YEMEN’DE meşhur bir kabile vardı. Adına Tayy deniyordu.
Bu kabile, hicretin 8. senesinde Müslüman olmadan
ölen cömert insan Hâtem’le meşhur olmuştu. Tayy
kabilesi Yemen’den kalkıp Hicaz sınırları içindeki geniş
Necid çölünde istilâ ettiği münbit yerde ikamete başlamış
tı. Gittikçe çoğalan kabilenin adamları, Hicaz’a, Şam’a kadar
dağılıp kol atmışlardı. Ne yazık ki, Tayy kabilesinin
tapmaya devam ettiği Fülüs putu çölün ortasındaki Eca
dağının göğsünde hâlâ bütün bağlayıcılığıyla duruyor, insanlar
kendi yaptıkları putun önünde kurbanlar kesip
hastalarına şifalar diliyor, imkânlarını böyle şuursuz bir
heykelin bakılıp korunması yolunda harcamaya devam
ediyorlardı. Fakir fukara böylece daha da fakirleşiyor, eline
geçeni Fülüs putuna harcamazsa kötülük yaptığı zannına
kapılıp gidiyordu.
Ayrıca Fülüs putu, insanların İslâmiyeti incelemesine
de mani oluyordu:
– Bizim putumuz bize yeter, başka bir dine ihtiyacımız
yok, diyen halk, putperestlikte kalmaya kendini mecbur
hissediyordu. Halbuki İslâmiyet Mekke’den Medine’ye
geçmiş, etraf İslâm’ın nuruyla aydınlanmış, hattâ Medine’den
tekrar dönerek Mekke’yi fethetmişti. Fülüs putuna
bağlı olan çöl halkı ise, putperestlikte inad etmekteydi.
Bunlar sadece kendi putçuluklarında ısrar etmekle
kalmıyor, çevrede İslâm’ı inceleyip de imana gelme istidadı olan kabile ve köylere de engel teşkil ediyorlardı.
Kız çocuklarını diri diri gömme zihniyetini ayakta tutan
bu putun mutlaka yıkılması gerekiyordu. Bu sebeble
Hicretin (9.) senesinde (150) kişilik bir ordu yola çıkaran
Resûlüllah Hazretleri siyah bayrağı Sehl bin Huneyf, beyaz
sancağı da Cebbar bin Sahr’a verdi. Eca dağındaki
Fülüs putunu yıkmak üzere gönderdiği ordusuna şu kısa
emrini de tebliğ etti:
– Putu ayakta tutan kabileye baskını tek taraftan
yapmayınız. Kabilenin oturduğu yeri iyi tesbit edin, çemberi
daraltarak teslim alın.
Atlarını yedeğe alıp develerine binerek yola çıkan
(150) kişilik Ensâr ordusu, kendilerine yol göstermek üzere
Benî Esed’den Hureys’i de kılavuz alarak yola koyuldular.
Hureys, en kısa yoldan mesafe kat’ederek ilerleyip bir
yere geldiğinde şöyle dedi:
– İşte karşılaşmak istediğiniz kavimle aranızda bundan
sonra bir günlük yol kaldı. Onlara sizi gündüz götürsem
çobanlarını ve bazı kimseleri yakalarız. Ancak biz kabileye
varmadan haber duyulur, yine de kaçar kurtulurlar.
Dilerseniz gündüz burada istirahat edelim, gece atlarımıza
binip giderek sabah’a karşı onları toplu halde basalım.
Ordu içinde bulunan Hazret-i Ali, bu görüşü istişareye
sundu, ittifakla kabûl edildiğinden orada konaklayıp
istirahate başladılar.
Bu sırada kendilerini emniyete almak için etrafta dolaştırdıkları
gözcüleri, siyahî bir adamı yakalayıp getirdiler.
Adamı sıkıştırdıkları halde.
– Benim yitiğim vardı. Buralarda onu arıyordum, baş
ka bir maksadım yoktur, diye diretti.
Verdiği çelişkili ifadeler tatmin etmeyince mücahidlerden
biri kılıcını çekip üzerine yürüdü:
– Ya doğruyu söylersin, yahut da boynunu uçururum!
Korkan siyahî bir defa gerçeği söyledi:
– Adım Eslem’dir. Ben Tayy kabilesinden bir adamın
uşağıyım. Beni buralara sizin gelip gelmediğinizi tesbit etmek
üzere gönderdiler. Ben sizleri görünce gidip durumu
hemen haber vermek istedim. Ancak sayınızı, silâhınızı,
savaş gücünüzü iyice tedkik edeyim de öyle gideyim diye
biraz daha bekleyince başıma gelen geldi, beni esir aldı
nız. Gerçek bu.
