ALLAHA İMAN NE DEMEKTİR? : İslâmiyetten evvel Arapların —aslı Arapça olduğuna göre ilâh, aslı Aramice olduğuna göre Alaha kelimesinin muharref şekli olan— Allah isminde bir tanrıyı en ulu mâbud tanıyıp ona kendilerine göre, ibadet ettikleri tahmin edilmektedir. (1)
Peygamberimiz, Allah Teâlâ’ya imanı, İslâm dininin ilk rüknünde şeklinde pek sade olarak ifade etmiştir. Burada y mevzuubahis olan Allah’ın mücerret zâtı değil, ancak onun ulûhiyetidîr. Buna dayanarak, müslü- manlar indinde Allah kelimesi kendisine hesdır diyebiliriz. Hiç bir ;oğul şekli yoktur. Ancak çoğul yapılmak istendiğinde ilâh kelimesine rücu edilir. Bu husus Kur<an-ı Kerîm’de de görülür. Meselâ:
«Siz hakikaten Allah ile beraber başka ilâhların bulunduğuna mı şehadet ediyorsunuz?» (2) âyet-i kerîmesinde olduğu gibi… Müslümanlar, Allah Teâlâ ile Paganistlerin ilâhlarını ayırt etmek için ilâhlara Asnam veya Avsan (putlar) demeği tercih ederler. (3) Peygamberimizin daima Allah’ı esas tutan fikirleri, tevhid akidesinin İslâm kelâmiyatında en mühim kısmını teşkil etmiştir. Bu itibarla mükellef olan her insana, Allah Teâlâ hazretlerinin varlığı ve birliğini bilip ona iman etmesi farz kılınmıştır.
(1) tslâm Ansiklopedisi. Allah kelimesi. (2) Kur’an-ı Kerim. En’am Sûresi, âyet: 19 (3) Allah kelimesi tek vaılığa ait ism-i has’dır. Türkçedeki Tanrı kelimesi ise onun tam karşılığı değildir. Zira, tann olarak canlı ve cansız varlıklılra tapıldığı gibi, ayrıca tanrının erkeği ve dişisi de kabul edilmiştir. Güneş tanrısı, ay tanrıçası gibi… Halbuki Allah (C.C.), ihlâs suresinde beyan buyurulduğu gibidir. Bu itıbal^a hiç bir zaman Allah kelimesi, Türkçedeki tanrı kelimesi ile tercüme edilemez. (Müellif.)
Bütün peygamberler, ümmetlerine bu esası (tevhid akidesini) her şeyden evvel öğretmeğe çalışmışlardır. Kur’an-ı Kerîm, bu itikadın bütün peygamberler tarafından öğretilen cihanşümul bir itikad olduğunu bildire- rek der ki:
«Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona: «Benden başka tapacak yoktur, yalnız bana tapın diye vahyetmiş olmıyalım.» (3) Yine Kur’an-ı Kerîm, İslâmır. bu itikada asıl Saffetini vermiş olduğunu ve bütün insanların bu tertemiz itikada sarılmak sayesinde anlaşabileceklerini bildirerek der ki
«De ki: Ey ehl-i kitab, aramızda birleşeceğimiz bir kelimeye geliniz. O da: Allah’tan başkasına kulluk etmemek, O’na hiçbir şerik koşmamak, Allah’tan gayri içimizden bazılarını ilâh edinmemektir. Onlar yüz çevirirlerse deyiniz ki şahit olun, biz müslimiz.» (4) Bu âyet-i kerîme, bütün milletlerin dinlerindeki müşterek esasın temelinin ne olması lâzımgeldiğini ve insanlık âlemi için kabul olunacak dinin birinci prensibinin ne olduğunu belirtiyor. Tevhid akidesi, yeryüzündeki bütün dinler arasında müşterek esas ve ruhanî bilgilerin ana kaynağıdır, temel taşıdır. Allah .Teâlâ’nın varlığını, birliğini ve diğer kemâlât-ı ilahiyyeyi akıl yoluyla bulmak mümkündür. Yalnız, dinî hükümleri ve şerîatr bilebilmek için ilâhî hitaba ihtiyaç vardır. Bu husus peygamberler vasıtasiyle insanlara tebliğ edilmiştir. Normal bir insanın önce, kendi varlığından başlıyarak kâniatta zuhur eden ve sürekli olan düzeni düşünmesi, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini anlamasına yeter. Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’inde:
«De ki: Göklerde ve yerde neler var, baksanıza..» (5) buyuruyor.
(3) Kur’aıı-ı Kerîm, Enbiya Sûresi, âyet: 25. (4) Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, âyet: 64. (5) Kur’an-ı Kerim, Yûnus Sûresi, âyet: 10i
Diğer âyât-ı kerîmelerde :
«Onlar, gökyüzüne bakmıyorlar mı? Onu nasıl kurduk, nasıl donattık, onda hiç bir delik ve yarık da yoktur. Yeryüzünü nasıl yaphk. Ona ulu dağlar yerleştirdik, onun üzerinde her çeşitten içe ferah veren çiftler bitirdik. (Bütün bunlar) daima Allah’a dönüp O’na sığınan her kulun, basiretini açmak, ona ibret vermek içindir.» (6) buyuruluyor. Bu âyât-ı kerîmelere dayanarak, kainatı tedkike koyulan bir insan, kainatı meydana getiren unsurlar arasında cereyan eden nizamı ve bu nizamı yaratan bir yaratıcının varlığını düşünerek bulur. Eğer bu yaratıcı bir tane olmayıp da iki veya daha fazla olsaydı düzenin bozulması her an mümkündü. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’inde bu noktaya da işaret ederek buyuruyor ki:
«Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, düzen bozulurdu.» (7) Diğer bir âyet-i kerîmede :
«(Allah’ın birliğini anlamak için) göklerin ve yerin melekûtuna bir kerre bakmıyorlar mı?» (8) buyuruluyor. Bu son âyet-i kerîme, varlığını düşünerek bulabildiğimiz yaratıcının, birliğini ortaya koyacak en güzel delildir. Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini aklen de bulabilmek mümkündür. Şöyle ki: Bu âlem sonradan yaratılmıştır. Her yaratılan şeyin bir yaratıcı- sı vardır. Âlemin de bir yaratıcısı vardır ki, o da yaratılmaktan münezzeh olan Allah Teâlâ hazretleridir. Buna hudûs delili denir.
