Tanklara ve diğer zırhlı araçlara karşı kullanılan ve onları imha etmeye ya da ilerlemelerini engellemeye yarayan her türlü silah ve araca denir. —ANSİKL. Ask. Tanksavar silahının gelişimi Birinci Dünya savaşı’ndan beri zırhlı araçların gelişimini izlemiştir. Bir yandan tankların manevrasının tanksavar engellerince önlenmesi; diğer yandan tankların tanksavar silahlarınca imha edilmesi sözkonusu- dur Engel ateşle korunmuyorsa rahatça çevrilebileceği ya da imha edilebileceği için ve tanksavar silahı da tankların kolayca girebileceği bir sahada bulunuyorsa hemen imha edilebileceği için tanksavar silahı ile engellerin gücünü birleştirmek gerekir. Tanksavar engelleri doğal (bataklık, gür orman) ya da yapay (çukur, Cointet engelleri, tel engeller) olabilir. Zorunlu geçiş noktalarına yerleştirilen yapay engellerin arazide kullanımı zordur. Buna karşın, çukur ya da düz imla haklı, uzaktan kumanda edilen ve mürettebat tarafından tespit edilemeyen tanksavar mayınları çok etkilidirler ve mayın tarlası olarak arazide en etkin tanksavar engelini oluştururlar. Rulman kısmını tahrip ederek, bazen de (düz imla haklı) döşemede delikler açarak bir tankı durdururlar.Tanksavar silahları, 1918 alman yapısı ilk tanksavar silahlarından (75 mm’lik Mi- nenwerfer: direkt atışa uyarlanmış havan topu; 13 mm’lik özel tüfek; 37 mm’lik Rheinmetall topu) bu yana son derece çoğalmış ve çeşitlilik göstermiştir. Tanksavar savunması’nın, gittikçe kalınlaşan zırhları delmek için gücünü artırması gerekir. Ama 1918’den beri aynı özellikleri gösteren tanklarla yapılan çarpışmalar genellikle kısa menzilde (göğüs göğüse muharebeden 2 000 m’ye kadar), görerek ve çabuk olarak gerçekleştirilir. Bu çarpışma, özellikle korunmayan piyadeler sözkonu- su olduğunda, büyük bir soğukkanlılığa safıip deneyimli askerler gerektirir. İkinci Dünya savaşı nın yüksek ilk hızlarıyla (800-900 m/sn) çekişti tanksavar topları ve dik mermiyollu delici obüsleri (1939 yılında fransız yapısı 25 mm’lik ve 47 mm’lik, rus yapısı 45 mm’lik, 1942 yılında müttefik ordularının 57 mm’lik. alman yapısı 37 mm’lik, 75 mm’lik Pak [Panzer Abwehr Kanone] ve 128 mm’lik toplar) ortalama 30 ile 1 000 metreden binlerce tankı imha etti (birçok İsrail tankı da aynı şekilde 1973 yılımdaki Kippur sa- vaşı’nda rus yapısı AT-3 Sagger mermileri tarafından çok yakın mesafelerden imha edildi). Bu hafif silahlar çok hızla mevzi ve hedef değiştirme olanağı sağlar; küçük oldukları için kolayca kamufleedilebilirler. Ancak çapları artırmak için bu özellikler terk edilmiştir. Geleneksel tekerlekli tanksavar toplarının yerini 1943’ten itibaren, tank kasasına bindirilmiş toplar (otomatik) ya da ağır silahlarla donatılmış ve iyice zırhlandırılmış özel tanklar (amerikan yapısı ’tank-destroyer”, 76 mm’lik top; alman yapısı SU-85, SU-122/152, rus yapısı SU-100). Gene bu sırada, ağızdan frenli toplar ve kısa menzilli, hafif dayanıklı ve aynı ilkeye dayanan (geri tepmeyi gideren Venturi borusu) tanksavar roketatarları gibi geri tepmesiz toplar (tekerlek üzerinde ya da hafif araçlarla taşınan) ortaya çıktı. ikinci Dünya savaşı’ndan sonra tank avcıları’nın sayısı Almanya (150 mm’lik namlulu Jagdpanther Kanone 45, tanksavar füzeli Hot) ve özellikle Rusya (havada taşınabilen ASU-85) dışında pek artmadı; günümüzde bu araçların görevleri daha çok savaş tankları ve tanksavar silahlarıyla donanmış mekanize piyadelere verildi. Geri tepmesiz piyade toplan da (İngiliz yapısı 120 mm’lik BAT L6 VVombat, Jeep üzerinde bulunan amerikan yapısı 106 mm’lik M-40 AT) yavaş yavaş kalkmakta, buna karşın, zırhlı araçlar ve uçaklar üzerine bindirilen hafif toplar (20, 30, 57 mm’lik) önemlerini korumaktadır. Çukur imla haklı mermiler, delici obüslere. toplara (1961 modeli fransız yapısı G obüsü) ve tanksavar roketatarlarına çok büyük bir tahrip gücü verdi. Ayrıca nişan aletlerinin gelişimi, modern tanksavar roketatarlarını (İsveç yapısı FFU-550 Cari Gustav, fransız yapısı STRIM 89 ve ACL /APX80, İtalyan yapısı Breda Folgore
tada Kilva için, batı yönüne giden kervanların merkezi olarak, Zanzibar gibi Umman sultanı tarafından denetlenen yeni bir sit kuruldu. iç kesimde, göç dalgalarından kaynaklanan çalkantılar patlak verdi. İ.S. 1000’e doğru ülkenin kuzeyine yayılan Nil halkı, 1500’e doğru Gogo bölgesinin sınırlarına ulaştı. XVII. yy.’a doğru Masailer, ülkenin ortasına kadar yayıldılar. XVIII. yy. ortasına doğru kıyı artbölgesi yerlileri, Tanzani- ya’nın ortasındaki Nyamveziler arasına yerleştiler. Zanzibar’daki arap topluluğun işbirliğiyle, ülke içerisine doğru uzun mesafeli bir ticaret kuruldu. Kervan yolları üzerinde ikmal merkezleri oluşturuldu (Ki- saki). iktidarlarını korumak için rakip reislikler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Araplar’ın taşıyıcı gereksinmelerini sağlayan Nyamveziler’in kendi kervanları da vardı. XVIII. yy. sonuna kadar ticaret, Tanganyika gölünün doğusundaki bölgeyle sınırlı kaldı. Kıyıdaki fildişi talebinin, ardından köle talebinin artması, içerideki halkların silah sağlamak isteği ve Zanzi- bar’ın gelişmesi, ticaretin özellikle Arap- lar’ın eline geçmesine yol açtı. Speke ve Burton (1857-58), Livingstone (1866,1871 -72), Stanley (1871) gibi kâşifler de bu yolları sık sık kullandı. Bu sırada, Zulular’ın güneyden püskürttükleri Ngoniler, batıya ve Tanzaniya’nın güneyine yayılarak reislikler oluşturdular. Bu reisliklerden biri olan Mirambo, 1870’e doğru Araplar ile rekabete girişti ve Tippu-Tip ile birleşerek 1890’a doğru Tanganyika gölündeki Ujiji yolunu denetimi altına aldı. Zanzibar’ ın büyük ticari gelişmesi, Tippu-Tip gibi Araplar’ı da siyasal iktidarlarını ülke içine yaymaya yöneltti. Gerçekten de Cari Peters ve 1885’te kurulan Deutsch -Ostafrikanische Gesellschaft’ taki ortakları gibi alman tüccarlar, iç kesimdeki şef
lerle
likeydi. Bu durumdan hıristiyan yurttaşlar kadar müslüman halk da tedirgindi (böy- lece, bir bakıma kapitülasyonlar nedeniyle yabancılar, yerli halka oranla çok daha güvenli ve korunmuş durumdaydılar). Mahmut II döneminin en önemli olaylarından biri olan Vaka-i hayriye’yi izleyen yeni düzenlemeler ve ıslahat programları, umulduğu gibi bu duruma son veremedi. Sözgelimi, Yeniçeri ocağf nın yerine kurulan Asakiri* mansurei Muhammediye ordusu için taşraya giden ahz-ı asker (asker toplama) görevlilerinin önlerine gelen gençleri zorla toplayıp bir daha köylerine dönme olanağı olmaksızın sürekli asker yazmaları yüzünden yeni osmanlı yönetimi de halkın gözünde saygınlığını yitirdi. Bu nedenle, Mısır ayaklanması sırasında (1832-1841) halk kitlelerinin Anadolu’da Mehmet Ali Paşa’ya yakınlık gösterdiği görüldü. Bu bozuk düzen dolayısıyla OsmanlI devletinin içerde ve dışarda saygınlığının kalmaması sonucu, Mahmut II döneminin sonlarında Tanzimat’a gereksinim duyuldu. Ancak, tutucu Dahiliye nazırı Akif Paşa’nın padişaha saltanat hakkının sınırlanmasından söz ederek buna şiddetle karşı çıkması yüzünden tasarım gerçekleştirilemedi. Bu tasarımın baş mimarı olan ve Hariciye nazırlığına ek olarak Londra sefirliğinde bulunan Reşit Paşa, Abdülmecit’in cülusu üzerine (1839) İstanbul’a gelince, sadrazam Koca Hüsrev Paşa başta olmak üzere tutucu devlet adamlarının hiç hoşlanmadıkları Tanzimat’ın osmanlı yönetimi için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu gizli görüşmelerde genç padişaha anlattı. Abdülmecit, tüm deneyimsizliğine ve yaşının küçüklüğüne karşın, kendi mutlak erkinin sınırlanmasıyla sonuçlanacak bu öneriyi kabul edip benimseme büyüklüğünü gösterdi. Böylece Abdülmecit’in tahta çıktıktan 4 ay sonra imzalayıp onayladığı Hattı hümayun, Gülhane meydanında Reşit Paşa tarafından okunarak Tanzimat’ın ilan edildiği duyuruldu (3 kasım 1839). Devlet ve hükümet kurulları (Mecalisi devleti âliye), yönetsel ve parasal denetim, adliye ve ilmiye yenilikleri, askerlik işleri gibi başlıca dört alanda yeni düzenlemelerin öngörüldüğü Hattı hümayun, gerçekte avrupa devletlerinin baskısıyla yurttaşların, özellikle reayanın (hıristiyan tebaa) ana haklarını güvence altına alan bir belge niteliğindeydi. Buna göre, padişah başta olmak üzere hiç kimse mahkeme kararı olmadan kişiyi idam ettiremeyecek ya da sürgüne gönderemeyecek; vergiler, müslüman ve hıristiyanlardan yasalar uyarınca eşit olarak toplanacak; yurttaşlık hakları ırk ve din ayrımı gözetilmeksizin korunacak; hıristiyanlar da asker ve devlet memuru olabileceklerdi. Gülhane hattı hümayunu bir tür ilkel Anayasa olduğuna göre, Tanzimat yönetimi de mutlakıyetle meşrutiyet arasında 37 yıl süren bir geçiş dönemi sayılabilir. Ancak, bu kendine özgü rejimin tek güvencesi, padişahla vükela ve ulemanın Hırkai şerif odasında içtikleri antla sınırlıydı, içtiği ant gereğince keyfi yönetimden vazgeçip yasaya bağlı kalacağını açıklayan padişah, böylece saltanat yetkisini kendi isteğiyle sınırlamakta ve mutlakıyet rejimine resmen son vermekteydi. Böylesi bir davranış türk demokrasi tarihinde çok önemli bir devrim niteliği taşımakla birlikte, halkın devlet işlerini denetlemesini sağlayacak bir meclis kurulmadığı için, ulusal egemenlik henüz başlamış değildi. Gülhane hattı hümayunu’nun yasama yetkisiyle donattığı kurullar millet meclisleri değil, devlet meclisleriydi. Topluma ilişkin kanunların çıkarılması Meclisi vâlâ’ya ve askeri kanunların düzenlenmesi de Dârı şûrayı askeri’ye bırakıldı. Bunlardan Meclisi vâlâ, vekiller heyeti ve devlet ricalinin de kendi üyelerine katılmasıyla kanun çıkarabilecekti ve üyelerinin vekiller heyetinden açıklama isteme yetkisi bile vardı. Ancak, Tanzimat, padişahla yönetimin ken
dilerini halkın üstünde tutarak gerçekleştirdikleri tepeden inme bir halkçılık kavramı olduğundan, Batı’daki gibi aşağıdan yukarı değil de tam tersine yukardan aşağı doğru bir yol izledi. Ayrıca, Tanzimat’ ın ilanına kadar geçen 540 yıllık dönemde Osmanlı imparatorluğu’nda egemen bir ulus değil, egemen bir ümmet vardı. Devlet yapısına “müsavatı islamiye” (müs- lümanların eşitliği) ilkesinin egemen olduğu bu beş buçuk yüzyıl içinde İslâmlaşmış uluslardan Boşnaklar, Pomaklar, Çıtaklar, Arnavutlar ve öteden beri müslüman olan Araplar, Kürtler, Berberiler gibi daha birçok öğenin devlet sahibi bulunan Türkler’le hukuk eşitliği olduğundan, bunların tümü birlikte ortak bir egemen kitle oluşturmuşlardı. Böylece Türkler, bu beş buçuk yüzyıllık dinsel egemenlik döneminde ulusal kişiliklerini unuttular. Tanzimat, “ehli İslam ve milleti saire” (müslü- manlar ve müslüman olmayanlar) eşitliğiyle ümmet egemenliğine son verince, imparatorlukta bunun yerini kozmopolit (çokuluslu) bir Osmanlılık dönemi aldı. Bu iğreti öğeler topluluğunda Türkler azınlık durumunda kalırken, ümmet egemenliğinin yıkılması da halk arasında zamanla çeşitli tepkilere yol açtı; üstünlüklerini yitiren müslümanlar hoşnutsuzluğa kapıldılar, yeni haklar elde eden müslüman olmayanlarsa hoşnut kaldılar. Öte yandan, Tanzimat’la birlikte osmanlı toplum yapısına olduğu kadar edebiyat ve düşünce alanına da birtakım yenilikler geldi. Eğitim, ulemanın denetiminden çıktı, medreseler dışında çağcıl okullar açıldı; türk edebiyatında başlamış olan batılılaşma hareketleri Tanzimat’tan sonra daha da hızlanınca, doğu edebiyatı çerçevesinden çıkmanın gereğine inananlar tarafından “Tanzimat edebiyatı” diye anılan yeni bir edebiyat türü geliştirildi. Mahmut II döneminde kurulmuş olan ilkokullarla rüştiyeleri (ortaokul) ve yeni açılan idadileri (lise) yönetmek üzere Maarifi umumiye nezareti kuruldu (1847). Tanzimat* fermanı, Avusturya ve Rusya dışında öteki avrupa devletlerince iyi karşılandığından, sürüncemede kalan Mülteciler* sorunu türk tezi doğrultusunda çözümlendi (1849); bunu Encümeni daniş’in (bilim akademisi) açılış töreni izledi (1851). Ancak, Osmanlı devleti yine Tanzimat döneminde Kırım* savaşı’nın (1853-1856) ağır harcamaları yüzünden tarihinde ilk kez dış ülkelerden borç para almak zorunda kaldı; Londra’da imzalanan 5 maddelik bir sözleşmeyle (1855) İngiltere ve Fransa’ dan % 4 faizle 5 milyon İngiliz altını borç alındı. Bu borç için Mısır haracı, İzmir ve Suriye gümrüklerinin geliri karşılık gösterildi. Bu arada, Türkiye’de işletmeye açılan ilk telgraf hattı, Malakoff zaferi üzerine Kırım’dan İstanbul’a çekilen ilk telgrafta Sivastopol’ün ele geçirildiği müjdesini iletti (1855). Sürüp giden Kırım savaşı’nda anlaşma olasılıkları belirince, barış görüşmelerinde Rusya’nın Osmanlı imparatorlu- ğu’ndaki hıristiyan uyruklular çıkarına birtakım siyasal dolaplar çevirerek avrupa kamuoyu üzerinde olumlu etki yaratmasını engellemeyi düşünen bağlaşık devletler (İngiltere ve Fransa), Viyana’da Avusturya delegesinin de katıldığı bir toplantı düzenlediler (1 şubat 1856). Burada barış görüşmelerine temel olacak ilkeler saptanırken, arasına Osmanlı devletindeki hı- ristiyan uyrukluların hak ve ayrıcalıklarının açıklanmasını isteyen bir madde de eklendi. Ortaya atılan çeşitli tezlerden Fran- sa’nınkini benimseyen Babıâli, bunu sadrazam Âli Paşa’nın başkanlığında toplanan şeyhülislam, Hariciye nazırı ve avrupa devletleri elçilerinden oluşan bir heyete ferman biçiminde hazırlatarak Islahat* fermanı adıyla ilan etti (18 şubat 1856). Gülhane hattı hümayunu’nda olduğu gibi, Islahat fermanı’nda da, başlıca düşünce tüm yurttaşları din ve ırk ayrımı gözetmeksizin kaynaştırmak, devletin geleceğiyle ilgili bir osmanlı toplumu yaratmaktı. Bu amaca ulaşmak için müslüman
larla hıristiyanları ayıran özellikleri ortadan kaldırmayı ön planda tutan Islahat fermanı din, vergi, askerlik, devlet memurluklarına geçme gibi pürüzü olan sorunları çözümlemeye yöneldi. Gülhane hattı hümayunu gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımaktan çok, ondaki vaatleri gerçekleştirmeye yarayacak somut reformları içeren ferman, müslüman-hıristiyan eşitliği konusunda cizyenin kaldırılmasını ve bunun yerine hıris- tiyanların da askerlik yapmalarını öngörmekteydi. Tanzimat fermanı’na göre İslamiyet! kabul etmiş bir gayri müslimin yeniden din değiştirmesi yasaklandığı halde bu konu Islahat fermam’nda “kimse dinini değiştirmeye zorlanamaz” biçiminde yer alarak batılı devletlerin itirazına böylece hükümet güvencesi verilmiş oldu. Vilayet ve belediye meclislerinde müslim ve gayri müslim temsilcilere yer verileceğini, devletin kuruluşundan bu yana var olan ve Fatih tarafından saptanan gayri müslimlerin “millet” olarak örgütlenmelerinin yeniden düzenleneceğini; kilise adamlarından oluşan ruhani meclislerine halktan temsilcilerin de katılacağını bildiren Islahat fermanı, anayasal gelişme açısından halkın temsil edilmesi konusunda ve batılı anlamda ilk önemli adımı oluşturdu. Ancak, ferman çeşitli yönlerden eleştirilere uğradı. En büyük eleştiri de Tanzimat fermanı’nın baş mimarı olan eski sadrazam Mustafa Reşrt Paşa’dan geldi. Paşa, Avrupa’nın bir olupbittiyle OsmanlI devletine kabul ettirdiği bu ıslahat programının Kırım savaşı’na son veren Paris* antlaşması’nda (30 mart 1856) anılması yüzünden reformların uluslararası bir sorun olacağını ve merkezden uzak eyaletlerde müslümanlarla gayri müslimler arasında çatışmalar çıkabileceğini ileri sürdü. Öte yandan, ferman, kilise ruhanileri arasında da hoşnutsuzluk yarattı. Bunlar, fermanda “millet” olarak tanımlanan eski cemaatleri üzerindeki yetkilerinin azalmasına şiddetle karşı çıktılar. Müslüman olmayan halk, fermanla sağlanan haklardan şimdilik memnun kaldığını belirtmekle birlikte, askerlik hizmetinin kendilerine de yüklenmesinden hiç hoşlanmadı. Ayrıca, tam anlamıyla tatmin olmayan ve fermanın hazırlanmasında başlıca rolü oynayan avrupa devletleri temsilcileri de kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda gayri müslimlere daha çok ayrıcalık tanınmasını istediler Böylece Paris antlaşmasından sonra batılı devletlerin, özellikle dış borçların ödenememesi yüzünden Osmanlı imparatorluğunun iç işlerine artık iyice karışmaya başlamaları üzerine reaya yararına yeniden birtakım değişiklikler yapıldı; birleşik Eflak ve Boğdan voyvodalıkları adını alan Memleketeyen’e özerklik tanınmakla (1858) gelecekteki bağımsız Romanya’nın temelleri atıldı; bir hı- ristiyan mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul edilen Lübnan sancağına ayrıcalıklı özerklik verildi (1861) ve Abdülmecit, yine büyük dış borçlanmalara gidilerek yaptırılan görkemli Dolmabahçe sarayı’nda öldü (1861).meşrutiyeti ilan edeceğine söz vererek tahta çıkmış olan Abdûlhamit ll’nin saltanatı (1876-1909) Sırplar’la Karadağlılar’a karşı kazanılan zaferlere karşın, Rusya’nın savaşa son verilmesi konusundaki ültimatomunu BabIâli’nin kabul etmesiyle başladı. Böylece ödenemeyen dış borçlar yüzünden Batı’dan hiç yardım görmeyen ve Rusya’nın karşısında yalnız kalan Osmanlı devleti, Sırbistan ve Karadağ ile ateşkes imzaladı. Bu arada, Anayasa’nın hazırlanması için oluşturulan komisyon, çalışmalarına başladı; istifa eden Rüştü Paşa’nın rine Mithat Paşa sadrazamlığa getirildi, e yandan, Paris antlaşması’nda imzası bulunan devletler Balkanlar’daki durumu ve Osmanlı imparatorluğu’ndaki hıristiyan uyrukluların hukukunu görüşmek üzere İstanbul’da toplandılar (Tersane* konferansı). Aynı gün Birinci meşrutiyet’le birlikte Anayasa’nın (Kanunuesasi) ilan edilmesiyle Tanzimat dönemi resmen sona erdi (23 aralık 1876). Tanzimat, Osmanlı imparatorluğu’nda Osman ll’den başlayarak girişilen batılılaşma hareketleri dizisinde çok önemli bir aşama oluşturmasına karşın, halk tarafından tam anlamıyla anlaşılıp benimsene- mediği için uygulamada başarılı bir sonuca ulaşma olanağını bulamadı. Özellikle “iltizam”ın kaldırılmasıyla gelir kaynakları kuruyan çıkar çevreleri (mültezimler, valiler, voyvodalar, sarraflar vb.), cemaatleri üzerindeki etkilerini büyük ölçüde yitiren din adamları (ulema ve ruhaniler), eşitliğin getirdiği söz özgürlüğünden ürken tutucular ve gelenekçiliği nimet bilen cahil halk zümresi Tanzimat reformculuğuna sert tepki gösterdiler. İslamcılığı savunan kitleyle batılılaşmaya önem veren merkezdeki aydın bürokratlar arasında başlayan çatışma kısa sürede ön plana geçti. Böylece kurumlar ve halk desteğiyle değil de kişilerin gücüne dayanarak ayakta duran Tanzimat, baş mimarı Mustafa Reşit Paşa ve onun yetiştirdiği Fuat’la Âli paşaların birbiri ardı sıra ölmeleri üzerine yaşamını tamamladı, imparatorluk içindeki çeşitli öğeleri “Osmanlılık” ideolojisi çevresinde birleştirmeyi amaçlayan Tanzimat, bir süre sonra tam tersine osmanlı toplumunun dağılmasını kolaylaştıran, özellikle hıristi- yan topluluklar arasında “ulus” bilincinin uyanmasına yol açan bir dönem olarak tarihe karıştı. (-* Kayn.)