A llahü teâlâ m eâlen b u y u ru r ki, (Yâ Muhammed, başını
secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâ’at et, kabûl olunur). B unun
üzerine, P eygam ber «sallallahü aleyhi ve sellem»: (Yâ Rabbî!
Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zemanları gâyet
uzadı. Herbiri, günâhlarıyle arasât meydânında rezîl ve rüsvây
oldular) der.
Bir nid â gelir: (Evet yâ Muhammed!) «sallallahü aleyhi ve
(1) « V eyl» azâb kelim esidir. İnsan azaba tâkat getirem ediği vakt, böyle bağırır.
«Sebûr» da helâk zem anında kullanılır.
— 43 —
——-—
sellem » denilir. C enâb-ı H ak , C ennete em r eder ki, h er cins
zîneti ile zînetlenir. A rasât m eydânına getirilir. O derece güzel
k okusu v ard ır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden
k albler ferâhlanır. R û h lar dirilir. [L âkin kâfirler, m ü rted ler ve
m üslim ânlarla alay edenler, K u r’ân-ı kerîm e hak âret edenler,
gençleri a ld a ta ra k îm ânlarını çalan lar ve] am elleri habîs, k ö tü
olan lar, C ennetin ko k u su n u duym azlar.
C ennet, A rş-ı a ’lânın sağ tarafın a konulur. B undan sonra,
cenâb-ı H ak , C ehennem i getirm eği em r eder. C ehennem e
k o rk u gelir, feryâd eder. K endisine gönderilen m eleklere:
(A llahü teâlâ, b an a azâb etdirm ek için bir m ahlûk y aratd ı da,
o n u n la b an a azâb mı edecek) der. O n lar da: (A llahü teâlânın
izzeti ve celâli ve ceberûtü h ak k ı için, R abbin seninle âsîlerden,
İslâm d ü şm an ların d an intikâm alm ak için, bizi sana gönderdi.
Sen ise, b u n u n için halk o lu n d u n ) derler. C ehennem i d ö rt ta ra
fından çekerek g ö türürler. Y etm işbin ip tak ıp çekerler ki, h er bir
ipde yetm işbin halka vardır. D ü n y âd ak i dem irlerin hepsi to p
lansa o n u n bir halkası k a d a r olam az. H er h alk ad a, zebânî
denilen azâb m eleklerinden yetm işbin m elek vard ır ki, yalnız
birine d ü n y âd ak i d a ğ la n k o p a rm a k em r olunsa, p arça parça
ederdi. O vakt, C ehennem in bağırm ası ve gürültü sü ve ateş
saçm ası ve şiddetli d u m an ı v ardır ki, b ü tü n g ö kyüzünü sim siyâh
eder. M ahşer yerine bin senelik yol kalınca, m eleklerin
ellerinden k u rtu lu r. G ü rü ltü sü ve g ü m b ü rtü sü ve sıcaklığı
teham m ül olunm ıyacak derecededir. M ahşerdekilerin hepsi, bund
an çok k o rk arlar. Bu nedir diye so rarlar. H ab er verilir ki,
C ehennem , zebânilerin elinden kurtu lm u ş, size yaklaşıyor da,
o n u n g ü rü ltü sü d ü r derler. B un u n üzerine, herkesin dizinin bağı
çözülüp çöküverirler. H a ttâ P eygam berler ve R esûller d ah î k en
dilerini tu tam az. H azret-i İb râh îm , hazret-i M ûsâ, hazret-i îsâ,
arş-ı a ’lâya sarılır. İb râh îm «aleyhisselâm » k u rb an etdiği İsm â’
il aleyhisselâm ı u n utur. M ûsâ «aleyhisselâm » birâderi H ârû n
aleyhisselâm ı ve îsâ «aleyhisselâm » vâlidesi hazret-i M eryem i
u n u tu rlar. H er biri: (Y â R abbî! B ugün nefsim den başk a birşey
istem em ) der.
O zem an M u h am m ed «aleyhisselâm » ise: (Ümmetime selâ
met ve necât ver yâ Rabbî) der.
O rad a b u n a teh am m ü l edebilecek kim se bulunm az. Z îrâ
A llah ü teâlâ, b u n u h ab er verip; Câsiye sûresinin yirm isekizinci
âyetinde m eâlen (H er ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korku—
44 —
sundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyâda işledikleri
amellerin kitâbına da’vet olunurlar) b u y u rm u şd u r. C ehennem in
böyle k u rtu lu p kükrem esi üzerine, herkes boğulm a derecesinde
ve kederlerinden yüzleri üzerine kap an ırlar. Bu da, A llahü teâlâ-
m n F u rk ân sûresinin onikinci âyetinde m eâlen: (Nâr ehl-i mahşeri
uzak mahalden gördüğü vakt, nâs ondan boğuk ve çirkin ve
gâyet büyük ses işitirler) buyurm asıyle sâbitdir.
A llahü teâlâ, M ülk sûresinin sekizinci âyetinde m eâlen,
(Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur)
b u y u ru r. B unun üzerine, Peygam berim iz «sallallahü aleyhi ve
sellem » o rtay a çıkıp, C ehennem i d u rd u ru r. B uyurur ki, (Hakîr
ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh güruh gelsinler).
C ehennem d ah î (Y â M u h am m ed , b an a m ü sâ’ade et! Z îrâ, sen
b an a harâm sın) der. A rşd an nidâ gelerek: (Ey C ehennem ,
M u h am m ed aleyhisselâm ın kelâm ını dinle! Ve o n a itâ ’at et) der.
S o n ra R esûlullah « sallallah ü aleyhi ve sellem », C ehennem i
çeker, A rş-ı a ’lânın sol ta ra fın d a bir yere yerleşdirir. M ahşerdekiler,
P eygam ber efendim izin bu m erham etli m u ’âm elesini birb
irin e m ü jd elerler. K o rk u la rı b ir m ik d â r azalır. E nb iy â
sûresinde yüzyedinci âyet-i kerîm enin (Seni âlemlere rahmet
olarak gönderdik) m eâl-i şerifi zâhir olur.
Bu zem anda nasıl olduğu bilinm iyen m îzân ku ru lu r. M îzâ-
nın iki kefesi, y a’nî gözü vardır. Birisi n û rd an ve biri zulm etden
ya’nî k aran lık d an d ır.
B undan so n ra, A llahü teâlâ zem andan, m ek ân d an , cismden
m ünezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr b u y u rm
ası üzerine, insanlar o n a ta ’zîm ederek, secdeye varırlar. F ekat
kâfirler, m ürtedler, secde edem ezler. Z îrâ, on ların belleri dem ir
kesilip secde etm eleri m üm kin olm az. İşte bu da, N ûn sûresi,
kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp
sıkıntıların artdığı zemanda secde etm eğe çağrılırlar. Fekat secde
edemezler) m eâl-i şerifidir.
İm âm -ı B uhârînin « rahm etullahi aleyh», b u n u n tefsirinde,
Peygam berim ize «sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem » k a d a r senedini
ya’nî râvilerini zikrederek bildirdiği hadîs-i şerîfde bu y u
ruld u ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkmdan keşf eder.
[P açalar sıvanır. Y a’nî çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde
ediniz denir]. Bütün Mü’minler secde ederler). Ben, bu hadîs-i
şerifin te’vîlinden k o rk d u m . M eseldir diyerek söz söyliyenlerin
sözü n ü d ah î beğenm edim . M îzân y a’nî terâzî de, m elekûta m ah
sûs olan bilinm iyen şeylerdendir, d ü n y â terâzîlerine benzem ez.
— 45 —
Zîrâ iyilikler ve kötülükler, m adde ve cism değildir. A ’raz, y a’nî
sıfâtdırlar. A ’razları, özellikleri, bildiğim iz terâzîler ile, m addeyi
d artar. gibi, vezn etm ek sahîh olm az. A ncak, bilinm iyen terâzî
ile d artm ak sahîh olur.
M ü’m înler secdede iken, A llahü teâlâ nidâ eder. Y akından
ve u zak d an işitilir. İm âm -ı B uhârînin rivâyet etdiği g ibi,cenâb-ı
H ak [H adîs-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden
deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz
ederse, ben zâlim olurum) buyurur.
B undan sonra, h ay v ân ât arasında hü k m eder. B oynuzlu
k o y u n d an , boynuzsuz k o y u n u n hakkını alıverir. D ağ h ay v ân larıyle
kuşlar arasındaki h ak ları ödeşdirir. S onra d a bunlara:
(Toprak olunuz) der. H em en h ayvanlar to p rak oluverirler. K âfirler,
bu hâli görünce her biri, N ebe’ sûresi kırkıncı âyetinin
m eâlinde hab er verildiği üzre (Ne olaydı, toprak olaydım) derler.
S onra, A llahü teâlâ tarafın d an nidâ o lu n u p , (Levh-i mahfûz
nerededir?) b u yurur. Bu ses, ak llara hayret verecek sûretde
işitilir. A llahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur’ân-ı azîmüş-şândan
sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i m a h fû z d e r
ki: (Y â R abb-el’-âlem în! B unu C ebrâil aleyhisselâm dan süâl
buyur!).