(6) Kur’an-ı Kerim, Kaf Sûresi, âyet: 6, 7, 8. (7) Kur’an-ı Kerîm, Enbiyâ Sûresi, âyet: 22 (8) Kur’an-ı Kerîm, A’raf Sûresi, âyet: 184
İkinci bir delil de imkân delilidir. O da: Bu âlem mümkindir. Her müm- kin kendisini icad edecek bir mucide muhtaçtır. O halde bu âlem de bir mucide muhtaçtır. O mucid ise bizatihi mevcud olan Allah Teâlâ hazretleridir. (9) Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ispat eden delilleri çoğaltmak mümkündür. İz’an sahibi bir kimse için bu kadarı kâfidir. Aklî bir muhakeme ile varlığını ve birliğini anladığımız Allah Teâlâ’yı görmemiz mümkün olmadığı gibi, onu hakikatiyle bilmemiz de mümkün değildir. Aklımızla ve havas denilen duygu vasıtalarımızla Allah Teâlâ’yı idrâk edemeyiz. Buna beşer kuvveti yeterli değildir. Zira madde âleminde dahi pek çok şeylerin mahiyetini henüz kavrayamıyan ve bilemeyen insanın, bu âlemi yaratan ve hiç bir yönden ona benzemeyen Allah Teâlâ’nın hakikatini ve mahiyetini anlıyamıyacağı tabiîdir. Akıl bunu düşünmeye kalksa dahi bir sonuca varamaz. Bunun için Resûl-i Ekrem: 57
«Allah’ın zâtını düşünmeyin, eserlerini düşünün..» (10) buyurmuştur. Çünkü:
«Zât-ı ulûhiyyet hakkında hatırımıza ne gelirse gelsin onun zât-ı ak’desi, onun hilâfınadır.» buyuran Resûl-i Ekrem, Allah Teâlâ’yı idrâkin kabiliyetimizin fevkinde olduğunu bildirmiştir. Buna binaen diğer bir hadîs-i serif- de:
«Siz, Allah’ın zât-ı ulûhiyyetinde tefekküre dalmayınız, mahlûkatını düşününüz. Sonra helak olursunuz» buyurulmuştur. Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şeriflerin buyurduğu veçhile düşünen bir kimse için Peygamber Efendimiz
(9) Ö. İNasuhi Bilmen, JVluvazzah İlm-i Kelâm, sayfa 156 -161 (10) Ö. Nasııhi Bilmen, Miılchhas İlm-i Tevhid A kaidi İslâmiye, sayfa: 39-41
«Bir saat tefekkürde bulunmak bütün bir gece nafile namaz kılmaktan hayırlıdır.» buyurmuştur.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ hazretlerine iman etmek, Zât-ı Bârî Teâlâ hakkında vacip olan sıfat-ı kemaliye ile beraber mümteni’ olan sıfatı noksanı ve caiz olan sıfatları bilip o cihetle itikad etmektir. (11) Buna göre hareket edecek olursak, Allah’ı yine Allah Teâlâ’dan öğrenmemiz mümkündür. Zira Allah Teâlâ, İhlâs ve Haşr sûreleri ile Âyetü’l-Kürsî’- de bütün sıfatlarını ortaya koyuyor. Burada bize düşen vazife, Allah Teâ- lâ’nın varhğ.nı bilmek, onu sıfatları ve isimleriyle tanıyıp ona iman etmektir. ALLAHIN SIFATLARI :
Allah Teâlâ’nın sıfatları sayısızdır. Hepsini bilmek ve kavramak bizim için mümkün değildir. Lâkin, Kur’an-ı Kerîm’de bir insanın Allah’a imanını sağlıyacak kadar bildirilen sıfatlar vardır ki bunlar O’nun kemâlini ifade eder. Lütuf ve inâyetlerini, küvvet ve kudretini, büyüklük ve yüceliğini gösterir.
Allah Teâlâ’nın sıfatlarının bir kısmı zâtına mahsustur. Bu bakımdan, bu sıfatlara Zâtî sıfatlar adı verilir. Zâtî sıfatlara, sıfat-ı selbiye, tenzihiye, nefsiyye ve vücudiyye adları da verilir.
Selbî ve tenzihî denmesinin sebebi: Bu sıfatların zıdlarını Allah Teâlâ’dan kaldırdığımız ve O’nu, öyle noksanlıklardan tenzih ve takdis ettiğimiz içindir. Nefsî ve vücudî denmesinin sebebi ise, Allah Teâlâ’nın nefsine ve hakikî varlığına ait oluşundan dolayıdır. Bir de Allah Teâlâ’nın kâinatla alâkalı, Allah’a ispat ve isnat olunan sıfatları vardır ki, bunlara Subutî sıfatlar adı verilir,. Subutî sıfatlara, Allah Teâlâ’da sabit olan mânalar ve hakikatlerden dolayı manevî sıfatlar adı da verilir.
Buna göre, bu sıfatlar Allah Teâlâ’nın zâtiyle alâkalı olarak düşünülürse manevî, kâinatla alâkalı olarak düşünülürse subûtî olur. (12)
Allah Teâlâ’nın sıfatlarını Selbî ve Subûtî olarak ayırmak, öğretme ve öğrenme kolaylığı dolayısiyle sonradan meydana çıkmıştır. Bundan önce, sıfatlar, mezhep münakaşalarından dolayı Zât ve Fiil sıfatları adı altında inceleniyordu.
Öğretmek ve öğrenmek bakımından Selbî (Zâtî) ve Subûtî sıfatlar diye ikiye ayırdığımız Allah Teâlâ’nın sıfatlarını şimdi teker teker inceliyelim.
ZÂTÎ SIFATLAR :
Allah Teâlâ’rtın zâtına mahsus sıfatları altı tanedir. Bunlar: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdâniyyet, Muhâlefetü’n-lil-Havâdis ve Kıyâm bi-nefsîhî- dir.
Vücud, Allah Teâlâ hazretlerinin var olması demektir. Bunun zıddı adem, yâni yokluktur ki Allah Teâlâ bundan münezzehtir.
Zülcelâl hazretlerinin varlığı, başkasından ve bcsicası vasıtasiyle değil, zâtının muktezâsıdır. Bizim ve kâinatımızın varlığı, hadis olup sonradan
ratıcıya muhtaçtır.
