İslam

DİNLERİN DOĞUŞU

DİNLERİN DOĞUŞU :
Dinlerin doğuşu hakkında çeşitli fikirler vardır. Bu fikirler bir taraftan dinin menşeini izah ederken diğer taraftan da ilk dinin hangisi olduğunu beyan etmektedir.
Bj fikirleri serdeden düşünürlerden bazıları, dinin menşeinin insanda doğuştan olmadığını, bâzılar; da doğuştan olduğunu kabul ederler.
Dinin menşeinin, insanda doğuştan olmadığını kabul edenlerin başında Jan Jak Rousseau, Freud, Voltair ve Einteîn gelmektedir. Bu bilginlerde: Din duygusunun temeli, korku ve ümiddir. Bu iki his vasıtasiyle insanda çeşitli sebeplerden dolayı sonradan din hissi belirmiş ve insan dindar olmuştur kanaati hâkimdir. Şöyle ki: Her insana, kudreti dışında kalan olayların bâzıl^p korku, bazıları da ümit verir. Nitekim ilk insanlar bâzı tabiat olaylarını düşünce yetersizliğinden dolayı akıl ile izah edemediklerinden bu müthiş olaylar karşısında dehşete kapılarak ürpermiş ve korkmuşlardır. Bazı tabiat olayları da onlara, menfaat temin ederek veya hoşlarına giderek bir sevinç, bir ümit ve huzur kaynağı olmuştur.
Bu iki zıd tabiat olaylarının tesiri altında kalan ve acizliğinden dolayı hiç bir şey yapamayan insan, korktuğunun kötülüklerinden emin olmak, ho
(

2— Natürizm :
Max Müller, eski Hint ulfabesini okuyarak, Hinduların eski dinlerini tetkik etmiş ve bunun tesiri altında kalarak Natürizmin insanların ilk dini olduğunu iddia etmiştir. Max Müller’e göre: Natürizmin esası, bir takım tabiat kuvvetlerinin ilâhlaştırilmiş olmasıdır. Şöyle ki: İnsanların yaşadıkları bölgelerde en çok dikkatlerini çeken şey tabiat olmuştur. İnsanlar tabiattaki devamlı ve muntazam değişmeleri aklî yeteneksizliklerinden dolayı bir türlü i- zah edememişler. Bunun neticesi olarak bu değişmeleri biraz hayret ve biraz da korku ile izlemişlerdir. Bu hayret ve korku, ilgi çeken tabiat olayları karşısında hayranlığa ve acze çevrilerek ilk din meydana gelmiştir. Tapınılan tabiat olaylarının devamlı bir şekilde tapanın yanında olbilmesi için bu olaylar bilâhare sembolleştirilmiş ve korkulanından korunmak ve sevileninden menfaat sağlamak için onlara ibâdet ve kurbanlar takdim edilmeğe başlanmıştır.
3 — Totemizm :
E. Durkheim tarafından insanların ilk dini gibi gösterilmek istenen totemizm, peygamberlerin tebliğ etmiş olduğu hak dini muhafaza etmiyerek kendi akıllarıyla hareket eden ve doğru yoldan uzaklaşıp bir takım yanlış fikirlere ve îtikadlara saplanan insanların meydana getirdikleri klanın dinidir. Bu dinin essı, ilkel insanın kendisinin, çevresindeki canlı veya cansız varlıklardan birinden doğduğuna inanmak ve bu varlık ile arasında bir cevher ayniliğinin olduğunu kabul etmektir. Çevredeki bu canlı veya cansız varlığa totem denir. Totem, çoğu zaman bir hayvan olup bazen de bir ağaç veya başka bir varlıktır. Fakat, klânı meydana getiren fertlerin müşterek bir ceddidir. Her fert doğduğu andan itibaren totemin adını taşır. İnsanın, totemi ile arasında bir âilelik bağı vardır. Ve insan kendini toteminin neslinden gelmiş sayar. Bu itibarla totem olan hayvanı öldürmek veya bitkiyi koparıp yemek yasaktır. Hattâ bazen totemine ait kutsal şeylere bakması bile yasaktır. Esasını kutsal dinlerden alan bazı yasaklar, klânın sosyal ve ahlâkî hayatına —klân fertleri farkına varmadan— hâkim olmuştur. Meselâ: Klânın bir üyesini öldürmek, yani klândan bir kadın ile evlenmek gibi… Klanda, ölü kutsal olduğundan onun karşısında kutsal olmıyan her türlü işi gücü durdurmak lâzımdır. Töreye göre, ölüm halinde bazı hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak ve belirli zamanlarda kucaklaşmak icabeder. Ayrıca, dinî usul ve erkân hısımlık münasebetlerine göre değişmektedir. Kadınlar saçlarını kesmek, vücutlarına toprak sürmek, yasları süresince sessiz durup konuşmamak mecburiyetindedir.