Hazret-i Ali, kabilenin ne kadar uzakta olduğunu sorması
üzerine:
– Sizin süvarileriniz onlara ancak bütün gece giderlerse
sabaha karşı varıp baskın yapabilirler, dedi.
Yeni bir durum müzakeresi yapıldı. Bütün gece gidip
sabaha karşı baskın yapma görüşünde karar kılınarak
yola çıkıldı. Gözcü de elleri bağlanmış olarak bineklerin
terkisinde sırayla gidiyor, yolu kendisi göstereceğine de
söz vermiş bulunuyordu. Nitekim uzun müddet yol gittiler,
sabah yaklaşmasına rağmen gözcünün haber verdiği
kabileye rastlamadılar. Bu defa sıkıştırılınca:
– Ben gece yanıldım, yanlış geldik, dedi.
Hazret-i Ali kendisine:
– Geri dönelim, yanıldığın yerden doğru olarak devam
edelim, dedi. Öyle de yaptılar. Ancak yine önlerine
Tayy kabilesi çıkmadı. Bu defa iyice şüphelenen İmam-ı
Ali kılıcını çekip üzerine yürüdü:
– İndirin şu herifi aşağıya, bizi aldatıyor, boynu vurulmaya
lâyık oldu!
Eşlem durumun ciddiliğini görünce titreyen sesle cevap
verdi:
– Aslında ben size doğruyu söylemiştim. Ancak benim
elimi kolumu bağlayıp da terkinize almanız beni öldüreceğiniz
zannını verdi. Bu sebeble yalan söyledim. Hem de
kavmimden birine rastlarsam beni ayıplar diye utandı
ğımdan da buna cür’et ettim. Şimdi görüyorum ki boynumu vuracaksınız, doğruyu söylemekten başka çarem kalmadı.
Tayy kabilesi hemen şu yan tarafmızdadır.
Bir iki kilometre kadar gidince, deve homurtuları, kö
pek havlamaları ve at kişnemeleri duyulmaya başladı. Eş
lem:
– İşte size Tayy kabilesi! dedi.
Mücahidler meşhur cömert Hâtem-i Taî’nin kabile reisi
olan oğlunun yerini sordular. Kabilenin tam ortasında
bulunduğunu öğrendiler. Yeni durum müzakeresinde Resûlüllah’ın
verdiği ilk emir dikkatlerini çekti:
– Tek koldan baskın yapsak kimi elimize geçireceğimizi
bilemeyiz. Aydınlanmayı bekleyip de her taraftan baskın
yapsak kimse önümüzden kaçamaz, kaçsa bile gidiş
istikametlerini görürüz. Çünkü biz atlıyız, onlar yaya. Öyle
ise Resûlüllah’m ilk emri, hakikatin ta kendisi olduğu
bir daha anlaşılmış bulunmaktadır.
Düşündüklerini aynen tatbik eden Ensâr ordusu,
kimsenin kaçmasına imkân vermeden her taraftan yıldı
rım gibi girdiler, hemen hepsini de yakalayarak kabile
meydanlığında esir aldılar. Esirler arasında daha önce ölmüş
olan kabile reisi Hâtem’in kızı Seffane de vardı. Seffane’nin
babası Hâtem ölünce yerine geçmiş olan oğlu
Adiyy ise ortalarda yoktu.
Esirler arasında bağlı duran bir kadın, elleri bağlı Eslem’i
görünce söylenmeye başladı:
– Bu başımıza gelen, gözcü olarak gönderdiğimiz şu
ölesicenin işidir. Müslümanları üzerimize o çekip getirdi,
o selâmete ermesin inşaallah.
Eşlem karşılık verdi:
– Tay cemaatının kızı, kısa kes! Ben bu işi kolayca
yapmış değilim. Başım vurulma safhasına varıncaya kadar
direndim. Ancak iş boynumun vurulması derecesine
gelince durum değişti.
Eşlem kendine sataşanı işaret ederek:
– Beni ne zaman serbest bırakacaksın ya Ali? diye
sorduğunda aldığı cevap şöyle oldu:
– Allah’ın birliğine, Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’ın
gönderdiği son Peygamberi olduğuna iman ettiğin
zaman.
Halbuki Eslem’deki putçuluk inancı çok kuvvetliydi.
Esir olmaya razı oluyor, fakat Müslüman olmaya razı olmuyordu.
Şöyle cevap verdi:
– Ben kavmimin dini üzereyim. Onlara ne yapacaksanız
bana da onu yapın. Onlarla birlikte bağlı kalmak, onlardan
ayrı serbest olmaktan daha iyidir. Onlann başına
ne gelirse benim başıma da aynısı gelsin, buna razıyım.