Bu vakt, C ebrâil «aleyhisselâm » getirilir ki, âd etâ kendisini
titrem ek alır. H ayretinden diz üstü çöker. C enâb-ı H ak b u y u ru r
ki: (Yâ Cebrâil! Bu Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi
kullarıma nakl eylemişsin, doğru mudur?) C ebrâil «aleyhisselâm »
(Y â R abbî d o ğ ru d u r) der. A llahü teâlâ, (Onu nasıl yapdın?)
b u y u ru r. C ebrâil aleyhisselâm , (Y â R abbî, T evrâtı M ûsâ aleyhisselâm
a, İncîli Isâ aleyhisselâm a, K u r’ân-ı kerîm i M uham m ed
aleyhisselâm a inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir su h u f
sâhibi Peygam bere de sahîfelerini ulaşdırdım ) der.
Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nûh!), N ûh «aleyhisselâm » getirilir.
T itrediği hâlde, huzûr-i İlâhîye gelir. O n a hitâben: (Yâ Nûh!
Cebrâil «aleyhisselâm» der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ
R abbî! D o ğ ru d u r) der. Yine b u y u ru r ki, (Kavminle ne iş gördün?).
N ûh «aleyhisselâm », (Y â R abbî! O nları gece ve g ü ndüz
îm â n a d a ’vet etdim . B enim d a ’vetim o n lara b ir fâide verm edi.
B enden kaçdılar). O zem an, yine nid â o lu n arak , (Yâ Nûh
kavmi!) denir. O n lar bir fırka o larak getirilir. D enilir ki, (İşbu
kardeşiniz Nûh «aleyhisselâm» der ki, size benim risâletimi tebliğ
etmiş). O nlar: (Ey bizim rabbim iz, yalan söylüyor. Bize birşey
— 46 —
teblîğ etm edi) derler. Risâleti in k âr ederler.
A llahü teâlâ, (Yâ Nûh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur.
N ûh «aleyhisselâm » (Y â R abbî! Benim şâhidim , M uham m ed
«aleyhisselâm » ile üm m etidir) der.
A llahü teâlâ (Yâ Muhammed!) «aleyhisselâm ». Bu Nûh
«aleyhisselâm » risâleti teblîg etdiğine seni şâhid kılar) buyurur.
P eygam berim iz «aleyhisselâm », N ûh aleyhisselâm m risâleti teb
lîğ etdiğine şâhid olup, H û d sûresinin yirm i beşinci âyet-i kerim
esini okur. Bu âyet-i kerîm enin m eâl-i şerifi (Biz Nûhu
insanlara peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın
azâbı ile korkutdu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz
dedi) dir. C enâb-ı H ak , N ûh aleyhisselâm m kavm ine: (Sizin
üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıkdır)
buyurur.
Böylece, hepsi C ehennem e atılır. Ne am elleri tartılır, ne de
hesâb olunurlar.
B undan so n ra (Âd kavmî nerededir?) diye nidâ olu n u r. N ûh
aleyhisselâm m kavm ine yapıldığı gibi, H û d «aleyhisselâm » ile,
kavm i olan A d kavm i arasın d a m u ’âm ele cereyân eder. Peygam
berim iz «aleyhisselâm » ile üm m etinin hayrlıları şehâdet
ederler. Peygam berim iz Ş u arâ sûresinin yüzyirm iüçüncü âyet-i
kerim esini o k u r. Bu kavm de C ehennem e atılır.
B undan so n ra (Yâ Sâlih veyâ Sem ûd) diye nidâ olunur.
Sâlih aleyhisselâm ve kavm i gelirler. İn k ârları üzerine, hazret-i
P eygam berden şehâdet taleb o lunur. Peygam be:im iz «aleyhisselâm
» Ş u arâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerîm esini okur.
O n lar d a, evvelkiler gibi C ehennem e atılır.
K u r’ân-ı azîm -üş-şânın h ab er verdiği gibi, üm m etler, birbiri
ark ası sıra, A llahü teâlânın h u zû ru n a gelirler. F u rk ân
sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerim
eleri b u n u h ab er verm ekdedir. B unda tenbîh v ardır ki, b u n lar
âsî ve azgın kavm lerdir. (B ârîh, M ârih, D u h â, E srâ) kavm leri ve
b u n la r gibi kâfirlerdir. B unlardan sonra, nidâ, E shâb-ı res ve
tü b b a ’ ve İbrâhîm aleyhisselâm m kavm ine gelir. B unların hiç
birinde m îzân kurulm az. Ve hesâb sorulm az. B unlar, o gün
R ablerinden m ah cû b d u rlar. A llahü teâlânın kelâm ını o n lara bir
tercü m ân söyler. Ç ünki, bir kim se, n azar ve kelâm -ı İlâhîye
m azh ar olursa, o kim se azâb olunm az.
