İslam

CENNET YOLU İLMİHÂLİ

CENNET YOLU İLMİHÂLİ
El-hamdü lillâhillezî cealenâ minet-tâlibîne ve lil-ilmi minerrâgıbîne ves-salâtü ves-selâmü alâ Muhammedinil lezî erselehii
rahmeten lil-âlemîne ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecmaîn.
İSLÂMİYYET
[Allahü teâlâ,bütün varlıkları yaratdı. Herşey yok idi.
Yalnız Allahü teâlâ var idi. O hep vardır. Sonradan var olmuş
değildir. Önceden yok olsaydı, Onu var eden bir kuvvetin
bulunması lâzım olurdu. Çünki, var olmayan bir şeyi yaratacak kuvvet olmazsa, o şey hep yok olur, var olamaz. Onu
yaratan kuvvet sâhibi hep var idi ise, işte Allahü teâlâ bu kuvvet sâhibi olan sonsuz varlıkdır. Yok eğer, bu yaratıcı kuvvet sâhibi de,
sonradan var olmuşdur denirse, bunu da var edenin bulunması
lâzım olur. Böylece, sonsuz sayıda var edicilerin bulunması
lâzım olur. Bu ise, var edicilerin bir başlangıcının bulunmaması
demekdir. İlk var edicinin bulunmaması, bunun var edeceklerinin de bulunmaması demek olur. Var edici var olmayınca,
yokdan var edilmiş olan bu gördüğümüz veyâ işitdiğimiz
madde ve rûh âleminin de bulunmaması lâzım olur. Maddeler
ve rûhlar var oldukları için, bunların yalnız bir yaratıcılarının
da bulunması ve hep var olması lâzımdır.
Allahü teâlâ, herşeyin yapı maddesi olan basît cismleri ve
rııhları ve melekleri önce yaratdı. Basît cismlere şimdi element
deniyor. Bugün, yüzbeş çeşid elementin var olduğu biliniyor.
Allahü teâlâ, her maddeyi, her cismi bu yüzbeş elementden
yaratmış ve hep yaratmakdadır. Demir, kükürt, karbon, oksigen gazı, klor gazı birer elementdir. Allahü teâlâ bu elementleri
kaç milyon sene önce yaratmış olduğunu bildirmedi. Bunlardan meydana gelen, yerleri, gökleri ve canlıları da, ne zemân
yaratmağa başladığını bildirmedi. Canlı, cansız herşeyin belli
bir ömrü vardır. Zemânı gelince yaratmakda, ömrü bitince yok
etmekdedir. Birşeyi yokdan var etdiği gibi, birşeyden, yavaş
yavaş veyâ birden bire başka birşeyi yapmakda, birincisi yok
olmakda, yenisi var olmakdadır.
Allahü teâlâ, ilk insanı, cansız maddelerden ve rûhdan
meydana getirdi. Bundan önce, hiç insan yokdu. Hayvanlar,
otlar, cin ve melekler, bu ilk insandan dahâ önce yaratıldı. Bu
ilk insanın ismi, Âdem “aleyhissalâtü vesselâm” idi. Bundan,
— 167′ – –

Havvâ isminde bir kadın da yaratdı. Bütün insanlar, bu ikisinden
üredi. Her hayvandan da kendi cinsleri türedi.
îslâm düşmanlan, müslimânların çocuklarını aldatmak
için, fen adamı şekline giriyorlar. İnsanlar maymundan yaratıldı diyorlar. Darwin ismindeki İngiliz doktoru böyle söyledi
diyorlar. Bunlar yalan söylüyorlar. Darwin böyle birşey söylemedi. Canlılar arasında hayât mücâdelesini anlatdı. (Nev’lerin
menşei) ismindeki kitâbında, canlıların muhite uyduklarını,
bunun için, ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bir cins,
başka cinse döner demedi. İngiliz ilim birliğinin 1980 senesinde
Salford’da düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi öğretim üyesi Prof. John Durant: «Darwin’in insanın menşei ile
ilgili görüşleri, modern bir efsâne olup çıkdı. Bu efsâne ilmi ve
içtimâi gelişmemize zarardan başka birşey vermedi. Tekâmül
masalları, ilmî araştırmalar üzerinde tahrîbedici tesîr yapdı.
Tahrifata, lüzûmsuz münakaşalara ve ilmin büyük ölçüde sûistimallerine yol açdı. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden
patlamış, geriye perîşân ve bozuk bir düşünce yığını bırakmışdır. Prof. Durant’ın vatandaşı hakkında söylediği bu sözler,
Darwincilere ilim adına verilen en enterasan cevâblardan biridir. Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür seviyesindeki insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi ideolojikdir.
İlmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkini için bir
vâsıta olarak kullanılmakdadır. İnsan, maymundan oldu sözü, ilmî
bir söz değildir. Fennî bir söz de hiç değildir. Danvinin sözü de
değildir. İlmden, fenden haberi olmıyan câhil İslâm düşmanlarının yalanlandır. İlm adamı, fen adamı, böyle câhilce, saçma
söz söyliyemez. Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete
ya’nî zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilm dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilm adamı, fen adamı
olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılannı, ilm ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cem’ıyyet
için zararlı, alçak, hâin bir mikrop olur. Onun diploması,
etiketi, mevkı’i, bir gösteriş, gençleri avlıyan bir tuzak olur.
Yalanlarını, iftirâlarını, ilm ve fen olarak saçan fen taklîdcilerine, (Fen yobazı) deftir. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zevallılara çok acınır.
Allahü teâlâ, insanların dünyâda râhat, huzûr içinde yaşamalarını, âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşmalannı istiyor.
Bunun için, se’âdete sebeb olan fâideli şeyleri emr etdi. Felâkete sebeb olan, Zararlı şeyleri yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz ol-
— 168 —
sun, inansın, inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmiyerek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâma, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine
ve yasaklarına uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmansız, çok kimsenin ve milletlerin, birçok işlerinde muvaffak olmaları, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalışdıkları içindir. Kur’ân-ı kerîme uyarak, âhıretde
sonsuz se’âdete kavuşabilmek için ise, önce buna îmân etmek,
inanmak ve bilerek, niyyet ederek uymak lâzımdır.
Allahü teâlânın birinci emri (îmân) etmekdir. Birinci
yasak etdiği şey de (Küfr) dür. îmân demek, Muhammed aleyhisselâmm, Allahü teâlânın son peygamberi olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, O’na enirlerini ve yasaklarını arabî
olarak (Vahy) etmişdir. Ya’nî bir melek vâsıtası ile bildirmiş, O
da bunların hepsini insanlara anlatmışdır. Allahü teâlânın
arabî olarak bildirdiklerine (Kur’ân-ı kerîm) denir. Kur’ân-ı
kerîmin hepsi yazılı kitâba (Mıshaf) denir. Kur’ân-ı kerîm,
Muhammed aleyhisselâmm sözü değildir. Allah kelâmıdır. Hiç
bir insan öyle düzgün söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine (İslâmiyyet) denir. Hepsine inanan insana (Mü’
min) ve (Müslimân) denir. Birini bile beğenmemeğe, îmânsızlık,
ya’nî (Küfr) denir. Kıyâmetde olacak şeylere, cinnin, meleklerin
var olduklarına, Âdem peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm”, bütün insanların babası olduğuna ve ilk Peygamber olduğuna inanmak,
yalnız kalb ile olur. Bunlara, (1’tikâd) bilgileri denir. Beden ile ve
kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeylere ise, hem inanmak, hem de
yapmak veyâ sakınmak lâzımdır. Bunlara (Amel) veyâ (Fıkh)
bilgileri denir. Bunlara inanmak da îmân olur. Bunları yapmak
ve sakınmak, (İbâdet) olur. Görülüyor ki, ibâdetlerin, vazîfe
olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen (Kâfir) olur. Bunlara inanıp da, yapmıyan kâfir olmaz. Buna (Fâsık) denir.
İslâm bilgilerine îmân edip de, elinden geldiği kadar yapan
mü’mine, (Sâlih müslimân) denir. Sâlih mü’min Cehenneme hiç
gitmiyecekdir. Kâfir, muhakkak Cehenneme gidecekdir.
Cehennemden hiç çıkmıyacak, sonsuz azâb görecekdir. Kâfir
îmân ederse, bütün günâhları hemen afv olur. Fâsık, tevbe
edip, ibâdetleri yapmağa başlarsa, Cehenneme girmiyecek,
sâlih mü’min gibi, doğru Cennete gidecekdir. Tevbe etmezse,
yâ şefâ’at ile veyâ sebebsiz afv olup, doğru Cennete gidecek,
yâhud Cehennemde günâhları’ kadar yandıkdan sonra, Cennete girecekdir.
— 169 —

Kur’ân-ı kerîm, o zemânki insanların konuşduğu arabî
gramere uygun olarak gelmişdir ve nazm halindedir. Ya’nî, şi’r
gibi, düzgündür. Arabî lisânının incelikleri ile doludur. Bedi’,
Beyân, Me’ânî ve Belâgat ilmlerinin bütün inceliklerine uygundur. Bunun için anlaması çok güçdür. Arabî lisânının inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup yazsa bile, Kur’ân-ı kerimi
iyi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile anlıyamamış, çok
yerlerini, Peygamber efendimiz açıklamışdır. Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» bu açıklamalarına (Hadls-i şerif)
denir. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” , Peygamberimizden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitip öğrendiklerini, gençlere bildirmişlerdir. Zemân geçdikce kalbler kararmış, hele yeni müslimân olanlar, Kur’ân-ı kerîmden, kendi
noksan aklları ve kısa görüşleri ile ma’nâ çıkarmağa kalkışmışlar, Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymıyan şeyler
anlamışlardır. İslâm düşmanları da, bu bölünmeyi, parçalanmağı körüklemiş, böylece, yetmişiki dürlü bozuk, sapık inanış
meydana gelmişdir. Böyle sapık inanan müslimânlara (Bid’at
ehli) veyâ (Dalâlet ehli) denir. Yetmişiki bid’at fırkasmdan
olanların hepsi, muhakkak Cehenneme girecek, fekat mü’min
pldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete gireceklerdir. İnanışı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde açık
olarak bildirilmiş bir bilgiye uymaz ise, bunun îmânı gider.
Buna (Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân sanır. Hâlbuki, îmânı gitmiş, kâfir olmuşdur.
İ’tikâd bilgilerini, ya’nî inanılması lâzım olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” doğru olarak öğrenip, kitâblara yazan islâm âlimlerine, (Ehl-i sünnet)
âlimleri denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” . Ehl-i sünnet
âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsmı, kendi aklları ile, kendi görüşleri ile anlamağa kalkışmamış, yalnız Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerine inanmışlardır. Kendi anladıklarına uymamışlardır. Bu
sûretle, Peygamberimizin “ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiği doğru yolu yazmışlar, yaymışlardır. Osmanlı devleti müslimân idi ve Ehl-i sünnet i’tikâdmda idi.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ve birçok kıymetli
kitâblar yazıyor ki, dünyâda ve âhıretde felâketlerden kurtulmak ve râhat, mes’ûd yaşamak için önce Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi îmân
etmek, ya’nî öğrenmek ve hepsine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet
i’tikâdmda olmıyan kimse, yâ (Bid’at ehli), ya’nî sapık müslimân
—470 t—
olur. Yâhud (Mülhid), ya’nî kâfir olur. îmânı, ya’nî i’tikâdı doğru olan mü’minin ikinci vazîfesi, sâlih olmakdır. Ya’nî, kalb ile ve
beden ile yapılması ve sakınılması emr olunan islâm bilgilerini öğrenip, bunlara uygun yaşamakdır. Ya’nî ibâdet yapmakdır. Ehl-i
sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” , ibâdet bilgilerini anlatırken dörde ayrıldılar. Dört (Mezheb) meydana geldi. Ayrılıkları
az ve mühim olmıyan işlerde olduğu için ve îmânlarında birleşdikleri için, birbirlerini sever ve sayarlar. Her müslimânm bu dört
mezhebden birine göre ibâdet yapması lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan kimsenin Ehl-i sünnetden ayrılmış olacağı
Tahtâvînin (Dürrül muhtar) hâşiyesi Zebâyıh kısmında yazılıdır.
Harbde esîr alınan herhangi bir kâfir veyâ sulh zemânında, bir kâfırA ben müslimân oldum deyince, buna inanılır.
Fekat, bunun (îmânın altı şartı) nı hemen öğrenmesi ve inanması lâzımdır. Sonra farzları ve harâmları, sırası gelince ve
imkân bulunca, hemen öğrenmesi ve öğrendiklerine uyması
lâzımdır. Öğrenmezse, Allahü teâlânın dînine ehemmiyyet
vermemiş olur. îmânı yok olur. Böyle îmânı giden kimseye
(Mürted) denir. Bir kimse, emr-i ma’âşmda âkil olup, dünyâ
çıkarlarında aldanmayıp, lâkin islâmı vasf ve te’akkul etmiyerek, müslimânlığı bilmiyerek bâliğ olmuş ise, bunun mürted
hükmünde olacağı, (Siyer-i Kebîr şerhi) tercemesinin yüzonaltıncı sahîfesinde ve (Dürrül muhtâr) da, kâfirin nikâhı sonunda
yazılıdır. (Dürrül Muhtâr) da, kâfirin nikâhı sonunda diyor ki,
nikâhlı müslimân bir kız, bâliga olduğu zeman, müslimânlığı
bilmezse, nikâhı bozulur. [Ya’nî mürted olur]. Allahü teâlânın
sıfâtlarım ona bildirmelidir. O da, tekrâr etmeli ve bunlara
inandım demelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, bunu açıklarken diyor ki, (kız küçük iken, anasına babasına tâbi’ olarak müslimândır. Bâliga olunca, anasının babasının dînine tâbi’ olması devâm etmez.
İslâmiyyeti bilmeyerek bâliga olunca, mürted olur. îmân edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhîd söylese,
ya’nî (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) dese, müslimân
olmaz. (Âmentü billâhi…) de bulunan altı şey’e inanan ve
Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını kabûl ettim diyen
kimse, müslimân olur). Buradan anlaşılıyor ki, her müslimânın, çocuklarına (Âmentü billâhi ve Melâiketihi ve Kütübihi ve
Rüsülihi vel Yevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ vel-bâ’sü ba’delmevti hakkun Eşhedü en Lâ ilâhe
illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühu)

ezberletmeli, ma’nâsını iyice öğretmelidir. Çocuk bu altı şey’i
öğrenmez ve inandığını söylemezse, bâlig olduğu zeman müslimân olmaz, mürted olur. Bu altı şey üzerinde, (Herkese Lâzım Olan
îmân) kitâbında geniş bilgi vardır. Her müslimânın bu kitabı okuyup
ve çocuklarına okutup, îmânlarını kuvvetlendirmeleri ve bütün
tanıdıklarının okumaları için çok gayret etmesi lâzımdır.
Bunun için, çocuklarımızın mürted yetişmemesi için çok dikkat etmeliyiz. Onlara, ilk mektebe vermeden önce, îmânı,
islâmı, abdesti, guslü, nemâzı öğretmeliyiz! Ananın babanın birinci vazîfesi, evlâdını müslimân olarak yetişdirmekdir.
(Dürer ve Gurer) de diyor ki, (Mürted olan erkeğe müslimân ol denir. Şübhe etdiği şey anlatılır. Zeman isterse, üç gün
habs olunur. Tevbe ederse kabül edilir. Tevbe etmezse, hâkim
tarafından öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmez. Müslimân oluncaya kadar habs olunur. Dâr-ül-harbe kaçarsa, dârül-harbde câriye olmaz. Esîr alınırsa câriye olur. Mürted
olunca, nikâh fesh olur. Bütün mallan mülkünden çıkar. Tekrâr müslimân olursa, tekrâr mülkü olurlar. Ölünce veyâ Darül-harbe kaçınca [veyâ Dârül-harbde mürted olunca]
müslimân vârisine kalır. [Vârisi yoksa, Beytülmaldan hakkı
olanların olur], Mürted mürtede vâris olamaz. Mürted iken
kazandıkları mülkü olmaz. Müslimânlara fey olur. Alış-veriş
ve kira sözleşmeleri ve hediyye vermesi bâtıl olur. Tekrâr müslimân olursa, sahîh hâle dönerler. Evvelki ibâdetlerini kazâ
etmez. Yalnız, tekrâr hac yapması lâzım olur). îmândan sonra,
ilk öğrenilecek şey, abdest almak, gusl abdesti ve nemâzdır.
îmânın altı şartı: Allahü teâlânın var olduğuna ve bir
olduğuna ve sıfatlarına inanmak, Meleklere, Peygamberlere,
Kitâblara, Âhıretde olan şeylere, Kazâ ve Kadere îmândır.
İleride bunları ayrı ayrı açıklıyacağız.
Sözün kısası, kalb ile ve beden ile, İslâmiyyetin emrlerine ve
yasaklarına uymalı ve kalb, gafletden uyanık olmalıdır. Kalbi uyanık
olmayan [ya’nî Allahü teâlânın varlığım, büyüklüğünü ve Cennet ni’metlerini ve Cehennem ateşinin şiddetini hâtırlamayan,
düşünmiyen] kimsenin bedeninin islâmiyyete uyması güç olur.
Fıkh âlimleri fetvâlan bildirirler. Bunların yapılmasını kolaylaşdırmak, Allah adamlarının işidir. Bedenin islâmiyyete
severek ve kolay uyması için, kalbin temiz olması lâzımdır. Fe-
— 172 —
— o: t —
kat yalnız kalbin temiz olmasına, ahlâkın güzel olmasına ehemmiyyet verip, bedenin islâmiyyete uymasına ehemmiyyet
vermiyen kimse, (Miilhid) dir. Bunun nefsinin parlaması ile hâsıl
olan [gaybdan haber vermek, hastalan okuyup üfleyip iyi
etmek] gibi âdet dışı başarıları (İstidrâc) olup, kendisini ve buna
uyanları Cehenneme sürükler. Kalbin temiz ve nefsin mutmainne [uysal] olduğunun alâmeti, bedenin islâmiyyete seve seve
uymasıdır. His organlarını ve bedenini islâmiyyete uydurmıyanların (Kalbim temizdir. Sen kalbe bak!) demeleri boş lâfdır.
Böyle söylemekle kendilerini ve etrâfındakileri aldatmakdadır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir