İBRÂHİM EFENDİ (Aşçı Dede); Erzincan velîlerinden. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey’dir. 1828 (H.1244) senesinde İstanbul’da Kandilli’de doğdu. Bir hac seferinde Medine’de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilmiştir. Babası Muhammed Ali Ağadır. Dedesi Kastamonulu Uzun Halil Ağa demekle meşhûr bir zât olup, yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağası gibi hatm sayılır bir ağa idi. Babası beş yaşında iken yetim kalmış, amcasının yanında büyümüştür/ Annesi Çerkeşoğulları denilen bir aileden Haşan Ağanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kiz çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefât etmiştir.
Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir. İbrahim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sona Erzincan’a gidip Hacı Fehmi Erzıncânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâmeci olarak vazîfe yaptı.
Hocasını tanıdığı ve tasavvufta kemâle erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye vasfettiği Erzincan’a gitmek için İstanbul’dan gemi ile yola çıkıp Trabzon’a oradan da Erzincan’a geçti.
Şöyle anlatır: “Ben bilmezdim. Fakat Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası göründü. Ova gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; “Bunlar Adn Cennetleridir. Oraya devamlı kalıcılar olarak giriniz.” buyrulan âyet-i kerîmeyi okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil Ağa yüzüme
bakıp neden bu âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden geldi deyince, benim tarîkat ehli bitkimse olduğumu anlayıp; “Niçin söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim.“ dedi. Hangi tarîkatten olduğunu sorunca, “Hâlidiyye” dedi. Sonra Erzincan’da bu tarikatın çok yaygın olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarikatında idim.
Daha sonra Erzincan Ovasına indik. Oradan Erzincan’a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti ki, hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir, dedi. “Zâhiri de bâtını da mâmur.” sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem de bâtını mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; “Bu beldede elbette büyük ve mübâ- rek bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor, bambaşka bir haz veriyor.” diye düşündüm. Hatırladığıma göre 1853 (H.1270) senesinde Receb ayında Erzincan’a ulaştık.-
Yolculuğumuz sırasında İsmâil Efendiye Erzincan’da velîlerden kimler vardır, diye sordum. “Hacı Fehmi Efendi vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfele- rindendir. Şeyh Vehbi Hayyât’ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan’a girerken kabristanda gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât hazretlerinin türbesidir.” deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden ona âşık oldum. İsmâil Efendi bana dedi ki: “Bu sözleri söyleyince yüzünün rengi değişti. Bambaşka birisi oldunuz.” Ben ise; “Gönlümde bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi Efendinin aşkının ateşi üzerimde görülmeye başladı. Aman İsmâil Efendi! Bu Cumâ günü ziyâretine gidip ayağının toprağına yüz sürelim.” dedim. “Baş üstüne.” deyip, evine gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki, öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple çekiyordum. Yemekten içmekten kesildim. Annem; “Sende bir efkâr var! Oğlum bu hal nedir?” diye sordu. “Hiçbir şey değil birkaç gündür vücûdumda kırıklık hâli var.” diyerek cevap verdim.
Cumâ günü gelince, gusül abdesti alıp temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmi- ye gitmek için yanıma gelip; “Bugün güveği gibi giyinmişsin.” deyince; “Evet öyledir. İnşâallah Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım.” dedim.
Câmiye vardığımızda daha kimse gelmemişti. Müezzin Kur’ân-ı kerîm okuyordu, ilk safa oturduk. Cemâat yavaş yavaş toplanıyordu. Etrafıma bakınırken sanki bir ses kulağıma arkana dön bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor gördüm. Kalbimde şimşek çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve âzâla- rımda bir titreme meydana geldi. Bu zâtın Hacı Fehmi Efendi olduğunu hissedip yanımda oturan İs- mâil Efendiye yavaşça; “Arkamızda bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?“ diye sordum. Bakıp; “İşte odur.” deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak mümkün değil, öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar geldi. Dönüp mürbârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum. Iz- dırabımdan terlemeye başladım. İsmâil Ağa; “Çok muzdarip oldun sebebi nedir?” dedi. “Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince; “Hazret-i Şeyh hoş görür. Böyle şeyleri aramaz, üzülme.” dedi. Halbuki benim ızdıra- bım başka bir sebepten ileri geliyordu.
Nihâyet ezân okundu. Namaz için kalktık, artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh çektim. İsmâil Ağa bana; “Sen bu hâl ile nasıl evlerine gidebileceksin?” deyince, artık ister istemez gideceğiz, dedim. “Fazla oturmayalım. Hizmetçiye de tenbih edelim bizim için tütün çubuğu da doldurmasın.” dedim. İsmâil Ağa; “Hazret-i şeyhin âdeti öyle değil muhakkak çubuk doldurtur.” dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye içerde benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.
Nihâyet İsmâil Ağa önde ben de arkasında uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup, odada İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmail Efendi odaya önce girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım. Uzun boylu, ince zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu. Elini öpmek istediğimde âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek istemediler. Öpmek na- sîb oldu. İsmâil Efendi; “Rüznâ- meci efendidir.” diyerek beni tanıttı, “Mâşâallah bârekallah.” buyurdular. Sonra karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple oturdum, göz ucuyla yüzüne baktım. Hâlimi hatınmı sordu. Başım önüme eğik olduğu halde cevap veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp bana bir şey söylemeyip diğer misâfir- ler ile konuştu. Bir müddet toh- betinde kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini yukarı kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh milyonlarca âh! Hani “Hayâli cihan değer” diye bir söz vardır. İşte şimdi o hatıralarımın hayâli cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık derdiyle ağla! Huzurundan ayrılırken mü- sâfeha edip elimi sıktıkları sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: “Sen bizimsin, üzülme, mahzun olma!” İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan kimsenin sevinci gibi pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzurundan ayrılıp dışarı çıktım. Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.
İsmâil Ağa bana; ”Artık bugün senin bayramındır. Abdüssa- med Efendinin ziyâretine de gidelim.” dedi, “O zât kimdir’?” diye sorunca; “Terzi Baba’nın dâmâdı- dır. Hem Terzi Baba’nın evini de görmüş olursun.” dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i kebîrin yakınında idi. Beş-aİtı merdiven basamağı çıktıktan sonra, büyük bir odada idiler. O beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı. Orayı görünce, içimden aynen İstanbul’daki Merkez Efendinin çi- lehânesine benziyor düşüncesi geçti.
Abdüssamed Efendi bir köşede oturuyordu. Leblebici Baba da yanındaydi. Başka misafirler de vardı. Huzûruna girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat Hacı Fehmi Efendinin huzürundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve saygı göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca, memnun oldu. Abdüssamed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra açıp tekrar kapatıyordu. Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş elindeki teşbihini çekiyordu. Huzurda bulunanlar edeple oturuyorlardı. Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatla- nndan ve menkıbelerinden anlatmasını istedim.
. İsmâil Efendi, Muhammed
Vehbi Hayyât hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât hazretlerine meyi ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı. Ertesi günü vazife yerime gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan yerdeyim, fakat aklım, rûhum Muhammed Vehbi Efendideydi. Olup bitenleri vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana; “İsmâil Efendinin nakl ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna göre bu durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât hazretlerinin halîfesi olup, “Vehbi Efendinin makamının Hacı Fehmi Efendiye ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur.” dedi. İşte şimdi baştan başa ateş saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil Efendiye bir kere daha gidelim dedim. Bunun üzerine bir sabah gittik. Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini öptük. Sonra, içimden Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir ferahlık geldi. Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o anda elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün pınarından yaş geldi. Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde olanları dışarı vurmadım. Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil Efendiye; “Benzeri cihana
gelmemiş bir Yûsuf’a insan nasıl alâka, ilgi gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle âşık oldum. Eğer bu aşk daha ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazifesini) çoluk çocuğumu terk eder, onun kapısında hizmetkâr olurum.” dedim. İsmâil Efendi; “Bu hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya bırakmazlar.” dedi.
On beş-yirmi gün sonra İsmâil Efendiyi çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine dâvet etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?” dedim. “Kabûl ederler.“ dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik. Kabûl buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız Efendi, Abdülbâki Baba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim. Ertesi günü akşam yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet başladı. Fakir de şöyle bir köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna kadar az çok ehl-i tarik ile muhabbetimiz olmuş ise de onların birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o kadar benden aldı ki, doğrusu aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed Efendi beni kasdederek buyurdular ki:
“Rûznâmeci Efendiyi kimseye vermem. Benim olsun.“ dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için Fehmi Efendi ona çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki;
“Rûznâmeci duâcınız, buna fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız.” dediler. Hepsinin ellerini teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara alıştım. Fakat yine yüzlerine baka- mazdım. Önüme bakarak gâyet edepli arzederdim. Ertesi gün Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet ve lütuflarının çokluğundan bana zikr yapmayı ve daha başka şeyleri öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada kalbim harekete geldi. Fakat bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.
Oradan Fehmi Efendinin yanına geldim. Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve gücüm yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr ile meşgûl oldum.
Hacı Fehmi Efendinin âdetleri üzere yanlarında dâimâ Muham- mediyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu bir derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye’yi ona okuturlardı. Orada bulunanların hepsi gözlerini yumup murâkabe hâlinde dinlerlerdi. Kendileri de murakabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye’yi bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca, herkes donmuş kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir, Hacı Fehmi Efendinin himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip ilerleyerek, nice-senelik müridler, talebeler gibi oldum.
Haçı Föhmi Efendi, kendisine talebe olmaya gelenler için; “Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor. Fakir de elinden tutup hocam Vehbi Hayyât hazretlerinin sürüsüne katıyorum. Yalnız fakirin hizmeti dışarıda kalan ko- yunları birer birer hazret-i Hay- yât’ın sürüsüne katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara teslimdir.” buyururlardı.
İbrahim Efendi, hocası Hacı Fehmi Efendinin ve onun hocası Vehbi Hayyât[1] ın (Terzi Baba’nın) hayâtını ve kendi hayâtını anla lan üç ciltlik bir eser yazmıştır. Büyük ciltler hâlinde olan bu hâtırâtında ayrıca tasavvufa âit çok kıymetli bilgiler, hocalarının sohbetleri yer almıştır. Kendi hayâtını uzunca anlattığı bu eseri çok kıymetli bir eser olup, tasavvufta ilerlemek, yetişmek isteyenler için çok güze) misâller ve faydalı bilgiler yazmıştır. Bu eserinden başka İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin Rû- hul-ül-Beyârt Tefsîri’ndeki Fârisî şiirleri tercüme etmiş ve bu tercümenin sonuna! Fârisî kâideleri anlatan bir risâle] eklemiştir. Risâle-i Tercümet-ül-Hakâyık adlı bir eseri vardır.
İBRAHİM EFENDİ (Mevlânâ Seyyid İbrahim); On beş ve on
altıncı asırlarda Anadolu’da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyâ- nın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Seyyid İbrâhim bin Muhammeci bin Hüseyin bin Ali el-Borasânî olup, Mevlânâ Seyyid İbrâhim adı ile tanınır. Ayrıca Emîr Efendi diye de bilinir. Babası Horasan diyârı- nın ileri gelenlerinden Sadrüddîn Muhammed isminde bir zât olup, Anadolu’ya gelerek, Amasya yakınında bulunan Yenice ismindeki köyde yerleşmişti. O köyde bulunan büyük bir zâviyede talebe okuturdu. İbrâhim Efendi bu köyde dünyâya geldi. Doğum târihi bilinmemektedir.
Seyyid İbrahim’in babası Muhammed Efendi, kerâmet sâhibi, çok yüksek bir velî idi. Rivâyet edilir ki, ömrünün sonlarına doğru Seyyid Muhammed Efendinin gözleri zayıflayıp, görme hassası kaybolmuştu. Birgün, o zaman daha genç yaşta bulunan oğlu Seyyid İbrâhim ile berâber otururlarken, birden oğluna hitaben; “Ey gözümün nuru evlâdım. Başını açma. Çünkü hava soğuktur. Üşürsün.” dedi. O da çok hayret edip; “Babacığım, sen göremez- diq, benim başımın açık olduğunu nasıl bildin?” diye merakla suâl edince, babası şöyle cevap verdi: “Evlâdım, seni görmek arzum o kadar şiddetlendi ki, gözümü açıp seni bana göstermesi için, cânu gönülden Allahü tealâya duâ ettim. O da bu duâmı kabûl edip, seni bana gösterdi. Şimdi
yine gözüm perdelidir, yâni kapalıdır. Göremiyorum.”
Muhammed bin Hüseyin, o zamanlar Amasya’da valiydi. Şehzâde Bâyezîd Han ile çok iyi görüşüp sohbet ederlerdi. Aralarında baba-oğul gibi münâsebet vardı. Bâyezîd Han ona ismiyle değil. “Baba” diye hitâb eder, başka zamanlarda da yine bu şekilde bahsederdi. Her zaman onun duâsını isterdi.
Yine Seyyid İbrahim’in baba- sırıa âid olan bir menkıbe şöyle- dir: Sadrüddîn Muhammed bin Hüseyin, bir gün Şehzâde Bâyezîd Han ile sohbet ederlerken, bir ara ona, ava çıkmak husûsunda aşırı davranmamasını, hattâ ava hiç. çıkmamasını tavsiye etmişti. Bâyezîd Han bu söze uyarak birkaç gün ava gitmedi ise de, yine bir gün av için hazırlanıp, avlanma yerine gitti. Av esnâsında Şehzâde’nin hizmetçileri ve maiyetindekiler, buldukları av hayvanını onun bulunduğu tarafa doğru sürerlerdi. Böylece o da, önüne gelen avı kolayca avlayıverirdi. Bu avda da, güzel bir ceylanı Şehzâde’nin bulunduğu yere sürdüler. Şehzâde tam okunu atip ceylanı avlayacaktı ki, birden vazgeçti. Onu vurmadı. Şehzâde’nin bu hâli orada bulunanları hayrette bıraktı. Bu garib hâlin sebebi kendisinden suâl edildiğinde, şöyle cevap verdi: “Tam ceylanı avlayacağım sırada gördüm ki, babam
İbrâhim Efendinin Amasya kâdısı olmadan önce bir müddet müderrislik yaptığı Amasya Sultan Bâyezîd Medresesi. |
ACABA BÎLt DÖNER Mİ?
Zamânfncfa bulıürıan itatkfei bitmez bir kimse, Seyyid İb- râhlm’e ti» uzatıp gıybetle« yapar, hakkında uygun olmayan şeyler söylerdi. !:(u kimsenin yaptıkları, söyledikleri, defâlar- caSeyyid İbrâhinj’e haöer Verildiği hâlde, o bir cevap vermeyip hep sükût eder ve sabrederdi.
Yine birgün o kimsenin, haddi aşarak ve daha da ileri giderek söylediklerini kendisine haber verdiler. Önceki söyledikleri yara olarak kalbinde durduğu ve hiçbir şey söylemeyip hep sabretti^ hâlde, bu defâ çok üzülüp gayrete gelerek; “Acabâ şu anda lisânı (drli) döner, hareket eder mi ki?” dedi. Mübarek gönlü çok incinip, o kimseye; “Dili kurusun.” diye bedduâ etti; O gece, o kimsenin dili tutuldu ve ölünceye kadar hiç konuşamadı. O kimsenin bu acıklı halini gören-, ler, Âllahü teâlârun velî ku,Harına dil uzatmanın, karşı gelme- nin ve edebsizce sözler söylemenin ne kadar tehlikeli oldu- ğunu ve rte ağır belâ ve ‘musibetlere uğranacağını anladılar.
(Şehzâde Bâyezîd, ıMuhammed bin Hüseyin’den hep “Babam“ diye bahsederdi) güzel bir,/ceylanın sırtına binmiş bana doğru geliyor ve; “Ben seni avdaır men etmemiş miydim?” diyordu. Onun bu sözü bana çok tesir etti. Ben o korku ile avlanmakjan vazgeçtim.” ^
İlk tahsilini huzûrunda yapan Se; bundan sonra ilim maksadıyla Burşa’ya Şeyh Sinânüddîn, Hini ve Hocazâde gibi r lerin derslerinde ilim tişti. Zamanın âlimleri Bir ara, Karamanlı med Paşa tarafından, oğlunun tâlim ve terbiyesi için tâyin olundu. Bundan sonra Fâtih Sultan Meh- med Hân zamânında Sultan Bâ- yezîd’in oğlu Şehzâde Korkut’un hocalığına memur oldu.
Merzifon, Karahisar ve diğer bâzı şehirlerde müderrislik yaptıktan sonra, Amasya’da Sultan Bâyezîd Medresesine müderris oldu. Bundan sonra da Amasya kadılığına tâyin ediİdi. Sultan Bâyezîd Hanın saltanâtının son zamanlarında emekli oldu. Kardeşleri Hüseyin ve Abdâh efendiler de âlim ve velî olup, Amasya’da Bâyezîd Medresesinde müderris idiler.
Yavuz Sultan Selîm Han, İstanbul’da Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinin yakınında bir ev satın alıp, Seyyid İbrahim’e hediye etmişti. O da emekliliğinden sonra İstanbul’a gelerek bu eve yerleşti ve vefâtına kadar ikâmet etti. Vefâtından evvel, kendisinden sonra bu evi, Ebû Eyyûb Medresesi müderrislerine mahsus olmak üzere vakfetti.“
Seyyid İbrâhim hazretleri, gayet uzun boylu, gür sakallı, heybetli bir zâttı. Güzel ahlâklıydı. Diğer velîler gibi, o da az yemek, az uyumak ve az konuşmak kaidesine tam uygun yaşardı. Hiçbir zaman yatakta yatarak uyuduğu görülmezdi. Oturarak bir mikdâr uyuyup, uyku ihtiyâcını giderirdi. Çok kerametleri görülmüştür.
Devâmlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı, başka hiçbir şey ile alâkadar olmamayı tercih etti. Bu sebepten hiç evlenmedi.
Seyyid İbrâhim, bu hâdiseden sonra insanlarla münâsebetten yüz çevirip, gösterişten, bozuk niyetten uzak bir şekilde, hâlis bir kalb ile Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmeye başladı. Hâl ve gidişâtında; sâlih, doğruluk, iffet ve takvâ üzere ve dinimizin emirlerine tam uymakta son derece titiz olup, zühd ve verâ sâhibi pek yüksek bir zât idi.
Hem anne, hem de baba tarafından asâlet sâhibi temiz ailelere mensûb, çok edepli, aklı ve zekâsı fevkalâde olan bir kimseydi. Dünyâya düşkün olmaması o dereçeydi ki, onun yanında altın ile saksı parçası bir idi. Dünyâlık şeylerden eline geçenlerin, kendisine zarurî kısmını bırakıp, fazlasını ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Hizmetçileri dâhil, hiçbir zaman h,içbir kimseye şu işi şöyle yap diye emr etmez, zarurî lâzım olursa, yine emretmeyip îmâ yoluyla bildirirdi. Meselâ su kabını boş görse, hizmetçisine bunu doldur demez; “Bunu yapan kimse su koymak için yapmıştır.” derdi.
Allah rızâsı için çok ibâdet edenlere mahsus nurlar, Seyyid İbrâhim’in yüzünde gün ışığı misâli parlardı. İnsanlarla konuşmasında ender rastlanan bir husûsi- yete sâhib idi. Sözde ve fiilde, büyükler ile küçükleri bir tutar, küçükleri de büyükler gibi vakarla, ağırbaşlılıkla karşılardı. Bu da tevazuunun çokluğundandı. Be% vakit namazı câmide cemâatle kılar, akşam ile yatsı arası mescid- de bulunup, ibâdet ile meşgûl olurdu.
İnsanın anlatmaktan âciz kaldığı güzel sıfatları ve faziletleri yanında, hüsn-i hatta (güzel yazı yazmakta) da mehâret ve ihtisas sâhibi idi. Birçok mûteber eseri, kendi hattı (yazısı) ile yeniden yazmıştır.
Ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görme hassası gidip, iki gözü de görmez olmuştu. Bir ilâç yapılıp, Allahü teâlânın izni ile bir gözü açıldı, ömrünün sonuna
kadar, o bir tek gözü ile yeliindi. Hiçbir zaman dünyâya rağbet gözüyle bakmadı.
OsmanlI âlimlerinden îaş- köprüzâde diye tanınan Ahrned bin Mustafa, ŞakâyiH-ı Nu’ıjnâ- niyye isimli meşhûr eserinjde, Seyyid İbrahim’i anlatırken buyuruyor ki: “Ölüm hastalığında Sey- yid İbrâhim’i ziyârete gittim. Vefâtı yaklaşmıştı. Geldiğimi anlayınca gözünü açıp; “Hak teâlâ hazretleri çok kerîm ve latiftir. O’nun, tarif ve tavsifin çok üstünde, hadsiz ve hesapsız olan lütuf ve kereni bana müşâhede olundu.” buyurdu. Bundan sonra yine kendinden geçip gözlerini kapadı. Yanından aynldığım gece vefât ettiğini öğrendim.” ! j
Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlandı. Hastalığı şırasında hep, Allahü teâlânın yüce ismini tekrarlıyordu. 1528 (H.935) senesinde vefât etti. Vefatında yaşının doksanı geçmiş olduğıi rivâyeî edilmektedir. Cenâzesi, Ebû Eyl yûb-i Ensârî hazretlerinin câmiine yakın bir yerde defnolundu. ” !
İBRÂHİM GÜLŞENÎ; Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin İbrâhim bin Şe- hâbeddîn bin Aydoğmuş bin Gündoğmuş bin Oğuz Atâ’dır. Lakabı Gülşenî olup, 1426 (H.830)da Azerbaycan’da doğdu.. 1534 (H.940) senesinde Mısır’da vefât etti.
Babası Emîr Muhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Emîr Muhammed vefât ettiğinde İbrâ- him’in yaşı küçüktü. Amcası Seyyid Ali onun terbiyesi ve eğitimi ile meşgul oldu. Değerli hocalara göndererek ilim tahsiline gayret etti. Çok zekî ve kâbiliyetli olan İbrâhim, kısa zamanda akranları arasında en ileri dereceye kavuştu. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bilgisini daha da arttırmak için, o zamânın ilim, irfân merkezi otan Semerkand’a gitmek üzere yola çıktı. Yorucu yolculuklardan sonra Tebriz’e ulaştı. Sultan Uzun Hasan’ın Kâdı’l-ku- dâtı Mevlânâ Haşan ile sohbet etti. Mevlânâ Haşan, İbrahim’in âlim ve faziletli biri olduğunu anlayınca, ona çok hürmet göstererek; “Tebriz’de kalırsanız, size maddî mânevi her türlü kolaylığı sağlar, hizmetinizi görmekle şerefleniriz.” dedi, ibrâhim de kabûl edince, durumu Sultan Uzun Ha- san’a bildirdi. Sultan ona, dîvân-ı hümâyûnunda nişancılık vazifesi verdi. Böylece devlet hizmeti görmeye başladı. Fakat İbrâhim’in niyeti ve yaratılışı bu işe uygun değildi. Bu işe bir türlü ısınamadı. Haramlardan kaçmak, şüpheli korkusuyla mubahları dahi terk etmek bu işte olamıyordu.. Arzusuna uygun yaşayabilmek için, Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin halîfesi Dede Ömer Rûşenî’nin hizmetine girerek, talebesi oldu. Her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Nefsini terbiyeye çalıştı ve çok uğraştı. İsteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsine muhâlefet etti. Bu gayreti sebebiyle, cenâb-ı Hak pekçok ihsân- larda bulundu. Kalp gözü açıldı. Kısa zamanda Ömer Rû- şenî hazretlerinden icâzet, diploma almakla şereflendi. Hocası, Dede Ömer Rûşenî’nin kendisine Gül- şenî diye hitâb etmesi üzerine, lakabı Gülşenî kaldı ve bu lakapla tanındı. İbrâhim Gülşenî hazretleri bundan sonra Tebriz’deki medresede ders vermeye başladı.
İbrâhim Gülşenî’nin Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti pek ziyâdeydi. Dünyâya zerre kadar meyletmez, şüpheli korkusuyla mü- bâhların fazlasını terk ederdi. Allahü teâlâya olan korkusundan günlerce yemek yemek aklına gelmezdi. Eline geçen malları fakirlere dağıtır, kendisi kimseden bir şey kabûl etmezdi.
İnsanlara öyle tatlı, hoş, yumuşak davranırdı ki, dost- düşman herkes onu, takdîr ederdi. Müslümanlar onun huzuruna geldikleri gibi, kâfirler bile İbrâhim Gülşenî’nin alçak gönüllülüğünü görüp seve seve müslüman olurlardı. Sultan Uzurı Haşan da İbrâhim Gülşenî’yi sever, hürmet ederdi. Sultan bir gece acâyib bir rüyâ gördü. Rüyâsında iri yarı siyah bir kimse, kendisini öldürmek kastıyla, elinde kılıç saldırdı. Öldürülme korkusundayken, İbrâ-
him Gülşenî hazlıetleri talebeleriyle geldi. Talebelerinin her birinin / eline altın kılıç v irdi. İbrâhim Gülşenî’nin talebeler i, o siyah kimseye kılıçlarım vura ip, parça parça ettiler. Sultan erilesi gün İbrahim Gülşenî’yi sara ’ina dâvet etti. Hürmet ve saye gösterdi; İzzet ve ikrâmd î bulûı i du. Ancaki daha rüyâsım ar itimat a fırsat bulamadan, İbrahim Gi İşenî hazretleri rüyânın taoırıni s iyledi. “Sadaka belâyı giderir, Öı ırü uzatır./’ buyurdu. Bu hâli gci en Sultânın] İbrâhim Gülşenî’yejjtimâd ve fo<|ğlı- lığı arttı, j |
Bir gün Şehzadelerden biri, düşman o duğu ¡birisinin rarar görmesini istedi. Şu niyet ile İtjrâ- him Gülşenî’ye gl lip, o zâtın zarar görmesi i|in yskı yazmasınıis- tedi.- ibrâh|m ¡jâöfe ^
teâlâya havâle etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir müslüma- na zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek câiz değildir.” buyurdu.
İbrâhim Gülşenî’den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzâde atına bindi, başka birinden böyle bir yazı almak kasdıyla yola çıktı. Yolda at şahlanarak, iki ayaği üzerine doğruldu. Şehzâde, atin arkasına düştü ve kendinden geçip bâyıldı. Görenler yetişip, bu hâliyle evine getirdiler. Şehzâde ayılıp kendine gelince; “İbrâhim Gülşenî’ye gidin, ben tövbe ettim, pişmân oldum. Beni affetsin.” diye haber gönderdi. İyi olup ayağa kalkınca, hemen İbrâhim Gülşe- nî’nin yanına gitti. Huzurlarında tekrar tövbe etti ve Sâdık talebe^ lerinden oldu.
Sultan Haşan, oğlu Halil’i iyi bir idâreci olabilmesi için Fars vilâyetine vâli tâyin etti. Halil gittiği vilâyette halka zulüm etmeye başladı. Zulmünden bıkan halk, durumu Sultana anlattı. Sultan, buna çok üzülüp, İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasan’ı huzuruna istedi. Sonra; “Oğlum Halil zulme başlamış. Yazdıracağım emri ona götürüp, insanların içinde korkmadan okuyun.” dedi. Sultan Haşan’m hanımı, durumu açele oğluna bildirdi. Halil haberi alınca, yollara adamlarını koyup; “Gelenleri yakalayıp derhal huzûruma getirin.” diye emir verdi. Bu sırada İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Haşan yola çıkmışlardı, O yere yaklaştıklarında, Halil’in adamları onları yakalayıp vâlinin huzuruna çıkardılar. Halîl, İbrâhim Gülşenî’ye hürmet eder görünmeye çalıştı. Herkesin bulunduğu bir sırada İbrâhim Gülşenî’ye: “Efendim! Tebriz’den çıkalı kaç gün oldu?” diye sordu. O da; “On yedi gün” deyince, Halîl alay ederek; “Efendim! Tebriz’den buraya bir ayda ancak gelinir. Hele bu kış mevsiminde yollar buzlu ve karlıdır. Daha uzun zamanda gelmek gerekmez mi?” deyip, inanmadı. İbrâhim Gülşenî hazretleri; “Biz ömrümüzde hiç yalan söylemedik. Yalan söyleyeni de sevmeyiz. Fakat şunu iyi biliniz ki, Allahü teâlânın sevdiği kulların himmeti dağları eritir. Bizim bir aylık yolu on yedi günde gelmemiz şaşılacak şey değildir ki… İnanmıyorsanız işte mektup. Bugünkü târihe, bir de mektuptaki târihe bakınız.” buyurdu. Bu hal karşısında, duraklayan Halîl, mektubu aldı ve yanındaki dîvân beyine verdi. Târihi okudular, tam on yedi gün olduğunu gördüler. Mah- cûb olan Halîl; “Efendim! Bu, sizin kerâmetinizden başka bir şey değildir.” dedi. İbrâhim Gülşenî de; “Mâdemki evliyânın tasarruf etme gücüne inanıyorsunuz, öyle ise babanıza karşı gelmemelisiniz.” Eğer bozuk niyetinizi düzelt- mezsşniz, sizi bu gece cezalandırırız. ” dedi. O sırada Vâli Halîl; “Yarın İbrâhim Gülşenî’yi öldürte- yim.“ diye düşünüyordu. O gece rüyâsında, İbrâhim Gülşenî’nin kendi boğazını sıkarak; “Bre zâlim! Yaptığın zulümler yetmez mi ki, cenâb-ı Hakk’ın hâlis kullarına da kötülük düşünürsün?” J»di. Halîl boğulacak gibi oldu. Yattığı yerde ellerini kaldırarak tövbe etti. Uyandığında ter içinde kalmış, çok korkmuştu. Yatağından kalkıp düşünmeye başladı. İbrâhim Gülşenî, o gece Kâdıasker Alâ- yi’nin evinde misâfirdi. Gece yarısı olunca, ev sâhibini uyandırdı ve; “Haydi Vâli Halil’in konağına gidelim.” buyurdu. Gece yarısı Halîl’in konağına girdiler. Yattığı yerin kapısına gelince, yüksek sesle; “Ey Halîl! Tövbe ettin mi, yoksa hâlâ beni öldürme fikrinde misin?” dedi. Vâli Halîl, ağlıyarak. kapıdan çıktı ve İbrâhim Gül$e- nî’ye; “Efendim! Yaptıklarıma piş- mân oldum.. Tövbe ettim. Yalvarıyorum bana duâ buyurunuz. Bundan sonra hiç kimseye zulüm et- miyeceğim.” dedi. .
Sultan Hasan’ın devlet adamlarından ikisi, İbrâhim Gülşenî’yi ziyârşte geldiler. Gelenler daha söze başlamadan, birisine; “Senin bu gece niyet ettiğin şey makbuldür. Fakat buradaki malından değil, köyden gelecek olandan ver. Kendi yerine gönderdiğin vekilin sâlih bir kirflsedir. İnşâallah senin için hac eder. Yalnız ücretini bot ver.“ dedi. Diğerine de; “Niçin sabah gusl edip tövbe etmedin? Burada oturma. Ğit, çabuk gusl abdesti al gel.” buyurdu. Meğer,
o iki kimsenin birisi yerine hacca vekil gönderecekmiş- Düşündüğü bir kimsenin bu işi yapıp yapamayacağı hakkında tereddüd ediyordu. Vereceği paranın helâlden olup olmadığında da şüphesi vardı.
Devlet adamı, İbâhim Gülşenî hazretlerinden bu kerametleri görünce, hemen Sultan Hasan’a gitti. Olanları anlattı. Sultan, İbrâhim Gülşenî’nin büyüklüğünü daha iyi anladı ve onu memnun etmek için Kâdı Hasan’ı çağırdı- “Git, İbrâhim Gülşenî’yi ziyâret et. Bizden selâm söyle. Bizi duâdan eksik etmesin.“ diyerek peKçok hediyeler gönderdi.-Kâdı Haşan, İbrâhim Gülşenî’nin huzûruna gidip, selâmı söyledi ve hediyeleri arz eyledi. Selâmı alan İbrâhim Gülşenî, hediyeleri kabûl etmedi. Kâdı hediyeyi mutlaka vermek için zorlayıp duruyordu. Bu ısrar karşısında İbrâhim Gülşenî; “Kâdı Efendi! Bana hediyeyi vermeK için uğraşıp duracağına, acele evine git, kitapların yanıyor!“ buyurdu. Kâdı
süratle evine vardı ve mangaldan sıçrayan ateşin kütüphânesini yakmaya başladığını gördü. Eğer yetişmese, kitaplarının hepsi ve evi yanacaktı. İbrâhim Gülşenî’nin bu kerâmetini de görünce, ona olan yakınlığı ve bağlılığı bir kat daha arttı. Bu arada gusl için gönderdiği kimse abdest alıp geldi. İbrâhim Güjşenî ona tövbe ettirdi. Tövbeden sonra o kimse velilik hallerine kavuştu.
Babası Uzun Haşan ve kâr- deşi Halîl*in ölümünden sonra tahta çıkan Sultan Yâkûb da İbrâhim Gülşenî’ye izzet ve îttbar gösterdi. Onun için Tebriz’de bir zâviye inşâ ettirdi. Fakat İbrâhim Gülşenî bu zâviyede irşâd, insanlara hak ve hakikati anlatma vazifesine uzun süre devâm edemedi.
I , Erdebil Hânedânına mensup Safevî Eshâb-ı kirâm düşmanlan, Tebriz’deki Eh)-i sünnet müslü- manları ortadan kaldırmak ve İbrâhim Gülşenî’ye zulmetmek için harekete geçtiler. Ateşe tapan mecûsîler ile birleşerek, Tebriz’i işgâl ettiler. Her tarafı yakıp yıktılar. Önlerine gelen genç, yaşlı, kadın, erkek demeden herkesi öldürmeğe başladılar. İbrâhirıt Gülşenî hazretleri bu fitneden kurtulmak için hicrete karar verdi. Mâcerâlı bir yolculuktan sonra oğlu Ahmed Hayâlî ile Diyarbakır’a ulaştı İbrâhim Gülşenî’ye, şehrin hâkimi, Âmir Bey ile kardeşi Kayıtmaz Bey son derece hürmet gösterdiler. İzzet ve ikrâmlar- da bulundular. Fakat orada fazla
BESMELENİN FAZÎLETÎ
İbrâhim Gülşenî, bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ar? talebeler; “Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki ölülerin azabda veya nîmet içinde oldukları bilinebilir mi? Quâ ederek azabçja olanın azabı kaldırılır mı?” diye sordular! İbrâhim Gülşenî de: “Allahü teâlânın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azab içinde olduğunu ‘ gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde, azâbın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Deniyordu ki: “Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmeleyi öğrenince, Besmelenin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı.”
Yine bunun gibi şâhid olduğum bir hâdise de şöyledir: Kâdı îsâ’nın hocası Fahreddîn vefât etmişti. Kâdî îsâ, teveccüh edince, hocasının azabda olduğunu anladı ve gelip bana durumu söyledi. Kâdı îsâ’ya dedim ki: “Hocanın sende Ş|şk- kı var. Hocan için sadaka ver, Kur’ânn kerîm okut ve rûhuna hediye eyle.” Kâdı îsâ denilenleri yaptı. Fukarâya yemek yedirdi. Sevâbım hocasının rûhuna hediye etti. Ö gece Kâdı îsâ rüyâsında hocasını gördü. Azap melekleri tekrar azab için gelmişlerdi. Tam o anda onu bir nûr kapladı. Bunu gören melekler, hemen oradan ayrıldılar. Ertesi günü rüyâsını bize tâbir ettirmek için geldi. Biz de; “Okuduğun Kur’ân-ı kerîm ve yaptığın hayır hasenât ona nûr oldu ve azabdan kurtuldu. Çünkü Kur’ân-ı kerîm nûrdur.” dedik.
kalmayıp, yollarına devâm ederek Mısır’a ulaştılar.
İbrâhim Gülşenî’nin hocası Ömer Rûşenî hazretlerinin talebelerinden Tîmûrtaş ile Şâhin efendiler de daha önce Mısır’a gelip yerleşmişlerdi. Mısır halkı onlara değer veriyor, saygı ve hürmette kusûr etmiyorlardı. İbrâhim Gül- şenî’nin Mısır’a gelmesini halk büyük bir sevinçle karşıladı. Kâ- dı’l-kudât Abdülberr bin Şahna, Tîmûrtaş ve Şâhin efendilerin ri- câsı üzerine Kubbet-ül-Mustafâ denilen yerde yerleşti. İnsanlara nasihate, ibâdetleri yapmanın, haramlardan kaçmanın faziletini anlatmaya başladı. Kısa zamanda
Sultan Gavrî başta olmak üzei”e herkes onu çok sevdi. Onu*1 kalblere şifâ olan sözlerini hep dinlemek, hiç kaçırmamak içif1 huzûrundâ bulunmaya gayret et’ tiler. Gelenlerin çok olması üzeri’ ne, hükümdâr ona, Müeyyedi’ ye’de bir medrese yaptırdı. İbrâ” him Gülşenî oraya giderek, insan-‘ lara Ehl-i sünnet îtikâdını ve Gül’
^ J t” 3 * ‘-•Ş- ^ |
‘”•i,’ 4s«/¡»Sil»*!.** liit J »j jU j)«U*Vlwı
jlîİA^ ¿1″^ ‘-??*”*
* ~ £¿1
jVu. 4*l( * Ij^ *jy~ J ¿;V J*
*SiM »>l /Jıtî^
V* ^ • j—ii vj’ ‘)■** •
X. ajV— Afh.j tİ-
¿L- ¿x o^-vı ¿y*
İbrahim Gülşenî’nin hayatını anlatan Terceme-i Hâlî İbrâhim Gülşenî risâlesinin ilk sayfası.
şeniyye yolunu anlatmaya başladı.
Bu arada Memlûklerin Safe- vîleri desteklemesi yüzünden OsmanlIlarla arası açılmıştı. Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazreleri- nin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlannın ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkân Tomanbay, İbrâhim Gülşenî’ye gelip duâ istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: “Siz duâya kâbiliyet ve is- tidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitabı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü töâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlimdir. Sultânım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm’e tâbi olasın.” Bu nasihatlere rağmen Tomanbay Ridâniye’de Yavuz’un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi.
Sultan Selîm Han böylece Mısır’ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:
Azîzim hayr-ı makdem ömrümün yârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin.
diyerek karşıladı. Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pek- çok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar.
Mısır’da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamanın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul’a dâvet eyledi, İstanbul’a gelen İbrahim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlar- da bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi. Sultan da Kehhâlbaşı’na (Sürmeci- bşşına) emrederek, gerekli ihti- mâmı göstermesini emretti. Keh- hâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî’ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve ev- liyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul’da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar tylısır’a döndü.
İbrâhim Gülşenî, Mevlânâ Gelâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’si tipinde, ona eş olarak, kırk gün içinde kırk bin beyt- lik Farsça bir mesnevî yazdı. Ma’nevî ismini verdiği bu kitabı çok kıymetlidir.
Talebelerine daha çok Mevlâ- ) A*.
j ¿»ı t—«? ¿uı^ı ¿un t uvı £|>ı jt « r UC) * U;**’ •[2]*J‘y3*
» ç loVj * ¿VI d*
* is» l»U ¿sİ f*’j} j*)
* yu» ¿>uı ¡Mtj * jvut £’->t * ¿çîT ‘—•i
¿ıj. JlyXkh JJL» ¿¡A ¿Htı J>.i g.-İ-j* J*;’1–[3] ,j İ5»jW\ ¿5*«^ O’lrf-i
dokuzuncu gününde, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Yerine oğlu Ahmed Hayâlî geçerek, Gülşenî yolunu devâm ettirmeye çalıştı.
İbrâhim Gülşenî vefât ettiği gün, Münteci Muhammed Efendinin evinin önündeki bir servi ağacı yere devrildi. Muhammed Efendi; “Bu hayra alâmet değil.“ deyip, duâ almak niyetiyle İbrâhim Gülşenî’nin evine doğru gitti. Eve vardığı zaman, vefât ettiğini öğrendi. Evinin önünde bir servi ağacının devrildiğini, Gülşenî’nin oğlu Ahmed’e anlattı. Orada bulunanlar hayret ettiler. Çünkü, yakınları tabut yapmak için her tarafa servi ağacı aramağa çıkmışlardı.
Orada bulunanlar: “Biz servi ağacı bulmağa etrâfa adam göndermiştik. Meğer sizin servinizin düşmesi İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tabutu içinmiş.” dediler. Bana teselli geldi. O serviden tahta biçtirerek, tabut yaptırıp getirdim. Onunla defn ettiler. Yıkarken etrâfa çok güzel, misk gibi bir koku yayıldı… Bu kokuyu, orada bulunan herkes hissetti.
İbrâhim Gülşenî’nin oğlu Ahmed Hayâlî, babasından otuz yedi sene sonra vefât etti. İbrâhim Gülşenî’nin türbesine defnedildi. Kabri kazılırken etrâfa öyle güzel bir koku yayıldı ki, orada hazır olanlar bu kokunun Cennet kokusu olduğunu ve İbrâhim Gülşenî’nin kabrinden geldiğini anladılar. Sandukayı kaldırıp, toprağı kazmaya başladılar. Aşağı inildikçe koku arttı. Kokukun İbrâhim Gülşenî’nin mübârek kabrinden geldiği âşikâroldu.
Kabre inen şöyle anlattı: “Merâk ederek İbrâhim Gülşenî’nin kabrini açtım. Aradan otuz yedi sene geçmesine rağmen, kefeninde leke bile yoktu. Mübârek başına doğru bakarak hürmetle selâm verdim. Kabirden şöyle cevap verdi: “Aleyke selâ- mullah yâ Ibni!” Tahammül edemeyip, elimde olmayarak diz çöktüm. Yanımda Şeyh Ali’nin lalası vardı. O, korkudan yukarı çıktı. Ben Ahmed Hayâlî’nin cesedini kabre koydum. Üzerimdeki bütün yorgunluk ve korku gitti.”
İbrâhim Gülşenî hazretlerinin Mâ’nevî isimli mesnevisinden başka, Arabî, Fârisî ve Türkçe Dî- vânları da vardır. Mâ’nevî’nin bir kısmını, talebelerinden Muhammed Fenâî Efendi Türkçeye tercüme etmiştir.
İBRÂHİM HAKKI ERZURÛMÎ;
Anadolu’da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. Babası Osman Efendi de velî bir zâttı. İbrahim Hakkı 1703 (H.1115) senesinde Erzurum’un Hasankale kasabasında doğdu. İbrâhim Hakkı hazretleri kendisini kısaca şöyle anlatmaktadır:
“Hicrî bin yüz on beş tarihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında doğdu. Bin yüz kırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Arif olup dünyâyı unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu. İşini, gücünü, malını, mülkünü her şeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi.”
İbrâhim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi Seyyide Hanîfe Hâtûn’u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrâhim’i amcasına emânet etti ve tasavvufta kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt’in Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için ge- celi-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı’yı alarak Tillo’ya babasının yanına götürdü.
İbrâhim Hakkı hazretleri Til- lo’da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: “Bön dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi-vaktinde Tillo’ya girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı.”
•İbrâhim Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi zamânın fen ilimlerini tahsil etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında mârifet sâhibigplmak, hasta kalbine şifâ bulmak %in de İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.
İbrâhim Hakkı hazretleri, Til- lo’ya geldiği günlerde gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: “Rüyâmda gökyüzünü beyaz serçelerle dolu hâlde gördüm. Bir ara serçeler hep birden halkın üzerine doğru saldırdılar. Bana saldıranları babam uzaklaştırdı. Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokuldu. Sabahleyin rüyâmı babama anlattım. Babam koltuğumun altına baktıktan sonra, orada tâ- ûn, vebâ hastalığının belirtilerini gördü. Hastalığa yakalandığım ilk beş gün kendimden habersiz olarak yattım. Altıncı gece gözümü
ma *pşn katmıştı-. Sevincimden .rü- yâmfcfiemen’ babama anlattım’. Meğer babam, uyanık olduğu
i hâfcfe; benim rüyâda gördüklerimi görmüş, hâdiseye muttalî olmuş ve onlarla konuşmuştu. Babam bana şöyle tenbih etti ve; “Bu rü-, yâyı kimseye söyleme. Bu rûhlar için iyi olmaz.” buyurdu. Sabah oldu Cumâ namazından sonra dergâhın kapısı önünde oturmuş duruyordum. Siirt tarafından at üzerinde ak sakallı bir ihtiyâr geldi. Kapının önüne gelince atından indi. Benim yanıma gelip elimi tuttu ve öptü, şaşırdım kaldım. Zî- râ bu kimseyi tanıyamamıştım. Hocamızın huzûruna girmek için izin istedi. Verdiği hediyeleri içeri götürdükten sonra hocamın yanına gittim ve; “Kapıda yaşlı bir kimse huzûrunuza çıkmak için izin istiyor efendim.” dedim. “Gelsin.” buyurdular. Misâfiri buyur ettim. İçeri girince oturması işâret edildikten sonra; “Ve aleykümse- lâm ey Seyyid Hamza! Bu Cumâ gecesi bize çok misâfir geldi.” buyurdu. Hocamızın bu tatlı hitâ- bından Seyyid Hamza çok şaşırdı. İlk defâ gördüğü bu kimse kendi ismini nereden bilmişti. Ve gece gelen misâfirlerin arasında olduğunu nasıl anlamıştı. Bunları hem düşündü, hem de kalkıp hocamın elini öptü. Bir müddet ağladı. İzin isteyip dışarı çıktı. Bizim odaya buyur ettim. İçerde babama hâlini şöyle anlattı: “Ben Si- irt’in ileri gelenlerinden Seyyid Hamza’yım. Bu âna kadar Tillo’ya hiç gelmedim. Bu büyük âlim ve
Tillo’da İbrâhim Hakkı Erzurum? ve hocasının öze) eşyâlarının sergilendiği müze, |
velîyi de hiç ziyâret etmemiştim. Bu gece rüyâmda beş yüz kadar nûr yüzlü atlı âlim ile beş yüz pi- yâde evliyâya Siirt önünde karıştım. Onlarla birlikte Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerini ziyarete geldik. Bu kasabayı ve yolunu rü- yâda görerek öğrendim. Harman yerine geldiğimizde atlılar atından indi. Beraberce bü dergâhın kapısına saf saf dizildik. Sıra ile mübârek hocanızı ziyâret ettik. Bu dergâhın kapısı önünde şu küçük oğlunu gördüm. Evliyâlar kucaklarına alıp sıra ile sevdiler. Kapının önüne gelince çocuk içeri girdi. Ben de kapının önüne geldiğimde uyandım. Hâlâ o rüyânın tesiri altındayım, duyduğum o lezzet hâlâ devâm ediyor. Sabah olunca atıma binip rüyâda geldiğim yol ile doğru buraya geldim. Kimseye sormadan dergâhı bulup, sîzleri tanıdım. Hazret-r Şeyh’e geldim. Bu gördüğüm rüyâyı anlatacaktım. Bir gün sonra da ona talebe
olup hizmetiyle ve sohbetiyle şe- reflenecektim. Ben daha anlatmadan; “Ey Seyyid Hamza! Bu gece bize çok misâfir geldi.” diyerek hem ismimi hem de rüyâda olanları anlattı. Şaşırıp kaldım.” Seyyid Hamza’nın bu şaşırmasına babam şöyle cevap verdi: “Senin bu gördüğün rüyânın aynısını bu oğlum da gördü. Lâkin avâmın gördüğü rüyâları, seçilmiş evliyâ uyanık iken görüp müşâhe- de etmiştir. Allahü teâlânın ihsanlan sonsuzdur.”
İbrâhim Hakkı hazretleri on yedi yaşında yetim kalmasını şöyle anlattı: 1719 (H.1132) senesinde, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Gumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadına ulaşarak rahmet deryâsına daldı. Bu yetim
o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkip, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler bana; “Git, önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı/ dediler. Bu söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti. Gönül evim karardı. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde jken o merhamet menbâı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; “Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı ben bilirim.“ dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garîb oğlu Derviş Osman Efendinin başı ucunda oturdu. Şehid rûhuna bir Fâtiha okuyup, sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâ- lânın ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla yüzüme bakıp, tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürür ve lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran ahbablar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamın himmeti bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti.
Hocamız oradan ayrıldıktan sonra babamın yüzünü açıp baktım. Güler gibi bir hâli vardı. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi. Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes üzüldü. Âlemin babası olan hocamız, bu yetimine şefkat edip iltifât eylediğinden,
merhum babamdan sonra onun hizmetleri bize miras kaldı. Mübâ- rek hocam, bu bozuk huyluyu nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Kalb hastalıklarından beni kurtardıktan sonra, kendi muhabbeti ile yaktı. Böylece bende, âhi- ret hâllerinde yakîn hâsıl oldu. Tevekkül etme, dert ve belâlara, ibâdete ısrarla devâm etmeye tahammül, her işe rızâ gösterme hâli hâsıl oldu. Pek kıymetli, lezîz nimetler ihsân edildi. Hepsinden daha evlâsı ye kıymetlisi ise, Alla- hü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bilgi sâhibi olmaya, mârifetullaha kavuştum.
İbrâhim Hakkı hazretleri, babasının vefâtından sonra hocasının emriyle Erzurum’a gitti. Am- cafamın da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsil etti. Burada tahsilini bitirdi, fakat gönlü, hocası ismâil Fakîrutlah hazretlerinin ateşiyle yanıyordu. 1728 (H.1140) senesinde yirmi beş yaşında iken tekrar TiHo’ya geldi. Burada hocasının 1734 (H. 1147) senesinde ve- fâtına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra Erzurum’a döndü. Küçük
[1] Hâttrât-ı Aşçı ¡İlâhim, Üniversite Kütüphanesi, T.Y., No: 3222
[2] Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.67
^ ¿r1, ıJ!
ç>S+~&t3 °
İbrâhim Gülşenî’nin Dekâik-i Mânevi adlı eserinin bir kısmına La’lî Mehmed Fenâî’nin yaptığı şerhin ilk sayfası.
nâ hazretlerinin Mesnevî’si ile kendisinin Mâ’nevî isimli eserinden okuturdu. Nitekim şöyle denilmiştir:
Gülşenî dervişi güldür, goncalardır Mevlevi, Bülbül-i Şeydâ okur geh Mesnevî, geh Ma’nevî.
İbrâhim Gülşenî hazretleri 1534 (H.94Û) senesi Şevvâl ayının