AKŞEMSEDDÎN (K.S.)

Akşemseddîn hz. on beşinci asrın büyük âlim ve velîlerindendir. Asıl adı Şemseddin Mehmed bin Hamza’dır. (k.s.) Hicrî 793 – Milâdî 1390 yılında Şam’da doğdu. Hicrî 864 – Milâdî 15 Ocak 1459 yılında Bolu’nun Göynük kazâsında vefat etti. Kabr-i Mübârekesi, el’ân mâmur ve ziyaretgâhtır.Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî hz.’nin neslinden olup, oradan da Hz. Ebû Bekir-is Sıddîk’a (r.a.) dayanır. Şerâfeddin Hamza-i Şâmi ismindeki bir zâtın oğludur; babası da bir velîdir.Akşemseddîn yedi yaşında iken, babası Şeyh Hamza ile Amasya’nın Kavak nâhiyesine gelip yerleştiler. Az bir zaman sonra babası vefat etti, defni yapıldı. Ertesi gün kabri yanından geçenler baktılar ki, Şeyh Hamza’nın eli kabirden çıkmış, baş ucunda da bir sırtlan leşi yatıyor. Araştırıp tahkik ettiklerinde, bu mezarlığa bir sırtlanın musallat olduğunu, yeni gömülen cesetleri yediğini; ancak Şeyh Hamza’nın ruhundaki büyük tasavvuf kudretini göstererek, sırtlanı boğduğunu anlarlar. Mübârek elini yıkadıklarında, temiz elin tekrar kabre çekildiğini hayretle müşâhede ederler. O gün, bugün bu kabir “Kurtboğan” adı ile anılır. İşte burası Akşemseddîn hz.’nin pederi Şeyh Hamza’nın kabr-i mübârekesidir.Babası vefat ettiğinde, Akşemseddin küçük idi. Lâkin, neslinden gelen fıtrî bir kabiliyete sahip idi. İlim öğrendi, icâzet aldı ve daha sonra da müderrislik yaptı. Müsbet ilim yanında, bâtınî ilme de merak sardı. Bunun da bir mürşîd-i kâmil bulmadan olmayacağını anladı; kendisine bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bunu kendisine, başkaları da sâlık vermiş ve demişlerdi ki:- “Senin üzerine dökülen cemâl ve kemâl tecellîleri, eğer bir mürşîd tarafından yoluna konmazsa ziyân olacak. Sen git, zâhir ilmini mânâ ilmiyle; bilgini âşk ile; akıl vergisini kalp vergisi ile tamamla! Ankara’ya Hacı Bay-râm-ı Velî’ye git, seni tamamlasın. Sen bu dünyaya lâzım bir insansın.”Daha sonra, Ankara’ya giderek Hacı Bayram-ı Velî’yi gördü. Lâkin önceleri bu zâtı gözü tutmadı. “Mürşidim” diyerek, önüne oturamadı. Zey-neddîn-i Hafî’nin dünyaya ün salmış kerâmetlerini ve nâmını duymuş, şöhre-HZ. MUHAMMED (S.A.S.)’İN VÂRİSLERİ 395tini işitmişti. Onu arayıp bulmaya karar verdi. Vakit geçirmeden Ankara’yı terkedip, Şam yolunu tuttu. Lâkin ara ara Hacı Bayram-ı Velî’nin aşk ateşi kendisini sarıyor, bir türlü tesirinden kurtulamıyordu. Haleb’e vardığında bir hana yerleşti; canı kimse ile görüşüp, konuşmak istemiyordu. O gece erkenden namazını kılıp, yatağına girdi ve uyudu. Rüyasında “Boynuna vurulmuş bir zincir; zincirin bir ucunu, Hacı Bayram-ı Velî’nin elinde” gördü. Hacı Bayram-ı Velî’nin eli, oraya kadar uzanmıştı.Nereye gitse onunla beraber olduğunu anlayıp, tekrar Anadolu’ya döndü; Ankara’ya varıp mürşîdini buldu. Bu buluşmada, kayda değer, bir hatıra vardır:Mevsim yaz, zaman orak zamanı! Hacı Bayram-ı Velî Solfasol köyünde mürîdleri ile beraber, ilâhî ve zikir ile aşk-ü şevk içinde orak biçmede! Hacı Bayram-ı Velî’yi bu hâl içinde bulan Akşemseddİn, selâm verip bir kenara oturdu. Lâkin, başını çevirip de kendisine bakan olmadı. Ne “Kimsin?”, ne ‘ ‘Hoş geldin” diyen olmadı. O da eline bir orak alıp, ekinleri biçmeye başladı. Sanki ekinleri değil, içindeki dikenleri biçiyordu. Bu şevk ile kuşluk vaktini buldular. Yemek vakti gelmiş; kazanlar kaynamakta idi. Tabağını alan kazanın başına giderek, nasibine düşeni alıyordu. Dervişlerin işi bitince, sıra köpeklere geldi. Onların da çanaklarını dolduran Hacı Bayram-ı Velî (k.s.) dervişlerinin içine gidip, besmele ile yemeğine başladı. Akşemseddin’in yanında, ne tabağı ne de kaşığı vardı. Kendisini çağıran olmayınca yerinin, köpeklerin sofrası olduğunu kabul etti; onların yanına giderek, onlarla yemeye başladı. Bu durum bütün dervişânı üzmüştü. Yedikleri lokmalar boğazlarına düğümleniyordu ki; bu sırada, Hacı Bayram-ı Velî’nin lâtif sesi duyuldu:- Gel beri be köse! Gel beri! Beni erken avladın, diyerek, sofrasına dâvetetti ve:- Zincirle gelen konuğu, böyle ağırlamak icâbetti, diyerek, latifedebulundu.Akşemseddîn, mürşîdinin elinde kemâle erdi. İlm-i Ledün ve pek çok üstünlükler kazandı, hilâfet aldı. Hacı Bayram-ı Velî’nin en seçkin, en güzîde halifelerinden oldu. Hacı Bayram-ı Velî’ye sordular:- Sana kırk yıldır hizmet eden dervişler varken, neden çok az bir zamanyanında kalan Akşemseddîn’e hilâfet verdin?Şu cevabı verdi:- “Bu ne zevrek köse imiş; her ne gördü ve duydu ise inandı. Hikmetini,sonra kendisi bildi. Ama kırk yıldan beri hizmet eden dervişler, ne gördüler vene duydularsa hikmetini sordular. Aradaki fark, bu işin hikmetidir.”Hacı Bayram-ı Velî hz.’nin iki halifesi vardı: Akşemseddİn ve Bıçakçı396          AKŞEMSEDDÎ (K.S.)Ömer Sikkinî Dede. Bu iki zât, ayrı mi’zâcda kişilerdi. Akşemseddin âlim, fâzıl ve ölçülü; Bıçakçı Ömer Sikkinî Dede ise cezbe ve hâl ehli bir derviş idi. Aralarında şöyle bir olayın geçtiği hikâye edilir:Şeyhlerinin vefatından sonra Akşemseddin hz.’leri, Hacı Bayram-ı Velî’nin hırkasını ve tacını Ömer Dede’den istemiş; Ömer Dede ise hırka ve tacı giymiş, büyük bir topluluk içinde yaktırdığı ateşin içine girmiş ve:- Gel, burada al! demiş.Ateşten çıkınca hırkanın ve tacın yandığı, Ömer Dede’ye ise hiç bir şey olmadığı görülmüş. İşte bu vecd içinde, Ömer Dede şöyle demiş:Bu dervişlik olsa idi, bir tac ile bir hırka Biz de alır idik onu otuza, hem de kırkaAkşemseddin hz., bir zaman Beypazarı’nda yerleşip, bir hamam ile bir değirmen yaptırdı. Fakat halkın tahaccümünden Beypazarı’nı terkederek. Kös dağında bulunan Evlek köyüne yerleşti. Oradan da Göynüğe giderek, bir mescid ve değirmen yaptırdı. İstanbul’un fethinden sonra, son durağı yine burası oldu.Fatih Sultan Mehmed Hân, padişah olduğunun ertesi yılı Edirne’de, âlimler, askerî ve sivil erkân ile büyük bir toplantı yaptı. İstanbul’un fetih işini, bu kimselere danıştı. Hemen hemen hiç kimse, bu fethe taraftar görünmedi veya fikrini açıklamadı. Bu büyük gâzâdan Sultan Mehmed’in men’edildiğini duyan Akşemseddin, aksi tezi savunanlara:- Kostantaniye’yi Sultan Mehmed fethedecektir, dedi.Padişah, Akşemseddin’in sözüne itibâr ederek, harp hazırlıklarına giriş­ti. Akşemseddin hz.’ni bu derece kat’î konuşmaya sevkeden, üstâzı Hacı Bayrâm-ı Velî’dir. Zira Fatih’in babası II. Murad, Hacı Bayrâm-ı Velî’den İstanbul’un fethi için müsâade istediği zaman, Hacı Bayram yanında bulunan Akşemseddin’i kasdederek: “Bu şeref, bahçede oynayan Mehmed ile bizim köseye nasib olacak” buyurmuşlardı.Allahü Teâlâ’nın izniyle sefere çıkıldı; Sultan Mehmed, 1453 yılı Nisan ayının beşinci Perşembe günü, öğle namazını en az yüz bin cengâverle beraber kıldı. Namazdan sonra münâdîler, muhâsaranın başladığını ilân ettiler. Muhâ­saranın son günlerinde, genç Padişah’in sabrı tükenmişti. Vezirini sık sık Şeyh Efendiye gönderip, fethin ne zaman müyesser olacağını öğrenmek istiyordu. Gelen cevaplardan, genç Padişah bir türlü tatmin olmuyordu. En nihâyet Padişah, veziri Ahmed Paşa’ya gürledi: “Git, bana kat’î cevap getir!” Vezîr Ahmed Paşa, “28 Mayıs gecesi – Rebiülâhirin yirminci günü” haberini getirince, sevinç ve sürür içinde tekrar hücuma geçildi. Lâkin, 28 Mayıs günü geç saatlerde bile fetih nasip olmayınca sabırsızlanan Padişah, öfke ile kalkıpHZ. MUHAMMED (S.A.S.)’IN VARİSLERİ397Şeyhinin çadırına gitti. Çadır, sıkı sıkıya kapalıydı. Çadırı kılıcı ile kesti. Bir de ne görsün? Akşemseddîn toprağın üstüne secde etmiş; göz yaşları arasında Cenâb-ı Allah’a yalvarıp niyaz ediyor-Kostantaniye’de bulunan ve bu işin uzamasına sebep olan, “Kıymayın benim gâvurcuklarıma” diyerek, gelen top güllelerini tutup kuma gömen-Cibâli Baba için de,’ ‘Yarabbi, ya onun ya benim kalıbımı dinlendir” diye duâ ediyordu. Sarığı bir tarafa gitmiş, hiç bir mecâli kalmamış, kendinden de habersiz niyâzına devam eden Şeyhi gören Padişah; dehşetle başını surlara çevirdiğinde, yeni söken şafağın aydınlığında, beyazlar giymiş bölük bölük insanların, leventlerle birlikte surlardan içeri girdiğini ve bu arada Ulubatlı Hasan’ın surlara bayrağı diktiğini gördü. Böylece fetih, Akşem­seddîn hz.’nin bildirdiği akşamın şafak vaktinde müyesser oldu.Fatih Sultan Mehmed ve ordusu, “Kostantaniye fethedilecektir. Onu fetheden emîr ne güzel emirdir; onun askeri ne güzel askerdir” hadîsine mazhâr olma şerefine, Akşemseddîn hz.’nin manevî rehberliğinde erişmiş oldu. Hünk­âr mesuttu; hiç bu kadar sevinmemiş, bu kadar şâd olmamıştı. Allahü Teâlâ ona yüz aklığı vermişti. Vekil-i vükelâsına dedi ki:- “Bende gördüğünüz sevinç ve ferâhlık yalnız kalenin fethine değil;aynı zamanda Akşemseddîn gibi bir azîzin, benim zamanımda olduğunadır.”Âlimlere büyük değer veren, büyük saygı gösteren Fatih Sultan Meh­med, fetihten sonra Akşemseddîn hz.’ni yanından ayırmadı. Her işini ona danıştı ve öyle karar verdi.- “Benim bu Pîr’e hürmetim, ihtîyârsızdır” der ve ilâve ederdi: “Ya­nında heyecanlanırım ve ellerim titrer. Halbuki diğer şeyhler yanıma gelince,onlar heyecanlanır, onların elleri titrer; aralarındaki fark budur.”Yukarıda zikredilen hadîsin şerefine mazhâr olmak kasdi ile, Arap orduları bir çok kereler, Kostantaniye’ye hücum etmişler; bir seferinde surlara kadar dayanmışlardı. Bu ordunun içinde hasta ve yaşlı bir zât vardı. Bu zât, fetih şerefine nail olmak için buralara kadar gelmiş olan, Peygamberimizin (s.a.v.), evinde yedi sekiz ay kadar misafir olarak kaldığı Mihmandâr-ı Resul Hz. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-el Ensârî idi. Ömrü kifayet etmeyip burada irtihâl buyur­muş, Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) necip Türk Milletine bir hediyesi olarak beldemizi şereflendirmiştir. Kabr-i şerifi, Bizans’tılar tarafından tahrib edilme­mesi için gizlenmişti. İşte, bu mübârek kabrin yerini tesbit ederek, bugün bulunduğu semte de adını veren Eyüp Sultan ziyâretgâhını bize hediye eden, Akşemseddîn hz.’dir.Fatih’in, fetihten sonra hâlvete girmek için İsrarını, Akşemseddîn hz. şöyle cevaplandırmıştı:398 AKŞEMSEDDÎ (K.S.)- “Bu yolda (yani dervişlikte) bir lezzet vardır ki; bir kere onu tadınca,artık dünya saltanatı gözünden düşer. Halbuki sen, devlet umurunu gereği gibiifa ve saltanatı lâyıkıyla icrâya mecbur ve bununla vazifelisin! Sen benimhâlvetime girersen, ahvâl-i âlem bozulur. Sebep olduğum için ben de Allah’ıngazâbına uğrarım. Kısaca, senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır.”Nihâyet vazifesi tamamlanan Akşemseddîn hz., Padişahın izni ile, fetihten evvelki uğrağı Göynüğe dönmüştür. Göynük’ten Padişaha gönderdiği şu mektup ta mânidardır:”Dünyevî rahat ve cismânî lezzete dayanan veya uhrevî rahat ve ruhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birinci ikinciye nazaran, değersiz ve geçicidir. Şu hâlde ona iltifat etme! Esâsen peygamberlere, evliyâlara, halife­lere rahat değil; cefalar ve müşküller nasibtir. Sen de onların yolundasın. Nasibinden elem değil, zevk duy! Sen herhangi bir insan gibi değilsin; memleketin ahvâli, senin ahvâline tâbîdir. Bedende görünen her şey, ruhun eseri olduğu gibi; memlekette vukua gelen her şey de Fatih’in eseri olacaktır. Çünkü bedene nisbetle ruh ne ise; memlekete nisbetle Sultanlar da aynı şeydir.”Akşemseddîn hz., yedi kere hacca gitti. Sonuncusunda, dört yıl Mek-ke-i Mükerreme’de kaldı.Çok yaşlı olduğu zamanlarda bile gözleri, gayet iyi görüyordu. Bunun hikmeti sorulduğunda:- “Sofra kalktıktan sonra, ekmek kırıntılarını ve pirinç tanelerini top­larım da ondan!” cevabını verirdi.Bir gün hâlvette iken, kendisine “Aferin, Germiyân Türkü” diye ba­ğırdılar. Günler geçtikten sonra, bu sözün mânâsını sorduklarında şu cevabı vermiştir:- “Merâtîb-i anâsır’dan, merâtîb-i eflâk’a urûc ettim. Dördüncü katsemâda melekler, Germiyân’lı şâir Şeyhî’nin şu beytini okuyorlardı:Ey kemâli kudretin nefhinde âlem nefes Vel celâl-i izzetin bahrinde dünya kef ve has1459 yılında Göynük’te, Hak’kın râhmetine kavuşan Akşemseddîn hz.’nin, hâlen mâmur olan türbesi üzerinde şu ibretli levhâ yer alır:Kara gün dostu imiş Fatih’in Akşemseddîn Ki yüzünden lemeân etti feth-i mübîn Nusrât-ı çeşm-i hakikîsiyle görüp verdi haber Böyle herşeyi uzaktan görür erbâb-ı yakînRahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*