derdi. Bu ziyaretlerin gecesinde babası da ona evde adamakıllı dayak atardı. Ahmet Mithat o günlerini sonraları şöyle an latır: — «O kadar dayağa nasıl katlandığıma hâlâ şaşarım. Ustanın evine giderdim. Karısı: «— Nerede kaldın. Ben sana bugün için erken gel demedim miydi?» der, döverdi. Usta da «Ben sana evde çok kalma… Çabuk dön demedim mi?» der, döverdi. Kendi evimde çeşitli sebeplerle babamdan yediğim dayakların haddi hesabı yoktu. Yalnız anacığım, bana, bütün bu dayakların acısını avutan sıcak bir sevgi gösterir, çocuk okşamağı bir «vüzgöz oluş» sayan babamdan gizli beni öper, sever, bazan da babamdan gizli olarak karnımı doyururdu.» Günler geçtikçe Ahmet, artık aktarlığı da öğrenmeğe başlamıştı. O zamanlar İstanbul’da eczane ve doktor yok denilecek kadar azdı. Bu bakımdan aktarlığa ince ve önemli bir sanat gözüyle bakılıyordu. Ahmet,baharatın isimlerini, fiatlarını, kullanılışlarını öğrenmiş olduğundan ustası, dükkânı artık ona da bırakıyor, Yenicami’de namaz kılmağa, veya Merkezefendi’de vaiz dinlemeğe gidiyordu.*Bu sıralarda gelen müşterilerin dertlerini dinlemek, ilâçları satmak ona düşerdi. Ustası da zamanla insafa gelmiş olsa gerek ki dükkânın geliri yirmi kuruşu bulunca ona bir kuruş bahşiş vermeğe başlamıştı. A hmet bu kuruşların arttırdığı bir istekle aktarlığa iyice merak sardı. Bir zaman geldi ki, onun tunç havanda misk-i anberden, safrandan, karanfilden vesaireden yaptığı kuvvet macunları bütün İstanbul’da şöhret kazandı. Saraylardan, konaklardan, vezirlerin ve paşaların kâhyaları onun ayağına kadar gelirler, efendileri için macun alırlardı. Bazı günler aldığı yüklü bahşişler, dükkânın bir günlük kârını da aşardı. Ahmet Mithat, uzun seneler sonra o günler hakkında şöyle y az ar: — «Bana, ezilmekten, yoksulluktan, bilgisizlikten kurtulmak isteğini çektiğim acıla verdi. Eğer çok ezilmeseydim, belki kurtulmak ihtiyacını o derece şiddetle duymaz, ve bir aktar çırağı olarak kalır, giderdim. Bunun içindir ki ilk ustamı daima derin ve içten bir minnet duygusuyla anarım. O belki bilerek, belki de bilmiyerek bana hayatımın en. büyük dersini verdi. Onun suratımda şaklıyan tokatları, ruhumu kamçıladı. Ve ben, o kamçılardan aldığım hızın yardımiyle, bilgisizlik karanlığının dimdik yokuşunu çıkmayı becerebildim.»
Küçiik Ahmet Mısırçarşısına çırak veriliyor:
29
Oca