ALLAH’A ŞÜKRETMEK

ALLAH’A ŞÜKRETMEK

İmâm-ı A’zam hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkar­dı. Bu hususta şöyle buyur­muştur:

“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şey­den korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâyauğrar- sa, gizli veya âşikâr; “Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi ol­maz. Bilâkis hastalığa, belâ­ya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulun­madığı bir yerde veya herke­sin yanında olsun, mutlaka Allahü. teâlânın onu kontrol ettiğine inanır.

Sayıları bilir misin?* Dehrî; “Evet.” deyince, İmâm-ı A’zam; “Birden önce hangi sayı vardır?“ dedi. Dehrî; “Birden Önce bir şey yoktur.” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam buyurdu ki: “Me- câzî olan bir. yâni bir sayısı sözün­den önce bir şey olmayınca, hakî­kî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?” Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: “Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yer­de bulunur?“ Ebû Hanîfe; “Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?” diye sordu. Dehrî; “Mumun ışığı her tarafta aynıdır.” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam; “Mecâzî olan bir nurun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerle­rin nûru olanın hâli nasıl olur?” buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

Dehrî yine dedi ki: “Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O’nun yeri neresidir?” İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe biraz süt getir­tip; “Bu sütte yağ var mıdır?” bu­yurdu. Dehrî; “Evet vardır.” dedi. Ebû Hanîfe; “Yağ bu sütün nere­sindedir?” diye sorunca, dehrî; “Hiçbir yerine mahsûs değildir?” dedi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri; “Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?” buyur­du. Dehrî yine cevap veremedi.

 

Dehrî son olarak; “Şimdi O ne iş yapmakla meşguldür?” diye sordu. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: “Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benirfı yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim.” dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; “Allahü teâlâ se­nin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâ­lâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O’nun işi budur.” buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi seki­zinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A’zam’a kendine soracağı sorula­rın sorulmasına tahammül ede­meyerek, söyleyecek söz bula­madı.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri, Hammâd bin Ebî Sü- leymân’ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dere­ceye ulaştı, daha ders aldığı sıra­larda fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben ilim ve fıkih ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya de­vâm ettim.” Hocası Hammâd’ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medi­ne’de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâ-

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*