İbrâhim Hakkı hazretleri

ge­lip, yerleşti.

İbrâhim Hakkı hazretleri, Ha- sankale’de evlendi, sonra İstan­bul’a gitti. Mahmûd Han ile gö­rüştü ve saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe yetiştirmek için Abdurrah- mân Gâzi Zâviyesine tâyin edile­rek Erzurum’a geldi. Talebe yetiş­tirmek için, uzun ve yorucu bir çalışmaya girdi. Hanımı Firdevs Hâtun’dan, İsmâil Fehim ve Ah- med Naîmî isminde iki oğlu dün­yâya geldi.

Sultan Üçüncü Mustafa Han za- mânında da Âbdurrahmân Gâzi zâviyesinin berâtı yenilendi. ’

İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtırala­ra bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının memle­keti olan Tillo’ya gitti. İsmâil, Fakî- rullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtûnla evlendi. Orada kaldı. Ta­lebe yetiştirmeye burada da de- vâm eden İbrahim Hakkı bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti.

İbrâhim Hakkı hazretleri, za­man zaman Tillo’da, “Cebel-i Ra’sil Kuvâ” ismindeki tepeye çı­kardı. Talebelerine de; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşa­caktır.” derdi. Bu tepeye bir mu- sallâ taşı yaptırdı. Her uğradığın­da oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çık­tı. Üçünün de ismi Mahmûd’du. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksi­niz. Fakat sâdece biriniz Ailahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâfoib olup; ” Memduh” lakabıyla isimlendirile­cektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp her­kesin hidâyete kavuşmasına vesi­le olacaktır.” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “Mübârek hocamızın müjde verdiği p kimse ben olsam.” diye temenni ettiler.

 

———–  ” . iki_: \ iandaU Hugo çje Vries gibi batılı

•ırfriet sonra içlerinden . V mjam\annç|an çok önce, can- Bir ?bfâhW Hak^’J?®ZSLaz \ W»r hakkında, en basitinden en a^rid[1].Ka^an Mahrnud a, B \ mükemrneh ojan insana kadar

Xa°’p rftüld® ver                 oi- \ düzgürr~birtek4mül bulunduğunu

önce paKatbu sırn, b n ^ 1 va2m\şt\r.,Bu..Hç>nuyu*e,e alırken,

rrmmSw’e wmseye ^ 1                                                                  ««testten wa

¿“buyurdu-                                          \ nc^feları, busÖgij^zeUikteri ve her

/a ıi9?) senesinde ^n\n h^du^eirını tesbit etmiş.

177 Vr^anna yaklaşan ‘t>ra- \ nepsınin ayn a_vn cinsler olduğu- ömrünun so j tnâmesiniy^a’o ■ ^ aynca belirtmiştir. O sâdece hım hksta\anması sebebiy* , bıyol0ii «mi ite değ»; fizikten kim- sk Sl indisi Kitap ya*™akJÇ’ V âya< matematik astronomiye bizzat ^ du Ancak yazdırm 1 ^ üevrınd%ki bütün ilimlerle uqraşam>yor°u 6nUÜnü bereket- i ^

sA-Bu sfefS                                                                                   ——w«

\endırmek » y            olaraK yardım et

oğuttanron^ end(Sİ söyleyip

roeierim            N^âyet 1781

oğulları        . bir Perşembe

°â’ı96‘,stS%»°’<iaMoas:

nünü vetat e . hazretlerin’0

&”*” FSÎÎ ola«k ^

““’”A?w»«‘Huâdi

j-v«- c/w*WjV *ii>V iJv^ ‘*’*’Tvis, ;. ,*’■ ¿‘-r-          ■>*** Cr/JM 1 ^ t#’* ** ** I

sr ‘u .¿.»r**” ^ * #»** ,-j^ $ f -i»1 *>j*

¿w,* î

(.¿t*’*.»#!”

,          ^-ı-‘y ‘ *<■*    -#

^ jtfLAS/f?                  ^            c#**-,

J* «-yi»                JL-} |

‘ *jtf ********* 1

defnedildi- u k cihane gejd» y, biimeye (târl(\ olarak du- suttânıiTi-

Şuru\du. ^                 öğrenmek, ö§’

yazmakla geçiren

. *                   >**J «4

sır hadîs, fıkıh 9′to na^’ mu.»…- _______________

»anında, akli ilimlerle de uğraş-                                                  ———– .. .

L canlılar hakkında çeşitli teo- ¡brâhim Hakkı Erzuro^ l –,J,ml. ,.ni,

riler ileri süren Fransız doktoru *ö«.J^^avvuf v6 fan ,erin, » Lemarck, İngUiz Ch. Darvin, Hol- tan Mâri»etnâme adi, ^rtn bir.ncj ^

Evliyâlar Ansikl0p«ctisî Oo-»

 

İbrâhim Hakkı hazretlerinin, kizi Hanife Hatuna nasihat olnran yazdığı bir şiir şoyledır

 

 

 

Gönüldendin dite vardır yol ey cgn, Uuıfiynt şovla. »¡Mı sfc bul et c®ı,

Ac súdeme hdm ile dol evcâr\ Güleç yu7>u g<,zar sözlü <H *> cfln

Nar aiMn-r vaktimle euâ er.

Hem ehlini’) tier aozün tut, devlete yet Ne mi Kim gfetenr» o* »la ut.

Sfcleç yulu, guıel sözlü o) ey cft>,

BüyugMe her Işta »peşveret kıl.

Kt akhı d own pismén olur bu .-Sftzün tut görme sen, Ur «I mûstal* Ûg«ç vuzlu, gureı sözlü ol .*> can

BQyn*.nd ır nur a’ a nıvSf et S»ın ‘âz «me hizmetli *ır3t n ” ŞteGn az et heıtffşe ketm-l rite et.

> ÖJHçç yüzlü, güzel s&tá ol ey cân

JMan nâmahreme, sen de ba’ld ol, Hemen ehlin satâsfyte sa’îcf ol,

Murâdın terk edip söz tut resîd ol. Güle-, yi./ : ¿J/1 • sûrtu rı LV Í Arı

Dılm hıfz eyle, gıybet etme ey yâr.

We yıkma bir gönül bir sözle zınhâr.

Sen etme sırr-ı nâsı nâsa izhâr,

Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân

S#», sözlerle tatyib-ı kulûb et,

S8kût-u samt ile setr-ı uyûb et,

uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazî­nesi olan Mârifetnâme’sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Me- vâlîdi, yâni canlı cansız bütün varlıklann yaradılış sırrını bilmek

Yeterse Kudretm keşfi Kürüb et,

Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.

Kula hJzrpetdır Allaıı’a ibâdet,

Ktisürun afvdır hakta nâyet,

Hudâ’nın lötfudur sabr u Kanâat, Güleç yuzfû, güzel sözlü ol ey cân.

Sem Allah lütfundan yaratmış.

Sana tütfuyla Cennette yer etmiş. Dahi dünyâda hafta server etmiş. Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân

ıjuzeı Allah seı deıı >V slsun Güleç yüzün gerenler zevki bulsun. Sözünden her gönül lezzetle dolsun. Güleç yözlü, güzel sözlü crt ey cân

Gflp Allah’ı «eyersin bil lu ol hem.

Sem sevmiştir e$ cân senden erham. Sen ey mahbüiM Hak ol 5âd u hurrem, Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey çân.

Sakın bir kimseyi incitme, sövme.

Ve sen bir kimseden incinme, dövme Dahî sen kendini sohbetde övme, Güleç yüzlü, güzel sozlu ol ey cân

Harfte Hamının aÇKi Hakkı,

Der ey kızım hemen Kur’ânı oku, Senmle Mehil hdrMkleHakN1!,-

Güleç yu/lü. gü^el sözlü ol ey cân

ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir,

Hayâtında hiçbir zaman oku­mayı ve okutmayı elden bırakma­yan İbrâhim Hakkı hazretleri, ide­

 

al insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne hu- sûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gö- nüle, eserlerinde büyük yer ver­miştir. Gönül, sevgilinin mekânı­dır. Aşk sâyesinde bu sevgi var­dır. Bu yollarda hikmet (fen ve sa­nat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sır­rını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâ­him Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka nzâ gösteren bir velî­dir. Eserlerinin ismine ve mahlası­na bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme’ dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi İlâhîdir. Mârifet- nâme ise ârifîn kitabı demektir.

İbrâhim Hakkı ömrünün son­larına doğru, eserlerinin dille değil gönülle okunmasını istemiştir. İb­râhim Hakkı hazretleri, açık fikirli, neşeli bir,ârifti. Bilhassa bu hu­suslar, yakın dostu Şâir Hâzık’la olan yârenliklerinde ve kendi ha­nımlarına yazdığı mektuplarında görülmektedir. Bir de annesinin ismini koyduğu kızı Hanîfe’ye söylediği manzum öğüdünde bunlara yer vermiştir. Kızına:

“Güleç yüzlü, .güzel sözlü ol ey cân”

derken, mutlaka kendi tecrübeleri­ni ve hâllerini de aktarmaktadır

O     hâtıralara çok bağlıydı. He­men her hâdisenin târihini düşü­rürdü. Bunu daha çok yakınları için yapmıştır. 1759 (H.1172) yılın­da oğlu Osman Nedim’in ölümü için:

Hasretiyle ağladı halk-ı cihân,

Geldi târih gitti vây Osmân cüvân.