B undan so n ra, M ûsâ aleyhisselâm a n id â o lunur. Şiddetli
— 47 —
rü z g â rd a y ap rak lar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. C enâbH
a k , o n a hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâil sana risâletini ve Tevrâtı
kavmine teblîğ etdiğine şehâdet ediyor) buyurur. M ûsâ aleyhisselâm
(Evet yâ R abbî) der. (Ö yle ise, minberine çık! Sana vahy
olunan şeyleri oku!) bu y u ru lu r. M ûsâ «aleyhisselâm », m inbere
çıkar, okur. H erkes kendi m evkı’inde sü k û t ederler. T evrâtı
d a h a yeni nâzil olm uş gibi o k u r. Y ehûdî âlim leri, sanki b u n d an
evvel, T evrâtı hiç görm em işler, bilm em işler gibi olurlar.
Sonra d a, D âvüde «aleyhisselâm» nidâ olunur. Bu da, sanki
şiddetli rü zg ârd a y ap rak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.
A llahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibril aleyhisselâm Zebûru ümmetine
teblîğ etdiğine şehâdet ediyor) deyince, D âv ü d aleyhisselâm ,
(E vet ya R abbî!) der. C enâb-ı H ak , (Minberine çık ve sana vahy
olunan şeyi tilâvet eyle) b u yurur. D âvüd aleyhisselâm
m inbere çıkar. G üzel sesle Z ebûr-u şerifi okur. H adîs-i şerîfde
bildirildi ki D âv ü d aleyhisselâm C ennet ehlinin m ünâdîsidir.
[D âv ü d aleyhisselâm ın sesi çok güzel ve gür idi]. N id â edince
sesini tâbût-i sekînenin im âm ı işitir ve cem â’atin içine girerek
safları y ararak , D âv ü d aleyhisselâm ın yan ın a gelir. O na sarılır.
D er ki: (S ana Z eb û r va’z verm edi mi ki, benim için yanlış niyyet
etdin?). H azret-i D âv ü d , çok u tan ır, sıkılır. C evâb verem ez.
A rasât ızdırâba gelir. İn san lar D âv ü d aleyhisselâm dan gördüğü
hâllerden dolayı çok ü zü n tü lü olurlar. B undan so n ra D âv ü d
aleyhisselâm a sarılıp, huzûr-i M evlâya çıkarır. Ü zerlerine perde
iner. T â b ü tü n im âm ı d er ki: (Y â R abbî! D âv ü d aleyhisselâm ın
h ü rm etin e b a n a rah m et eyle ki, b u beni h arb e g ö n d erd i. H a ttâ
ö ld ü rü ld ü m . N ikâh etm ek istediğim h â tu n u kendine alm ak
istedi. H âlb u k i o zem an b u n d a n başk a, d o k sa n d o k u z h â tu n u
vardı). A llahü teâlâ, D âv ü d aleyhisselâm a sorar, (Yâ Dâvüd!
Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. D âvüd aleyhisselâm utancınd
an ve A llahü teâlânın azâbı kork u su n d an , m ağfiret va’dini ricâ
ederek, başını aşağı eğer. Z îrâ, insan birşeyden k o rk ar ve m ahcûb
olursa, başını önüne eğer. Birşey u m ar ve ricâ ederse, başını
y u k an kaldırır. Bu vakt, A llahü teâlâ tâb ü tü n im âm ı olan zâta
b u y u ru r ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar,
bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zât da: (Râzıyım yâ R abbî)
der. B undan sonra, D âvüd aleyhisselâm a: (Sen de yâ Dâvüd, git
seni de mağfiret etdim) b u y u ru r (1).
(1) Bu kıssa, M evâhib tefsirinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde dahâ geniş
yazılıdır. Peygam berler en küçük bir günâh işlem ez ve günâhı işlem ek, hatırlarına
bile gelm ez. Bu tefsirden okuyunca, hakikat iyi anlaşılır.
— 48 —
B u n d an so n ra D âv ü d aleyhisselâm a: (Minberine dön, Zebû-
run devamını oku) b u y u ru r. O da, A llahü teâlânın em rini yerine
getirir. Bu zem anda, Benî İsrâile iki kısm o lm aları em r olunur.
Bir kısm ı, m ü ’m inler ile, bir kısm ı da^ kâfirler ile b erâb er olur.
B un d an so n ra, bir ses işitilir ki: (îsâ «aleyhisselâm» nerededir?)
der. îsâ aleyhisselâm getirilir. A llahü teâlâ o n a hitâben
M âide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerîm esinin meâl-i şerifi
olan, (Yâ îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh
edininiz dedin mi?) b u yurur.
Isâ aleyhisselâm A llahü teâlâya h am d eder ve çok senâlar
eder. S onra M âide sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerim esinin (Yâ
Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzih ve takdîs ederim ki, hakkım
olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse,
hakîkaten sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde
olanı bilirsin. Ben senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen
gâibleri bilensin) m eâl-i şerifi ile cevâb verir.
B unun üzerine cenâb-ı H ak , cem âl sıfâtını gösterir ve
M âide sûresinin y ü zo n d o k u zu n cu âyet-i kerîm esinin (Bu
zeman, sâdıklara sıdkınm menfe’at vereceği zemandır) meâl-i
şerifini b u y u ru r ve (Yâ îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git!
Sana Cebrâilin tebliğ etdiği İncili tilâvet eyle) der. îsâ aleyhisselâm
, (Evet Yâ R abbî) der. S onra tilâvete başlar. T ilâvetin te ’
sîrinden herkesin başı y u k arı kalkar. Zîrâ, îsâ aleyhisselâm
rivâyet cihetinden insan ların en ziyâde hakim idir. O k u m ad a, o
k a d a r tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyânlar, ru h b ân lar,
kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilm iyorlarm ış zan ederler.
B u n d an so n ra, n âsâra d a, iki kısm olurlar. B ozuk olanları,
y a’nî H ıristiy ân lar kâfirlerle, bozulm am ış olan m ü ’m inleri, m ü ’
m inlerle haşr o lunur.
B undan so n ra, bir n id â işitilir ki, (Muhammed «aleyhisselâm
» nerededir?) P eygam berim iz «aleyhisselâm » gelir. C enâb-ı
H a k b u y u ru r ki: (Yâ Muhammed! Cibril, sana Kur’ân-ı kerîmi
tebliğ etdim diyor). O da: (E vet yâ R abbî) der. C enâb-ı H ak: (Yâ
Muhammed, minberine çık ve Kur’ân-ı kerîmi kırâet et) buyurur.
P eygam berim iz «sallallahü aleyhi ve sellem » K u r’ân-ı kerîm i
tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şeklde okur. M ü ’m inleri
m üjdeler. O nların yüzleri güler ve sevinirler. K u r’ân-ı kerîm e
inan m ıy an ların , bu m u b ârek k itâb a (H âşâ) çöl k an û n u diyenlerin
ise, yüzleri gâyet çirkin olur.
B uraya k a d a r beyân olu n an P eygam berlere olunacak
süâli, A ’râ f sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen
__ 49 __ Kıyamet ve Ahıref — F. 4
kavme elbette süâl ederiz. Peygamberlere de süâl ederiz) m eâlindeki
beşinci âyet-i kerîm esi h ab er verm ekdedir.
B a’zıları, M âide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük
Peygamberleri cem’ eylediği vakt, kavminizden nasıl icâbet ve
kabûl olundunuz?) m eâlindeki âyet-i kerim e ile h ab er verilm işdir
dediler. O zem an P eygam berler: (Y â R abbî! Seni tesbîh ederiz
ki, bizim için hiç ilm y o k d u r. Sen gaybleri en iyi bilensin derler.
Evvelki âyet-i kerîm enin h ab er verdiğini söyliyen âlim lerin sözü
d a h a d o ğ ru d u r. (İhyâ-ül-ulûm) ad ın d ak i kitâbım ızda da bu n u
bildirdik. Zîrâ Peygam berlerin dereceleri vardır. îsâ «aleyhisselâm
», ise, onların büyüklerindendir. Z îrâ O (Rûhullah) dır. (Kelim
etullah) d ır. P e y g a m b e rim iz «aleyhisselâm » K u r’ân -ı
k erîm i tilâv et b u y u rd u ğ u zem an , ü m m eti zan e d e r ki, hiç
işitm em işlerd ir. Bu b a h sd e , h a z re t-i E sm a ’îye d ed iler ki:
(Sen K u r’ân -ı kerîm i en ziyâde ezberlem iş o lan sın . Sen de,
böyle mi olursun?) C evâbında, (Evet, hazret-i Peygam berden
işitdiğim vakt, hiç işitm em iş gibi o lu ru m ) b u y urdu. (1)
K itâbların k ırâ ’atı tem âm o ld u k d an so n ra bir n id â gelir ki:
(Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu n id â üzerine,
m evkıf y a’ni A rasât m eydanı harekete gelir. O zem an, herkesi
büyük korku alır. B irbirlerine girift olurlar. M elekler c in jle ve
cin in san lar ile karışır. B u n d an sonra, nid â gelir ki: (Yâ Adem!
Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!) A dem «aleyhisselâm
» ise, (Y â R abbî! ne kadar?) diye süâl eder. C enâb-ı H ak ,
b u y u ru r ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri
Cennete). K âfirlerden ve Ehl-i sünnetden «rahm etullahi aleyhim
ecm a’în» ayrılm ış m ülhidlerden ve gâfillerden, çık ara çıkara,
an cak A llahü teâlânın bir avuç buyurduğu k a d a r m ü ’m in geride
kalırlar. E b û Bekr-i Sıddîkın «radıyallahü anh» (Rabbimizin
avuçlarından bir avuç kalır) b u y ü rd u ğ u n u n m a’nâsı b u dur.
B undan so n ra İblîs şeytânlarıyle birlikde getirilir. B unların
m îzânının d a seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelm işdir.
H er kim e ki, din ulaşm ışdır, o n u n sevâblan ile günâhları m u h ak
k ak d artılacakdır. Ş eytânlar, g ü n â h la n ağır gelip, azâb göreceklerini
yakînen bildikleri vakt: (Bize  dem zulm etdi. Z ebânî
denilen m elekler saçlarım ızdan tu ta ra k bizi C ehennem e sü rü k
ledi) derler.
B unun üzerine, cenâb-ı H ak tarafın d an bir nid â gelir ki,
(1) Ebû Sa’îd-i Esm a’î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de M ervde vefât
etdi. Asi adı Abdiilmelikdir. «R ahim e hullahü teâlâ».
— 50 —
M ü ’m in sûresinin onyedinci âyet-i kerîm esinin (Bu zemanda
zulm yokdur. Allahü teâlâ hesâbda sür’atlidir) m eâlindedir. H erkes
için büyük bir kitâb çıkarılır ki, şark ve garb arasını tutar.
O nda m ahlûkların b ü tü n am elleri yazılıdır. K üçük ve büyük
hepsini bildirir. A llahü teâlâ, hiçbir kim seye zulm etm ez. M ah
lûkların her gün yapdıkları am elleri bu kitâb ile A llahü teâlâya
arz olunur. A llahü teâlânın em ri ile Abese sûresinin onaltıncı
âyet-i kerîm esinde bildirilen (K irâm ün berere) m eleklerine ya’nî
kerîm ve ita’âtk âr m eleklere, o am elleri yazm ağı em r eder. Bu
kitâb işte odur. Câsiye sûresinin yirm isekizinci âyet-i kerîm esinin
(Biz yapdığınız âmellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerifi bunu
h ab er verm ekdedir.
B undan so n ra, bir m ü n âd î herkesi ayrı ayrı çağırır. H erkes,
ayrı ayrı hesâba çekilir. N û r sûresi, y irm idördüncü âyetinin
meâl-i şerifi, (Yapdıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve
ayaklan şehâdet eder) dir.
D oğru haberde bize bildirildi ki, bir kim se A llahü teâlânın
h u zû ru n d a d u rd u ru lu r. C enâb-ı H ak ona (Ey fenâ kul! Sen
mücrim ve âsi oldun) der. O kul: (Y â R abbî! Ben işlem edim ) der.
(Senin aleyhine deliller ve şâhidler vardır) denir. O kim senin
H afaza m elekleri getirilir. O kimse: (O n lar benim üzerim e yalan
söylediler) der. N ahl sûresi, y ü zo n d ö rd ü n cü âyetinin meâl-i
şerifi, (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele
eder) dir. Sonra ağzına m ü h ü r vurulur. Bıı da Yasîn-i şerifin
altm ış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azim-üş-şân, mücrimlerin
ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb etdiler ise, bize
elleri söyler ve ayakları şehâdet eder.) m eâl-i şerifi ile bildirilm iş-
dir. Öyle ise, âsîlerin a ’zâsı şehâdet edip C ehennem e g ö tü rü lm eleri
em r olunur. M ücrim ler [din düşm anları, harâm işliyenler,
n em âza ehem m iyyet verm iyenler] a ’zâlarına levm etm eğe,
bağırm ağa başlar. A ’zâsı da, d er ki, (Bu şehâdet bizim ihtiyârı-
mızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletdi. Herşeyi söyleten O ’dur).
B unlar Fussilet sûresinin yirm ibirinci âyet-i kerîm esinde
bildirilrnekdedir.
H e sâ b d a n s o n ra , b ü tü n in sa n la r S ırât k ö p rü sü n e
gönderilecekdir.
Sırât k ö p rü sü n d en geçem eyip düşen m ücrim ler, C ehennem
hazenesine, ya’nî azâb m eleklerine teslîm olunurlar. A ğlam
ağa ve inlem eğe başlarlar. Hele m ü ’m inîn ve rnüvahhidînin
— 51 —
âsîleri C ehennem e k o n u lu rk en , gâyet dehşetli ağlarlar. M elekler
b u n ları yakalayıp atark en , (İşte bu, va’d olunduğunuz kıyâmet
günüdür) derler. Bu hâl E nb iy â sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerî
m esinde bildirilm ekdedir.
Büyük feryâd – C ehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları
d ö rt yerden birincisi, sû r ü fürüldüğü vaktde, İkincisi, C ehennem
m eleklerden kurtulup, m ahşer ehli üzerine sıçradığı vaktde,
üçüncüsü, Â dem «aleyhisselâm ı» A llahü teâlâya şefâatcı g ö n
derm ek için çıkdıkları vaktde, d ö rd ü n cü sü C ehennem deki azâb
m eleklerine teslim o lu n d u k ları zem andır.
C ehennem lik o lan lar m ahallerine gidip, A rasât m eydâ
n ın d a yalnız, M ü ’m inler, M üslim ler, hayr ve ihsân edenler,
 rifler, Sıddîklar, Velîler, Şehîdler, Sâlihler ve R esûller kalır.
İm ân ların d a şübheleri o lanlar, m ünâfıklar, zındıklar, b id ’at
sâhibleri [ya’nî Ehl-i sü n n et i’tik âd ın d a olm ıyan m ü ’m inler],
zâten C ehennem e gönderilm işlerdir. A llahü teâlâ (Ey insanlar!
Rabbiniz kimdir?) b u yurur. O n lar (A llahdır) derler. A llahü
teâlâ: (Siz O ’nu bilir misiniz?) b u yurur. (Evet biliriz yâ R abbî)
derler. O zem an, o n lara A rş-ı a ’lâm n sol tarafın d an bir m elek
g ö rü n ü r. O m elek, o k a d a r azam etlidir ki, yedi deniz b aşp arm ağının
u cu n a konsa içine alıp, hiçbir dam lası gözükm ez. O
m elek, m ahşerde b u lu n an lara A llahü teâlânın em ri ile, im tihân
cihetinden (Ene R ab b ik ü m ) y a’nî, ben sizin R abbinizim der.
Ehl-i m ahşer: (Senden A llahü teâlâya sığınırız) derler.
A rşın sağ tarafın d a bir m elek g ö rü n ü r ki, eğer ayağının ucu
ile basm ış olsa, o n d ö rt deniz, görünm ez olurdu. Ehl-i m ahşere
(Ene R abbiküm ) der. Y a’nî, sizin R abbinizim der. O na dahî
(Senden A llahü teâlâya sığınırız) derler.
B undan so n ra, A llahü teâlâ, o n lara istedikleri şeklde gâyet
y um uşak ve hoş m u ’âm ele b u yurur. M ahşer ehlinin hepsi, secde
ederler. C enâb-ı H ak , o n lara (Ö yle bir yere geldiniz ki, sizin için
yabancılık ve korku yokdur) b u yurur.
A llahü teâlâ b ü tü n m ü ’m inleri Sırât üzerinden geçirir. M ü ’
m inler, derecelerine göre C ennete g ö türülür. İn san lar g ü rû h
g ürûh geçerler Ö nce R esûller, so n ra N ebîler, so n ra Sıddîklar,
so n ra Velîler, Â rifler, so n ra h ay r ve ihsân edenler, so n ra Şehîdler,
so n ra diğer m ü ’m inler g ö türülür. M ü slim ânlardan g ü n âh
ları afv edilm iyenler yüz ü stü düşm üş, b a ’zıları da A ’râfd a
m ah b u s kalırlar. îm ân ı zayıf olan lard an b a ’zısı Sırâtı yüz
— 52 —
senede, b a’zısı da bin senede geçerler. B ununla berâber, C ehennem
de yanm azlar.
Bir kim se ki, R abbini görür, o kim se C ehennem e sokulm
az. M üslim ve m uhsin olanların m ak âm ların ı (İstidrâc)
nâm ın d ak i kitâbım ızda anlatd ık . O n lar yüzü gülenlerdir. Ç oğu
Sırâtı şim şek gibi geçer. Ç oğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki,
ciğerleri p arça p arça olm uş, so lu k la n âd etâ d u m an gibi çıkar.