Mücahidler adamın bu sözüne gülüşürken hayret etmekten
de geri kalmadılar. Bâtıla da olsa inanmak başka
şeydi doğrusu.
Bu sırada esirlerinden kimi, kendisine:
– Sana artık merhaba yok, bu işi başımıza sen getirdin,
derken, kimisi de, senin suçun yok, senin kaldığın
durumda biz de kalsak aynı şeyi yapardık, sen yapacağı
nı yapmışsın, diye tariz veya tesellide bulunuyorlardı.
Esirlerin hepsine İslâmiyet anlatıldı, Allah’ı inkâr etmenin
günahlığı, putperestliğin bâtıllığı izah edildi. Müslüman
olanlar kurtulup serbest bırakıldı. Ancak Allah’ı ve
Resûlünü inkâr etmekte ısrar edip, küfürden kıl payı olsun
ayrılmayanların da boynu vuruldu. Sıra Eslem’deydi.
Eşlem hiç taviz vermiyor:
– İslâmiyeti kabûl edip de etraftan ayıplanarak yaşamaktansa,
bir kılıç darbesiyle ayıplanmadan ölmek bana
daha iyi geliyor, gibi cahilce şeyler söylüyordu.
Müslüman olup da serbest bırakılan esirler kendini
ikaz ettiler:
– Yazıklar olsun sana, Allah’ı, Resûlünü inkâr etmekte
neden bu kadar direniyorsun? Sen aslında Müslüman
olmaya da meyilliydin. Bir inat uğruna böyle direnilir mi?
ı apugımız puttan şimdiye kadar ne iayda gördük ki, şim-
diden sonra ondan mahrum kalalım. Fülüs putunun biz
söylemediğini Allah’ın Resûlü söylüyor; kuvvetlilerin zayi
fı ezmesini yasaklıyor, zinayı haram kılıyor, içkiyi menedi
yor, ayrıca kız çocuklarını öldürme âdetine mani oluyoı
Bunların hangisi inanmayı zorlaştıran inançlardır. Heps
de yine bizim faydamıza değil mi?.. Fülüs putu bunları ve
riyor muydu bize?.
Verilen mühleti iyi değerlendiren Eslem’in kafasında
ki küfür engelleri, birer birer yıkılıp toz olurken gönlündı
yavaş yavaş güzel düşünceler gelişiyordu. Nihayet bir zin
ciri ansızın koparırcasına sesini yükseltti:
– Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muham
meden abdühû ve Resûlühû.
Artık Eslem’in eli kolu çözülmüş, bütünüyle serbesı
bırakılmıştı. Artık kız çocuklarını diri diri gömmek yasak
tı. Kendi elleriyle yaptıkları putun önünde çoluk çocuğur
yiyeceği kurban etini israf etmek haramdı.
Yanına birkaç mücahid alan İmam-ı Ali, doğruca Eca
dağına çıkıp önünde bir sürü bâtılların işlendiği koca putu
yıkarken, içine saklanmış olan üç kılıç, üç tane de zırhı
alıp ganimet mallarına kattı.
Sonra esirler ve ganimet malları mücahidler arasında
taksim edildi. Ancak kılıçlarla, ganimetin beşte biri Resû-
üllah için ayrıldı. Bunların taksimi Allah’ın Resûlüne âit;i.
Ganimet arasında taksimden müstesna tutulan bir âie
vardı. Bu, Tayy kabilesinin eski reisi Hâtem âilesiydi.
3unların durumunu da Medine’ye geldiklerinde Resülülah
tayin buyuracaktı.
Nitekim Medine’ye geldiklerinde Hâtem’in kızı, yani
reni reis Adiy’in kız kardeşi Seffane teyzesiyle mescidin
ranında bir odaya misafir edilmiş, Resûlüllah’m himayelinde
esirlik günlerini geçirmeye başlamıştı. Akıllı olduğu
;adar da gururlu olan Hâtem’in kızı Seffane, Resûlülah’dan
serbest bırakılmasını istiyor, Şam’a gitmesine müsaade vermesini arzuluyordu. Çünkü Tayy kabilesinin
bir çokları Şam’a kadar gitmiş, oralarda yerleşmişlerdi.
Kardeşi Adiy de oraya kaçmış olacaktı.
Resûlüllah, hal hatır sormaya geldiğinde hep şöyle diyordu
Seffane:
– Ya Resûlâllah, baba öldü, ziyaretçi de kayboldu!