Hanımlarından Züleyhâ Hâ- tun’un vefâtı için de:

Duâ eyle Hakkî ana şöyle târih,

Di firdevs-i a’lâyı bula Züleyhâ.

târihlerini düşürdü.

‘ İbrâhim Hakkı hazretleri için şiir, bir vâsıtadır. Ona göre şiir Hakk’ı anlatmalıdır. Edebi bildir­melidir. Hakk’ı anlatmak için, ka­lemin âşıkın elinde olması gerekir. Ancak o zaman Hak âşığı, Hakk’ı anlatacaktır. Şiirde sevgiliye (Alla- hü teâlâya) yer verilince, o kıymet kazanır. Sevgiliden bahs$j:meyen şiirde güzellik aramak boşunadır. Şiir böyle olunca hikmettir.

Şiirleri, Divân’ında ve yer yer Mârifetnâme’sinde yer almakta­dır. Mârifetnâme’deki şiirlerin pek çoğu dîvânından alınmıştır. Yalnız bu eserde yer alan ve mev- zülan toplayarak anlattığı şiirler, öğretmek içindir ve bir bakıma iş­lediği konulann özeti durumunda­dır. O, bu şiirlerinde hep Hakkî mahlasını kullanmış ve hep ken­disine öğütlerde bulunmuştur. Şi­irlerinin büyük bir kısmını Türkçe ile yazmıştır. Ayrıca Arapça ve Farsça ile yazdığı şiirleri de vardır. Daha çok bu şiirlerde; Hakkî ya­nında Ferdî mahlasını da kullan­mış olmasına rağmen, en fazla Fakîrî mahlasına yer vermiştir. İb- râhim Hakkı’nın bu mahlası kul­lanması hocasına olan bağlılığının tezâhürüdür. Bir de insanın aczini bu kelimede görmüştür.

İsmâil Fakîrullah hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pek- çok sözler söylemiş, ondan ifti- hârla bahsetmiştir. Bunlardan bâ- zılan aşağıdadır:

“Molla İbrâhim! Ben babam­dan, o da dedemden bütün ilim­leri okutmaya mezûnuz. Mesâ- bih’in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsiri ve din ilimlerini öğretmekte seni me’zûn kıldım.”

“Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bu­lur. Çünkü o kuluna yakındır ve onun ladır.”

“Molla! Ben Fakîrullah’ım. Al- lahü teâlânın sevdiğini severim.”

 

 

 

 

Urâhım Hakkı hazretleri dıınyâya bağlanmanın kotulugunu bir j sohbetinde şöyle anlattı:

Dunva zıll-ı Tâlidir. Ona güvenen nâdırndu. O seninle kalsa d«.ı, sen onunla kalamazsın. Dünyadan çıkmadan once, kalbinden diınvâ sevgisini çıkar. Dünya lezzetlerine aldanmayan Cennet ni­metlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ ha­raptır. Şerbetleri seraptır. Nimetleri zehirli, safâları kederlidir. Be­denleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Ka­çanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimet­leri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve sefâ bulunmaz. Fânî olanı ver ki, bâkı olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün ol­masına şaşılır. Şakiler dünyâya sarılır. Saîdlef bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul! Nefsin arzularını terk eden pâk olur, etütlerden selâmet bulur. AllahifTteâlânın razı ol­madığını terk eclf*ne Alldhu teâlâ ondan iyisini ıhsân eder. Dünyâ­yı anlaya’ı, onun sıhıntJİarıncan üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Oncıan sahnan, nefsim tanır. Nefsini tanıyan, Rabbinı bu­lur. Mi-vi;ibin«ı hizmet edene. dünyâ hizmetçi o|ur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kdçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dün­yâ, aşıklarına mihnet yeridir Lezzetlerine aldanmayanlara, nîmet yendir. İbadet edenlere kaziinç yeridir. İbret alanlara hikmet yeri-

 

“Molla! Gökler ve yerler yara­tılmalıdan beri sen bizim sevgili-

mızsın.” ………………….

“Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda mu­habbetimiz içinsin.”

“Molla! Sen bizim çocuğu- muzsun. Sen benim yanımda Ab- dülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin.“ “Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür. ”

“Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanım- dasın. Seni denize atsam, Aılahu teâlâ tekrar seni bana verir.”

“Molla! Burada biz seni terbi­ye ederiz. Allahü teâlâ seninledir.

O,  senin yardımcındır. O seni ko­rur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin.”

“Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi

 

 

 

dır Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nısbetto, Cennet gibidir Ahırete nısbetle çöplük gibidir.

Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölüm­dün sonra faydası olanlar, dünyadan değil âhıretten sayılırlar. Çunku. dünyâ âhıret Iç’tn tarladır. Ahırete yaramayandunyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubahların fazlası böyledır. Dün­yada olanlar dinimize uygun kullar.ılırsa. ahırete faydalı olu*ar. Honı dünyâ lezzetine, hem de âhıret nîmetlenne kavuşulur. Mal iyi de değildir, kotu de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O halde mel’un o!an, kutu olan dünyâ. Allahü teâlânın râzı oTmadıgı, ahır eti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbi- m unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayva­nının susu ile, palanı ile. otu ile uğraşıp, arkadaşlanndan geri ka­lan vok.uya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olojğunu unutup, dünya zînetlenne aldanır, âhıret hazır­lığı vapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhırete hazırlanmaca mânı olur. Çiınkü, kalb onu düşünmekte, Allah ı unu­tur. Beden, onj elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dün­ya ile ahıret, doğu İle batı gibidir kı, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur B<‘ kimse ibadetim yapmaz ve geçiminde, kazancında. Allahu teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya duşkun olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbını bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.

 

.¿¿t • ‘ ;->i m «A*’*** T * ‘-•!1                                       ■’■.»-/«.v i               *£■»’./ “‘&’

~ ¥&}*&* . -•*Vfe**İ3”3} Î^V&/*frA->5. .r*.-. rit’J’» V**^ VifjşAt*!>“>>* “*^W*>> t ^ro , 5                    »V;

t up * Sfrıft’b           m*f*j

\^4*/w&¥p&i#

 

İbrâhim Hakkı Erzurâmfnin vasiyetnâmeti- nhı baş tarafı.

VasiyetnAme,

SüleymAniye Kütüphanesi Hacı Mahmûd Kısmı 2740/4 numarada Kayıttı eserin 4 ila 11. sayfaianndâdır.

için yalvardım ve duâ ettim. Alla- hü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim.”

Bir gün sohbetinde talebele­rine şöyle buyurdu:

“Ey Müminler! İnsan kendi vücûduna dikkatle baksa, yaratı­cısının zâtını öğrenir. Ârif-i billah (Allah’ı bilen) olur. Çünkü bir in­san düşünüp, vücûdundan eser yokken, bedenine ve yaradılışına dikkatle baksa, evvelinde iki damla mâyi idi. Ne kemiği, ne eti, ne damarları, ne de kanı vardı. Ne rûhu, ne aklı ve ne iz’ânı vardı. Fakat sonradan, içi ve dışı hârika­larla dolu, nice akıl şaşırtıcı or­ganlar ve gönül sevici güzel ahlâk ile bezenmiş olan bu- vücûd ve rûhun bir yaratıcısı olduğunu id­râk eder. Bu yaratıcı, kâinâtın bü­tün zerrelerine hâkim olur, onlara dilediği gibi tesir eder. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Her vücûd, her organ ve her cüz, hep,

»r&

, -fui>»>-f’’-&4-j¥İ-*fj^’i^*,4- %> ‘fyt-ig

_. (*- j ¿A-j ^i”5“ ”’“’i>1 u-> ’

.»^İ»           •A$jJ>i-i’>s ‘i*r?’/’ r”

^Aıiui» </>•> -‘Sı-*s *’*?”

*£J\>t} !>

onun kudret, hikmet ve rahmetine gömülür. İnsan, bedeninin mü­kemmeliyetine ve organlarının ya­pı inceliğine, işleyişine ve fayda- lanna dikkatle bakınca yaratıcısı­nın kudretini, büyüklüğünü daha iyi anlar ve O’na, o derece sev­giyle bağlanır ve bilir ki; bütün bu ince yapılı makina, duyu organları ve kuvvetleriyle, ilim ve tekniğiyle cenâb-ı Hakkın lütuf, inâyet ve rahmetinin eseridir.”

İbrâhim Hakkı hazretlerinin yazmış olduğu eserler şunlardır:

1) Tecvîd kitabı, 2) Tertîb-ül- Ulûm, 3) Dîvân (İlâhînâme), 4) Mârifetnâme, 5) Irfâniyye, 6) İn- sâniyye, 7) Mecmû’at-ül-Me’â- nî, 8) Lüb-ül-Ulûm, 9) Vuslâtnâ- me, 10) Türkçe-Arapça-Farsça sözlük, 11) Seâdetnâme, 12) Vaslnâme, 13) Şükürnâme, 14) Mesârık-ui-Yuh, 15) Sefîne-i Nûh, 16) Kenz-ül-Fütûh, 17) De- fînet-ür-Rûh, 18) Rûh-uş-Şürûh,
19) Ütfet-ül-Enâm, 20) Mahzen- ül-Esrâr, 21) Tuhfet-ül-Kirâm, 22) Nuhbet-ül-Kelâm, 23) Ur- vet-ül-İslâm, 24) Hey’et-ül-İs- lâm, 25) Mi’yâr-ül-Evkât.

İbrâhim Hakkı hazretlerinin “Tefvîznâme” adlı şiiri şöyledir:

“Hak, şerieri hayr eyler,. Zannetme ki gayr eyler,

Ârif ânı seyr eyler,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler­sen Hakk’a tevekkül kıl Tefvîz et ve râhat bul,

Sabr eyle ve râzı ol,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

.Kalbin ana bend eyle, Tedbîrini terk eyle,

Takdirini derk eyle,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Hallâk u Rahîm oldur,

Rezzâk u Kerîm oldur,

Fa’âl ü Hakîm oldur,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Bil kâdî-yi’l hâcâtı,

Kıl ana münâcâtı,

Terk eyle mürâdâtı,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Bir iş üstüne düşme,

Olduysa inâd etme, Haktandır o, red etme,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Haktandır bütün İşler, Boştur gam u teşvişler

Ol, hikmetini İşler, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Hep işleri fâyıktır, Birbirine lâyıktır, N’eylerse, muvâfıktır, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Dilden gamı dûr eyle, Rabbinle huzûr eyle, Tefvîz-i umûr eyle, Mevlâ görelim n’eyJer, N’eylerse, güzel eyler…

İbrahim Hakkı Erzurûmrmn talebelerine yazdığı mektuplardan bW, Mektup, Söleymâniye Kütüphâneel Hmi Mahmûd Kısmı 2740 numarada kayıttı \ mecmuanın başındadır.

 

:Sew,ad|ı zulum sanma,

; Teslim oJnârayşnma, Sabr et, sakın usanma, Meviâ görelim, n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Deme şu niçin şöyle,

Bir nicedir ol öyle,

Bak sonuna, sabr eyle, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler..;

Hiç kimseye hor bakma,. İncitme, gönül yıkma, Sen nefsirle yan çıkma, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Mü’min işi, reng olmaz, Âkil huyu ceng olmaz, Ârif dili teng olmaz, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Hoş sabr-ı cemîlimdir, Takdiri kefîlimdir,

Allah ki vekîlimdir,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Her dilde O’nun adı,

Her canda O’nun yâdı, Her kuladır imdâdı, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Nâçâr kalacak yerde, Nagâh açar, ol perde, Derman eder ol derde, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Her kuluna her ânda, Geh kahr u geh ihsânda, •* Her anda, o bir şânda,

Mevlâ görelim n’eyler, • • N’eylerse, güzel eyler…

Geh mu’tîü geh mânî’, Geh darr ü gehi nâfî’, Geh hâfıd ü geh râff’ Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Geh abdin eder ârif,

Geh emîn ü geh hâif, Her kalbi odur sârif, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Geh kalbini boş eyler, Geh hulkunu hoş eyler, Geh aşkına tûş eyler, Meviâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Az ye, az uyu, az iç,

Ten mezbelesinden geç, Dil gülşenine gel göç, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Bu nâs ile yorulma, Nefsinle dahi kalma, Kalbinden ırak olma, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Geçmişle geri kalma, Müstakbele hem dalma, Hâl ile dahî olma,

Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Her dem onu zikreyle, Zeyrekliği koy şöyle, Hayrân-ı Hak ol, söyle, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

 

Gel hayrete dal bir yol, Kendin unut O’nu bul, Koy gafleti hâzır ol, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güze) eyler…

Her sözde nasihat var, Her nesnede ziynet var, Her işte ganimet var, Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Bil elsine-i halkı, Aklâm-ı Hak ey Hakki öğren edeb ü hulku Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler…

Vallahi güzel etmiş, Billahi güzel etmiş, Tallahi güzel etmiş, Allah görelim n’etmiş, Netmişse güzel etmiş…

1)   Mu’cem-ül-Müeliifîn; c.i, s.57

2)   Esmâ-ül-MüelliRn; c.1, s.39, 40

3)   Sefînet-ül-Eyliyâ; c.2, s.148

4)    Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1094

5)   Mârifetnâme

6)   Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.43

7)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.362

İBRÂHİM-İ HAVVÂS; Evliyanın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin İsmâil el-Havvâs, künyesi Ebû İs- hak ‘tır. Cüneyd-i Bağdâdî hazret­lerinin talebelerinden olup, Et?û Câfer Huldî ve Sürvân-i Kebir’in hocasıdır. Yüksek makam ve ke- râmetler sâhibiydi. Bağdâtlıdır. 903 (H.291) yılında Rey Câmiinde vefât etti. Gasl ve tekfinini Yûsuf bin el-Hüseyin yaptı. Havvâs, hurma yaprağından zenbil örücü demektir. Herkes tarafından med- hedilmiş, kendisine tevekkül edenlerin reisi denilmiştir. Konuş­maları hep hikmet doluydu. Se­ferleri meşhurdur. Defâlarca Mek­ke’ye gitti. Sefere çıkacağı zaman ve başka zamanlannda, iğne, ip­lik, makas ve su kabını yanından eksik etmezdi.

Çağırılan bütün dâvetlere sünnet olduğu için gider. Fakat bir, şey yemezdi. İnsanlara nasi­hat ederdi. Dâvetten sonra he­men evine dönerdi. Evinde yene­cek bir şey bulunmaz, bu sebeple ne yiyip, ne içtiği bilinmezdi.

Talebelerinden biri anlatır: İb- râhim-i Havvâs hazretleri ile yola çıkmıştık. Yola çıkarken buyurdu ki: “Yol boyunca ikimizden birinin reis olması lâzımdır. Yollardaki iş­lerin idâresi onun elinde olacak.” Ben de, “Reis, siz olun efendim.” dedim. Hocam “Reis otursam, benim sözlerime itiraz etmeye­ceksin.” buyurduğunda, “Peki efendim.” dedim.

Yolumuza devâm ettik. Yolda bir konağa gelince “Otur!” buyur­du. Kuyudan su çekti, bana ikrâm etti. Odun getirdi, ateş yaktı. Ne zaman bir iş yapacak olduysam müsâde etmedi. “Mâdem ki reis benim, benim dediğim olacak.” buyurdu. Yolda şiddetli bir yağ­mura tutulduk, paltosunu çıkanp, sabaha kadar ayakta üstüme tut- tu. Çok ¿ikiliyordum. Sabah olun-

 

KAVSKKIN KIZI

lbfâhmw Havvâs hazretleri anlatır Bir sene) hacca gıt- niyet ederek yola çıktım. Ne zaman Kâbe-ı şerif tarafı- ‘fllifftmek ıstedımse, gayrı ihtiyari ters istikâmete doğru gı diyordum. Alıahû teâlânın irâdesi beni bu tarafa çekiyordu.

En sonunda’İstanbul tarafına gitmeye Karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gordum Kapısı ününde. bır kısım in­sanlar toplanmıştı. Yaklaşarak: “Niçin toplandınız?” diye sordum. Onlar na, “Rum Kayserinin fcızı delirmiş, çâre bul­mak için doktorlarını topladı.” dediler.

Bunda hir hikmet olsa gerektir deyip içeri girdim. Odada , Kayser’in krzını gördüm. Bana bakarak ’Ey Ibrâhim-i Havvâs!          j Hoş geldiniz.” dedi. Ben, hayret ederek, “Beni nereden tanı | yorsunuz?” diye yorunca bana: “Cânımı canana teslim et-             i mek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kutunu yanımda bu­lundurmasını nıyâz ettim, llzûlme. yarın Ibrâhım-ı Havvâs         I dostum sana gönderilir buyruldu.” dedi. Bunun üzenne Ibrâ- j hırın Havvâs hazretleri, “Peki hastalığınız nedir?” diye sor­duğumda kız; “Bir gece dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzü­ne baktım. Allahü teâlâ hazretleri, beni benden aldı. Ken­dimden geçtim. “La ılâhe illallah Muhammediın resûlullah”             ! kelimesi dilime, mânası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden ı düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik, bana da deli.         1 dediler.* diye cevap verdi. O zaman ben: “Bizim dıvâra gel- ı mek ıstor misin?” deyince, o da: “Sızın diyarda ne vardır?” dedi. “Mekke. Medine, Beytulmukaddes oradadır.” diye ce-              1 vap verince. “Sag tarafına bak.” dedi. Baktım, bir düzlükte | MeKkç, Medine ve Beytulmukaddes karşımda duruyor gör              ‘ dun». Az sonra bana: “Vakit yaklaştı. ısteu ve arzu haddi aş- I tı.’.dedı ve Kelıme-i şehâdet getirip ruhunüTöStlm effl.

 

 

 

.V., . «vynv ıvıw VVîll V/MOCAy VIII 11.

dedim. Yolumuza devam edip, hacca gittik. Hacdan sonra bana: “Evlâdım, reis olduğun zaman sa­na yaptığım gibi yaparsın. Reis, başkalarına hizmet ettiren değil, onlara hizmet eden, onların dün­yâ ve âhiret saâdeti için çalışan kimsedir. Reis, başkalarından ge­len sıkıntılara severek katlanan in­sandır.”

 

İbrâhim-i Havvâs hazretleri bir gün Bağdât’ta sâlihlerden bir kaç kişiyle birlikte, bir yerde otu­ruyordu. G esnada yanlarına bir genç geldi: İbrâhim-i Havvâs haz­retleri arkadaşlarına buyurdu ki: “Bu gencin yahûdî olduğunu zan­nediyorum.” Arkadaşları, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip oradakilere sordu: “Bu zât benim için neler söyledi?” Onlar da; “Senin yahûdî olduğunu söyledi.” dediler. Genç, hemen İbrâhim-i Havvâs’ hazretlerinin ellerine san- lıp, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. İbrâhim-i Havvâs hazretleri müslüman olmasının sebebini sordu. Genç; “Efendim, biz kitabımızda şöyle okuduk ki: Sıddîk, yâni hakîkî bir müslüma- nın firâsetinde yanlışlık olmaz. Kendi kendime müslümanları lm- tihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasında sıddîk olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; “Biz Allahü teâlâdan başka her şeyi kalbimizden çıkarınz.” diyor­lar. İşte bu düşünce ile sizin yanı­nıza geldiğimde, benim yahûdî olduğumu hemen anladınız. Bu­radan sizin sıddîk olduğunuzu an­ladım. Bunun için müslüman ol­dum.” dedi.

“îmânın hakîkatı nedir?” diye soran birisine; “Bu sorunuzun ce­vâbı laf ile değil, yaşayarak, göre­rek verilir. Şimdi ben Mekke-i mü- kerremeye gidiyorum. Eğer be­nimle gelirsen, yolculukta sordu­ğunun cevâbını alırsın.” buyurdu.

O  zât diyor ki: İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin teklifini kabûl ettim.

Yola çıktık. Yolculuğumuzun her gününde, iki tabak yemek ile iki bardak su gâibden zuhûr ediyor­du. Yiyeceklerin yarısını bana ve­riyor, diğerini de kendisi için ayırı­yordu. Bir gün çölün ortasında ata binmiş yaşlı bir zât yanımıza geldi. İbrâhim-i Havvâs hazretle­riyle bir miktar konuştular. Sonra atına binerek yanından uzaklaştı. “Efendim, bu gelen ihtiyar kim­di?“ dedim. “Yolculuğumuzun başlangıcında bana sorduğunu­zun cevâbıdır.” buyurdu. Ben “Anlayamadım efendim.” deyin­ce, o da; “Bu gelen zât, Hızır aleyhisselâmdı. Seninle berâber yolculuk yapalım diye teklif etti. Allahü teâlâdan başkasına gü­venmek, Jtimâd etmek gibi bir hâl olur, tevekkülüm bozulur diye korktuğum için, teklifini kabûl et­medim. İşte sorduğunuz îmânın hakîkatı, Allahü teâlââşn başkası­na güvenmemektir.” buyurdu.

v İbrâhim-i Havvâs hazretleri, nehrin kenarında hurmalıkların ol­duğu bir yerde oturup, hurma lif­lerinden zenbil örüp, gayri ihtiyârî elinde olmadığı halde nehre atı­yordu. Bu hâl dört gün devam et­ti. Sonunda bu işin hikmeti nedir? Ben niçin böyle yaptım? diyerek nehrin akıntısına doğru.yürümeye başladı. Derken nehrin kenarında oturup, ağlayan yaşlı bir kadına rastladı. Kadına “Vâlide, niçin ağ­lıyorsunuz?” diye sorunca, kadın; “Evlâdım! Beş yetim çocuğum var. Onlara yedirecek hiçbir şeyi­miz kalmadı. Dört gündür bu ne­hirden, yapılmış zenbiller akarak geliyordu. Bunları alıp satıyor ge­çimimizi sağlıyorduk. Bugün gel­medi.” diye cevap verdi.-Bunları işiten İbrâhımi-i Havvâs hikmetini anladı ve kadına; “Şimdi seh müsterih ol. Evinizi bana gösteri­niz, geçiminizi ben halledece­ğim.” buyurdu.

Hamîd-i Esved hazretleri an­latır: İbrâhim-i Havvâs hazretleri ile berâber yedi gün yolculuk yaptım. Yedi gün zarfında hiçbir

K VRDKŞIN HIZIR’IN SF.l.ÂMI…

IbrâhnrH Havvâs hazret lerı, Medîtıe >o PeygdniDür efendimizin Kabr-ı şeıftın. zi­yarete gidiyordu. Çölde hay­vanlar susamışlar, olıne de­recesine gelmişlerdi. Yanın­da bulunan bir kayaya eli ile vurdu ve Allahü teâlânın ih­sanıyla oradan su fışkırdı. Bütün hayvanlar oraya gelip ^ su içtiler. Yanına bir zât gelip

■   sordu: “Nereye gidiyorsun?”

■  İbrâhim-ı Havvâs 4a, “Resû- lullah efendimizin kabrini zi­yaret etmeye.” dedi. Gelen

,                  kimse; “Bizden de selâm

■   söyler misiniz?” deyince, İb- ! râhim Havvâs, “Olur, ama ki- :    m in selâmı var diyeceğim?”

| dedi. 0 gelen de. “Kardeşin ^ Hızır’ın selâmı var dersiniz.”

şey yiyip içmedim. Sonra yürüye­cek tâkatim kalmadı. Durumu­mun farkına vararak buyurdu ki: “Evlâdım! Sana ne oldu?” Ben de; “Efendim! Yürüyecek hâlim kalmadı.“ dedim. O; “Acıktın mı, susadın mı?” diye sordu. “Susa­dım.” dedim. Bu sözüm üzerine, “Şu nehirden su iç de gel.” dedi. Hemen nehre vardım. Suyundan içip, abdest aldım. Hayâtımda bu kadar tatlı ve soğuk su içmemiş­tim. Kendisi hiç gelip içmedi. Da­ha sonra arkama dönüp baktı­ğımda, su içtiğim yerin kupkuru bir ova olduğunu gördüm. Orta­lıkta nehir falan yoktu. ‘ ‘—*

İbrâhim-i Havvâs hazretleri bir dağda ibâdet ediyordu. Bir gece yarısı dereye abdest atmaya indi. 0 sırada bir arslan karşısına çıktı. Arslan acılar içinde kıvranr- yordu. Boynunu büktü, ayağını gösterdi. Ayağına taş batmış ve iltihaplanprMştı. İbrâhim-i Havvâs hazretleri çakısını çıkardı, arslanın ayağını yararak yarayı temizleyip, iyice sardı. Arslan fasîh bir lisân ile teşekkür etti.

Mimşâd-i Dîneverî şöyle an­latıyor: “Bir gece geç vakitte dı­şarı çıktım. Bir tepeye vardım. Şiddetli soğuk vardı ve çok kar yağıyordu. Baktım ki, İbrâhim-i Havvâs hazretleri orada oturuyor. Üzerinde sadece bir gömlek var­dı. Etrafına düşen karlar hemen eriyordu ve bulunduğu yer, gâyet kuruydu. Benimle müsâfeha etti, ellerinin sıcaklığı ile benim ellerim terledi. Biraz sohbet edip ayrıl­dık.”

Ibrâhim-i Havvâs talebelerin­den Ebû Haşan isminde birine “Bir yere gideceğim. Sen de gelir misin?” dedi. Talebe; “Peki efen­dim, izin verirseniz evden ayak­kabılarımı giyip geleyim.” deyip eve gitti. Eve vardığında “kayga­na” isimli yemeğin hazırlanmış ol­duğunu gördü. Ondan bir miktâr yedi. Sonra hocasının yanına gel­di. Beraberce yola çıktılar. Bir ne­hirden geçmeleri icâb etti. İbrâ­him-i Havvâs nehir üzerinde yürü­meye başladı. Peşinden talebesi de yürümek istedi ise de, suya battı. Bunun üzerine hocası geri dönüp “Ne oluyor. Yoksa, kayga­na ayağına mı dolaştı?” buyurun­ca, o talebe hemen hocasının su

k.

üstünde yürümesine, hem de kendisinin o yemeği yediğini an­lamasına hayret etti.

■    Vefâtından önce; hastalandı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok faz­la kirleniyordu. Temiz olarak öl­mek istiyordu. Bunun için her ab- desti bozulduğunda gusül abdes- ti alıyor, iki rekat namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün aitmiş defâ gusül abdesti al­dı. En sonunda gusül yaparken vefât etti. Vefâtından sonra onu rüyâda görenler; Allahü teâlâ sa­na nasıl muâmele eyledi dediler.

O  da; “Yaptığım ibâdetler ve gös­terdiğim tevekkül, bana verilen nimetlere karşı yetmedi. Ancak dünyâdan göçeceğim sıralarda

 

ALLAHÜ TEÂLÂ BİLDİRİYOR

Kendisi anlatır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar buldu­ğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varın­ca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; “Bu halden kur­tulmak ister misin?” dedim. “Hayır.” dedi. Ben hayretle “Ni­çin?” dedim. “Sağ sâlim olmak nefsimin arzusudur. Bu hal­de olmam İse Rabbirhin muradıdır. O’nun murâdının aksi bir şeyi O’ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı ol­mak, elbette benim için hayırlıdır.” dedi. “Müsâade et de hiç olmazsa arılan senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veri­yorlar.” dedim. “Ohlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim, daha boş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkıntıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendin­den uzaklaştırmaya bak.” dedi. “Bütün bunlar», nereden bili­yorsun?” dedim. “Allahü teâlâ bildiriyor.” dedi. Sonra izin is­teyip yoluma devâm ettim.