Kâinatta yaşayan canlı varlıkların en mütekâmili ve akıllısı insandır. Bunda şüphe yoktur. İnsanın da sonrsdan yaratıldığı malûmdur. Yine sonradan yaratılan insanın, aklını kullanmak suretiyle en küçük bir zerreyi bile yoktan var edemediğin; de müşahede etmekteyiz. Ayrıca, birbirini tâkip ‘eden şeylerin daima değişmekte veya başka şeylere tahvil olunmakta olduğunu daima görmekte ve bilmekteyiz. Şu halde bütün bu gördüklerimizi, bunlar yok iken yaratan kimdir sorusuna vereceğimiz cevabın Vâcibü’l-Vü- cud, Allah Teâlâ hazretleri olması lâzımdır. Buna dayanarak
Allah Teâlâ’nın varlığını bilip tasdik etmek, her aklı başında olan in
Kıdem, Allah Teâlâ’nın varlığına öncesi olmamaktır. Allah Teâla hazretleri hakkında kıdem (Ezeliyyet) sıfatı vacip ve bunun zıddı olan hudûs (sonradan var olmak) ise mümteni’d ■ , muhaldir. Allah Teâlâ’dan önce hiç bir varlık olamaz. Çünkü, âlemin yarat-cısı o an zât-ı mukaddes, (hâşa) âlem
Vücud :
vücud bulmuştur. Öncesi ve sonrası olduğu için ârızîdir. Bu itibarla bir ya
«Allahtan başka mevcut yoktur» diyebiliriz.
sana farzdır. Âkil olan bir kimse, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun kendi aklı ile düşünerek Allah’ı bulması ve bilmesi mümkündür.
Kıdem :
gibi hadis farz olunsa, onun da bir yaratıcısının bulunması lam dır. Halikının halikını da hadis farz edince üçüncü bir yaratıcıya lüzum görülür. O da hâdis olursa, onun da bir yaratıcısının olması zarurîdir. Zira, her hadis bir muhsine muhtaçtır. Bu tertip üzere hareket edecek olursak teselsüle varırız ki bu da oâtıldır. Buna binaen, yaratılan bütün varlıkların, öncesi olmıyan bir yaratıcıya istinadı kendiliğinden ortaya çıkar. Kıdem sıfatı hakkında Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Azîmüşşânda :
I f<0, hem evveldir, hem âhirdir…» (14) buyurmuştur. ) Jfc* ^ Buna göre, insanın aklına şöyle bir sual gelir: Cenab-ı
Hak, kâinatı yaratmadan önce ne ile meşguldü? Bu suale İmam-ı A’zam (R.A.) hazretleri: «Cenab-ı Hak kâinatı yaratmadan önce kudreti ile meşguldü.» cevabını vermiştir.
Beka :
Beka, Allah Teâlâ’nın varlığının sonu yoktur demektir. O sonsuzdur, daimîdir. Allah Teâlâ hazretleri hakkında, beka vâcip olup fena ve zeval mürhteni’dir.
«Allah’tan başka her şey mahvolur.» (15) Hadıs-i şerifince her şey yok olacaktır, lâkin O bâki kalacaktır. Bu husus Kur’an-ı Kerîm’de de sarahaten belirtilmiştir. Şöyle ki:
«Kâinattaki her şey yok olucudur. Yalnız Zülcelâl-i ve’l-ikrâm olan Rabbin bakidir.» (16) buyurularak yaratılan her şeyin bir sonu olduğu, bir gün gelip yok olacağı ve bâki, ancak Allah, Teâlâ’nın olduğunu belirtmektir. Varlığı sonsuz olan Allah Teâlâ’nın, varlığında hiç bir değişme olamaz. O önceden nasıl ise yine öyle vardır ve öyle devam edecektir. Bizim varlığımız, O’nun var etmesiyle; bizim sonsuzluğumuz O’nun sonsuz kılmasiyla meydana gelir. O ise ebedî olarak var olmakta başkasına muhtaç değildir. Allah Teâlâ hazretlerinin kıdem-i Zâtiyyesinin vücubu ile hudûsun mu- hâliyeti beka sıfatına delildir. Çünkü, kıdemi sabit olan şeyin yokluğunun muhal olacağı bedihîdir.
Vahdânıyyet : Vahdâniyyet, Allah Teâlâ’nın bir olması demeklir. Bu, O’nun zatında, sıfatlarında ve ef’al-i İlâhisinde bir olup eşi, benzeri ve ortağı yoktur demektir. Vahdâniyyetin zıddı, teaddüd ve iştiraktir ki Zülcelâl hazretleri bundan mümteni’dir. İhlâs sûre-i celîlesinde:«De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Doğmamış ve doğurmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur, olamaz da.» buyurularak vahdaniyyeti, en güzel şekilde belirtilmiştir. Vahdâniyyet, çoğalması ve bölünmesi olmıyan mutlak (bir) demektir. Allah Teâlâ’nın birliğine iman etmek, yaratanın, rızık verenin ve öldü- *enin Allah Teâlâ olduğuna ve bu itibarla ibadetin yalnız ona yapılabileceğine iman etmek demektir. Bunun için Kur’an-ı Kerîm’de:«Sizin ilâhınız birdir, başka ilâh yoktur. O rahman ve rahimdir.» (17) bu- yurulmuştur. Diğer bir âyet-i kerimede de:Ayrıca, geçmiş bahislerde gördüğümüz Enbiya sûresinin 22. âyeti, Allahu Teâlâ’nın birliğini en güzel şekilde ortaya koyar. Kâinattaki ahenk ve intizam, yaratılıştaki kanunların birbirine bağlı ve devamı, Allah Teâlâ’nın birliğine, onun hiç bir suretle şerikî ve benzeri olmadığına açık bir delildir. Bu itibarla bir insan, Zülcjslâl hazretlerini bir bilmedikçe, bütün kulluğunu ona bağlamadıkça, muhabbet ve ibadetlerinde başkalarını karıştırdıkça kat’iyyen Allah’ı birlemiş olamaz;. Hal böyle olunca da imanlı sayılmaz. Bilâkis Allah’a şerik yani ortak koşmuş olur ki bu suret-i kat’iyede af olunamayacak bir suçtur. Zira Zülcelâl hazretleri, Kur’- an-ı Hakîminde:«Ey nâs! Allah’ın size ihsan ettiği ni’metleri hatırlayın. Allah’tan başka yaratıcı var mı?» (19) buyurduktan sonra «Hiç şüphe yokftjr ki, Aüah kendisine şirk koşanlar* afvetmez..» (20) buyurarak şirki yâni Allah’a ortak veya eş koşmayı afvetmiyeceğini bunun dışında dilediği kimselerin diğer günahlarını bağışlayacağını bildiriyor. Ek büyük ebediyyet tehlikesinden kaçınabilmek için şirki ve çeşitlerini öğren mek icabeder.
«Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.» (27) buyurur. 7— Bilinmiyenî bilmek iddiasında bulunmak: Müşrikliğin bir sebebi de yalnız Allah Teâlâ tarafından bilinen bir takım bilgilerle, gayba ait şeyleri haber vermektir. Kehanette bulunmak ve fala bakıp ona inanmak gibi.. Bu hususta Zülcelâl hazretleri :
«Gaybın anahtarları O’nun yanındadır, onları ancak O bilir.» (28) b uyurmuştur.
Bunlardan başka, namaz kılmayı cimnastik yapmak, orucu zayıflamak için perhiz niyetiyle tutmak, zengine veya patronlarına karşı hoş görünmek için sofuluğa yönelmek birer şirk-i hafidir. Bu maksatlar, Allah’a ortak koşulmuş gibi görünür. Bunlardan sakınmak ve her zaman imanı tazelemek icabeder.
Muhalefet’ün lil-havâdis:
Allah Teâlâ hazretleri, yarattıklarının hiç birine gerek zatında, gerek sıfatlarında ve gerekse fiillerinde benzemekten münezzehtir. Muhalefet’ün lil-havâdis’in zıddı olan Mümâselet = benzerlik’ten mümteni’dir. Biz O’nu nasıl düşünürsek düşünelim, hatır ve hayâlimizde nasıl tasavvur edebilirsek edelim, O bizim düşündüklerimizden ve hatırımızdan geçenlerden hiç birine benzemez. Çünkü düşündüklerimizin hepsi mümkündür ve yoktan var olabilir. Ayrıca başkasına da muhtaç kalabilir. Bu itibarla düşündüğümüz o şeylerin bir cihetten başkaJarına bir benzerliği vardır. Halbuki Ce- nâb-ı Hak, kâinatta olan arâziyet, cevherîyet, cismîyet, tevellüd, tevlid, terekküp, tecezzî, ittisal, infisal, mahdûdiyet, musavveriyet gibi cismanî ârtzafardan; ayakta durmak ve oturmak, yemek ve içmek, üzüntü ve sevinç gibi beşerî fiillerden, nefsanî arzulardan münezzehtir. Kalblere gelen hakikatlerin ve telkinlerin hepsi O’ndan fakat, O bütün bu hakikat ve telkinlerin arkasında her vâr olanı kuşatan apayrı bir zâttır. Bunun için Kur’an-ı Azîmüşşan’da :
«O’nun benzeri gibi bir şey yoktur, O hakkıyle işiten, kemaliyle görendir.» (29) buyurulmuştur.
Yukarıda zikri geçen âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın sıfat-ı ilahiyyesinin subûtu için ayrıca bir delil-i kat’îdir.
Kıyam bi-nefsihî :
Kıyâm bi-nefsihî veya kıyâm bi-zâtihî, Allah Teala varlığı içiı\ başka bir şeye muhtaç değildir demektir. Bunun zıddı olan kıyâm bilgayri’den mümteni’din. Çünkü, kıyam bilgayr; icad edecek bir mucide, karar edecek bir mekâna ve hulûl edecek bîr cevhere ihtiyaç demektir. Vâcibü’l-Vücud hazretleri bütün ihtiyaçlardan münezzehtir. Zira bir mucide ihtiyaç ekmeli- yete aykırıdır. Bir mekâna ihtiyaç mekânın kadîm olması veya zât-ı İlahînin hâdis bulunmasını iktiza eder ki bu da muhaldir. Bir cevhere ihtiyaç ise, O’nun âraz oluşunu kabul demektir ki bu da mümkün değildir.
Kâinatta her vâr olan, varlığını devam ettirebilmek için bir takım şeylere muhtaçtır. Bunlar olmadan yaşayamaz. Fakat, Allah Teâlâ hazretlerinin varlığı kendinden ve zâtından olduğu için varlığında hiç bir şeyin yardımına ihtiyacı yoktur. Mahlûkatı yaratmadan önce nasılsa ve ne ise yine öyle olup, yaratılmışlar gibi halden hale girip zâtı değişmez. O kendinden vardır* ve varlığı zarurîdir. Kendinden ve varlığından ayrılmaz. Bu itibarla Cenâb-ı Hakkın zâtı düşünüldüğü zaman varlığı da beraber düşünülür.
Allah Teâlâ, kadîmdir, ezelîdir, ebedîdir. Zamana, mekâna ve bir yardımcıya muhtaç değildir. Bu itibarla Kur’an-ı Azîmüşşan’da:
«Ey nâs, Allah’a muhtaç sîzlersiniz. Allah her şeyden müstağni ve her ham- de lâyıktır.» (30) buyurulmuştur. Diğer bir âyet-i kerîmede de:
«Muhakkak ki Allah âlemlerden ganîdir.» (31) buyurulmuştur.
SUBUTÎ SIFATLAR : Subutî sıfatlar, kâinatın tedkikinde yaratıklarda görülmekle beraber, Allah Teâlâ’da sabit olan mâna ve hakikatlerdir. Bu sıfatların bir kısmı doğrudan doğruya akıl ile ispat edilir, bir kısmı da sem’iyattan olup Kur’an-ı Kerîm’den ve peygamberlerin verdikleri haberlerden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın subutî sıfatları sekiz tanedir. Bunlar: Hayy (Hayat), ilim, Semi’, Basar, Kelâm, Kudret, İrade ve Tekvindir. Şimdi bunları sırasiyle görelim.
Hayy (Hayat) s Allah Teâlâ’nın diri olması demektir. Allah Teâla hazretleri, hayat sıfatınln zıddı olan memat (ölüm) tan mümtenî’dir. Cenâb-ı Hakkın hayat ile muttasıf olduğunu :«Sen ölümden münezzeh olan, daima yaşayan Allah’a sığın, güven.)» (32) âyet-i kerîmesi bize bildirmektedir. Diğer bir âyet-i kerîmede de:«Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur, ebedî yaşayan ve her şey’I yaratan O’dur.»(33) buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîme mucibince, her şey’in hayatı varlığının icaplarına göredir. Varlıkların hiç birisine benzemeyen Allah Teâ- lâ’nın hayatı da zâtına mahsus olup bütün canlılardan başka ve hepsinin üstündedir. Her şey’e can veren Allah Teâlâ, bütün hayatın kaynağıdır
Allah Teâlâ’nın hayatı vasıta ve sebeplere dayanmaz; diriliği kendin- dendir. Zira hayat ile muttasıf olmazsa ilim, kudret ve irade gibi sıfatlarının hiçbirinin olmasına imkân yoktur. Halbuki: Zülcelâl hazretlerinin ilim, irade ve kudret sahibi olduğu aklî delillerle sabittir. Binaenaleyh, hayat sıfatı Allah Teâlâ hakkında vâcibdiq.