Klanda, toteme karşı belirli zamanlarda yapılan bir kaç âyin vardır ki bunların yapılış şekilleri başka başkadır.
4 — Pigmelerin Dini ;
ilkel cemiyet olan Pigmelerin dini Allah Teâlâya iman esasına dayanır. Pigmelere göre yüce varlık, canlı ve şahsî kudrete sahip olup insanın ve diğer şeylerin yaratıcısıdır. Bu yaratıcı prensip olarak iyiyi ve iyiliği sevdiği i- çin Pigmeler arasındaki örf ve ahlâkın koruyuculuğunu da yapmaktadır. Ayrıca, nizamlara uymayanları gerek bu dünyada ve gerek öbür dünyada cezalandıracaktır. Bu son inanış, Pigmelerde âhiret fikrinin olduğunu ortaya koyar. Pigmeler, kendilerini yaratan ulvî varlığa, ekseriyetle baba tesmiye e- derler. Onun bir ve hâkim-i mutlak olduğunu kabul ederler. Ona hem kurban keserler ve hem de dua ederler. Yukarıda görülen bazı hususlar semavî dinlerde daha geniş ve net olarak mevcuttur;. Bu da gösteriyor ki her ümmete gelen peygamberlerden biri belki de Pigmeler arasında da yaşamış ve onlarda kuvvetli bir din birliği kurmuştur. Bu iman ve amel zamanla az çok bozulmuş olmakla beraber bugüne kadar gelebilmiştir. Aksi takdirde Afrikanın tropikal bölgelerinde rastlanan Pigmelerde bu çeşit semavî dinlere benzer şekildeki inanışı izah etmenin başka türlü yolu yoktur. Pigmelerin dinî hayatlarını ve yaşayışlarını P. W. Schimidt uzun araştırmalardan sonra geniş bir şekilde ortaya koymuştur.
5 — Fetişizm (10) :
insanlar, yaratıldığındanberi insanları idare eden ve şeriat vaz’eden bir kudretin olduğuna o kadar alışıktır ki, bu kuvvetin insanlara hâkim olması dışındaki bir düşünceyi hiç bir zaman kabul etmemişlerdir. Fakat, zaman ve tarih, hak dinin göstermiş olduğu yoldan saparak manevî inançlarını yitiren insanların kendilerinde duydukları ruhî boşluğu telâfi edebilmek için bir takım canlı veya cansız maddî şeylere taptıklarını bize göstermekte ve bildirmektedir.

Yolunu şaşıran, hak dinden uzaklaşan cahil kavimler, bazı eşyalarda bir türlü izah edemedikleri bir kuvvet olduğuna inanmışlar ve âdi mahlûklara tapmağa başlamışlardır. Bu arada kendilerini tanrılara tâbi saydıkları kadar, tanrıların da kendilerine bağlı olduklarına inanmışlardır. İnsanların tanrı diye taptıkları eşyaya, fetiş adı verilmiştir. Fetiş, çeşitli tanrıları temsil eden herhangi bir şey olabilir. Meselâ: yağmur tanrısını temsil eden fetiş, ya kâğıttan yapılmış çok büyük bir ejderha veya kâğıdın olmadığı devirlerde bir köle idi.
Fetişe tapan cahil kavimlerin fetişden korkusu ne kadar büyük olursa olsun, aralarındaki münasebet, insanın fetişe tâbi ve fetişin de insanın üstünde yüksek bir varlık olduğu şeklinde değildir. Zira, fetiş kendisinden dua ve kurbanları istenen şeyleri reddedemez. Aksi takdirde istenileni vermeğe zorlanır. Meselâ: Ava çıkan bir kabile avlanamadığı takdirde bundan sorumlu tutulan fetiş, kırbaçlanır. Bu, onun kudretinin yoksunluğundan değil, kendisine tapanlara karşı kötü niyet beslediğinden ötürüdür. Kırbaçlama olayından sonra, uzlaşmaya gidilir. Tekrar fetişe takdimelerde bulunulur. Böylece onun yola geleceği zannedilir.
Taptıkları tanrılar hakkında, insanların bu çeşit düşüncelerine bu gün dahi orta Afrikada ve Amerikada rastlanmaktadır. Burada nazarı dikkatimizi çekmesi lâzım gelen husus, tapınılan şeylerin bizzat mâbud olmayışı ve bunlardaki kudsiyetin hulûl yoluyla olduğudur.
6 — Sabiîlik :
Nuh ve İbrahim peygamberlerin tebliğ ve tetkin ettikleri hak dinden ayrılan insanlar, insan ile Allah arasında bir takım ruhanî varlıkların aracılık ettiklerine inanmışlardır. Allahı baş yaratıcı, ruhanî;varlıkları da olayların meydana gelmelerini sağlıyan yardımcılar olarak kabuj etmişlerdir. Gökyüzünü Allah’ın mekânı; güneş, ay ve yıldızları da aracı kuvvetlerin maddî birer beden ve şekilleri tarzında düşünmüşlerdir.
Bu çeşit düşünceye inanan ve güneş, ay ve yıldızlara secde ederi insanlara Sabie denilir.
Sabiîliğe göre, yeryüzündeki hayatı, iyilik ve kötülükleri ilâhlar yaratıyordu. Bu bakımdan onlar en büyük zekâya, kudret ve iradeye sahip, tapınmaya lâyık şeylerdi.
Sabiîler, güneşin gece, ay ve yıldızların gündüz kaybolduklarını görünce onları her zaman gözönünde bulundurmak ve unutmamak maksadıyle birer suretini yapmışlardır. Zaman ilerledikçe büyük adamların öldükten sonra İlâhî bir kuvvete sahip oldukları inancı ortaya çıkmış, onların da suretleri yapılarak tapınılmaya başlanmıştır. Bu hal putperestliğin başlangıcı olmuştur.

Nitekim, Ninova şehrinin hâkiminin, ölen babasının heykelini yaptırarak halkı ona taptırmağa zorladığı tarihen sabittir. Daha sonra, Sabiîliğin ilmi yapılmağa başlandı. Bu başlangıç din üzerinde ilk felsefî araştırma çağını açmış oldu.
7 — Dualizm :
Animizm ile başlayan dinî sapıklık zamanla Sabiîliğin de tesiri altında kalarak daha da gelişmiş ve dualizm akidesi ortaya çıkmıştır. Dualizm, çift tanrıcılık yani, iki ilâhın varlığına iman etmek demektir, insanlar, iyi ve güzel olan şeylerin yanında fena ve kötü olan şeyleri görünce, bunları yaratanın aynı olamıyacağı kanaatine vararak iki yaratıcı olduğuna inanmışlardır. Bu iki yaratıcıdan birine hayır ilâhı, diğerine de şer ilâhı adı verilmiştir. Gökyüzünde oturduklarına inandıkları bu ilâhların yıldızlarda karargâh kurduğunu, yeryüzüne inerek insanların içine karıştığını ve onlarla (insanlarla) beraber düşüp kalktıklarını ve evlendiklerini kabul etmişlerdir. Yıldızlardan inen ilâhların yeryüzüne bir an evvel kavuşabilmelerini sağlamak için mâbedlerini dağların en yüksek yerlerinde yapmışlardır. Bu mâbedler aynı zamanda ilâhların yeryüzündeki meskenleri idi.
Dualistler, iyilik ilâhına yaptığı iyilikten dolayı seve seve ibadet etmeğe, kötülük ilâhına da kötülük yapmasın diye tapınmağa başlamışlardır.
8 — Mecusîlik :
Milâttan önce 20. asırda, Hazret-i İbrahim (A.S.) Sabiîlik ve bunlara inananlar ile şiddetli bir mücadele yapmıştır. Bunun neticesi insanlardan bir kısmı İbrahim (A.S.) a inanarak eski dinlerinden vazgeçmişlerdir. Fakat, zaman ilerledikçe İbrahim (A.S.) a inananlar sapıtmağa ve hak dinden’ ayrılmağa başlamışlardır. Eski filozofların ve bâtıl dinlerin tesiri altında kalanlar bu insanlar, önceleri ateş ve hararetin hayat üzerindeki kuvvetli tesirlerine bakarak onu Allah’ın, mâbuda delâlet eden en büyük ve en kuvvetli eseri olarak kabul ettiler.
Bir taraftan İbrahim (A.S.) ın peygamberiğine inanan, diğer taraftan a- teşin tesiri altında kalan insanların bir kısmı yavaş yavaş ateşi tanrı olarak kabul ve ona ibâdet etmeğe başladılar. Bu suretle Mecusîlik meydana çıkmış oldu. Mecusîliğin çıkışı hakkında Kaamus sahibi: «Mecûs, Ateşperestlik âyinini vaz’u ihtira ederek insanları ona dâvet eden bir kimsenin adıdır. Sonra vazıına nisbetle bu mezhepte olanlara Mecusî denilmiştir.» (11) der.

Zaman geçtikçe, mecûsîlerin dinî reisleri arasında yeni yeni fikirler ve görüşler ortaya çıkmağa başlamıştır. Bilhassa filozoflarm «birden ancak bir doğar» tezinin tesiri altında kalanlar, dualist bir görüşe doğru gitmişlerdir. Bu felsefî görüşün icabı olarak bir mâbud’dan birbirine zıd iki hal sadır olfnaz denilerek hayrı ve şerri meydana getiren iki varlığın (ilâhın) mevcudiyeti kabul edilmiştir.
Hayır ilâhı, iyiliğin kaynağı nur, şer ilâhı ise kötülüğün kaynağı karanlık olarak ele alınmış ve hayır ilâhına «ORMUZOD – Hürmüz», şer ilâhına da «ANGRA MAİNYU – Ehrimen» (12) denilmiştir. Ayrıca her iki ilâhın hayrı ve şerri galip getirmek için aralarında daimî bir savaş halinde olduklarına inanılmıştır. Bu îtikada göre ne zaman şer çoğalırsa şer ilâhı, ne zaman iyilik çoğalırsa iyilik ilâhı galip gelmiş sayılır. Bunun için düşmanlarının fenalığını istemek üzere şer ilâhının, dostlarının iyiliğini istemek için de hayır ilâhının ga- lip-gelmesini arzu ederler.
Mecûsîlerin, başlangıçta ilâhlarını temsil eden put şeklinde bir heykelleri yoktu, ilâhlarının güneşte durduklarına inanıp, hararet ve ziyası güneşe benzediği için ateşe secde ederlerdi. Ateş, hayır ilâhının bir sembolü idi. Bunun için her tapınakta ATEŞGEDE denilen, ateş yanan bir yer vardı. Buradaki ateşin daimî şekilde yanmasıyle hayır ilâhının şer ilâhına galebe edeceğine inanılırdı. Bu yüzden ateş hiç söndürülmezdi. Ayrıca, bu ateşe hiç kimse dokunamazdı. Rahipler dahi ellerindeki eldiven ve ağızlarındaki peçe ile ateşe yaklaşabilirlerdi. Buraya kadar izahtan anlaşılacağı üzere Mecûsîlik, bir nevi dualizm Seneviye idi.