 

 

 

gusül abdesti alarak temizlen­mem, Allahü teâlânın katında makbûle geçmiş. Bu temizlik se­bebiyle Cennet’te en yüksek ma­kamlara çıkardılar ve şöyle bir ses; “Ey İbrâhim! Sana yapılan bu • ikrâım, huzûrumuza temiz olarak geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler, makamlar vardır.” diyordu.

İbrâhim-i Havvâs buyurdu ki:

“Esas âlim, ilmi ile amel edendir.”

“Kalbin ilâcı beştir: Kur’ân-ı kerîm okumak ve Kur’ân-ı kertme

bakmak, mîdeyi boş tutmak, ge­ce kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve iyi­lerle berâber bulunmaktır.”

“Bir müslüman, Allahü teâlâ- nın emir ve yasaklanna ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa, Alla­hü teâlâ da pnu o derece azîz eder. Diğer müslümanların kalbi­ne de onun sevgisini verir.”

“Sâdık kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken ve­ya nâfile bir ibâdetle meşgûl olur­ken görürsün. Bunun dışında başka bir halde görmezsin.”

 

“İlmin tamamı iki şeyden ibâ- rettir: 1) Allahü teâönın, ezelde, senin için takdir ettiği rızık için endişe etme. 2) Allahü teâlânın

emir ve yasaklarına riâyet eyle.“

•t

“Başkasına el açacak duru­ma düşmek, müslümana yakış­maz.”

“Bir kimse, baş olma sevdâ- sına kapılırsa, artık ibâdetten, ih- lâstan sıyrıldı demektir.”

“İyi insanların, bütün varlığı ile bağlı olduğu murâdı, maksa­dı, Allahü teâlâ olmalıdır. Doğ­ru, sâdık, kimselerle arkadaş olmalıdır. Açlık, iyi insanın gıdâ- sı, ibâdet rûhunun süsüdür.”

1)  Tabakât-us-Sûfiyye; s.284

2)   Hilyet-ül-Evliyâ; c. 1,s.325

3)  Tezkİret-üi-Evliyâ; s.394

4)   Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; o.1, s.223

5)   Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1094

6)  Tabakât-ül-Evliyâ; s.16

7)   Srfat-üs-Safve; c.4, s.9Q •

8)  Nefehât-ül-Üns; s. 137

9)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.203

İBRÂHİM HAYRÂNÎ; Anado­lu’da yaşayan velîlerden. Eskişe­hir’e bağlı Mihalıççık kazâsının Narlı köyünde doğdu. Doğum tâ­rihi belli değildir. Babası, Muham- med Efendidir. Babasının yanında gerekli din bilgilerini öğrendikten

 

 

 

 

İbrahim Hayrânî’nin uzun şiire görev yaptığı Üsküdar Küçük Seltmiye Câmii Pertev Paşa Kütüphânesi.


 

 

sonra köyde imâm-hatiplik yap­maya başladı. İlim tahsiline de- vâm etmek için İstanbul’a gitti. Sultan Ahmed Medresesinde derslere devam ederken Nakşi- bendiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Vahy Efendinin sohbetlerin­de bulundu. Bir gün Şeyh Vahy Efendi; “Oğlum İbrâhiml’Bizim âhirete göçmemiz yaklaştı. Henüz bu yoldaki çalışmanız tamam ol­madı. Bizden sonra Üsküdar Seli­miye Dergâhında Ali Behçet Efen­diye mürâcaat edip, ondan bu yoldaki çalışmanızı ta­mamlayınız.” buyurdu. İb­râhim Efendi, hocasının vefâtından sonra emre uyarak Ali Behçet Efendi­nin huzûruna vardığında; “Gel İbrâhim Efendi.” diye iltifatta bulundu. Behçet Efendinin terbiyesi altına giren İbrâhim Efendi kısa zamanda kemâle geldi.

Ali Behçet Efendi ve- fâtı yaklaşınca, bütün ta­lebelerinin yanında, İbrâ­him Efendiyi kendi yerine halîfe tayin etti. İbrâhim Hayrânî, vefâtına kadar yirmi bir sene insanlara doğru yolu anlattı. İbrâ­him Efendiye hocası bir gün; “Oğlum! Bir zaman gelecek Tâhir Ağa Tekke­si şeyhliği boşalacak. Si­ze orası teklif edilecek. Reddetme, kabûl et.” bu­yurmuştu. 1843 (H.1259) senesinde Tâhir Ağa Der­gâhı şeyhliği boşalınca, Şeyhülislâm Mekkizâde Mustafa Asım Efendinin tensibi ile İbrâhim Efendi buraya şeyh tâyin edildi. Ancak İbrâhim Efendi hocasının dergâhından ayrılırken, çok üzül­dü ve üzüntüsünden hasta oldu. Tâhir Ağa Dergâhında bir müddet insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, 1844 (H.1260) senesinde vefât etti. Vasiyeti üzerine Selimi­ye Kışlası yanındaki Selimiye Der­gâhının bahçesine defnedildi.

Pertev Paşa, Selimiye Dergâ­hı içerisinde bir kütüphâne kur­
muş, İbrâhim Efendiye de bura­daki kitapları muhâfaza vazifesini vermişti. Bu sebepleı İbrahim Efendi bir gün talebelerinden Âh- med Dede’ye kütüphâne yanında bir yer göstererek vefâtından sonra oraya defnedilmesini iste­mişti.

1)   Risâle-i Salâhiyye, Süleymârıiye Kütüp- hânesi Yazma Bağışlar, No: 2320/3

İBRÂHİM KABÂDÎ; Evliyanın büyüklerinden. İsmi İbrâhim Ka- bâdî olup, İmâm-ı A’zam Ebû Ha- nîfe hazretlerinin akrabâlarından- dır. Doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1446 (H.850) târihinde hac dönüşü Mı­sır’da vefât etti. Vefât ettiklerinde yaşı yüzü geçmişti.

İbrâhim Kabâdî önceleri çok zengin biriydi. Bir gece evine İz- zeddîn Türkmânî hazretlerini dâ- vet etti. Mumlar yakıp evini aydın­latmıştı. Meclise başka kimseler de geldi. Konuşmalar oldu. Bir ara İbrâhim Kabâdî; “Acabâ Türk­mânî hazretlerinde evliyâlık var mıdır?” diye içinden geçirdi. O sı­rada İzzeddîn Türkmânî’nin teşbi­hi yere düştü. Teşbih bir yılan şekline gelerek yanan mumlara doğru gidip tırmanmaya başladı. Herkes bunu görüp korktu. İzzed­dîn hazretleri derhal onu yakaladı. Yılan tekrar teşbih hâline döndü. Bunu gören İbrâhim Kabâdî malı­nı mülkünü hak yolda dağıtıp, İz­zeddîn hazretlerinin talebesi oldu.

Nefsini kötülüklerden temizleyip hocasının izniyle Şirvan’da bir dergâh ve mescid i^â^edipy hak yola hizmetle meşgul oİclu. Allah aşkı ile çok kerre kendinden ge­çerdi.

,1) Lemezât, Süleymâniye Kütüphâriesi Ha­cı Mahmûd, No: 4536, v.126

İBRÂHİM MEDENÎ; Anadolu evliyâsından. Boyabat’ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1601 (H.1010) senesinde Medi­ne’de vefât etti. Bakî Kabristanın­da hazret-i Abbâs’ın türbesi yakı- nına-defnedildi. İstanbul’da ilim tahsili Müftî veNakîb-ül-eş- râN^lan Mâ’lumzâde’den ilim’ öğ­rendi Sonra tasavvufa meyledip Afjacahisarlı Haşan Efendiden ‘föyz’aldı.-Tasavvufta yetiştikten sonra Kefe halkını irşâçi etmekle vazifelendirildi. Kefe’de Şif. müd­det insanlara dînin emirlerini ve yasaklarını anlatmakla meşgul ol­du. Sonra hocası Haşan Efendi­nin ziyâretine gidip, müsâde ala­rak, Medîne-i münevvereye gitti ve orada yerleşti.

İbrâhim Medenî âhiret adamı olarak yaşamış, dünyâya aslâ meyletmemiştir. Üç senede bir gömlek diktirir, soğuktan sıcaktan korunmak niyetiyle giyerdi. Başka elbise bulundurmazdı. Vefât etti­ğinde fakir kimseler kapısında toplanıp ağlaşmaya başladılar. Birisi bu fakirlere; “Sizin ağlaştığı­nız bu zât fakir biriydi. Neden

 

böyle ağlaşıyorsunuz?” dedi. Fa­kirlerden biri; “Gerçi o, görünüşte fakirdi. Fakat bambaşka halleri vardı. On beş seneden beri bu zât her sene bizim ihtiyâcımızı karşılayacak kadar yiyecek, giye­cek ve para dağıtırdı. Bundan sonra bizim hâlimiz ne olacak di­ye ağlaşırız.“ demiştir.

Lemezât müellifi şöyle der: 1618 senesinde hacca gittiğimde İbrâhim Medenî’nin talebelerin­den Abdülhay adında bir zât ile görüştüm. Onun hakkında anlatı­lanları söyleyince, bana dedi ki: “Evet, onun bir çömleği vardı. İçinde dâimâ buğday bulunur ve hiç eksilmezdi. Ondan fakirlere dağıtırdı. Bir de eski bir çantası vardı. O çantadan da para çıkanp dağıtırdı.”

1)   Lemezât; s.161 b. (Süleymârıiye Kütüp- hânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536

2)   Şakâyık-t Numâniyye Zeyli; s.470

İBRÂHİM ŞİRVÂNÎ; Evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim’dir. İran’daki Şirvân şehrinde doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilin­memektedir. Kendisine Hibetullah da denildi. Böyle denilmesi, ba­balan doksan yaşlarında iken Al- lahü teâlânın ona bir evlâd ihsân etmesi sebebiyleydi. 1462 (H.867) târihinde hacca giderken Tebük’te vefât etti. Oraya defne­dildi.

İbrâhim Şirvânî gençliğinde çeşitli sanatlarla uğraşırdı. Daha sonraları Sadreddîn hazretlerinin sohbetlerine katılıp ondan feyz al­dı ve mânevî ilimlerde yükseldi. Hocası kendisine icâzet, diploma verip irşâda mezun kılınca, Sivas taraflarındaki ahâliye hak yolun bilgilerini anlattı. Dülkadiroğulla- rından Alâeddîn Bey çok hürmet ettiğinden, ona bir dergâh ve mescid yaptırdı.

İbrâhim Şirvânî, sanatla uğ­raştığı sıralarda bir gün dükkanın­da alış-veriş ile meşgülken, Sad­reddîn Hayavî hazretleri gelip dükkanın önüne oturdular ve din­lenmek istediler. Çok geçmeden birisi gelip İbrâhim Şirvânî’ye; “Ne duruyorsun. Şimdi dükkanda oturmak zamânı mıdır? Oğlun ev­de oynarken kuyuya düştür Var git.” dedi. İbrâhim Şirvânî bu ha­ber üzerine telaşlanıp dükkanın önünde oturan Sadreddîn hazret­lerine hitâb edip; “Efendim lütfe­dip kalkınız. Dükkanı kapamam lâzım.” dedi. Sadreddîn hazretleri ona bakıp yumuşaklıkla ve tebes­süm ederek; “Korkma oğlunun vefâtı haberi doğru değildir. Üzül­me.” buyurdu. Bunun üzerine İb­râhim Şirvânî; “Efendim! Ne çâre artık olan olmuş.” dedi ve dükka­nı kapatıp evine yöneldi. Sadred­dîn hazretleri arkasından sesle­nip; “İnşâallahü teâlâ oğlun ars- landan kurtuldu. Korku ve telâşı gönülden çıkar.” buyurdu.

İbrâhim Şirvânî koşarak evine geldi. Bahçede bir kalabalık var­dı. Hemen yanlarına gitti. Orada oğlunu aklı başına gelmiş bir hal­
de gördü. Hemen onu kucakladı ve ona; “Sana ne oldu oğlum?” diye sordu. Çocuk da; “Babacı­ğım. Şurada oynarken beni bir arslan aldı ve götürüp kuyu ağzı­na bıraktı. O esnâda nûr yüzlü bir zât beni tutup kuyudan çıkardı.” dedi ve o zâtın vasıflarını söyledi. İbrâhim Şirvânî bunlan duyunca, bu zâtın dükkânı önüne gelen Sadreddîn hazretleri olduğunu anlayıp doğruca onun dergâhına koştu ve talebesi oldu.

1)   Lemezât* Süleymârıiye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536, v.129

İBRÂHİM TENNÛRÎ; Anado­lu’da yetişen büyük velîlerden. İs­mi İbrâhim olup, Tennûrî diye meşhûr olmuştur. SivaslI olduğu bilinen İbrâhim Tennûrî hazretleri­nin, doğum târihi bilinmemekte­dir. 1482 (H.887) senesinde Kay- seri’de vefât etti. Kabri Kayse- ri’dedir.

İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Konya’ya giderek Molla Sarı Yâkûb’dan ilim tahsîl etti. Sarı Yâkûb’un ölümünden sonra 1438 yılı civârında Kayse- ri’ye gelerek Hunad Hâtûn Med­resesine müderris oldu. Kendisi Şâfiî mezhebinde olduğundan ve medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden aynldı.

“Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakma- sanız!” diyenlere; “Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez.” cevâ­bını vermiştir. İbrâhim Tennûrî bundan sonra kendi hâlinde bir kenara çekilip, ibâdetle meşgûl oldu. Zaman geçtikçe, Allah sev­gisi ile içi yanar oldu. Kur’ân-ı ke­rîm güzel bir sesle okunurken dinlese; ağlamaya başlar, içinden bir âh eder ve bayılırdı. İlâhî cez­benin tesiri ile, tasavvufa yönel­me isteği fazlalaştı. Erdebil sofile­rine ulaşmayı çok arzu etti. Bu sı­rada Âkşemseddîn hazretlerinin ismini ve medhini duyup, ona ta­lebe olup, hizmetinde bulunmaya karar verdi. Âkşemseddîn hazret­leri Beypazarı ‘nda bulunuyordu. Beypazan’na gitti. $eyh’in Göy- npk’e gittiğini öğrenince, o da Göynük’e gitti ve hizmetine tâlib oldu.

Âkşemseddîn hazretleri, ora­da insanlara vâz ve nasihat edi­yor ve onların dertlerine dermân oluyordu. İbrâhim Tennûrî, bun­dan sonrasını şöyle anlattı: “Onun sohbet meclisinde, bir köşede oturup dinledim. Mecliste bulu­nanların herbiri, bedenî bir hasta­lığıyla ilgili suâl sorup, suâline uy­gun bir cevap alıp gidiyordu. Her­kes gitti. Âkşemseddîn hazretle­riyle başbaşa kalınca; “Rûhî has­talıklardan hiç soran yok, herkes bedenî hastalıklardan soruyor.” buyurdu. Kalkıp önüne diz çök­tüm. Âkşemseddîn hazretleri ba­na; “Sana kim derler, nerelisin ve adın nedir?” diye sorunca, ben de Kayseri’de müderris olduğu­

 

mu bildirdim ve;. “İçime bir ateş düştü, gizli derdime bir derman ümidiyle geldim. ” dedim. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; “Bize ne hediye getirdin?” buyu­runca, utandım ve terledim. “Çok fakir olduğum için bir şey getire­medim.” dedim. Bunun üzerine; “Benim hediye dediğim dünya malı değildir. Allahü teâlâdan sa­na ulaşan haller nelerdir?” buyu­runca; “Kara bir yüzle size gel­dim.” dedim.

Bu halden sonra, bana hal­vette kalmamı emretti. Olgunluk ve; üstünlük sofrasındaki nimet­lerle gönlümü doyurdu. 0 gece ibâdet, edip uyudum. Rüyâmda dört yüz hal gördüm. Sabah olun­ca, bu dört yüz hâli birer birer ha­tırladım. Halbuki daha önceki za­manlarda, namaza durduğum za­man hangi sûreyi okuyacağımı unuturdum. Bu hâlin Şeyh Ak­şemseddîn hazretlerinin bereke­tinden olduğunu anladım. Diğer talebeleriyle birlikte geceleri ibâ­det ederek geçiriyorduk. Diğer ta­lebeler halvette; yemekten, iç­mekten ve uyumaktan kendilerini alıkoyuyorlardı. Bana ise her gece çeşitli yemekler, ekmek ve bir mikdâr su gönderiyordu. Mânevî sofradan doyurduğu gibi, zâhir halde bile doyuruyordu. Uzun bir müddetten sonra bu derece riyâ- zet çekenler, aç, susuz ve uyku­suz duranlar arasında, kendimde insanın hayvanlık yanının ağır bastığı zannı gâlip gelip, yeme ve içme, bu mâkâma yakışmaz diye düşündüm. O gece yemek yeme­dim ve ibâdetle meşgul oldum. Ancak önceki gecelerde bulunan haller bu gece görülmedi. Bu du­rum Akşemseddîn hazretlerine mâlum olunca, bana; “Kendi ba­şına iş yapmak dervişin işi değil­dir. Sen şeytanın vesvesesiyle ha­reket ettin. Hocan ve terbiye edi­

 

cin, senin ahvâlini senden daha iyi bilir iken, onun muradına mur- hâlif olmak uygun değildir,” buf yurdu. Halvete girdiğim 87, gece, Berât gecesinde, içimden biberli bir pilav yemek geçti. Akşarh olunca Akşemseddîn hazretleri beni dâvet etti ve istediğim pilav­dan bir tabak ikrâm edip; “Beni yatımda yok farzet ve benden utanma, istediğin gibi ye.” dedi. Ben de emre uyarak, bir tabak pi­lavı yedikten sonra, Şeyh hazret­lerinin emriyle halvetten çıktım.”

İbrahim Tennûrî hazretleri, kendine yeni gelen talebeyi, Alla- hü teâlânın nzâsına kavuşuncaya kadar gündüzleri çalıştırır, geceyi ise ibâdet etmek süratiyle ihyâ et­tirirdi. Dâimâ nefsin İstemediği şeylerle meşgûl bulundururdu. Neticede o talebede tasavvufî haller görülmeye başlayınca hal­vet emrederdi.

İbrâhim Tennûrî hazretleri ho­cası Akşemseddîn hazretlerinden icâzet aldıktan sonra, onun izni ile, Kayseri’ye yerleşerek bir tek­ke kurdu. Talebeler yetiştirmeye ve halka İslâmiyetin emir ve ya­saklarını öğretmeye başladı. Rı- vâyet edilir ki, şeyhde zaman za­man tasavvuf yolunda bulunan­larda görülen ve kabz .denilen sı­kıntı hâli vâki olurdu. Bir defâsın- da bu hâl uzun sürüp gidereme- yince, şeyhi Akşemseddîn’le gö­rüşmek üzere yola çıktı. Rüyâsın- da Akşemseddîn hazretleri ona emredip; “Sıcak bir tandır (tennûr) üzerine oturup terlemen gerekir.” dedi. Ertesi gün İbrâhim Tennûrî, sıcak bir tandır üzerine oturup, tepeden tırnağa terledikten son­ra, kabz hâli, “Bast” hâli denilen tasavvuftaki rahatlgfna ve sevinçli olma hâline döndüğe sıkıntıda



[1] 1755 (H.1169) senesinde tek­rar İstanbul’a gitti. Sarayda, dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üze­re, pekçok kimselerle dost oldu.

KAHRIN DA HOŞ

Câna cefâ kıl ya vefâ Kahrın da hoş lütfün da hoş Ya dend gönder ya devâ Kahnn da hoş lütfün da hoş.

Hoşdur baña senden gelen * Ya hil’at ü yahut kefen Ya tâze gül yahut diken Kahrın da hoş lütfün da hoş.

Gelse celâlünden cefâ Yâhut cemâlünden vefâ İkisi de cânâ safâ Kşhrın da hoş lütfün da hoş.

Ger bâğ u ger bostân da Ger bend u ger zindan da ,

riyle karşılaşınca, rüyâsını anlattı. Şeyh Akşemseddîn bunu hoş karşılayıp, kabz hâli olunca böyle yapmasını tavsiye etti. Bundan sonra İbrâhim Tennûrî, yetiştirdiği talebeler kabz hâline girdiklerin­de, sıcak tandır üzerine oturtur, çok su içirmekle onu iyice terletir­di. Bu usûlle bast hâline döndü­rüp irşâd ederdi. Bu yüzden Ten­nûrî diye meşhur oldu.

İbrâhim Tennûrî hazretlerinin tasavvuf hal ve derecelerini bildi­ren Gülzâr adlı eseri çok kıymetli­dir. O, bu eserini 25 Şubat 1453 târihinde tamamlayarak, Fâtih Sultan Mehmed Hana ithâf ve takdim etmiş, pâdişâhın birçok ihsân ve iltifatlarına nâil olmuştur. İbrâhim Tennûrî hazretlerinin ho­

LÛTEUN DA HOŞ

Ger vasi u ger hicran da Kahrın da hoş lütfün da hoş.

Ey pâdişâh-ı lemyezel Zât-ı ebed hayy-ı ezel Ey lutfu bol kahrı güzel Kahrın da hoş lütfün da hoş.

Ağlatırsın zârî zârt Verirsin cennet ü hûrî Lâyık görür isen nârı . Kahrın da hoş, lütfün da hoş.

Gerek ağlat gerek güldür Gerek dirilt gerek öldür Bu Âşık hem sana kuldur Kahrın da hoş lütfün öa hoş.

cası Akşemseddîn’le birlikte İs­tanbul’un fethinde de bulunduğu rivâyet edilmiştir.

İbrâhim Tennûrî hazretleri İlâ­hiler de söylemiştir.

1)  Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.247

2)   Nefehât-ül-Üns; s.688

3)  Tâc-üt-Tevârîh; c.2, s.576

4)  OsmanlI Müellifleri; c.1, s.49

5)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.217

İDRİS-İ MUHTEFÎ; On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Anado­lu’da yaşamış olan evliyâdan. Bayramiyye yolunun Melâmiyye koluna mensuptur. İsmi Ali’dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye

bilinir. Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için İdris, kendi hallerini ve yakınlarını insanlardan gizledi­ği için Muhtefî lakaplarıyla anıl­mıştır. Aslen Rumeli’deki Tırha- la’dandır. Doğum târihi bilinme­mektedir. 1615 (H.1024) senesin­de İstanbul’da vefât etti. Kabri, Kasımpaşa’da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı’nın Haliç Tersânesi’ne bakan kısmındadır.

Kânûnî Sultan Süleymân’ın vezîr-i âzami olan Rüstem Paşa­nın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tııtıala’dan getiri­lerek amcasının yanında yetiştiril­di. Rüstem Paşa, 1548’de İran Seferinden dönerken Ankara ya­kınlarına gelince, Bayramiyye yo­lu büyüklerinden Hüsâm Efendiyi beraberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bu­lunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söy­lenince, terzilerin piri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbet- le ona. İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbe­tinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İs­tanbul’a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketle­re gitti. Gittiği yerlerdeki âlim ve evliyâ zâtlann sohbetlerinde bulu­nup tasavvuf yolunda yükseldi.

Defâlarca hac vazifesini yapmak için Hicaz’a ğlttl. Oradan Ye- men’e gitti. Son zamanlarında ti­câreti bırakıp İstanbul Fâtih Çar­şamba’da Mehmed Ağa Câmll yakınındaki evinde ikâmet etti, Ti­câreti, emrinde bulunan klınaeler yürüttüler. Çevresinde Hacı AH Bey diye meşhûr olan bu zât, İn­sanlara İslâmiyetin emir ve ya­saklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bun­ları insanlardan gizledi. Bu ae- beple gizleyen mânâsına “Muhte­fî” lakabıyla anılmaya başlandı. Sözleri, halleri ve yaşayışıyla ialA- miyetin emrettiği gibi olmaaına rağmen onu çekemeyen bâzı kimseler aleyhinde dedikodu et­meye başladılar. Onu küfürle ve sapıklıkla ithâ’m edenler oldu. Hattâ hakandaki ileri geri konuş­malar zamânın pâdişâhına kadar ulaştı. Pâdişâh, hakkında araştır­ma yapılıp, söylenilenler doflru ise cezalandırılmasını emretti. Fa­kat halk arasında Hacı Ali Bey di­ye meşhûr olduğu için “ldrts-1 Muhtefî” isminde kimseyi bulamı­yorlardı. Onun hakkında soruştur­ma yapmakla vazifelendirilen ter­cüman Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şey­ler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; “Şehrimizde büyük bir fitne pey- dâ oldu. Hiçbir yolla mâni oluna- madı. Netice nereye varacak bile­miyoruz. Ali Bey bu hususta alzln görüşünüz ve düşünceniz nedir

 

acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle kati edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın. dalâlet ve sa­pıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla bir­likte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, he de etrâfındakilerden kimse ele geçiri­lemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?” dedi.

Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; “Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirjıf, etti rrıl? Yşhyt q.,kimsşnin. halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı? “ diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorula­ra “Hayır” diye cevap verdiler. Hacı Alj Bey tekrar söz alıp; “O halde hakkında kesin, bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkın­da bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir? İşte si­zin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris’tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediği­niz haller bende var mıdır?” de­yince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helalliğim istedi. Söze devâm ederek; “Ben

 

 

 

 

»fVSw. «•!**»’ı> £.

. ¡s,î:

* ■*** *$* * %»kj? .

*>*4

¿Jf

– ‘ Süleymâniye Kütüphânesi Tâhlrağa mecmuanın, İdris-i Muhteft’den

   

Vi r i Jt

Jf*** gî vi*

AtflıV ^4 jrL*

Mti ,yj*£i

j, ■ i ru

*

f’AÎ’[1] &

Ir*U «„li

\f ü

– * ««¿UuU . A

jV.‘ «K* i

 

t.

V JS çAjj

<-<V < ı

»t

s-

 

sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsun- da üstün bir zât ve pîrim, azizim makamında bilirim. Sizden bu an­latılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gör­düm.” dedi. Hacı Ali Bey; “O hal­de meseleyi böylece bilin. Hak­kında kesin bilgi sâhibi olmadığı­nız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etme­yin.” dedi. Ömer Efendi ve yanın­dakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böy­lece bir fitne ve iftirâ ateşi söndü­rülmüş oldu.

İdris-i Muhtefî diye anılan Ha­cı Ali Bey birçok talebe yetiştirdi. Tanınmış âlimler ve edipler onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerlediler. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kasımpaşa’da Kulaksız Câmiinin karşısında Okmeydam’nın Tersâ- neye bakan tarafında defnedildi. Arûz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı mecmuaları vardır. Yû­nus Emre’nin Şathiyesi tarzında yazdığı hece vezniyle ve on beş dörtlük hâlinde yazdığı Şathiye’si meşhurdur.

İş bu deme erince üç kez doğdum anadan

mısrasıyla başlayan şiiri bâzı kim­seler tarafından şerh edilmiştir.

İdris-i Muhtefî’nin pekçok halleri ve kerâmetleri görülmüştü. Sahn-ı semân (Fâtih) Medresesi müderrislerinden Şeyh Sinan Efendizâde Mustafa Efendi, İdris-i Muhtefî’nin halleri hakkında şun­ları anlattı: İlk zamanlar bir defâ

Kassâm Kâtibi (vefât eden kimse­lerin mîrâslarını taksim eden kim­se) olmuştum. Bir gün mahalle­mizden bir kimse Kassâm Mah­kemesine gelerek; “Semtimizde bir kimse vefât etti. Geride bırak­tıklarının yazılmasını istiyorum.” dedi. Kassâmdan bir kâtip istedi.

O  semtte olduğum için kassâm beni bu işle vazifelendirdi. O kim­se ile birlikte gittik. O zamâna ka­dar kapısının açıldığını görmedi­ğim ve sâhibini bilmediğim bir eve gittik. Evin sokak kapısından içeri girdiğimizde içerisinin bir mahalle genişliğinde olduğunu, orada vezirlerden, âlimlerden ve ileri gelenlerden pekçok kimse ol­duğunu gördüm. O kimselerin hepsi tebdîl-i kıyâfet etmişler, ve­fât eden kimsenin aeride bıraktığı şeyleri saymakldP-ve yazmakla meşgûldüler. Ayrıca onların hiz­metinde bulunan hûrî ve gılmân ise bir mahalle halkından fazlaydı. Bir haftadan fazla yazım işi sürdü. Her cins mal bir tarafa ayrıldı. Ti­câret maİları anbara konuldu. Ay­rıca bâzı yazılı belgeler çıktı. “Bunlar nedir?” diye sorduğum­da; “İdris Efendinin geriye bırak- tıklarındandır.” dediler. Ömrümüz boyunca yakınımızda olup da hiç görmediğimiz zâtın eşyâlarıdır, di­ye hayretimizi belirttik. Bu derece yüksek olmasına rağmen hal ve kerâmetlerini gizlediğine şâhid ol­duk.”

 

 

İMÂM I A ZAM EBÛ HANÎFE;

Tâbiînden. İslâm âleminde Es- hâb-ı kirâmdân sonra yetişen ev- liyânın ve âlimlerin en büyüklerin­den. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zütâ’dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A’zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe’de doğduğu için Kûfî nisbe- siyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe’de doğdu, 767 (H.150) se­nesinde Bağdât’ta vefât etti. Kabri Bağdât’ta olup, ziyâret yeri­dir.

Aslen İran’ın ileri gelenlerin­den bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin de­desi Zûtâ müslüman olup, hazret- i Ali’ye ikrârhlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâ­bit de hazret-i Ali ile görüşüp sohbetinde bulundu. Hazret-i Ali Sâbit’e ve onun neslinden gele­cek kimselere hayır duâda bulun­du.

Asîl, ilim sâhibl, sâlih ve kıy­metli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A’zam’ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe’de geçti. Ailesinden üs­
tün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezbertedi. Arab li­sanının sarf, nahiv, şiir ve edebi- yâtını öğrenmeye başladı. Eshâb- ı kirâmdan Enes bin Mâlik/ Abdul­lah bin Ebî Evfâ, Vâstfe bin Eskâ, Şehl bin Sâide ve Ebü’t-Tufeyl Âmir bin Vâsile’yi (radiyallahü an- hüm) görerek onların sohbetlerin­de bulundu. Bu zâtlardan hadfe-i şerîf dinledi.

Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle an­lattı: “Küçük yaşlarda babamla beraber bir âlimin meclisinde bu­lundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: “Resüluliah’tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: “Kardeşinin başına gelen bir musibetten dolayı sevinme! Al- lahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musibete mübtelâ kılma­sı mümkündür.” Ben; “Bu zât kimdir?” diye sordum. “Resûlul- lah’ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik’tir.” diye cevap verdi­ler.”

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin doğup büyüdüğü Küfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerin- dendi. Kûfe’de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinle­re ve sapık inanışlara mensûb in­sanlar da Kufe’yi kendilerine mer­kez seçmişlerdi.

îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûte- zilî ve Hâricîler de Kûfe’de yaşı­yorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden

Tâbiîn’in büyükleri de Kûfe’d* bulunuyorlardı. Çocukluğu v* İlk gençlik yılları böyle bir muhltt* geçen İmâm-ı A’zam Ebû Hantfe hazretleri, önce babası gibi ticâ­retle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin mec­lislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalış­tı. Ehl-i sünnet ftikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralannı din­ledi. Daha henüz ilim tahsiline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla munâzaralarda bu­lundu. Katıldığı münâzaralardakl iknâ kâbiliyeti ve üstün başanlan zamânının büyük âlimlerinin dik­katini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilı’m öğren­meye teşvik et^er.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa’ bî’nin yanından geçiyordu. Şa’bî hazretleri onu yanına çağırıp; “Nereye devâm ediyorsun?” diye sordu. O da; “Çarşıya, pazara de­vâm ediyorum.” dedi. Şa’bî haz­retleri; “Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?” buyurdu. İmâm-ı A’zam; “Hiçbirinin dersinde de­vamlı bulunmuyorum.” dedi. Şa’bî hazretleri sözlerine devâm ederek; “İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve ka­biliyetli bir genç olduğunu görü­yorum.” buyurdu. Şa’bî hazretle­rinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A’zam, çarşıyı pazan bıra­

 

kıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe’deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa’bî’nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla göste­rilecek bir dereceye ulaştı.

Kelâm ilmini öğrenip yüksek

dereceye ulaştıktan sonra Ham- mâd bin Ebî Süleymân’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tah­sile başladı.

Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer tale­belerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik ve’inâyeti iledir, O’na dâimâ

 

 

 

SA(’;iR, KOR, Dİl.SI/ VK TOPAI. IIAMM!

ImAın ı A’z-ım’ın babası Sahil. daha hekaı ‘ke» terrız .ı’ılak1‘. taK.ı vp vpm sahibiydi. Zuhdu. saldhı ve ilmi pekçoktu Yüzünde bir nu’ vriıdı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişle di. Fcikıi tukrugundfc! kan gordu. Kendi kendine: “Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı.” dedi ve buna pişman oldu. Elma sahibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sahibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğren- , di. Oradakiler; “Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki . bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar.” dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve: “Ya elmanın parasını al. yahut helâl et.” dedi. Bahçe sâhibi onun ha­ramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini gö­rüp, hareketinin dpğru olup olmadığını kontta! etmek istedi. Sâ- ı bit’e; “Helâl etmem için ne vereceksin?” diye ¿ordu. Sâbit; “Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş.” dedi. Bahçe sâhibi; “Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmama­mı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim.” dedi. Sâbit; “Teklifin nedir?” diye sordu. Bahçe sâhibi;

1      “Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söyle-

l      mez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl

1     edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Al­lahü teâlânın huzurunda seni mahcûb ederim.” dedi. Sâbit kendi kendine; “Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntı­lara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir.”

 

hamdolsun. Ben ilim öğrenmöye başladığım zaman bütün ilirtıleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve fay­dalarını düşündüm. Sonra fıkıh il­mine baktım. Onda âlimler ve fa- kihler ile bir arada bulunmak, on­lar gibi ahlâklı olmak var. Aynı za­manda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, İbâdet etmek de fıkıhı bilmekle ölüyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim… İbâdet etmek isteyen onsuz ya­pamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.” imâm-ı A’zam, fıkıh ilmini Ham- mâd bin ,Ebî Süleymân’dan öğ­rendi. Onun derslerini tâkib eder­ken huzûrunda gâyet edepli otu­rur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yö-

 

 

 

deyip kabul ı-ttı. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini güıunc-e. böyle biı kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı fişçe oluıiı.ri Sâbit uzuntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya gitctı. Orada, gavet susiu. güzel, sağlam. görür, ışıtır, konuşur, vurur bir banımla kcir^ılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit’ı karşıladı. Saygı do- ;(U İfâdelerle konuşlu. Sâbit kendi kendine; “Yâ Rabbî! Bu ne ıştır.

1 H«yal mı .oksa ruva mı’7” dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğun­dan şüpheıerıp odadan gt-rı çirfmak istedi. Hanımı; “Niye çmyor- ‘ Sun ey Ali ahu teâlânın sevgili ku’u? Senin helâlın benim!” dedi Sâbit ona: “Bahan sem bana kötüledi. Kordür, sağlıdır, dilsizdir, kötürümdür.” diye tarif etti. Sen İse ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır.” dedi. Nikâhlısı kız: “Bu bir sırdıı. izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dinini kavımı, ve sc ven bir insandır Sl’itler oluyor bu evden dışarı gıkmış değilim. Şimdiye kad ıı hiçbir yabancı, yuziımıı görmedi. Ben de bir vaban- Cl yüz görmelim. Bu sebepk. gözlerim harama kordür, kulağım be­yabana sözıı duymamış w günâh işlememiştir. Bunun «çın günâ­ha karşı sağırdır. Avnklarnı gıir,üh yerlerin«1 gitmez, bunun için kö­türümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onu:’ iv’n dilsizim. Babamın sözlerinden hikmet budur.” dedi. ı: ;■”

Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; “Yâ Rabbîl Sen her şt-vp gucu /i’ter&ir,.” dedi. Haramlardan ve şüphe İllerden sakınma yp ıffe» esasları uzenne kurulan hu evlilikten: İlim, irfân ve takvâ -.ahıbı olacak olan Nı’ımân ismır.de bir çocuk dünyâya geldi.

 



[1]    Atâî;s.602

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*