BİRİNCİ DÜNYA SAVASI SIRASINDA TURKLERİN ESİR TUTULDUĞU KAMPLAR
Savaş sonrası esaretin ağırlığı, sefalet ve açlık elbette tartışılmaz. Ne var ki, buna bir de Türk düşmanlığı eklenirse ortaya tüyler ürpertici manzaralar çıkabiliyor. Zulmün bir medeniyete yamanmaya çalışıldığı şu günlerde, İngilizlerin esir kamplarındaki Osmanlı askerlerini nasıl kör ettikleri artık belgelenmiş bir hakikat, işte dehşet tablosu…
İNGİLTERE
Kamplar: Man Ac1asf Kamp sayısı: 1 Esir sayısı: 100
AZERBAYCAN
Esir sayısı: 3-6 bin Kamplar: Nargin Adası Kamp sayısı: 1 Esir düştüğü cephe:
“Sarıkamı Doğu Cephesi
YUNANİSTAN
Kamplar: Selanik
FRANSA
Kamplar: Korsika Adası, Marsilya, Montpellier, Beziers, De Lounge, Pontmain La Chartrouse, Garaison Esir sayısı: 2. 500 Kamp sayısı: 9 Esir düştüğü cephe: Çanakkale
Diğer Kamplar:
Malta Adası, San Salvator, Vardela, Baraks, Polverista Esir sayısı: 59
KIBRIS
Kamplar: Mağusa Esir sayısı: 15-20
IRAK
Kamplar: Bağdat, Basra
bin Kamp sayısı: 10 Esir düştüğü cephe: Irak
MISIR
Kamplar: Kahire, Heliopolis, Maadi, Billbeis, Seydibeşir, İskenderiye, Ra Et- Tin, Zekazik, Tora, Talil Bekir, Kui Sina Esir sayısı: 100 binden fazla Kamp sayısı: 8 Esir düştüğü cephe: Çanakkale, Süveyş Kanalı, Filistin, Irak, Yemen
HİNDİSTAN/BURMA؛
Kamplar: Nagar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta, Kataphar, Tognung, Schwebo, Meiktila, Thatmyo, Rangoon. Esir sayısı: 25-30 bin Kamp sayısı: 11 Esir düştüğü cephe: Irak
RUSYA
Kamplar: Kazan, Şamara, Simbirsk, Kostroma Vetluga, Tobol’sk, Krasnoyarsk, Moskova Kozohova, Varnavin, Vetluga, Nikolenski Arhanjelsk, Kaluga, Irkutsk, İrbit, Barnaul, Troyskosavsk, Tataristan, Kazan, Simbirsk, Ufa, Nikolsk, Vladivostok Esir sayısı: 65-70 bin Kamp sayısı: 50’den fazla Esir düştüğü cephe: Sarıkamış, Doğu Cephesi,
Galiçya, Romanya
Bütün esir kampları gibi Seydibeşir’e (Mısır) gelen esirler de ilk önce yıkanıp temizlenmeleri için uyarılıyor, sonra da bulaşıcı hastalıklara karşı katran kazanında ilaçlı suda sterilize ediliyorlardı. Aslında hepsinin de bu temizliğe gerçekten ihtiyaçları vardı. Esirler “Sert fırça kılları gibi dik ve karışık bıyıkları, birbirine karışmış sakalları ve otlar içinde kalmış saksılar gibi kulakları örten uzun saçları” bulabildikleri kırık aynalara bakarak tarıyorlardı. Yanık yüzlü ve donuk gözlü bu çaresiz insanlar elbette temizliğe ve hastalıktan korunmaya karşı değillerdi.
Seydibeşir’de esir kalan İzmirli Asım İsmet’in (Kütük), “İki Fıçı” hikâyesinde anlattığı gibi, özellikle herkesin gözü önünde Türkçe “soyununuz!” diyerek çırılçıplak soyulup “denize girer gibi” komutuyla hep birlikte kazanlara sokulmayı Türk askeri “ahlakî” bulmuyordu. Üstelik yoğurt gibi koyu, üzeri katranlı sarı mâyinin, bütün vücudu yakan cehennemi ateşine dayanmak da pek kolay değildi. Fakat İngilizler çareyi bulmuşlar, ya kırbaçlayarak ya da sıcak kumlara yatırarak itiraz edenleri kolayca etkisiz hale getirmişlerdi. Aslında bu zulüm onları kendilerine getirmiş, belki de birçoğu Asım İsmet gibi değişen ve biraz düzelen şekline bakarak “ızdırabın da kendine has bir tuvaleti varmış” demekten kendini alamamıştı.
Türk esirler İngilizler tarafından trenlerle kamplara görürülmesi
İLK SORGULAMALAR VE İLK İNTİBALAR
ilkbaharında mensup olduğu tümenle birlikte Gazze-Remle hattında General Arriyeri kumandasındaki İngiliz tugayına esir düşen Yüzbaşı Rahmi (Apak) Bey, Seydibeşir’e ilk gelenlere nasıl davranıldığı konusunda çok ilginç bilgiler vermektedir. Rahmi Bey’in aktardığına göre İngilizler önce Osmanlı ordusu içinden nasıl haber aldıklarını onlara göstererek, morallerini yıkarak, onların gönüllerindeki Türkiye’nin harbi kazanabileceği umutlarını yok etmekte, sonra da moral yönünden tükenmiş olanları
sorguya çekerek onlardan askerî bilgiler almaya çalışmaktaydılar. Gazze, Süveyş, İskenderiye hattında trende sırt üstü yatarak esir karargâhına götürülen sadece Süveyş’te bir kez, o da yemek yemeleri için oturmalarına izin verilen Türk esirleri, Seydibeşir kampında da rahat bırakılmamışlardı.
Rahmi Bey’in verdiği bilgiye göre 1917 ilkbaharında Seydibeşir kampında üç yüz kadar Türk subayı vardı. Bunlar
genelde Çanakkale, Hicaz ve Filistin cephesinde esir düşmüşlerdi. Ayrıca yirmiotuz kadar Alman subayıyla Hicaz’da esir edilen Türk memurlar da bu kamptaydı. Ancak bunların aileleri başka bir esir kampına konmuştu.
Seydibeşir Kampının komutanı Yarbay Coates’du. Türk esirlerin asıl şikâyetleri ise Ermeni tercümanlardandı. Özellikle “Tercüman Nişan”, Türk esirleri oldukça rahatsız ediyordu. Rahmi Bey bu konuda şunları yazar:
“Kotsun birkaç Ermeni tercümanı vardı ki, bunlar içinde bilhassa Nişan adındaki Ermeni, Türk esirleri İngiliz kumandanına fitlemek ve bizzat hakaret etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Esirler, yeni gelince kayıt muamelesi yapılıyor, kayıt işlemini İngiliz subayların yanında yapan Tercüman Nişan, her Türk subayına, “Kaç Ermeni öldürdün?” şeklinde sualler sorup alay ediyordu.”
BASKILAR SADECE PSİKOLOJİK DEĞİLDİ
Mısır’dan dönen esirlerin birçoğunun kör olması, buradaki baskıların sadece psikolojik değil işkence ve zulüm boyutunun da deliliydi, özellikle bazı Ermeni doktorların tedavi için kendilerine gelen Türk esirlerin gözlerinin kör edilmesi operasyonunda rol aldıkları da açıktır. Gaziantepli eski Defter-i Hakan! memurlarından Eyüb Sabri Bey’in 192^d^nkara’da yayınlanan, “Bir Esirin Hatıraları” adlı kitabında, “Mısır’da Türk esirlerine yapılan zulüm ve işkenceler” ayrıntılı bir şekilde anlatılmış ve özellikle Ermeni doktorların bu işteki rolleri üzerinde durulmuştu.
Kızılhaç Heyeti’nin 1917 raporunda da Eyüb Sabri Bey’in de götürüldüğü Heliopolis kampıyla ilgili olarak, esirlerin % 20’sinin göz hastalığı olan “conjonctivit”e yakalandıkları ve bu kampta İngiliz Doktor Albay E. G. Garnen yanında Arşen Khoren ve Leon Samuel adlı iki Ermeni doktorun da görevli oldukları bilgisi Eyüp Sabri Bey’in iddialarını teyid etmektedir. 1919 Mayısının ilk haftasında İzmir’e gelen Mısır’daki Türk esirlerinden dördüncü kafilede 303 esirin kör olduğu, İzmir Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa tarafından, İstanbul’a bildirilmişti. Ancak Genelkurmay, kolordulara gönderdiği raporlarda, “ingilizler dört kafile halinde 200 subay, 1.780 neferimizi Mısır’dan İzmir’e getirmişlerdir.
Dördüncü kafilede 310 nefer kördür” diyerek sayının daha fazla olduğunu açıklamıştı. Bundan sonra da Mısır’dan Türkiye’ye esir geldiğine göre kör olanların sayısının 15.000 olmasa bile daha önceki üç kafiledeki 160 kör esir de ilave edilirse 470’den çok daha fazla olduğu da açıktır. 3
Heliopolis Kampında esir kalmış olan Eyüp Sabri (Akgöl) Bey, bu konuyla ilgili hatıratında şunları belirtmektedir: “Mısır’da Abbasiye Hastanesinde Osmanlı esirlerine yapılan cinayet ve hıyanetlere misal olunamaz. Zannederim bu alçakça işleri yapanlar gerçi sırf Ermeni doktorları olmuştur.
Esaret altında bulunan bu günahsız askerlerimizin gözlerini bağırta bağırta oymuşlardır. Failleri olmamakla beraber, sebebiyet vereni olmak itibariyle, tabiatıyla bütün İngiliz hükümetine ait olacağını vicdan sahipleri takdir edecektir. Abbasiye Hastanesinde Ermeni doktorlarının ellerinde miller ve kolları dirseklerine kadar sıvalı olduğu halde sabahtan akşama kadar işleri güçleri Türk askerlerine ameliyat yapmak ve onların gözlerini oyup çıkarmak olmuştur. Birçok Mısırlı dindaşlarımızın ve bütün esirlerin ifadelerine nazaran bu göz ameliyatı evvelce de vuku bulur ise de mütarekeden biraz evvel ve bilhassa sonra pek ziyade ilerlemiştir.”
^ Mısır’da bulunan bir kampta Osmanlı esirleri, 1915-1919
KÖR ETME HADİSESİ TBMM’NİN GÜNDEMİNDE
Bu vahşet ilk kez 28 Mayıs 1921 Cumartesi günü yapılan TBMM’nin 37’nci oturumunda Edirne Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler tarafından gündeme getirilmişti. Bu iki mille^ekili, “Mısır’da düzenli bir şekilde, ingilizlerin ilaçla temizleme bahanesiyle haddinden fazla krizol banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri 15.000 vatan evladının üzerinde tatbik edilen bu cinayeti, önceden tasarlayarak uygulayan İngiliz doktorlarla garnizon komutanı ve subayların suçlu ilan edilmelerini” ve Malta’daki Türk esirler serbest bırakılmadıkça Anadolu’daki İngiliz esirlerin serbest bırakılmamasını teklif ediyorlardı.
Şeref Bey konu ile ilgili konuşmasında “Muhterem arkadaşlar; irfanınıza ruşenadır ki, İngiliz demek,
İslam düşmanı demektir, bunun bir ikinci şıkkı yoktur. Kâinatta ya İslamiyet var veya İngiliz yok. Sonra resmî vesaik ile ispat ederim ki; İstanbul’a mütarekeden sonra gelmiş olan ve Anadolu’nun ve Rumeli’nin, bu vatanın namusunu müdafaa eden ve bu vatan için çarpışan çocuklar, İngiliz eline esir düştükleri zaman doğrudan doğruya Mısır’a sevk edilmişlerdi. Bunlar kendileri için özel hazırlanmış bir karışıma, kokusu ağırlaştırılmış bir maddenin içine boyunlarına kadar sokuluyorlardı… Fakat Türk çocuğu oraya girince bir İngiliz neferi başma dikiliyor ve süngüsünü uzatınca zavallı yavrucak başını içeri çekiyor ve iki gözü kör oluyordu, ingilizler böylece on beş bin Türk’ün gözünü çıkarmışlardır” diyerek, Türk esirlerin katran kazanında nasıl sterilize edildiklerini anlatmaktaydı.5
Aslında hadise, Konya’da yayınlanan öğüt gazetesinde 6 Aralık 1919’da -TBMM’de gündeme gelmesinden tam bir buçuk yıl önce- ‘Allah Bilir” başlığıyla gündeme getirilmiş, ancak ingilizler, Konya’daki İtalyan işgal kuvvetlerine baskı yaparak 7 Aralık 1919’da öğüt’ıı kapattırarak kamuoyunu susturmak istemişlerdi. Bunun üzerine bu konuda hazırlıklı olan Öğüt gazetesi sahipleri 4 Kasım 1919’da almış oldukları eski bir ruhsatla 8 Aralık’ta aynı matbaada bu kez “Halka Öğüt” gazetesini çıkarmışlardı. Bunun ardından 21 Aralık 1919’da İtalyanlar “kötü lisan” kullandığı gerekçesi ile Halka Öğüt gazetesini de kapatmışlardı. Ancak 23 Ocak 1920’de beş bin kişinin katıldığı büyük bir gösteri yapan Konya halkı gazeteye sahip çıkmış, bu gazetenin Nasihat gazetesi olarak yeniden -başka bir adla da olsa- yayınma devam etmesini sağlamıştı.6
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI ARŞİVİ NE DİYOR?
19 Kasım 1918’de Mısır’dan İzmir’e gelen esirleri muayene eden 4. Fırka Asker Alma Heyeti Baştabibi Kadri Bey’in raporuna göre Mısır’da İngilizlerin her dediğini yapmayan Türk esirlerden bazıları “Ermenileri öldürdünüz ha” denilerek, eli kolu bağlı olarak kuma gömülüp saatlerce güneşin altında bekletildikleri için sağlıklarını kaybetmişlerdi. İzmir’e üç kafile halinde gelen 1.811 esirin 160’ı hastalık sonucu sakat kalmıştı. % 25’i de ağır hasta olarak hastanelere yatırılmışlardı.
25Aralık 1918’de İzmir’de oluşturulan Üsera Komisyonu raporuna göre Mısır’dan gelen üç kafilelik Türk esirlerinden birinci kafilede 48, İkincide 53, üçüncüde 59 olmak üzere 160’ımn bir ya da iki gözü kördü. Son kafilede 100 kişi göz hastalığı geçirerek iyileşmiş, 58 kişide de göz hastalığı yeni başlamıştı.
11Nisan 1919’da Mısır’dan İzmir’e gelen esirler hakkında bir rapor hazırlayan İzmir Üsera Komisyonu Başkanı Kaymakam Süleyman Fehmi Bey ise 9’u subay 564 esirin 292’sinin hasta ve yaralı olduğunu, özellikle gözleri kör olan esirlerin ifadelerinde Mısır’da iken götürüldükleri bir hastahanede İngilizler için çalışan Ermeni bir doktorun kendilerini “Kaç Ermeni öldürdün?” şeklinde intikam duygusu ile ameliyata sevk ederek gözlerini kör ettiklerini söylemişlerdi.9 Sevk ve İskân Komisyonu Başkanı Yüzbaşı Osman Bey de hazırladığı raporda özellikle iri cüsseli ve sağlıklı Türk esirlerin gözlerinin çölde ortaya çıkan göz hastalığı gerekçe gösterilerek kasıtlı olarak ebediyen kör edildiğini belirtmekteydi.
Bursa Askere Alma Şubesi Reisi tarafından 2 Ağustos 1919’da bazı hasta ve yaralı esirlerin dönüşü sonrası hazırlanan bir raporda esarette verilen yiyecek ve giyeceklerin yetersiz olduğu, esirlerin bazılarının ağır işlerde çalıştırıldığı, hafif ve ağır ne olursa olsun göz hastalığı çeken esirlerin hastanelerdeki Ermeni doktorlar tarafından bir bahane ile gözlerinin çıkarıldığı ve binlerce esirin bu yüzden gözlerinden mahrum olduğu ileri sürülmüştü.11 Bir başka raporda ise İngilizler in, Mısır’daki esirleri “Banyo için bir havuza soktukları ve bu havuzdan çıktıktan bir süre sonra gözlerine hastalık bulaşmasından dolayı tedavi için hastaneye sevk ettikleri” anlatılarak; hastanede bir müddet kaldıktan sonra bu esirlerin gözlerinin ışığının sönmekte olduğunun dönen esirlerin ifadelerden anlaşıldığı belirtilmekteydi.12
Seydibeşir’deki bazı esirler esaret dönüşü verdikleri ifadede, kamplarında hasta olan esirler için İngilizler
tarafından özellikle Ermeni ve Rum doktorların istihdam edildiğini, bu doktorların “Hasta esirlerin % 30nun gözlerini kör ettiklerini, % 15-20’sini de zehirleyerek öldürdüklerini işitiyorduk” demedeydiler. Bir başka asker ise ifadesinde kendilerine esarette turşu verildiğini ve bundan dolayı arkadaşlarından % 90nın kör olduğunu, vatana dönerken beraber geldikleri 600 askerden 500’ünün artık gözlerini ^^ettiklerini ileri sürüyordu. ٧ Bunlardan bir bölümünün gözü tedavi ile kurtulurken, büyük bir bölümünün gözlerini kaybettiği Maçka Hastanesi raporlarından nl^lmaktadır.
Boyabat Kazası Başhekimi Sükûti tarafından yapılan muayeneleri sonucu hazırlanan raporda; Boyabat’ın Cemaleddin Köyü’nden 1292 doğumlu Ali oğlu Mustafa’nın, Kuru Cami Köyü’nden 2ل3ل doğumlu Ali oğlu Abdullah’ın ve Asurağan Köyü’nden Abdullah oğlu Kâmil’in esarette gözlerinin âmâ olması ile neticelenen hastalık ve tedavilerinin geçirmiş olduğu safhaları hakkında kendilerinden alınan ifadelerinde; tıbbi olarak ciddi bir tedavi neticesinde az bir zaman zarfında şifa bulabileceklerken; ihmal ve hatta Ermeni doktorlarınca hain bir maksatla kasten kör edilmeleri sonucu ebediyen gözlerini kaybettikleri ifade edilmişti.14 Esaret dönüşü tedavi için İstanbul Maçka Hastanesi’ne yatırılırken ifadelerine başvurulan 34 esir Osmanlı askeri de gözlerinin Ermeni doktorlar tarafından dökülen ilaçlarla kör edildiğini söylemişlerdi.
Kayseri Pmarbaşılı 1315 doğumlu Taşkın oğlu Ahmed gözüne dökülen ve dünyasını karartan bu ilacın adını “Cehennem taşı” olarak isimlendirmişti. Adana Sucuzade M^allesi’nden 1310 doğumlu Ahmed oğlu Mustafa ifadesinde “sol gözünün ameliyatla çıkarıldığını, sağ gözünün ise ilaç dökülerek kör edildiğini” söylemişti. Konya Bozkır Koçaş Köyü’nden 1314 doğumlu Osman oğlu Mehmed ise “bir Ermeni doktorun gözlerine döktüğü bir su ile kör olduğunu” söylerken, 1312 doğumlu Kastamonu Araçlı Esad oğlu Hamdi, Mısır’daki hastanede yapılan tedavi sırasında Ermeni doktorlar tarafından gözlerine “göz taşı” sürülünce kör olduğunu söylemişti. Türk doktorlar yaptıkları kontroller sonrası esaretten dönen bu 34 talihsiz askerin gözlerinin tedavisinin artık.
Nereve Gittiğimin Ne önemi Var ki!
Bütün bu begelerden sayıları 15.000 olmasa bile binlerce Türk esirin Mısır çöllerinden dönerken ana vatanlarına kör olarak geldikleri ve bundan da insizlerin sorumlu olduğu açıktı, ikdam Gazetesi’ne göre Kasım 1919’da Mısır’dan gözleri kör olmuş 6.000 esir Türkiye’ye getirilecekti.20. Kolordu Komutanlığı bu 6.000 hasta esir için Tuzla Hastanesi’ni ]fırlamıştık Zaten İngiliz belgelerine göre kendilerine ait esir kamplarında bulunan 134.477 Türk esirden 10.742’si hastalık ve bakımsızlıktan ^mplarda iken hayatını kaybetmişti
mümkün olmadığına ve bunun için geç kalındığına karar vermişlerdi.
Bir ihtiyar adamdan bahsettiler ki yıllarca pencere önünden ayrılmamıştı. Kafkasya’ya giden torununun dönmesini istiyordu. İç mahallelerde her kapı çalmışı hâlâ heyecanla karşılanıyor. İşin garibi, aradan beş yıl geçtiği halde (1923) hâlâ tek tük dönenler oluyordu. Sibirya buzlarını çözdükçe, Hint cengelleri yol verdikçe hâlâ yaşamakta olduğuna kendisi de şaşıran şaşkın bir bîçâre yurduna dönüyor, kurtulduğu cehennemin hikâyesi, insanüstü kudretini, katlanılan ıstırabın büyüklüğünden alan yeni bir Odise gibi şehre yayılıyordu. Küçük bir köy kahvesinde Kamçatka’nın soğuğunu, Seylân’ın sıcağını, Madagaskar’ın yılanlarını her gün başka başka ağızlardan dinlemek kâbildi.
Bir dostum anlatmıştı:
“Daha şehre girmeden, Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir bîçâre bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiçbirini, hatta evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamında şehri terk ettiğini söyledi.
- Peki şimdi nereye gidiyorsun? diye sordum.
Bir müddet düşündü. Yüzü alt üst olmuştu. Nihayet:
- Efendi, dedi; nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?
Doğru söylüyordu. Geldiği yeri öğrenmiştim”
Ölüm, bu kadar yakından kokladığı insanların peşini kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta karşılarına çıkıyor,sofrasını açıyor, “Buyurun!” diyordu. Başka bir şey yapamadığı için sadece hatırlatıyordu.
Her mecliste, yol üstünde bırakılmış ihtiyarların, süt emen çocuğunun ayak altında ezilmiş parçalarını kundaklayarak ninni söyleye söyleye yola koyulan annelerin, sahibinin göğsünü başına dayayıp ölen cins atların hatırası diriliyor; kaybolan çarşı, yıkılan şehir, bozulan ev, birdenbire suyu çekilmiş bir nehir gibi ortadan silinen bütün bir hayat, dinmeyen yaralar gibi kanıyordu.
Hicret etti âkıbet bir gazi kurb-ı vahdete Bir mücahidken esir oldu, şehiddir rütbesi Fatiha bahşeyleyirı ki bâdı olsun rahmete (Vaveyla, 31 Aralık 1915)
Orta Sibirya’da, Rusya’ya ait Krasnoyarsk kampı üç yıl boyunca yüzlerce Osmanlı esirini ağırlamıştı. Her ne kadar sefalet ve hastalıkla boğuşsalar da, Asya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden esirlerin kaldığı kamp zamanla bir eğitim alanına dönüşmüştü…
Rusya’da bulunan Irkutsk Esir Kampındaki esirler (Kongre Kütüphanesi Arşivi)
Nrasnoyarsk esir kampı Orta Sibirya’da Yenisey Nehri’nin kenarındaki aynı adlı şehrin 5 kilometre kadar kuzeydoğusunda kurulmuş askerî şehircikte teşkil edilmişti. 30 ve 31. Sibirya Avcı Alayları ve 8. Sibirya Topçu Tugayı için yapılan, ancak Birinci Dünya Savaşı sebebiyle cephede bulunan bu birliklerin yerleşme şansı bulamadığı askerî şehircik, Ruslara esir düşen Türk, Alman ve Avusturya-Macaristan ordularına mensup er ve subayların iskanına tahsis edilmişti. Burası, Krasnoyarsk şehrinden 30-40 metre kadar yüksek bir düzlükte, büyük küçük 160 kadar pansiyondan ibaret olup, yaklaşık bir kilometrekare alan üzerinde kurulmuştu. Burada asker koğuşları, astsubay, subay, üstsubay, general lojmanları, tabur, alay, tugay, tümen karargahları, tavlalar, samanlıklar, erzak-eşya ambarları, cephanelikler, erat, subay hamamları, gazinolar, tiyatro- sinema salonları, futbol ve tenis sahaları, fırın, mutfak, dükkan ve imalathane gibi binalar vardı. Asker koğuşları birer kışla kadar büyüktü.
Kampın binaları gayet sağlamdı. Rutubetin nüfuzunu engellemek üzere zeminler asfaltla sıvanmıştı. Esas beden ve bölme duvarları tamamen tuğladan, bazı ara bölmeler kalas tahtaların yan yana getirilmesiyle oluşmuş 0Bağdadî” duvarlardan ibaretti. Kapı ve çerçevelerin içte kalan kısımları yün keçelerle kaplıydı. Sobalar bina içinde iyi taksim edilmiş ve tamamen yerli olarak imal edilmişlerdi. Aileleriyle birlikte oturmak üzere subaylar için yapılanlar 2, 3, 5 odalı olup, ayrıca bir mutfak ve tuvaletten oluşuyordu. İşte bu tip binalar, esir subayların yerleştirildiği binalardı.
Erât barakaları ise gayet basit ve hizmetlerin tamamen göz önünde yapılması esasına uygun bir tarzda planlanmıştı. Bunlar dikdörtgen şeklinde iki katlı binalar olup, esas itibariyle dört büyük koğuş ile bunların ortasındaki astsubay odası ve eğitim için kullanılan büyükçe bir bölmeden oluşmuştu. Ayrıca her binanın iki başında bölük depoları ve tuvalet bulunan bir giriş kısmı vardı. Koğuşların içleri ferah ve aydınlıktı. Sütunlar koğuşları dört eşit kısma ayırmış ve her kısma karşılıklı ikişer pencere ve birer soba tesadüf etmişti. Bu kısımlar içine dörder dörder yan yana konulmuş karyola ve Türk esirler kerevetlerden sekiz sıra yerleştirilmişti. Böylece her kısım dörder mangalı bir takım ve her koğuş da dört takımlı bir bölüğü yerleştirecek duruma getirilmişti. Bu koğuşlar kampta bulunan Alman ve Avusturya-Macar esir erlerinin yerleştirildiği koğuşlardı. 1915 yılından itibaren dönem dönem bu koğuşlar sayıları 100 ila 200 arasında değişen Türk esir erleri de yerleştirilmişti. Kampın elektrik ile aydınlatılması düşünülmüştü. Ancak kampa ilk esir gruplarının iskânı esnasında elektrik şebekesi henüz tamamlanamamıştı. Su ihtiyacı ise toprak altına döşenen borularla Yenisey Nehri nden karşılanıyordu.
Askerî şehircik esir iskânına ilk açıldığında çevresinde bir güvenlik şeridi bulunmuyordu. Ruslar Birinci Dünya Savaşının ikinci yılında Krasnoyarsk kampının etrafına üç metre yüksekliğinde, dışarısı görülemeyecek şekilde, kalaslardan bir duvar çektiler. Bu duvarın dört bir taraftaki uzunluğu 2800-3000 metreyi buluyordu. Duvarların üzerinde her 100- 200 metrede bir kapı ve merdivenleri dışarıda olan nöbetçi kulübeleri vardı. “Esirler bu duvara ancak üç metre yanaşabilirlerdi. Daha fazla yanaşmak yasaktı. Nöbetçinin ilk ihtarına uymayanlar kurşunu yerlerdi”.
Krasnoyarsk, fizikî şartlar açısından Rusya’daki esir kamplarının en iyilerinden biri idi. Bu durumu pek sözlük bulamayan esirler bu ihtiyaçlarını Türkiye’den temin etmenin çarelerini arıyorlardı. Bütün bunlara rağmen esirler arasında bir dili öğrendiği gibi ikinci bir dili öğrenenler de vardı. Abdullah Taymas, Avusturya- Macar ordusu esirlerinin, kurtuluş gününü bekleyip üzülerek vakit geçirmediklerini, esaret arkadaşları olan Türk subaylarından Türkçe öğrendiklerini ifade eder. Bu işin Ludwig Fekete gibi meşhur Türkologların ortaya çıkmasına sebep olduğu dikkate alınırsa ne denli verimli olduğu anlaşılır. Türk esirleriyle birlikte Krasnoyarsk’da bulunan Fekete onlardan aldığı Türkçe dersleri sayesinde Osmanlı-Türk vesikalarını tetkik sahasında en büyük mütehassıslardan olmuştu.
Dil öğrenme dışında kamptaki her milletten savaş esirleri, gerektiğinde üniversite diploması almak için fizik, kimya, matematik gibi fen derslerine de çalışıyorlardı. Mühendislik, boyacılık, ziraat, bağcılık, meyvecilik, hububatçılık, koyunculuk, atçılık, inekçilik, arıcılık, tavukçuluk ve sabunculuk gibi dersler teorik olarak okutuluyordu. En fazla ilgi çeken dersler dil ve spordu. Öbür branşlar az çok bilgisi olanları ve heveslileri ilgilendiriyordu.
olan yaşlılar sabahları bir saat kadar İsveç Jimnastiği yaparlardı. Bu jimnastik tek başına değil, beşli, onlu, yirmili topluluklarla ve birisinin komutası altında yapılırdı. Demirde Avrupalı esirler hayata aşık gibiydiler. Altmış yaşını geçmiş ihtiyarlar bile spordan geri kalmazlardı. Futbol ve atletik hareketler gençlerin işiydi. Elli yaşma kadar eksen dönenler, altı metre uzun atlama yapanlar, sırıkla yüksek atlamada üç metreyi geçenler çok görülürdü. Paralelde, trapezde türlü türlü hünerler, her çeşit en güç spor hareketleri başarıyla yapılırdı. Atletizm yarışmaları ve futbol maçları en sıkıntılı zamanlarda dahi kavga gürültüye neden olmazdı. Garnizonda, biri resmi olmak üzere dört tane futbol sahası vardı. Pazar günleri yapılan futbol maçlarına katılan Türk subaylar vardı. Türkler bir futbol takımı çıkaramadıkları için Avrupalı esirlerin takımlarına birkaç oyuncu veriyor, onların attıkları goller de Türk esirleri tarafından hararetle alkışlanıyordu.
Krasnoyarsk kampında haftada birkaç defa ilmi ve teknik konularda konferans verilirdi. Kamptaki Türk subayları da bu etkinliklere hem konferansçı hem de dinleyici olarak katılıyorlardı. Subaylardan, burada öğrendikleri yabancı dil bilgisini değerlendirmek için eser çevirenler de vardı. Bu kamptaki Türk savaş esirlerinin Avrupalı meslekdaşlarmdan öğrendikleri en önemli husus, onların kıt imkânlara rağmen mekân ve zamanı yaşanılır hale getirme konusundaki tecrübeleriydi. Kampta düzenledikleri sosyal aktivitelerle ilk bakışta farklı olduklarını hissettiren müttefiklerin bu faaliyetleri giderek Türk esirleri için de ilham kaynağı olmuştu. Bir önemli husus da Türk esirlerinin, Avrupa’ya has bakış açısmı müşahede edebilmeleriydi. Avrupalılar Ruslardan aldıkları bir pavyonu dekore ederek tiyatro salonu haline getirmişlerdi ve burada haftada iki üç defa oyun sahneliyorlardı. Tiyatroya Rus subayları aileleriyle birlikte gelirlerdi. Bu ti^troda Almanlar “Ffli]sf”ıı birkaç kez sahneledikleri gibi, Türkler de Hüseyin Rahminin “Mür^biye”sini oynamışlardı. Ayrıca çeşitli milletlere mensup esirler hafta sonları birbirlerine musiki konserleri de veriyorlardı.
ESİR TÜRKLER GAZETE VE DERDİ ÇIKARIYOR
Krasnoyarsk kampındaki kültürel etkinliklerin en dikkat çekici olanlarından biri de esir gazeteleri idi. Bunlardan Türk esirlerine ait olanlar, esirlerin kamp hayatları, sosyal ilişkileri ve psikolojik durumları hakkında çok net malumat içerdiğinden ve Türk insanının zor şartlar altında bile neler yapabileceğini göstermesi bakımından dikkatle incelenmesi gereken kaynaklardır. Çoğu zaman yemek için ekmekleri olmayan bu insanların bir dergi veya gazete çıkarmayı düşünmeleri ve sonra bunlarla kendi suplarındaki eğitimsiz arkadaşlarını aynı kampta bulundukları ve aralarında “adab-1 muaşeret ve sair hususatta içtimai ihtilaflar” bulunan Avrupalı meslekdaşlarmm bakış açısına sahip kılma uğraşları alkışlanacak bir düşüncedir. Kampta bulunan Türk esirlerinin telif, tercüme bütün yazılarına açık olan bu dergi ve gazeteler edebi veya siyasi bir kaygıyla çıkarılmış değildir. Bu yönüyle ele alınırlarsa, belki çok büyük bir edebi değerleri yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, idarecilerinden ^zarlarına ve okuyucularına kadar hepsi esir olan bu insanların faaliyetinde göz ardı edilmeyecek sosyolojik değerler söz konusudur.
Bu dergi ve gazeteler, memleketleriyle haberleşemeyen, okuyacak kitap bulmakta zorluk çektiği için “ruhen beslenemeyen” esir insanların adeta bir forumudur. Bunlarda yayınlanan yazıların dilinin çok sade olması bu foruma her eğitim seviyesinden esirin katıldığını göstermektedir.
Zaten bu dergi ve gazetelerin özelliği, çıkaranlarının kendi ifadeleriyle “muktedir kelimelerle tezyin-i sahaif” değil Rusya’nın “en hücra köşelerindeki bedbaht üseranın” Vaveylası’nı ihtiva” etmesidir.
TÜRKÇE VAVEYLA DERGİSİ
Krasnoyarsk’daki 400-500 Türk subay ve 100- 150 kadar erin sosyal ve kültürel etkinliklerini değerlendirmek düşüncesiyle çıkardıkları ilk dergi “Vaveyla” adını taşımaktadır. 10 Aralık 1915 tarihinde ilk sayısı çıkarılan dergi, yayın hayatını 1 Mart 1918 tarihine ve 101. sayıya kadar devam ettirmiştir. El yazısıyla yazılan Vaveyla, kağıt ve mürekkep yokluğu yüzünden tek nüsha olarak çıkarılabilmiş, teksir edilememişti. Bu yüzden 12 sayfalık dergi kampta bulunan esirlere satılamamış, sadece pavyonlarda dolaştırılarak okuyan ve dinleyen her esirden 2 kapik toplanmıştı.
Esirlerin her türlü telif ve tercüme eserlerine sayfalarını açan Vaveyla, aynı zamanda kampa ulaşan Rusça gazetelerden ve harp tebliğlerinden yararlanılarak hazırlanan haberlere de yer vermişti. Yayınlanan yazıların ve okuyucuların dikkatine sunulan hususların analizinden, derginin ana amacının imkânlar ölçüsünde Türk esirlerini eğitmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu eğitim sağlanırken esirleri sıkmamaya özen gösteren Vaveyla ekibi, dergi etrafında eğlenceli sosyal ve kültürel faaliyetlerde de bulunmuştu. Bu çerçevede dergide mizahi yazılar, bilmece ve bulmacalar yayınlanmış ve piyangolar düzenlenmişti. Öte yandan dergide şefkat ve yardım kavramları işlenerek durumu iyice olan esirlerin zor durumda olanlara yardımları özendiriliyordu. Yapılan yardımlar dergide yayınlandığı gibi, esirler arasındaki ilişkileri sıcak tutabilmek için cemiyet haberlerine de ağırlık veriliyordu. Bunların içinde duygusal ölüm haberleri olduğu gibi terfi eden arkadaşlarını tebrik, kampta örnek davranış gösteren arkadaşlarını teşhir ve alkış ve hasta arkadaşlarını ziyarete davet gibi sosyal davranış örnekleri vardı.
Yayın hayatına bu şekilde 1 Mart 1918 tarihine kadar devam eden Vaveylanın aynı tarihli sayısının 12. sayfasında yer alan bir haber, “sulh haberleri çoğaldı, yakında memleket toprağına yüz sürmemiz inşallah muhtemeldir” müjdesiyle başlayıp “Vaveyla, muhterem karileriyle dertleşemeyeceğinden müteessir ise de yakında hâk-i pâk-ı vatana esir arkadaşına kavuşmasını temenni ile şimdilik arz-ı veda eder” cümlesiyle sona ermektedir.
Vaveylanın çıktığı tarihlerde Krasnoyarsk kampında bir de “Kurtuluş” adında el yazısı bir gazete çıkarılmıştı. Hüsamettin Tuğaç, Krasnoyarsk’da kaldığı sırada; “Ara sıra çıkardığımız el yazılı gazeteye Türk-Moğol münasebetleri ve Sibirya’nın etnografık durumu hakkında yazı yazıyordum” demektedir.
Muhtemelen Krasnoyarsk kampında başka Türkçe gazeteler de çıkarılmıştı.
ESARET SONA ERİYOR
Vaveylanın son sayısında dile getirilen memlekete dönme temennisi 3 Mart tarihinde Brest-Litovsk antlaşmasının imzalanmasıyla daha da belirgin bir hal almıştı. Nitekim antlaşma uyarınca taraf olan devletler ellerindeki milyonlarca savaş esirini mübadele edebilmek için Moskova’da görüşmeye başlamışlar ve varılan mutabakat üzerine Merkezi Sovyet ^kümeti’nin kontrolü altındaki sahada bulunan Türk esirlerinin büyük bir kısmı 3-4 aylık bir süre içinde Türkiye’ye dönebilmişti. Sibirya’daki kamplarda bulunan Türk esirleri ise Hilal-i Ahmer Murahhası Yusuf Akçura’nın 24 Mart 1918 tarihli il Gazetesinde yayınladığı bildirideki talimata uyarak kaderlerini beklemeye başlamışlardı،
4 Mayıs 1918’de Rusya’daki Çek bejyonlarmm Çelyabinsk şehrinde başlattıkları isyan antibolşevik
güçler tarafından desteklenip bir iç savaş mahiyeti alınca, esirler iki ateş arasında kalmış ve Bolşeviklerin doğuya doğru ilerlemesi üzerine bölgede hâkim olan “Beyaz Kuwet؛er”in tasarrufuyla bulundukları ^mplardan alınarak daha doğudaki Amur Havzası’na adeta bombardıman altında nakledilmişlerdi. Bölgedeki diğer kaplarda olduğu gibi Krasnoyarsk kampından tahliye edilen Türk esirlerinin, artık yeni iskân yerleri Vladivostok ve Noviı^olskussursky civarındaki kamplardı.
Bu esirlerin Türkiye’ye dönüşü ancak 1920 yazında Vladivostok-istanbul güzergâhıyla gerçekleştirilmeye çalışılacaktı.
Krasnoyarsk’ta Şehitlik Abidesi. Sadece 1914-15 kışının ilk günlerinde çeşitli bulaşıcı hastalıklara yakalanıp ölen 1300 savaş esirinin 1000 tanesi tifüsten ölmüş, bu hastalıkların daha sonraki günlerde hızla yayılmasıyla ölüm oranı kamp nüfusuna nazaran yüzde 54 miktarına ulaşmıştı. Olen esirlerin çoğu Avusturya-Macar ve Alman ordularına mensuptu. Bu ölüm tırpanından 60 kadar Türk de nasibini almıştı.
Ölen esirlere ait cesetler hastane barakalarından alınarak düz bir el arabasına üst üste yığılıyor, kampın 3 kilometre uzağındaki toplu mezara götürülerek açık şekilde bekletilen çukurlara boşaltılıyordu. Mezar olarak açılan çukur üst kısmına kadar dolmadıktan sonra kapatılmıyordu. Kampta bulaşıcı hastalıklardan ölen müttefik orduları askerlerine ait bu toplu mezara daha sonra bir anıt dikilerek Türkçe, Almanca ve Macarca ithaf ifadeleri yazılmıştı. Anıtın Türkçe yazılan yüzünde şu ibareler yer almaktadır: “Müttefik Alman, Avusturya-Macar ve Osmanlı orduları zâbitanından Krasnoyarsk’da vefat edenlere arkadaşlarının ithafı, 1914- 1915”. (Harp Mecmuası S. 19 – sf.16)