9 — Zerdüştlük :
Eski Iranın en büyük dini sayılan Zerdüştlüğün kurucusu Zerdüşt (Zara- hustra) tür. Zerdüştün hayatı biraz Hz. Isa (A.S.) ma benzetilir. Zerdüştlüğe göre, Zerdüşt nur meleğinin önderliğinde elindeki nurdan asâ ile yüce tanrı (Ahura’Mazda) nın huzuruna çıkmış ve İlâhî tecelliye mazhar olarak geri , dönmüş ve peygamber olduğunu bildirmiştir. Bu iddianın neticesi olarak Zend-Avesta adlı bir de kutsal kitap meydana getirilmiştir.
Zerdüştlüğün esasları, İrandaki çok tanrıcılığa karşı tek tanrıcılığın meydana gelmesini ön görür. Bu arada dualizm ve ateşgede aynen muhafaza edilir.
Zend Avesta’da en yüksek rabbin Ahura-Mazda adı ile anıldığını görüyoruz. Ahura-Mazda, herşeyi bilen ve kâinatı idare eden, her şeye hâkim

10 — Mani Dini :
Milâttan sonra üçüncü asırda ortaya çıkmış, İran ve Mezopotamya dinlerinin sentezi yapılarak esasları tespit edilmiş bir dindir. Bu dinin ana fikri, kâinattaki olayların daima birbirinin zıdları ile oluşu üzerinedir. Mâni dinine göre, kâinatta hâkim olan unsur kötülüktür. Bu itibarla insanların kötülükten ve zulmetten kurtulması lâzımdır. Bunun için de dünyada evlenmeyi men’- edip çoğalmayı önlemek icap eder prensibi ileri sürülmüştür. (13)
11 — Diğer Dinler :
Dinlerin tarih içinde gelişmesi dünyanın muhtelif memleketlerinde başka başka seyirler takip ederek olmuştur. Şöyle ki: Mısır’da: Başlangıçta monoteizm (tek tanrı) inancı var iken, zamanla çe
şitli sebeplerden ötürü bu inanç bozulmuş ve yerini putperestlik almıştır. Milâttan önce IV. asırda Amenofis’in tek tanrıcılık inancını yaşatmağa gayret sarfettiğini tarihle^ kaydetmektedir. Bu inançta, İlâhî sıfatlara haiz bir Allah’ın varlığına iman ve âhiret hayatının mevcudiyeti kabul ediliyordu. Bilâhare bozulan bu esasların yerini resim ve heykel ile tasvir edilen putperest bir düşünüş almıştır. Hattâ mâbud hayvanlar dahi ikame edilmiştir. Apis öküzü g^- bi…
Yunanistan ve Roma’da: Homeros ve diğer Yunan yazarlarından öğrendiğimize göre Yunanistan’da Politeizm (Çok tanrıcılık) esasına dayanan bir dinî hayat vardı. İlâhların yeryüzünde olduklarına inanılır ve topluca Olim- pos dağında oturdukları kabul edilirdi.
Yunan tanrıları İnsanî sıfatların hepsini taşırdı. Bu yönden-tanrılara insan üstü bir hürmet gösterilmezdi. Yalnız, Yunan dinlerinde âhiret inancı de

Allah’a iman esaslarını Yunan dinlerinde bulmak mümkündür. Romalılarda ise, Yunan dinlerinin tesiri açıkça görülür. Yalnız, Romalılarda put yoktu, mâbedlerde heykel bulunmazdı. Her hareketin ilâhî olduğuna inanılırdı. Bu yüzden yani, her hareketin bir ilâh tarafından tedvir edildiği düşüncesinden insandan çok tanrı ortaya çıkarılmıştı, ilâhların hoşuna gitmek için şeflikler âyinler yapılarak kurbanlar kesilirdi.
Romalılar, fala inanır ve ruhun ölümle vücuttan ayrıldıktan sonra yaşadığına îtikad ederlerdi. Ayrıca, her ailenin tapındığı bir ocak tanrısı vardı. Bu ocaklarda Mecûsîler gibi daimî şekilde ateş yakılırdı.
Eski Amerika’da: Totemizmden başka Manitu adı verilen ruhlara inanıldığını görmekteyiz. Amerikada medeniyet kuran Aztek, Inka ve Maya’larda dinî anlayışı birbirinden az çok farklı olmakla beraber aralarında yakınlıklar da mevcuttur.
Aztekler, ortadan kaybolmuş ve dönülmesi beklenen bir peygamber kabul ederler. Bunun yanında bir kaç ilâha daha inanarak onlara insanı kurban ederlerdi.
İnka’lar, her yerde bulunan güneş ilâhına taparlardı. Ayrıca su ve ateş onlar için birer mâbud idi. Cesetlerini mumyaladıklarına bakılacak olunursa, ruhun mevcudiyetine inandıklarını kabul etmek lâzımdır. Maya’larda ise, güneş ilâhı yanında tabiat ilâhlarına tapmanın varlığını görmekteyiz.
Bütün bunlara rağmen Amerika dinlerinde Allah, Peygamber ve âhiret fikri inancını görmek mümkündür. Bu ise ilâhî dinin değişmeyen esaslarını teşkil eden taraflarıdır.
Çinde ve Japonya’da: Çinde, dinlerin tekâmülü ilkel aninizm ile başlamış ve ilk din Sinizm adını almıştır. Sinizm’in esası, insanların yaşayışlarına karışan çok sayıdaki ataların ruhlarına İnançtır. Ataların görünmeden etrafta dolaştıklarına inanılır vebu sebeple evlerde bir ata köşesi yapılır. Sinizm, bilâhare daha da tekâmül ettirilerek insanların fazilete sahip olması için dört esasın tatbikini savunmuştur.
Sinizmden sonra Çinde, Konfüçyüzm bir din olarak ortaya çıkmıştır. Bu aslında felsefî bir görüştür. Gayesi, eski ahlâkı yeniden ikame etmek ve yaymaktır. (14)

Daha sonra, gerek Sinizm’e ve gerekse Konfüçyüzm’e karşı bir reaksiyon olarak IV. asırda Çinde Taoizm dini meydana çıkmıştır. Bu dinin esası, mutlak nizam ile beraber ahlâkî düşturu teşkil eden üç faziletin tatbikidir ki bu üç fazilet, tutumluluk, alçak gönüllülük ve herkese karşı saygılı olmaktır. Japonya’ya gelince: Japonyada ilk dinin ayı totemi şeklinde görüldüğü dinler tarihlerinde zikredilmektedir. Fakat bu, küçük bir topluluğun dinidir. Aslında ilk büyük din, Şintoizm’dir ki esasını ölülerin ruhlarına tapınma teşkil eder.
Şintoizm’de ailenin, köyün, imparator atalarının ve tabiat kuvvetlerine can veren başka ruhların mevcudiyeti kabul edilerek politeizm meydana gelmiştir.
Şintoizm, ruhlara ve ruhların mevcudiyeti bedelleri sayılan gök cisimlerine ibadete dayanan bir din olduğundan imparator, güneş ilahesinin oğlu ve baş rahip olarak kabul edilir. Aile büyüklerine yaoılan hürmet, vatanseverlik ve rejime bağlılık, esasların^ baş rahip yani, kralın emrine boyun eğmekten alır.
Diğer taraftan Japonyaya kadar uzanan Konfüçyüzm, Japon millî ahlâkına uyduğu için Japonları tesiri altına almıştır.
Hint dinlerinde Budizm ve Japonyaya kadar uzanmış, fakat Şintoizm ile bağdaşmadığından tepki ile karşılanmıştır. Ancak, zamanla Budizm, Japonların düşünce ve inanışlarına göre değişikliğe uğrayarak Japonya’ya girmeyi başarmış, böylece Şintoizm dünyaya, Budizm ise uhrevî hayata ait birbirini tamamlayan iki din olarak Japonun dinî hayatında yer almıştır.
Hindistan’da: Hindistan, dinlerin evrimini bize en güzel aksettiren bir ülke olduğu için onu dinlerin tekâmülü konumuzda sonraya bıraktık. Hindistana, dinler tarihi ile uğraşanlar «Dinler Ülkesi» adını verir. Bu söz çok doğrudur. Zira hemen hemen bütün dinler veya tesirleri az çok Hin- distana uğramış ve orada az da olsa bir bakiye bırakmışlardır.
Milâttan çok önce Hindistan’ın ilk dinî inançları totemik varlıklara ve ruhî kuvvetlere inanmaktan ibaretti. Milâttan önce 1600 yıllarında Hindistanı istilâ eden Aryanîler, yerli halkın dinî yaşayışları üzerinde değişiklik yaparak Vedizm’in doğmasına sebep olmuşlardır.
Vedizm, Veda adı verilen kutsal metinlere dayanır. Veda’lara göre, çeşitli ilâhlar vardır, indra, Varuna, Mitra ve Ağni gibi… Bu ilâhların her biri dünyanın muhtelif işlerini idare ederek bir nizam meydana getirirler. Bu nizama aykırı hareket edenler günah işlemiş sayılır. Günahtan kurtulmak için ilâhlara bîr kurban takdim etmek icap ediyordu. Takdim edilen kurbanlar, ö- lenlerin ruhlarını âhirette selâmete erdirecek birer vaşıta idi.

Daha sonr^, Hint dinlerinde meydana gelen gelişmeler Brahmanizm dinini ortaya çıkarmıştır. Brahmanizm’in iki mühim esası vardır. Birincisi, tenasüh inancı yani, ruhun ve bedenden başka bir bedene geçmesi inancı ki, bu inanç cennet ve cehennem fikri yerine Allah rızasına kavuşmayı esas alır. İkincisi ise, kast sistemidir. Bu da halkın sosyal sınıflara ayrılmasıdır. Brahmanizm’in maddeciliğine karşı, Hindistanda Jainizm adlı yeni bir din bilâhare Hristiyanlıktaki teslis akidesinin ortaya çıkmasında ilham kaynağı olmuştur. Brahmanizm’in kendine göre kutsal kitapları ve özel ibadet şekilleri vardır. Ayrıca ölülerini de yakarlar. Ahlâkî görüşleri ise nefse hâkimiyet ve feragat üzerine bina edilmiştir. Brahmanizm’in maddecliğine karşı, Hindistanda Jainizm adlı yeni bir din doğmuştur. Bu dinde ibadet, tefekkürden ibarettir. Nefsin ıslahı için nefse e- ziyeti caiz görür. Tanrı tanımadığı için Ateist’tir. Bu itibarla yaratmayı kabul etmez ye dünyanın ebedî olduğunu iddia eder. Jainizm’den bir müddet sonra Budizm doğmuştur. Budizm’in esasları dört maddede toplanır. Budizm’de putlar şiddetle reddedilir ve putperestlik yasaktır. Fakat, Brahmanlar Buddha’nın heykelini yaptılar ve Budistler de buna tapmağa başladılar. Bu suretle Buddha tanrı mevkiine yükseldi. Budizm’de, Allah inancı, ibadet ve âyin görülmez. Zira, Budizmde en büyük dâva Nirvana’ya ulaşmaktır. Yalnız, Nirvana hakkında Budizm’in kurucusu Buddha hiç bir bilgi vermemiştir. Budizm’de ahlâk görüşü, dünyadaki bütün arzu ve isteklerden kurtulmaktır. Buraya kadar gelişmesini ana hatları ile takip ettiğimiz gayri semavî dinlerin, ancak insan üzerinde iz bırakanlarını zikrettik. Bu gelişme içinde semavî dinleri nazar-ı dikkate almadık. Zira konumuz hem uzar ve hem de onları tedkik Dinler Tarihini alâkadar eder. Yalnız şu kadarını söylemek iktiza eder, ilk din Hazret-i Âdem ile başlayan Tevhid dinidir. Son din de Hazret-r Muhambed’in bildirdiği İslâm dinidir. Bu aradaki semavî dinlerin esası hiç değişmemiştir. Semavî dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında Allah Teâ- lâ’nın kitaplarına ve peygamberlerine iman bahsinde kısaca temas edilmiştir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir