wiki

Okuma yazma öğreniş :

Garip hikâyesini şöyle anlatmaktadır : — «Artık peştemal kuşanmış, kalfalığa yükselmiş, yüz kuruş da aylığa kavuşmuştum. Fakat, nedense içimde garip ve medenî bir açlık vardı. Ötede beride gazete, kitap okuyan insanlara rastgeldikçe, içim, yenilmez bir hevesle doluyor, yüzüm utançtan kızarıyordu. Okuyup yazan insanların, biz cahillerden büsbütün başka bir dünyada yaşadıklarına inanıyordum. Onların ellerindeki kitaplara, gazetelere acıklı bir iştahla bakıyordum. Düşünüyordum ki, okuyup yazma bilenler, beni zaman zaman rahatsız eden birçok soruların cevaplarını bulabi­ 14 MEŞHUR OLAN FAKİR ÇOCUKLAR lecek ve verebilecek durumdadırlar. Ben onların bu üstünlüklerine imreniyor ve hiçbir şey bilmeyen bir insan olduğumu hatırlayınca, kendimi insanlar arasında dolaşan hayvanlara benzetmenin acısiyle eziliyordum. Ah, ne olurdu, bir gün ben de okuyup yazma öğrenebilseydim. Her gün okumak, başka başka şeyler okumak doyulacak şey miydi? Dükkânımızın yanındaki dükkânın sahibi, Hacı İbrahim adında kırmızı sakallı bir ihtiyardı. Ne zaman dükkânının önünden geçsem, onu, ya bir gazete sayfasına, yahut da kalın bir kitaba gömülmüş bir halde görürdüm. Beni imrendiren okumak zevkini bol bol tadan mutlu kişilerden biri olduğu belliydi. Bir gün, yalnız bulunduğu sırada yanına girdim. Kızara, bozara : — «Efendi amca, benim sizden çok büyük bir ricam var» dedim. O merakla yüzüme bakarken, biriktirdiğim cesaretimi tüketmemeğe çalışarak : — «Çok istediğim halde, bugüne kadar okuma yazma öğrenemedim. Cahil kaldım. Fakat, henüz çok genç olduğumu düşünerek bir gün bu isteğimi gerçekleştireceğimi umuyorum. Sizden istediğim şey uygun zamanlarınızda benimle ilgilenmeniz, bana okuma ve yazmayı öğretmenizdir. Karşılık olarak size emredeceğiniz her hizmeti görürüm. Dükkânınızı siler süpürür hattâ isterseniz geceleri evinize gelerek göstereceğiniz işleri de görebilirim!» dedim. Benim bu sözlerim, Hacı İbrahim Efendi’nin umduğumdan çok hoşuna gitmişti. Nerdeyse gözleri yaşaracaktı. Dedi k i : — «Hay hay yavrum. Gerçi benim öğretmekte alışkanlığım yok. Ama, bildiklerimi sana elimden geldiği kadar öğretmeğe çalışırım. Karşılık olarak da hiçbir şey istemem. Eğer okuma yazma öğrenir de memnun kalırsan, arkamdan edeceğin hayır duası, bana yeter bir mükâfattır.» Bunu işitince masum ve sonsuz bir sevinçle ilk hocamın ellerine sarıldım. Onun alçak gönüllülükle çektiği ellerini, hâlâ yüreğimi dolduran sonsuz bir minnetle öptüm. Hacı İbrahim Efendi, o gün haftada üç defa bana ders vereceğine söz verdi. Yanından iki gün sonra ilk dersi alacağımı tasarlamanın AHMET MİTHAT 15 büyük zevkini duyarak ayrıldım. Fakat, ne yazık ki ustamla konuşunca okuma yazma öğrenmeme engel olan güçlüklerin henüz tamamen bitmediğini acı ile anladım. Çünkü ustam, benim okuma yazma hevesimi, umduğum gibi hoş karşılamadı. Hattâ bana: — «Bu heves de nereden çıktı? Kâtip mi, yoksa diplomat mı olacaksın? Sen, zenaatini ilerlet yeter. Tam işe elin yatmağa başlamışken sapıtma…» dedi, ve haftada altı saat dükkândan ayrılmama razı olmadı. Döktüğüm göz yaşlan bile onu insafa getiremedi. Aylığımdan kesinti yapılmasını göze alışım da ustamı kandırmadı. Kaşlarını çatıyor, yumruğunu masaya vuruyor : — «Olmaz dedik ya?» diyordu. İş bu hale girince durumumu Hacı İbrahim Efendi’ye de anlattım. Düşündü, taşındı ve nihayet istirahatinden fedakârlık etmeyi de göze alarak, bana, geceleri evinde ders vereceğini adadı. Ne kadar duygulandığımı anlatamam. Üç gün sonra Hacı İbrahim Efendi’nin Beyazıt’daki evinde ilk dersi aldım. Oradan çıkarken, öğrendiklerimi unutmamak için, derste dinlediklerimden başka hiçbir şey düşünmemeğe çalışıyordum. Fakat bu dersler yüzünden büsbütün ezilmeğe, yorulmağa başlamıştım. Çünkü bu derslere başlamadan önce dinlenmeğe ayırabildiğim zamanlar, bütün bir günün sayısız yorgunluklarını şöyle böyle gidermeğe ancak yetiyordu. Kısa olan istirahat saatlerimin bir kısmını da ders almağa, ve sonra da ders çalışmağa ayırınca âdeta erimeğe başlamıştım. Bütün bu yorgunlukları unutturan başlıca avunmam bir şeyler öğrenmenin sevinciydi. Her dersten sonra, beynimin içinde beliren gizli ışığın biraz daha parladığını ve büyüdüğünü âdeta hissediyor ve görünmez bir karanlığın manevî baskısından kurtulmanın zevkini tadıyordum. Bu şartlar içinde altı ay muntazaman çalışmak beni, âdeta vereme tutulmuş bir insan gibi inceltmiş, sarartmıştı. Sağlam yapımın bu göze çarpan çöküşünü sezen ustam bile : — «Sana ne oluyor? Yoksa sevda mı çekiyorsun?» diye soruyor, zavallı anneciğim ise : — «Evlâdım.. Neyin var? Sana ne oluyor? Baksana, iğne ipliğe 16 MEŞHUR OLAN FAKİR ÇOCUKLAR döndün! Derdini söylemiyen derman bulamaz. Söyle anlat ki, bir çare arayalım. Allah büyüktür. O, insana dert verir ama, dermanını da beraber ihsan eder!» diye beni sıkıştırıyor, ikide birde benden içimi erittiğini umduğu gizli derdin ne olduğunu öğrenmeğe çalışıyordu. Fakat ben sağlığıma pek aldırmıyordum. Vücutça zayıf düştüğüm halde, neş’em yerindeydi. Çünkü, bu geçen altı ay içinde epey şey öğrenmiştim. Güçlükle de olsa okuyup yazabiliyordum. Ne yazık ki altı ay sonra hocam hastalandı, ve ben onun derslerinden mahrum kaldım. Fakat, o zamana kadir öğrendiklerimin yardımiyle, artık kendi kendime de çalışabilirdim. Bir taraftan durmadan okuyup yazıyor, aylığımdan arttırabildiğim parayla kitap, gazete alıyordum; bir taraftan da başka lisana da başlamanın çarelerini araştırıyordum. Nihayet günün birinde bu emelime de kavuştum; ve Galata’da bir Frenkten, — dükkânını sabah akşam süpürmek karşılığı — ders almağa başladım.»

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir