BALKANLAR OSMANLI’NIN GELİŞİNİ BEKLİYOR
EVLAD-I FATİHAN YURDU BALKANLAR OSMANLI İÇİN HER ZAMAN EHEMMİYETİNİ KORUMUŞ VATAN TOPRAĞIYDI.
BUGÜN SINIRLARIMIZ DAHİLİNDE OLMASA DA O COĞRAFYA İLE İRTİBATIMIZ HİÇ KOPMADI VE O İNSANLARIN RUHLARINDAKİ OSMANLILIK DA HİÇ BİTİVERMEDİ. . .
Bırçko sokaklarını gösteren eski birkartpostal
Bosna-Hersek’te Bosna’nın kuzeyinde Tuzlaya 50 km mesafede bulunan Bırçko özerk bölgesinde bir kasetçinin evine birkaç defa misafir olarak gitmiştik. Bu ziyaret sırasında karşılaştığımız ve dinlediğimiz bazı hadiseler bizi derinden etkilemişti-
2000’li yılların başlarında bir vesile ile Bosna’ya gitmiştik. Ramazan ayıydı. Bırçko Sanayi ve Çevre Bakanı ismet Dedeiç bir akşam bizi evine iftara davet etti. Biz, Bosna’nın en önemli şehirlerinden Bırçko’ya ulaştık.
Bırçko Özerk Bölgesi, Hırvatistan sınırında Sava Nehri Anarındaki bir yerleşim birimi. Bosna Savaşı’ndan sonra 1995’te imzalanan Dayton Antlaşmasıyla Bosna-Hersek’ten ayrılarak müstakil (özerk) bölge haline getirilmişti. Burası, Osmanlı salnamelerinde “Bireçka” adı ile kayıtlıdır. Günümüzde ise “Bırçko” şeklinde kullanılır.
Otobüsten inip şehir merkezine doğru yürürken yolda, Türk askerî birliğinde görevli subaylarla karşılaştık. Türkiye NATO üyesi olduğu için buraya askerî bir birlik göndermişti. Subaylar, arabanın yanında bisikletli iki çocukla konuşuyorlardı. Çocuklar Müslümandı. Burada nüfusun, %50’sinin Müslüman, %50’sinin de Hıristiyan olduğunu ödüyorlardı. Bu askerler arabalarında çeşitli yiyecek ve içecekleri, rastladıkları çocuklara vererek onların sevgilerini taz^ı^rlardı. Güzel bir usul şüphesiz!
“BABAMA, KİMLİK ALALIM DEDİĞİMDE, HER DEFASINDA ‘OĞLUM, NE GEREK VAR KİMLİĞE. OSMANLILAR NASIL OLSA GERİ GELECEKLER’ DERDİ”
Sava Nehri kenarında kurulmuş kaza merkezinin iskelesi oldukça işlek. Eskiden beri bu iskeleye posta ve yük vapurlarının uğradığı, yolcu veya yük taşıdıkları biliniyor. Sava Nehri’ne daha yakından bakmak için kenarına kadar gittik. Nehir gerçekten de görmeye değerdi. Bizdeki nehirler onların yanında âdeta dere gibiydi. Bugün de yolcu ve ufak çaplı yük taşımacılığının yapıldığı küçük bir liman bulunmaktaydı. Oradan İsmet Bey’le buluşarak evine gittik. İsmet Bey’in evi müstakil, bahçe içinde, iki katlı, saray yavrusu gibi bir malikâneydi. Üst katta Osmanlı köşesi diye döşenmiş, sedirler ve sehpalardan oluşan bir oda ile bir hol vardı. İftar öncesi tanışma faslı oldu. İsmet Bey, uzun boylu, iri yapılı babayiğit bir adamdı. Siyah saçları ve bıyıklarıyla tipik Boşnaklardan (bıyıksız ve sarışın) farklıydı. Kendisi Sancaklı idi. Zaten genel olarak Sancaklı Boşnaklar,diğerlerinden hem karakterleri bakımından, hem de fizikî özellikleri bakımından farklı yapıdadırlar.
İftarı, portakal suyu ve hurma ile açtık. Daha sonra yemek odasında hazırlanmış mükellef iftar sofrasına geçtik. İftar sofrasına konulan yemekler üzerinde, Osmanlı kültürünün etkileri açısından biraz durmak istiyorum. Begova (bey) çorbası dedikleri bir çorba ile yemeğe başladık. Begova çorbası oralarda çok meşhur. İçinde et, mantar, pirinç vs. birçok malzeme var. Yemeklerden etli bamya, etli soğan dolması, etli lahana sarması (Boşnakçada da sarma, dolma diyorlar) gerçekten çok lezzetliydi. Evin hanımı Fatıma Hanım yemeğe bizimle oturmadı. Hizmetlilerle birlikte hizmet etti. Kendisi tıp doktoruymuş. Soyunun Türk olduğunu, Bosna ya dedelerinin Antalya yöresinden geldiklerini anlattı. Yıllardır uzak kalmasından dolayı maalesef Türkçe bilmiyordu. İftar yemeğinden sonra yemek duası yaptık ve üst kattaki Osmanlı odasına geçtik. Odada çerez, muhtelif tatlılar ve kahve ikram edildi. Burada insanların baş içecekleri kahve. Vaktinde bizden öğrenmişler kahve içmeyi. Zaten “Türk kahvesi” diyorlar. Ancak bizde kahve kültürü artık eskisi gibi değil. Hatta yeni nesil Boşnaklar, Türk kahvesi yerine, Bosanski kafa (kahve) diyorlar. Üsteleyince Türk kahvesi diyorlar. Ama ‘siz pek bilmiyorsunuz, artık bu bize mal olmuş’ demekten de geri durmuyorlar. Haksız da değiller. Kahvelerimizi içerken, muhtelif konular üzerine sohbet ettik.
Türklerin Balkanlardan çekilişi, her Balkanlı Müslüman için hüzün kaynağıdır. Bunlarda da aynı duyguyu hissediyorduk. Dinlediğimiz şu hadise bizi sarsmıştı. Yeni Pazar Rojaya’dan İslâm Bey isimli 87 yaşındaki bir Müslüman, 1975’li yıllarda Türkiye’deki torununu görmek ister. Bunun için ilgili makamlara müracaat eder. Pasaport almak için pek tabii kendisinden kimlik istenir. İslâm Bey, “kimliğim yok” der. Yetkililer, “Nasıl olur, kimliksiz insan olur mu?” derler. İslâm Bey, şu cevabı verir:
“Kimliğim nasıl olsun. Babama kimlik alalım dediğimde, her defasında ‘Oğlum, ne gerek var kimliğe. Osmanlılar nasıl olsa geri gelecekler’ diye cevap verirdi”
Manidar bir cevap değil mi? Biraz daha oturduktan sonra izin aldık. Ailece bizi avlu kapısına kadar gelerek uğurladılar. Türkçe bilmiyorlardı ama birçok Türkçe kelime konuşuyorlardı. Bildikleri Türkçe kelimeleri söyleyerek bize “Biz de sizdeniz” demek istiyorlardı. Atalarımızın bıraktığı bu topraklarda, çok güzel bir Ramazan akşamı ve gecesi geçirdikten sonra Tuzlaya döndük.
BİZ BOŞNAKLAR OLARAK, HEP TÜRKİYE’DEN BİR ŞEYLER BEKLEDİK GOZUMUZ HEP SİZDEN TARAFA BAKIYORDU. BİZ BOSNA’YI ADETA İSTANBUL’UN BİR MAHALLESİ GİBİ DUŞUNUYORUZ.”
Heykelinden Bile Korktular
Aradan 5-6 ay geçtikten sonra yolumuz yine Bırçko’da İsmet Bey’in evine düştü. Bu sefer de Sakarya Üniversitesi’nden yaz okulu münasebetiyle gelen arkadaşlarla İsmet Bey’e misafir olduk. İsmet Bey bizi yine evinde ağırladı. Koyu bir sohbete daldık. Türk tarihinden, Türklerin Bosna’ya hizmetlerinden, buralara getirdikleri medeniyetten bahsedildi. İsmet Bey, Türk düşmanlığının hâlâ had safhada olduğunu gösteren bir hadiseyi anlattı:
“Bir gün baktım Sırplar belediyenin önüne bir heykel dikmişler. Meşhur katil Draye Mihayloviç’in heykeli. Bu adam, 1940’larda 5000 Müslümanı hunharca katletmiş azılı bir cani idi. Daha sonra 1942’de Tito bunu öldürttü. Dikkat edin, Sırpların millî kahramanı bu katil. Aradan yıllar geçtikten sonra bu katilin heykelini dikiyorlar. Bir gün, bakanlar kurulunda bu heykeli kaldırmalarını istedim. Bu adamın heykeli size bir şey kazandırmaz, Müslümanları da üzer dedim. ‘Hayır. Biz onu çok seviyoruz, bizim kahramanımız o, heykelini kaldıramayız.’ dediler. İstiyorsanız siz de bir Boşnak kahramanının heykelini dikebilirsiniz diye cevap verdiler. Eve gidince bu cevap üzerine çok düşündüm. Bu heykeli nasıl kaldırtabilirim diye kafa yordum. Ertesi toplantıda, ‘Arkadaşlar, dikeceğim heykeli buldum.’ dedim. Merakla ‘kim’ diye sordular. Cevaben ‘Sultan Murad’ dedim! Bunu duyunca sessizliğe büründüler. Arkasından dağıldık. Ertesi gün, bu sefer ben ne yapacaklarını merakla bekliyordum. Toplantıda ‘Sen Murad’m heykelini dikme, biz de Draye’nin heykelini kaldırıyoruz.’ dediler. Böylece şükürler olsun bir katilin, azılı bir Müslüman düşmanının heykelini asırlar sonra Sultan Murad sayesinde kaldırtmış olduk. Sultan Murad yüzyıllar sonra bile bu herifleri korkutmaya yetti. Bu heykelle ilgili konuşurken, bir politikacı ‘Sen de Murad gibi bıçakla ölebilirsin, dikkat et’ dedi. Ben de ‘Miloş ona bıçak sapladı. Ama o bıçaktan ölmedi. Bıçaktaki zehirden öldü.
Ancak şimdi bu mümkün değil. Tıp gelişti, doktorlar var. Merak etme ben ölmem.’ dedim.”
İsmet Bey’in anlattıkları manidardı. Ecdadımızla gururlanarak, Sırpların bu hâline gülüştük. Sohbet sırasında İsmet Bey “Kültürel ilişkilerimiz mutlaka devam etmeli, bunda hiç şüphe yok. Ancak ekonomik ilişkilerimiz de olmalı. Karşılıklı maddî ilişkilerimizi geliştirmeli ve devam ettirmeliyiz. Biz, Müslümanlar olarak dilenci durumunda olmamalıyız. Daha çok çalışmalıyız. Türk iş adamlarının buralara gelip yatırım yapmaları gerekiyor. Biz, Türklerin bizi ne kadar sevdiğini biliyoruz. Buna defalarca şahit oldum. Savaş sırasında bir ara İstanbul’da idim. Türklerin bizim için ne kadar çalıştığını orada gördüm. Yardımlar toplandığı gibi, nümayişler, protestolar yapılıyordu. Buna ne çok sevindiğimi anlatamam. Biz Boşnaklar olarak, hep Türkiye’den bir şeyler bekledik. Gözümüz hep sizden tarafa bakıyordu. Biz Bosna’yı âdeta İstanbul’un bir mahallesi gibi görüyoruz” diyordu.
Fatih’in Fermanı
İsmet Bey, günümüz ve gelecek ile alakalı karşılıklı politikalar hakkındaki düşüncelerini bu şekilde ifade ettikten sonra, ortaokul ve lise yıllarına giderek bazı hatıralarını anlattı:
“Ben ortaokulu ve liseyi Karadağ’da bitirdim. Sınıfta tek Müslüman bendim. Derste tarih hocası bana, ,haydi İsmet Paşa, Türklerin bize yaptığı kötülükleri anlat’ dedi. Ben soruya cevap veremediğim için ağlayarak eve gittim. Amcama öğretmenin sorduğu soruyu anlattım. O da yarın okulda şunları söyle dedi. Derste elimi kaldırdım. ‘Hocam, Türkler Sırplara çok kötülük yapmışlar. Onlar Sırplara zorla yıkanmayı öğretmişler. Yün döşekte yatmayı öğretmişler. Sırplar daha önce hayvanlarla birlikte yatıyorlarmış. Yorgan kullanmayı, kaşuk (kaşık) kullanmayı öğretmişler (Bu kelimeleri aynen Türkçedeki gibi kullanıyordu). Bu öğrendiklerini yapmak onlara çok zor geliyormuş. Türkler bize işkence yapıyor diye ağlıyorlarmış…’ Bu anlattıklarıma hoca çok kızdı. Çık dışarı diye bağırdı. Çıktım, ama çok mutluydum.”
İsmet Bey’in samimi hatırasını gülümseyerek dinledik. Tarihî bir gerçeği hoş bir üslupla dile getirmişti. Arkasından kalkıp Fatih’in fermanını getirdi ve fermanı göstererek “Biz bu fermana çok önem veriyoruz. Ben bunu gelen herkese gösteriyorum. Sırplara,
Harvard’dan gelen profesöre Sırplara, bunu öğrenmeniz bilmeniz lâzım diyorum. Türkler buraya sadece savaş için gelmediler. Buralara kültür eserleri bıraktılar. Köprüler, hamamlar vs. Sizin kiliseniz Türklerin sayesinde Yunan kilisesinin elinden kurtulup, bağımsız oldu.”
Tarihe ve günümüze ait güzel sohbetten sonra vedalaşma zamanı gelip çatmıştı. Evin bahçesinde birkaç poz fotoğraftan sonra şehri gezmek üzere evden ayrıldık. İsmet Bey, Sava Nehri kenarına götürdü bizi.
Orada iki katlı büyük eski bir bina vardı. Burası, son dönem Osmanlı konsolosluk binasıymış. Sonradan takıldığı anlaşılan Boşnakça kitabede 1878-1918 yılları arasında Türk konsolosluk binası olduğu yazılıydı. Virane bir hâldeydi. İsmet Bey âdeta yalvarırcasına “Yetkililere söyleseniz de bu binayı tamir ettirip, burada bir konsolosluk açsalar mümkünse. Bizim için önemli bir manevî destek olacak. Tam Hırvat sınırında, nehrin kenarında Osmanlı’dan kalan böyle bir binanın yıllar sonra Türk konsolosluğu olmasının anlamını düşünebiliyor musunuz? Benim için, bunun ne anlam ifade ettiğini size kelimelerle anlatamam” dedi. Kendisine, yetkililere bilgi ulaştıracağımızı söyledik. Türkiye’ye döndükten sonra verdiğimiz sözde durarak Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısına durumu arz ettik. Nehir kıyısındaki eski konsolosluk binasının bir kısmı konsolosluk, bir kısmı da bir Türk evi olarak kullanılabilir. Umarız Bırçko özerk bölgesi için önemli olan bu açılış daha fazla gecikmez…