MEKKE’NİN fethi gününde Resûlüllah Hazretleri istisnalarla
umumî af ilân etmişti. Bu aftan istisna edilenler
içinde İkrime de vardı. İkrime, bildiğiniz gibi Ebû Cehil’in
oğluydu. İslâm’a husumet ve düşmanlıkta babasıyla
birlik olmuş, babasının Bedir’de öldürülmesiyle de yerine
kendisi geçecek kadar ileri gitmişti.
Nitekim yaptıklarını bir bir hatırlayınca Mekke’nin
fethi sırasında selâmeti Habeşistan’a doğru kaçmakta
buldu.
İkrime’nin karısı Ümmü Hakîm ise onunla kaçmayı
tercih etmemiş, Resûlüllah’ın âlicenablığına olan itimadı,
onu Mekke’de bırakmıştı. Bu yüzden fetih esnasında bir
ara Mekkeli kadınların arasına karışan Ümmü Hakîm,
onlarla birlikte Resûlüllah’a müracaat etti, İslâm’la şereflendi.
Ümmü Hakîm’in kazandığı bu saadet, onu tam bir
huzura sevketmiyordu. Zira Ebû Cehil’in oğlu da olsa İkrime
kocasıydı. Kocasının hâlâ küfürde kalması, İslâm’dan
mahrum olarak gitmesi büyük kayıptı. Onun için
düşündüğü çareyi tatbik safhasına koymak istedi. Resû
lüllah’a yalvarmaya başladı:
– Ya Resûlâllah, ne olur, İkrime’yi afvedin. O, öldürü
leceğinden korkarak Habeşistan’a doğru kaçıp gitti. Engin
af ve âlicenablığmızdan o da istifade etsin!
Resûlüllah, sağlam bir imana sâhip olan Ümmü Hakîm’in isteğini reddetmedi. Misilsiz şefkat ve merhameti
ona da ulaştı:
– İkrime’yi afvediyorum, bizden emin olabilir.
Akıllı olduğu kadar da dirayetli kadın Ümmü Hakîm’in
sevincine had yoktu. Kocası İkrime’yi de İslâm’ın
nuruyla nurlandıracağma olan inancı ona büyük bir şevk
verdi. Yanına Rum hizmetçisini de alarak İkrime’yi aramak
üzere çöllere düştü. Tihame sahillerine doğru yol almaya
başladı.
Kaçıp giden İkrime’nin durumu da ibretliydi. Tihame
sahilinde beklemekte olan bir gemiye biniyordu. Böylece
gemiyle Habeşistan’a geçerek kendini kurtarmış olacaktı.
Ancak gemi kaptanı putlardan nefret eden bir ehl-i tevhiddi.
Allah’ın birliğine inanmış bu zat, binenleri ikaz ediyordu.
Nitekim İkrime’yi de ikaz etti:
– Ey yabancı, Allah’a şirk koşanlar gemime binmesinler!
İkrime bu ikazdan memnun olmamıştı. Kaptanla aralarında
geçen uzun tartışma sonunda İkrime şöyle çıkış
yaptı:
– Ben senin dediğini diyecek olsam ne diye buralara
kadar kaçayım. Muhammed de senin gibi dememi teklif
ediyor!
Kaptanın ikazı değişmedi:
– Allah’ın birliğini ikrar et, ona putları ortak koşma.
Denizde çıkacak olan belâ ve musibeti taş ve tunçtan yapılmış
putların önlemesi mümkün değildir.
Allah bir kulunun hidayetini murad ederse sebebler
halkeder, zihnini hidayete ermeye hazırlar. Anlaşılan, İkrime’ninki
de öyle olacaktı. Nitekim o anda müthiş bir fırtına
patladı. Bir sağa, bir sola sallanmaya başlayan gemi,
içindekileri denize dökmek üzereydi. İkrime bu fırtınada
çok korktu. Putlara çok yalvardı fakat faydasını göremedi.
Kendi içinde kararlar verdi. Şayet fırtınadan sağ salim
çıkarsa gemiden hemen inip sahile çıkacak, gitmekten vazgeçecekti. Az sonra sakinleşen fırtına gereken dersini vermişti
âdeta. Hemen gemiyi terkeden İkrime, sahilde tenha
bir yere oturmuş, başını iki eli arasına alarak düşünmeye
başlamıştı.
– Ne yapayım, nereye gideyim? Mekke’ye gitsem öldü
rülürüm, başka yere gitsem neye inanacağımı, nasıl bir
inanç içinde olacağımı bilemez oldum…
İşte bu sırada kulaklarına gelen bir ses kendisini daha
da şaşkınlaştırdı. Ses:
– İkrime! diye bağırıyordu.
Başını kaldırıp da ileriye doğru baktığında şaşkınlığı
büsbütün arttı. Gözlerine bir türlü inanamıyordu. Karşı
sında karısı Ümmü Hakîm vardı. Ümmü Hakim, çölleri
aşmış, kum tepelerini geçmiş, nihayet kendisini bulmuş
tu. İlk cümlesi, içindeki korkuyu atmasına yaradı:
– Korkma İkrime, rahat ol! Ben insanların en iyisi ve
en hayırlısının yanından geliyorum. Senin için af çıkarttım.
Resûlüllah sana eman verdi, kimse sana dokunamayacak,
sen de afVa dahil oldun!
İkrime inanmakta güçlük çekiyordu. Şaşkın ve hayretli
şekilde sordu:
– Sahiden sen bu işi yapabildin mi?
– Hiç şüphe etme. Zira Resûlüllah merhamet ve şefkatte
de insanların en yücesi ve misilsizidir.
Buna çok sevinen İkrime’nin gözleri bir noktaya dikilmiş,
kendini afveden Resûlüllah’a geçmişte neler söylediğini,
neler yapmak istediğini hatırlamaya başlamıştı. Şimdi
Resûlüllah sanki hiçbir şey söylememiş gibi kendini afvetmişti.
Artık geriye sayma devri başlamıştı. Şimdi yaptıklarından
utanma devri başlamıştı. Nasıl varacaktı
onun huzuruna?.
Cefakâr olduğu kadar da vefakâr karısı Ümmü Hakîm,
onu teselli edip cesaret verdi. Birlikte yola düşüp
Mekke’ye doğru ilerlediler.
Yolda Ümmü Hakîm gördüğü bir gerekçe üzerine bir
inancını şöyle açıkladı:
– Şunu unutma ki, sen henüz İslâm’la şereflenmemiş
bir müşriksin, ben ise imanla bahtiyar olmuş bir mü’minim.
Aramızda kan-koca münasebeti olamaz. Bu yüzden
sen de imanla şerefleninceye kadar yabancı gibi davranacağız
birbirimize.
Onlar bu anlayış içinde Mekke’ye yaklaşırken Resû
lüllah Hazretleri ashabını toplamış, şöyle tenbihte bulunuyordu:
– Ebû Cehil’in oğlu İkrime hem mü’min, hem de muhacir
olarak buraya geliyor.
. Ashabtan bâzılan hemen Ebû Cehil’in İslâm’a yaptığı
nı hatırladılar. Onun oğluna da şefkat ve merhamet duymakta
elbette zorluk çekeceklerdi. Ancak bütün faziletlerde
zirvede bulunan Allah’ın Resûlü, yine tarihî îkaz ve irşadını
yaparak şöyle tenbihte bulundu:
– Ölülerinizi kötü sözle yâd etmeyin. Zira ölüye kötü
söz söylemek diriyi de rahatsız eder, kaldı ki, ölüye de bir
şey eriştirmez!
Az sonra İkrime, Peygamberimizin çadırı kapısında
göründü. İnsanlann eski kötülüklerini yüzlerine vurmak
gibi hallerden münezzeh olan Allah’ın Resûlü, İkrime’ye
cesaret verecek bir mukabele ile karşılamak istedi. Kalkıp
kapıya doğru ilerledi ve tekrar tekrar:
– Hoş geldin süvari muhacir!, diyerek iltifatlarda bulundu.
İkrime hâlâ yenemediği şüphecilikle sordu:
– Ya Resûlâllah, bu yanımdaki hanımım Ümmü Hakîm’dir.
Zatınızın bana eman verdiğini, afvettiğini söylü
yor.
Efendimiz, yüzü peçeyle örtülü Ümmü Hakîm’i işaret
ederek:
– Onun söylediği doğrudur. Şüphe etmene gerek yok!
buyurdu.
Artık İkrime’nin İslâm’ını ilân etme zamanı gelmişti.
Arka arkaya sualler sordu, cevaplar aldı. İslâm’ın neleri
emredip neleri nehyettiğini öğrenmeyi istiyordu. Resûlüllah
Aleyhisselâm kendisine bilgi verdi:
– Allah’ın bir olduğuna, benim de Allah’ın son Peygamberi
olduğuma inanacaksın. Namaz kılacak, oruç tutacak,
zengin olunca zekât verecek, hacca gideceksin.
Kimsenin hakkını almayacak, hiç kimseye zulmetmeyeceksin.
Öldükten sonra dirileceğimize, yaşadığımız dünya
hayatındaki iyiliklerimizden dolayı Cennete gideceğimize,
kötülük yaparsak Cehennemi boylayacağımıza inanacaksın..
Hepsine de ikrime gönülden iman ediyor:
– Akıl da, insanlık da bunu emrediyor zaten, diyordu.
Ancak kendisi o güne kadar bunların tam aksini yaptığından
dolayı utanıyor, başını yere eğmekten kendini alamı
yordu.
Bu hali, İkrime’nin gönülden İslâm’a ısındığının ifadesiydi.
Ancak bunun resmî bir ifadesi de olmalıydı. İkrime
sordu:
– Ya Resûlâllah, en hayırlı söz nedir?
– En hayırlı söz Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû cümlesidir.
İkrime büyük bir şevkle kelime-i şehadeti tekrarladıktan
sonra yine sordu:
– Bundan sonra ne diyeyim?
İkrime’nin gelecekteki cihadına işaret buyuran Efendimiz,
şöyle buyurdu:
– Ben Müslümanım, muhacirim ve aynı zamanda da
mücahidim, de.
Bu sözleri de tekrarlayan İkrime’nin mâneviyatı tam
kuvvet kazanmış, sadece Müslüman olmakla kalmamış aynı zamanda mücahid olmayı da göze aldığını ifade etmişti.
Resûlüllah, İkrime’ye iltifatını devam ettirdi:
– Bugün benden ne istersen iste. Senden esirgemeyeceğim,
İkrime, buyurdu.
İkrime’nin isteği çok mânâlıydı. Dileğini şöyle ifade
ediyordu:
– Ya Resûlâllah, sana karşı yaptığım bütün düşmanlıkların,
arkandan söylediğim bütün kötü sözlerin, dolayı
sıyla girdiğim bütün günahların afvı için dua etmeni diliyorum.
Resûlüllah Aleyhisselâm’m, hemen ellerini kaldırdığı
görüldü:
– Ya Rabbi, İkrime’nin bana karşı yaptığı düşmanlıklarından
doğan günahlarını bağışla.
Bu duayı büyük bir dikkatle dinleyen İkrime’nin dünyasına
yeni bir renk ve şevk geldi. Kendini zaptedemeyip:
– Razı oldum ya Resûlâllah, diye minnettarlığını ilân
ederken şunları da ilâve etti:
– Şimdiye kadar insanları, Allah’ın Resûlü aleyhine
çevirmek için harcadığım paranın iki katını şimdiden sonra
Allah’ın Resûlü lehine çevirmek için harcayacağım. Allah
yolundan çevirmek için yaptığım savaşların iki katını
Allah yoluna yöneltmek için yapacağım. Buna sizler şahid
olun!
Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin eşsiz müsamaha ve şefkati,
İslâm’ın karşısında bir engel gibi görünen İkrime’yi
artık İslâm’ın yanında bir kahraman haline getirmiş, hem
de küfür yolunda sarfettiğinin iki katını İslâm yolunda
sarfedeceği sözünü verdirmiş ti.
İşte bundan sonra İkrime babasıyla birlik olup da yü
celtmek için savaştığı putları yıkmak için meydana atıldı.
Mekke’de hangi evde put varsa hemen gider, yıkar,
sonra da putlardan medet ummanın akılsızlığını anlatır
dururdu. İkrime iyi bir mü’min oldu. İslâm yolunda savaşlardan
asla geri kalmadı. Eline mushafı alır, yüzüne gözüne
sürer, şöyle derdi:
– Bu benim Rabbimin kelâmıdır, bu benim Rabbimin
kelâmıdır.
Bu sırada gözlerinden pırıl pırıl yaşların aktığı görü
lürdü.
İslâm için çıkılan cihadlarda hep ön safta vuruşur,
asla geride kalmazdı. Kendisini ikaz edenler, biraz tedbirli
olmasını tavsiye ettiklerinde şöyle cevap verirdi:
– Ben vaktiyle Lât ve Uzza putlan adına savaşırken
kendimi esirgemedim de şimdi Allah ve Resûlü yolunda
savaşırken mi geride olacağım? Vallahi böyle yapmaktan
ar ederim.
634 Mart’ında BizanslIlarla Ecnadîn’de yapılan savaş
larda ordu kumandanı Halid bin Velid:
– Ey İkrime, böyle gözü kara düşman üzerine gitme,
senin öldürülmen Müslümanlara ağır gelir, dedi. İkrime’nin
cevabı ibretliydi:
– Ey Halid, senin geçmişinde benim kadar Resûlüllah
ile karşı karşıya savaşma günahı yoktur. Ben babamla
birlik olup Resûlüllah’ı ve ashabını yok etme savaşı yaptım.
Böyle bir geçmişin afvı ancak Resûlüllah’ın uğrunda
canını feda etmekle mümkün olabilir. Bırakın Allah ve Resûlü
uğruna şehid olayım!
Nitekim İkrime’ye kendisi gibi şehid olmayı göze almış
olan oğlu Amr, Ecnadîn savaşında ordunun ön safında
düşmanı yara yara giderken gece karanlığında aldıkları
yaralarla kumların üzerine serildiler. Sabahın aydınlığında
İkrime’yi bulanlar vücudunda yetmişten fazla müşrik
ok ve mızrağının yarasını gördüler.
Kumandan Halid bin Velid, İkrime’nin başını dizine
koymuş, bir oğluna, bir de onun durumuna bakıyordu.
Gözlerini açan İkrime şehidliğin eşiğine geldiğini anlamış
olacak ki, şöyle karşılık verdi: Hanteme’nin oğlu, bize şehidlik nasip olmayacağını
söyler dururdu.
Bununla Hazret-i Ömer’in bir şakasını ima ediyordu.
Halbuki, onlara da şehidlik nasip oluyordu. Hem de oğlu
Amr’la birlikte.
Güneş altın sarısı ışıklarını Suriye semalarına serperken
aldıkları derin yaralarla sıcak kumların üzerine upuzun
serilmiş olan baba oğul, şehadet şerbetini içiyor, karşılarındaki
Bizans ordusu da böylesine kahraman insanların
karşısında tutunamayacağına kani olarak kurtuluşu
geri çekilmekte buluyordu.
İnsan şu aziz tecelli karşısında hayretli tefekkürden
kendini alamıyor:
– Ebû Cehil nere, oğlu İkrime, torunu Amr nere?