Allah Teâlâ’nın hayy sıfatı, insanları kontrol altında tutması bakımından insanlarla ilgilidir. (34) Nitekim, Kur’an-ı. Kerîm’deki
«(Ezelî ve Ebedî) diri, her an hilkate hâkim olan Allah’ın önünde bütün başlar eğilir ve zulmedenler hüsrana uğrarlar
«Daima yaşayan O’dur, O’ndan başka tapacak yoktur. Ona halisane itâat ve ibâdet ederek dua edin. Bütün âlemleri yaratan Allah’a hamdolsun.» (36) âyet-i kerîmeleri Allah Teâlâ’nın, insanın bütün işlerini kontrol etmekte olduğunu ve bu sıfatın insanla ilgili bulunduğunu gösteriyor. İlim : Allah Teâlâ’nlın her şey’i bilmesi demektir. İlim sıfatı, şân-ı İlâhîde vâcib olup; bunun zıddı olan cehl mümteni’dir. Allah Teâlâ kâinatta olacak şeyleri, olacağından dolayı bilir. Allah’ın ilmi malûmata tâbidir, bu itibarla Allah bildiği için o şeyler vücuda geliyor diye düşünmek yersizdir. Olacaklarını bilmiş olması, onların olmasını icap ettirmez. Belki olacakları için biliyor.
Denizlerdeki kum tanelerinin adedi, bağlarda ve bahçelerdeki yaprakların sayısı, hepsi de onun indinde zahir ve ilminde hazırdır. Onun ilim sıfatı varlıkların her zerresine şâmildir. Bundan dolayı Kur’an-ı Azîmüşşan’da Cenâb-ı Hak:
Gayb hâzinelerinin bütün anahtarları Allah’ın indinde. Onları O’ndan başka kimse bi(mez; O, karada, denizde olanları da bilir. Bir yaprak bile O’ndan habersiz düşmez; arzın karanlıklarında herhangi bir zerrecik, ne yaş, ne de kuru bir şey yok ki Kitâb-ı Mübînde mevcut olmasın.» (37 buyurmuştur].Allah’ın ilmi, ezelden ebede her şey’i kuşatmıştır. Bu itibarla Zülcelâl hazretleri:«Yaratan (Allah) hiç bilmez mi? O en ince işleri gören, bilen ve her şey’in iç yüzünden haberdar olandır.» (38) buyurduktan başkaAllah her şey’i en iyi bilendir.» (39) âyet-i kerîmesi, ile ilminin sınırı olmadığını beyan ediyor. Her şey’i bilen bir zât karşısında olduğunu bilen insan ne sıkı bir kontrol altında olduğunu hisseder. Bu kontroldan kurtulmak için bâzı şeyleri kalbinde saklasa dahi o da Allah Teâlâ tarafından bilinir. Zira «Allah gözlerin hain bakışlarını ve kalblerin gizliyeceği her şey’i bilir«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Siz içinizde olan/ı dışarı vur- sanız da gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar, dilediğini bağışlar ve dilediğini azablandırır. Allah her şey’e kaadirdir.» (41) âyet-i kerîmleri bunu bizlere bildirirKâinatta görülen nizam ve tertip, kemâl ve ahenk, bunları yaratan Allah Teâlâ’nın sonsuz ve hudutsuz ilmi için açık bir delilidir. Bizdeki ilmi o ihsân etmiştir. Bizim ilmimiz ne kadar derin ve geniş olursa olsun O’nun ilKâinatta görülen nizam ve tertip, kemâl ve ahenk, bunları yaratan Allah Teâlâ’nın sonsuz ve hudutsuz ilmi için açık bir delilidir. Bizdeki ilmi o ihsân etmiştir. Bizim ilmimiz ne kadar derin ve geniş olursa olsun O’nun ilKâinatta görülen nizam ve tertip, kemâl ve ahenk, bunları yaratan Allah Teâlâ’nın sonsuz ve hudutsuz ilmi için açık bir delilidir. Bizdeki ilmi o ihsân etmiştir. Bizim ilmimiz ne kadar derin ve geniş olursa olsun O’nun ilmi yanında bir hiç mesabesindedir. Bunu belirtmek için Zülcelâl hazretleri :«De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, bir misli de ona ilâve edilse Rabbimin sözleri bitmeden denizler tükenirdi.» (42) buyuruyor,. Şurasını da unutmamak lâzımdır ki, Allah Teâlâ’nın bugün meydana gelen ve gelmekte olan her şey’i nasıl olacaksa ezelden öylece bilmesi, bizim irade ve ihtiyarımıza, bizim irademizle iş yapabilmemize asla mâni değildir. 7 Allh Teâlâ’nın bilrgesi; akıl, göz, kulak, hayal ve dimağ gibi vasıtalarla olmayıp zâtındandır. Her şey bilgisini ondan alır. Kuşa yumurtadan çıkar çıkmaz uçmayı, ördeğe yüzmeyi, arıya bal yapmayı bildiren ve insanlara çeşitli bilgileri telkin eder O’dur. Peygamberlerin bilgileri, evliyanın irfanları, san’atkârın icadları ve şairlerin ilhamları gibi beşerî bilgi Allah Teâlâ’nın ilmine dayanır. Bizlerin, olacak bâzı olayları önceden bilmemiz veya haber vermemiz, O’nun bize verdiği ilim sayesindedir. Bu ilim ile öğünmek ve Allah Teâlâ’nın ilmine kafa tutmak en azından hafifliktir. Semi’ ve Basar : Allah Teâlâ’nın işitmesi ve görmesi demektir. Bunların zıdçlı olan Samem ve A’ma’dan Zülcelâl hazretleri mümteni’dir. Semi’ ve basan sıfatları, Kur’an-ı Kerîm’de bazan beraber, bazan da yalnız olarak kullanılmıştır. Pek ender olarak ilim veya ilimle aynı mânada olan (habîr) sıfatı ile beraber kullanılmıştır Meselâ :«Muhakkak ki O, kullarının her halinden haberdardır ve her halini görücüdür.»Hak Teâlâ’nın bu iki sıfatının sübûtunda, bazı âlimler akli delil beyan etmeğe lüzum gonmemişlerdir. Bunlara göre, Allah Teâlâ’ya Resülûne ve O’na indirilen Kitabullah’a inanan her insana, Hak Telâ’nın Semi’ ve Basîr olduğuna inanması da vacibtir. Bu husus naklî delil ile sabittir. (44) Allah Teâlâ, görülmek ve işitilmek şanından olan her şey’i görür ve işitir. Bunu Kur’an-ı Kerîm’deki :
«Allah, görücü ve işiticidir.» (45) âyet-i kerîmesinden anlıyoruzj.
Allah Teâlâ hazretlerinin görmesi ve işitmesi, yakınlık ve uzaklıkla, karanlık ve aydınlıkla, gizli âşikâr konuşmalarla alâkalı değildir. Çünkü, O’nun işitmesi ve görmesi mahlûkatta olduğu gibi göz ve kulakla veya maddî ve hissî vasıtalarla değildir. Zâtının kemâli muktezası görür ve duyar.
Görmek ve işitmek sıfatları gerek vâcip ve gerekse câiz her mevcuda taallûk eder. Bu itibarla Kur’an-ı Azîmüşşan’da çok kerre
«Muhakkak ki O (Allah) işltici ve görücüdür.» (46) buyurulmuştur.
Kelâm : Allah Teâlâ’nın muttasıf bulunduğu kemal sıfatlarından biri de Kelâm sıfatıdır* Kelâm, Allah Teâlâ’mn harflere, seslere ve aletlere ihtiyaç duymadan söylemesi demektir. Kelâm sıfatı Allah Teâlâ’nın ezelî ve ebedî olan sıfat-ı subûtiyyesindendir. Bu itibarla şân-ı İlâhîde vâcip, zıddı olan eb- kemiyyet = dilsizlikten mümteni’dir. Çünkü tekellümden âciz olması bir nakî- se olduğundan şân-ı bârîde caiz olamaz. Ezelî olan bu sıfat, ilim sıfatının te- allûk ettiği mümkün, vâcib, müstahil ve muhal olan şeylerin hepsine teallûk eder. Hiçbir şey bu sıfatın teallûkundan hariç kalmaz.
Kelâm sıfatı, gelmiş geçmiş bütün peygamberler tarafından tevatüren sabittir. Ayrıca Kur’an-ı Azîmüşşan’daki:«Allah, Mûsâ’ya hitabederek konuştu.» (47) âyet-i celîlesi buna delildir. Allah Teâlâ’nın konuşmasına ve kullarına İlâhî bilgilerden haberler vermesine, telkinler yapmasına Vahy ve ilham denir. Allah Teâlâ’nın sözlerinin tükenmesi yoktur. Bu husus Kehf sûresinin 109. âyet-i kerîmesinde hâssaten belirtilmiştir
Kelâm, nefsî ve lâfzî olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi, dilimizle sükût ettiğimiz halde kalben kendi kendimize bir şeyler söyleriz ki buna kelâm-ı nefsî denir. İkincisi, kalbimizdeki bu sözleri harfler ve sesler vasıtasiyle başkalarına naklederiz ki buna da kelâm-ı lâfzî denilir. Kelâmullah kelâm-ı nef- sî’dir. Harf ve seslerden, tertip ve teliften, lügat ile ittisaftan berîdir. Biz buna vahy deriz. Kur’an-ı Mübîn, kelâmullahtır. Bu itibarla ezelî ve ebedî dir. Kelâm-ı nefsî İlâhiyi anlamamıza vesile olan ve bizim tarafımızdan bir tertip üzere harflerle yazılan, konuşulan ve ezberlenen söz ve kelimeler mahlûktur.
Kelm-ı nefs-i ilâhî’yi değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bu hususu Kur’an-ı Azîmüşşan’da Cenâb-ı Hak:
«Rabbinin sözleri hak ve adalet üzere tamamlandı. Onları değiştirmeğe kimsenin gücü yetmez. İşiten, bilen O’dur.» (48) buyurarak bizlere açıkça bildirir.
Allah Teâlâ’nın mütekellim, Kur’an-ı Kerîm’in de kelâmullah olduğunda bütün Islâm bilginleri ve kelâmcıları müttefiktirler. Varlıklara dil veren ve onları türlü türlü konuşturan, maksat ve meramlarını birbirlerine gayet güzel ifade edecek kudret ihsan eden Zülcelâl hazretleri, meleklere, peygamberlere ve dilediği kullarına ve yarattıklarına sözlerini bu sıfat-ı ezelîsi ile bildirmiştir.
Kudret: Allah Teâlâ’nın kâinatla ilgili sıfatlarından biri de kudret sıfatıdır. Kudret, kuvvet ve güç mânasınadır. Istılahta ise, Allah Teâlâ’nın bütün mümkinatta te’sir ve tasarrufa kaadir olması demektir. Cenâb-ı Hakkın şâ- nında kudret sıfatı vâcip ve bunun zıddı olan acz sıfatı ise mümteni’dir.
Kudret sıfatının subutuna aklî delil olarak, güneşleriyle yıldızları ile, dağ ve ovalariyle, kara ve denizleriyle, ağaç, hayvan ve insanlariyle büyük bir nizam ve âhenk dahilinde yaratılan kâinatı gösterebiliriz. Tefekkür eden bir kimse kâinata bakarak Allah Teâlâ’nın nihayetsiz bir kudrete sahip olduğunu anlamakta güçlük çekmez. En âdi bir şey’i meydana getirmek bile bir kudreti icap ettireceği ve her eserin mükemmeliyeti nisbetinde bile bir kudreti icap ettireceği ve her eserin mükemmeliyeti nisbetinde müessirinin kudreti ve kemâlâtı anlaşılacağı şüphe götürmez bir hakikattir. Şu halde yaratılan kâinata bakarak Zülcelâl hazretlerinin kudretini anlamak, sahib-i iman için kâfidir.Allah Teâlâ’nın kudretinin kainatı ihata etmesi ve onu yaratması, her şey’e kaadir olduğunun delilidir. Kur’an-ı Kerîm’de bu hususta
«Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratıp onları yaratmaktan zerre kadar yorgunluğa uğramayan Allah, ölülere de can vermeğe kaadirdir. Evet, O her şey’e gerçekten kadirdir.» (49) buyuruluyor.
Cenb-ı Hakkın kudret sıfatı ile muttasıf olduğunu
Şüphesiz Allah, her şey’e hakkıyle kaadirdir.» (50) âyet-i kerîmesi bize bildirir. Buna göne, Allah Teâlâ’nın istediğini yaratması ve istediği kadar yarattıkları arttırması kudretinin her şey’e şâmil olduğunu ifade eder. Bunu Cenâb-ı Hak:«Allah her yaşayan mahlûku sudan yarattı. Bunların bir kısmı karnı üzerinde, bir kısmı iki ayak üzerinde ve bir kısmı da dört ayak üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah herşey’e hakkıyle kaadirdir.» (51) âyet-i kerîmesi ile açıkladıktan sonra:
Allah dilediği kadar yaratıkları arttırır.» (52) buyurmaktadır.