B unlar, kâseleri gökdeki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırm ağından
ve büyüklüğü K u d ü s’den Y em en’e k a d a r ve A denden
M edîne-i m ünevvereye k a d a r olan K evser havzından içerler.
İşte bu, Peygam berim izin “ sallallahü aleyhi ve sellem ” (Benim
minberim, havzım üzerindedir). Y a’nî, m inberim , K evser havzı-
nın iki k en ârın d an biri üzerindedir buyurm asiyle sâbitdir. Kevser
havzından uzak olanlar, k ab âhatlerinin derecesine göre,
S ırâtd a hab s olunurlar.
Nice abdest alan lar v ard ır ki, abdesti güzel alm az ve
tem âm etm ez. Ve nice nem âz kılanlar vard ır ki, sorulm adığı
hâlde, nem âzını başk aların a anlatır. H u d û ’ ve h u şû ’ ile kılm azlar.
Eğer kendini karınca ısırm ış olsa, nem âzı bırakıp o karınca
ile m eşgul olurlar. H âlb u k i, A llahü teâlânın azam et ve celâletini
â rif olanların ellerini ve ayaklarını kesm iş olsalar hiç direnm ezler.
Z îrâ onların ibâdetleri A llahü teâlâ içindir. A llahü teâlânın
h u zû ru n d a d u ran kim se, O n u n “ celle celâlühü” heybet ve azam
etini bildiği, tefekkür etdiği k a d a r h u şû ’ eder, k o rk ar. Öyle
o lu r ki, p âd işâh lard an birinin h u zû ru n d a kişiyi ak reb sokar, o
d a sab r eder. P âd işâh a h ü rm et için hiç h areket etm ez. İşte bu,
ad am ların m ahlûkla b erâb er olduğu vaktdeki hâlidir. M ahlûk
ise, o derece m enfe’at ve zararını ayıram az.
O, azîz ve celîl olan A llahü teâlânın h u zû ru n d a d u ranın
hâli nasıl o lu r ki, heybet ve saltan at ve azam et ve ceberût ve
k ah r-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen bir kim senin A llahü teâlânın
h u zû ru n d a durm ası, elbette ziyâde huzûru ve h u şû ’u îcâb
etdirir.
İbâdetleri yapdığı hâlde, zulm eden ve tevbe etdi ise de,
m azlûm u bulam ıyan, b u n u n la d ü n y âd a halâlleşem iyen bir
kim se hak k ın d a hikâye o lundu ki, A llahü teâlânın huzûruna
g ö tü rü lü r. D ü n y âd a halâlleşem ediği kul h akları varsa, m eyd
an a çıkarılır. M azlûm o n u n b o y n u n a sarılır. A llahü teâlâ m azlû
m a (Ey mazlûm! Yukarıya bak) buyurur. O m azlûm bakdığı
— 53 —
vak t g ö rü r ki, bir köşk var. G âyet b ü yükdür. Zîneti ve b ü y ü k
lüğü ak llara hayret verir. O m azlûm : (Y â R abbî! Bu nedir?) der.
A llahü teâlâ: (Bu satılıkdır. Benden satın alır mısın?) b u y u ru r. O
m azlûm ise: (Y â R abbî! B unun kıym etini ödeyecek benim birşeyim
yokdur) der. A llahü teâlâ b u y u ru r ki: (Kardeşini zulmden
afv edip halâs edersen, köşk şenindir). O kul da: (Y â Rabbî!
Ernr-i İlâhin sebebiyle on d ak i h ak k ım d an vazgeçdim ) der.
A llahü teâlâ tevbe eden zâlim lere böyle m u ’am ele eder.
N itekim İsrâ sûresinin yirrnibeşinci âyetinde m eâlen (Ben azîmüş
şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe
eden, zulm den, g ü n âh d an ayrılıp da, ebediyyen bir d a h â o
g ü n âh ı işlem iyendir. D âv ü d «aleyhisselâm » (Evvâb) ile tesm iye
olunur. [H âlbuki, D âvüd «aleyhisselâm » hiç g ü n âh işlemedi.
O n d an (Hilâf-i evlâ) sâdır ^ ld u ], R esûllerden hazret-i D av ü d ü n
gayrileri de böyledir.
Ey gönül, yakdı vücûdüm, o gizli nârın senin,
Fışkırıp çıkdı semâya âh ile zârın senin!
Çok garîb bir divânesin, niçin hiç uslanmazsın?
Herkesin rüsvâsı oldun, yokmudur ârın senin?
Ebedî aşk tuzâğına düşdüğün günden beri,
Meyvemi verecek aceb, soldu behârın senin?
DOKUZUNCU FASL
04
Oca