Allah Teâlâ kudret sıfatiyle insanların başlarına istediği her türlü felâ
ketleri getirmeğe, ellerinde olan nimetleri onlardan alnhağa ve ellerinde ol- mıyan nimetleri onlara vermeğe kaadirdir. Bu hususu Kur’an-ı Kerîm’inDe ki: Mülkün asıl sahibi sensin Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. İyilik yalnız senin elindedir. Sen her şey’e hakkıyle kaadirsin.» «Allah seni bir sıkıntıya uğratırsa onu O’ndan başka kaldıracak yoktur, O’nun sana hayrı dokunursa O zaten her şey’e hakkıyle kaadirdir.» (54) âyet-i kerîmeleri açıkça beyan eder. Allah Teâlâ’nın insanları öldürdükten sonra diriltmeğe kaadir olması, her şey’e kaadir olmasının bir delilidir. Bu itibarlaAllah’ın rahmet izlerine bir baksana, toprağa öldükten sonra nasıl taze can veriyor. Ölüleri de diriltecek O’dur. Her şey’e hakkıyle kaadir olan O’dur.» (55) buyuran Aliah Teâlâ, kudreti ile neleri yapabileceğini ve kudretinin her şey’i kapladığını, varlıklarla olan ilgisinin doğrudan doğruya olduğunu biz- lere bildiriyor.Bütün bu âyet-i kerîmeler gösteriyor ki, Cenâb-ı Allah’ın bitmek tükenmek bilmiyen, nihayetsiz bir kudreti vardır. Ve bu kudreti bütün mümkinâ
ta şâmildir. O’nun yetişemiyeceği, O’nun yapamıyacağı hiç bir şey yoktur. İrâde: Allah Teâlâ’nın kâinatla ilgili sıfatlarından biri olan irade sıfatı şan-ı bâride vâcib ve zıddı olan kerâhiyet ve icab mümteni’dir. İrâde, Allah Teâlâ’nın herhangi bir şey’in olmasını veya olmamasını, o- lacağı zamanı ve mekânı, olma şartlarını tayin ve tahsis ederek dilemesi demektir. Her şey O’nun dileğiyle olur. Dileği dışında hiç bir şey’in olmasına imkân yoktur.
Bu husus Kur’an-ı Kerîm’de açıkça belirtilir.
«Allah dilediğini yaratır. Bir şey’in olmasını isteyince ona ol der, o da oluverir.» (57) âyet-i kerîmesinde olduğu gibi… Burada emir kelimesi irâdenin tebliğ hâline konmuş şeklidir.Allah rahmetini dilediğine seçerek ihsan eder.» (58) âyet-i kerîmesinde meşiyyet kelimesi irade kelimesinin yedinde kullanılmıştır. Yine bu âyet-i kerîme bize, Allah Teâlâ’nın bir şey’i yapıp yapmamakta, dileyip dilememek- te muhtar olduğunu gösterir. Allah Teâlâ’nın irâdesi, hürriyet ve ihtiyar içinde cereyen eden. Bu cihetle Allah Teâlâ’ya fail-i muhtar denir. Bunun zıddı olan mecbur oluş, onun hakkında muhaldir. Herhangi bir şey’i yapmak veya yapmamak, kendisine zarurî bir mecburiyet şeklinde lâzım gelmez. İsterse yapar, dilemezse yapmaz. Bu hususta kimseye karşı sorumlu değildir. Kâinatta olan her şey, her olay Allah Teâlâ’nın dileği üzerine meydana gelir. Onun iradesi olmadıkça bir diken bile ele batmaz, bir kıl bile yerinden kopamaz. Bunun için Zülcelâl hazretleri: Siz Allah dilemedikçe bir şey dileyemezsinizPeygamber (S.A.V.) Efendimiz de bu husûsta bir hadîs-i şeriflerinde
Allah’ın dilediği oldu, dilemediği olmadı.» (60) buyurmuştur.
Allah Teâlâ’nın iki türlü dileği vardır:
1 — Tekvinî irâde, 2 — Teşriî ve tekvini irâde.
1 — Tekvinî irâde: Allah Teâlâ’nın bu irâdesi neye teallûk ederse ö olur. Yaratmak, yaşatmak, öldürmek ve nimet vermek gibi bütün fiiller tekvinî irâdeye tâbidir. Allah Teâlâ, yağmur yağdırmak dilediğinde; istediği zamanda ve istediği yere ne kadar dilemişse, dileğinin teallûk buyurduğu şart- .lar altında derhal yağar’. (61) Bu iradenin, mutlak olarak meydana gelmesi zaruridir;.
2 — Teşriî irâde: Yalnız hayra, iyiliğe ve sevaba teallûk eden bu irade, kötülüğe, günâha ve şerre teallûk etmez. Teşriî irâdede istenilen şey’in meydana gelmesi, kulun^dileğine bağlıdır. Burada yalnız Allah Teâlâ’nın rıza ve muhabbeti vardır. Kul, herhangi bir fiili hakkında irâdesini kullanıncaya kadar Hakkın iradesi teşriîliğini muhafaza eder. Kulun fiillerinin meydana gelmesi için mutlak surette tekvinî irâdeye ihtiyaç vardır. Kul, kat’î bir kararla irâdesini müsbet veya menfikullandığında o andan itibaren Allah Teâ- lâ’nın teşriî irâdesi, takvinî irâdeye döner ve kulun arzu ettiği fiil tecellî e- der. Bu itibarla kulun, olması veya olmaması taraflarından birini tutması cüz’î irâdesini kullanması demektir. Bir fiilin olması veya olmaması gibi müsbet veya menfi her iki tarafının eşit olarak kulun irâdesine tâbî olarak bekletilmesi haline veya bırakılmasına, küllî irâde denir. Küllî irâde Allah’- indir, iki taraftan birini tercih ve ihtiyar etmeğe de cüz’î irâde adı verilir, insanlar cüz’î irâdelerinden mes’uldürler. Çünkü, iki tarafını eşit olarak —birini kullanmak üzere— kulun ihtiyarına veren Allah Teâlâ, iki taraftan birin: tercih hususunda kulunu hür bırakıp kat’iyyen ona cebretmiyor.
Tekvinî irâdenin neticesinin meydana gelişi zarurîdir. Kâinat hâdiselerinde cereyan eden âhenk ve intizam kevnî kanunları meydana getirmiştir. Burada beşer iradesinin hiç bir te’siri yoktur.
Teşriî irâdenin teallûku ile şer’î kanunlar meydana gelmiştir ki bu, Allah Teâlâ’nın irâdesinin kulun irâdesine uyması şeklinde bir sünnet-i ilahiyye
yâni ilâhî kanun ile olur. Bu kanun ve hükümlerde beşer irâdesinin te’siri vardır. Yâni, Allah Teâlâ, şer’î emirleri yerine getirip getirmeme hususunda insana bir irâde ve ihtiyar vermiştir. Bir işin olması veya olmaması hususunu da kulun irâdesine uymak şeklinde ilâhî bir irâdeye bağlamıştır. Teşriî iradenin kulun irâde ve ihtiyarına bağlanması da yine ilâhî irâde ile olmuştur.
Tekvin: Tekvin, lügatte: Halk, icad, ihdas ve bir şey’i yoktan vâr etme mânasınadır. Istılahta ise: Allah Teâlâ’nın ilâhî iradesiyle bir şey’in meydana gelmesi veya olmasıdır. Tekvin sıfatının zıddı olan olduramamak, şân-ı bâ- rîde bir nakîse olacağından muhaldir ve kudret sıfatına aykırıdır. Her şey’in yoktan var olmasında ve var olan şey’in varlığında müessir olan Allah Teâlâ hazretleridir. Yaratma ve rızık verme, nimetlendirme ve azâb etme, diriltme ve öldürme gibi bütün ilâhî fiiller bu sıfat-ı* celileye dahildir.
Tekvin sıfatı, ilim, irâde ve kudret sıfatlarından başka bir sıfattır. Ce- nâb-ı Hakkın bilfiil yaratması olduğundan, irâdenin muktezâsına göre mümküne te’sir eder veya mümkünü icadeder. Bu itibarla Allah Teâlâ hazretleri bu kâinatın mükevvinidir. Çünkü yaratılanların bir yaratıcıya ihtiyacı olduğu aşikârdır. Bunu:
«Cenâb-ı Hakkın emri şudur ki, bir şey’i dileyince ona ol der, o da hemen oluverir.» (63) âyet-i kerîmesinden daha iyi anlarız.
Sırası gelmişken şunu da hemen söyieyelim ki, tabiat olayları, irâde ve tekvin sıfatlarının Cenâb-ı Hakk’ın ihtiyarına bağlı nizamiyle cereyan eder. Cenâb-ı Hak dilerse, bu nizamı yine irâde ve ihtiyarıyla bozar. Dileğine uygun bir şekilde tekvin sıfatiyle zıddını meydana getirin. Nizamın değişmesinde bu hikmeti ve gayeyi bizler anlıyamayız. (64)
Peygamberlerden zuhur eden mucizeler ve evliyadan zuhur eden kerâ
metler, hep Zülcelâl hazretlerinin tekvin sı’fatiyle vukua gelir. Bunların meydana gelmesinde Cenâb-ı Hakkın dileği kâfidir. Ehl-i Sünnet imamlarından olan imam-ı Eş’arî hazretleri, tekvin sıfatını, sıfat-ı ezeliyye olarak kabul etmediğinden subutî sıfatların sayısını yedi o- larak kabul ve izah eder.
Yukarıda kısaca izah etmeğe çalıştığımız Cenâb-ı Hakkın subûtî sıfatlarından hayy sıfatı ilâhiyyesi haricinde kalan İlim, irâde, Kudret, Tekvin, Semi7, Basar ve Kelâm sıfatlarının kendilerine has kâinata teallûkları vardır. Ce- nâb-ı Hak bu sıfatlardan birisiyle bir şey’i bir yöne tahsis eder, bir şey’i yaratır veya yaratmaz, bir şey’i meydana getirir veya yok eder.
Yalnız, irâde ve kudret sıfattan ancak aklen caiz olan şeylere teallûk e- der. Vâcip ve müstehile teallûk etmez;, irâde sıfatı teallûk ettiği şeylere tahsis, kudret sıfatı da te’sir ifade eder. ‘
Tekvin sıfatı, yalnız caiz olan şeylere teallûk eder. Bu hususta daima irâdenin teallûkatı ezeliyyesine mutabık bulunur. Cenâb-ı Hakkın kendisine ortak ve benzeri gibi bir şey’i yaratmasına teallûk etmez.
Semi’ ve Basar sıfatları, gerek vâcib ve gerekse caiz olan her mevcuda teallûk ederek onun inkişafına faideli olur. O, bizim görüp işitmekten âciz olduğumuz en küçük ve en gizli şeyleri görür ve işitir. Onun görüp işitmesi şartlara ve sebeplere bağlı değildir. O kendi kelâmını da işitir.
ilim ve Kelâfm sıfatları ise, hem vâcibe, hem câize ve hem de mümte- niata taallûk eder. Yani, ilim sıfatı ile Allah Teâlâ hazretleri vacibatı, yaratıkların fiil ve hareketleri gibi câizatı ve şeriki bâri gibi mümteni’yi veya müste- hili bilir. İlmi dışında hiç bir hâdise meydana gelmediği gibi değişmez ve yokolmaz da… Diğer taraftan Zülcelâl hazretleri dilediği emir ve nehiylerle diğer hükümleri meleklerine ve peygamberlerine Kelâm sıfatı ile bildirir.
İslâm dininde, Allah Teâlâ hazretlerine yukarıda zikri geçen sıfatların dışında «Yed, Vech ve istiva» gibi bazı sıfatlar da nisbet olunmuştur ki bu sıfatların Allah Teâlâ’da subûtuna itikad etmekle beraber mânalarını doğru o- larak iyice bilemiyoruz. Zâhirî mânalarına bakarak hüküm vermek muhalefet’ün lil-havâdis sıfat-ı celilesine aykırı olduğundan müstehildir. Bu itibarla :
«Azamet ve İkram sahibi olan Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.»
«Rahman Arş’s istilâ etmiştir.» (67) âyet-i kerîmeleri ile
«Kulların kalbleri Rahmanın parmaklarından iki parmağının arasındadır.» (68) Hadis-î şerifi müteşabihattan sayılır. Müteşâbih âyet ve hadislerin zahirî mânalarına bakarak hüküm vermek isabet cihetinden bizce zâiddir. Ancak bu gibi âyet ve hadislerin, mümâseletten hâli ve şân-ı barîye layık sahih bir mânaya murâd olunduklarına cezmen itikad etmek vâcib olur. ‘ i . Bu gibi sıfatlar hakkında, sahih mânanın ilm-i İlâhîye bırakılmasını tercih etmek yolunu tutmak selâmeti te’mine kâfidir.