Baba öldü sözüyle meşhur cömert insan Hâtem’i kastediyor,
ziyaretçi tabiriyle de baskından önce kaybolan
kardeşi Adiy’e işaret ediyordu.
Seffane şöyle devam ediyordu:
– Benim babam âileleri korur, esirlerin esaret bağları
nı çözer, açları doyurur, çıplakları giydirir, misafirleri de
ağırlardı. Selâmlaşmayı yayar, dilekte bulunanların dediğini
de reddetmezdi!
Seffane sözünü şöyle bağlıyordu:
– İşte ben bu Hâtem-i Taî’nin kızıyım. Beni serbest bı-
rakmıyacak mısın?
Peygamberimiz sayılan sıfatlardan memnun olmuştu.
Şöyle cevap verdi:
– Ey Seffane, bu saydığın sıfatlar gerçekten de
mü’minlerin sıfatıdır. Keşke baban Müslüman olarak ölseydi
de onu şimdi rahmetle ansaydık. Senin istediğin şeyi
sana vereceğim, sen acele etme. Seni emniyet içinde gö
türecek, emin kimseler gelince isteğin tahakkuk edecektir.
Bunu bekle.
Seffane bu cevaptan fevkalâde sevinmiş, hatta Müslüman
olmayı bile gönlüne koymuştu. Artık İslâmiyetin
güzellik ve iyiliğini inceleme arzusu duymaya başlamıştı.
Çok geçmedi. Medine’de ashab arasında sevinçli sözler
dolaşmaya başladı:
– Meşhur kabile reisi Hâtem-i Taî’nin kızı da hidayete
ermiştir. Kardeşi Adiy’i arıyormuş şimdi. Onu da Müslü
man etmeyi düşünüyormuş.
Nitekim bir müddet sonra beklenilen emin insanlar Medine’ye gelmiş, Seffane de bu tanıdıklarını görüp konuştuktan
sonra Resûlüllah’dan Şam’a gitmek üzere izin
istemişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz reisin kızı Seffane’ye
giyim eşyası, binecek binit ve yol azığı verdirerek selâmetledi.
Seffane Şam yolundaydı artık. Şimdi tek emeli vefasız
kardeşini bulmak, kendini bırakıp da kaybolan bu insanın
da yüce İslâm’la şereflenmesini temin etmekti.
Şam’da sora sora Adiy’in bulunduğu yere yaklaşan
Seffane, devesi üstündeki hevdecinden inmeden kardeşinin
yanına kadar sokuldu. Adiy şaşırmış, kendisine deveyle
kimin yaklaştığım merak etmeye başlamıştı. İşte o
sırada, hevdecin içinden beklenmedik bir kadın sesi kendisine
acı bir sitemle çıkıştı:
– Ey kardeşlik bağını koparan zalim! Baskın ihtimalini
hissedince karını, oğlunu bindirip kaçtın da babandan
kalan bir haremini geride bıraktın değil mi?
Bu sert çıkış Adiy için sürpriz sayılmazdı. Zira kız
kardeşinin söylediği aynıyle vaki idi. Mülâyim karşılık verdi:
– Ey kız kardeşim, sen bana ne kadar acı söylesen
haklısın. Vallahi sana karşı ileri süreceğim bir özrüm yoktur.
Ne yazık ki, ben söylediğini yaptım, buna da lâyık oldum.
Meğer durum aynıyle vaki imiş.
Kendisi bu kaçış durumunu şöyle anlatmaktadır:
– Ben kavmimin kralı sayılırdım. Bana krallar gibi
hürmet eder, saygı gösterirlerdi. Ayrıca Hristiyandım. Şerefim
küçük de değildi. Yaptığımız savaşlarda aldığımız
ganimetin dörtte birini bana verirlerdi. Bu yüzden Peygamber
olduğu söylenen zatı duyunca bunların hepsinin
de yok olacağını düşünür, buna mani olacak kimseyi asla
sevmezdim. Bu sırada muhtemel bir baskını da hatı
rımda tutardım. Hizmetçime demiştim ki, şu semiz ve iyi
yürüyen develeri falan yaylada otlatarak hazır tut. Ne zaman Muhammed’in askerlerinin buralara yaklaştığını duyarsan
hemen gel bana haber ver. Nitekim bir sabah erkenden
korku ve telâşla gelen çobanım:
– Ey Adiyy, Muhammed’in süvarileri seni aradığı zaman
ne yapacaksan onu hiç durmadan yap. Çünkü onları,
ellerinde bayraklarıyla gelirken gördüm, dedi.
Bunun üzerine, ben de karım ve oğlumla birlikte develerimin
üzerine atlayıp Şam’a gittik, oradaki Hristiyan
dindaşlarımın yanında ikamet ettim, kız kardeşimi kabilemin
içinde bıraktım. Sonra baskın yapıp kardeşimi de
esir almışlar. Resûlüllah gösterdiği yakın alâkayla benim
Şam’da olduğumu işitmiş olacak ki, kız kardeşimin isteği
üzerine yanıma gelmesine izin vermiş.
İşte bu Seffane şimdi kaçkın kardeşi Adiy’i irşad için
çalışıyordu. Ancak, Seffane kardeşini gayet temkinli ve
tedbirli irşad etmeyi düşünmüştü. Bu yüzden isteğini hiç
de belli etmeden muhatap olmaya başladı. Bir ara Adiy
sordu:
– Yanından geldiğin o zatı nasıl buldun, bu hususta
ne dersin?
Seffane’nin cevabı soğukkanlıcaydı:
– Bana kalırsa sen acele ile onun yanına gitmelisin.
Eğer kendisi bir Peygamberse ona tâbi olmakta başkaları
nı geçmek senin için bir fazilet ve üstünlük işareti olur.
Eğer Peygamber değil de bir hükümdar ise senin için yine
bir kayıp yoktur. Onunla kurduğun dostluk sayesinde reislik
makamını tekrar elde eder, hiç bir sıfatı olmayan
adam durumunda hor ve hakir kalmaktan kurtulursun.
Adiy bu akılcı teklif karşısında düşünmeye başladı.
Dudaklarından dökülen cümle ise şöyle oldu:
– Vallahi Seffane, sen akılcı bir yol gösterdin. Bundan
daha güzel bir çıkış yolu yoktur. Ben O’na gitmeli,
durumunu bir tahkik etmeliyim.
Nitekim Adiy zihnine koyduğu bu mes’eleyi neticeye
bağlamak için yola çıkıp Medine’ye geldi. Kimsenin dikkatini çekmeden vaziyeti tedkik edecekti. Bu sebeble de Resûlüllah’ın
huzuruna girerken dikkat çekmeden girdi. Ne
var ki, kendisine şöyle bir göz atan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz
durumu olduğu gibi açıklayan bir hitapta bulundu:
– Adiy, daha ne kadar bekleyeceksin? İslâm’a girme
zamanın gelmedi mi?
Şaşıran Adiy, ne diyeceğini bilemez oldu. Ama kolay
kolay da teslim olmaya niyetli değildi. Zihninde bir sürü
istifhamlar vardı. Onlara cevap arıyordu. Bakalım bulabilecek
miydi? Mukabelesi şöyle oldu:
– Benim dinim vardır. Dinsiz değilim ki.
Adiy’in aldığı cevap daha düşündürücüydü:
– Biliyorum senin dinin olduğunu. İstersen nasıl bir
dinde olduğunu da söyleyeyim. Sen Hristiyanlığın Rükü
şe kısmmdansın.
Adiy, kendini toparlamaya çalışırken Resûlüllah devam
etti:
– Ben senin dinini senden iyi biliyorum. Sen kavmine
reislik ediyorsun. Dininin gereğince de ganimetin dörtte
birini alıyorsun. Halbuki senin dininde bu miktar haramdır,
alamazsın!
Bu açıklamalar karşısında Adiy düşünmeye başlamıştı.
Herkes susuyor, kimse bir şey söylemiyordu. Resû
lüllah Hazretleri O’nun zihnindekileri anlatmaya devam
etti:
– Sen diyorsun ki, bu dine ancak zayıflar giriyor, belli
kesimin insanları alâkâ duyuyor. Hayatın her tarafına
müessir olacak vasfı yoktur bu dinin. Adiy! Şunu iyi bil ki,
pek yakında bu din, hayatın bütün safhalarına hâkim
olacaktır. Hattâ Küfe civarındaki Hiyere’den devesine binip
tek başına yola çıkan bir kadın, huzur ve emniyet
içinde gelip Kâbe’yi tavâf edecek, kimseden korku ve endişe
duymayacaktır.
Adiy’deki sükût iyice derinleşti. Resûlüllah bir perde
daha açtı:
– Göreceksin, pek yakında İslâm Kisrâların ülkesine
de ulaşacak, hatta Kisrâ bin Hürmüz’ün hâzineleri de
Müslümanların eline geçecek!
Bunları dinleyen Adiy, İslâm’ın belli bir kesime değil,
cihanşümûl vasfına muttali olduysa da hâlâ zihnindeki
vesveseleri yenmeye muvaffak olamadı. Zorla İslâm’ı kabul
ettirmek de câiz olmadığından Resûlüllah Aleyhisselâm
ısrarda bulunmadı. Adiy:
– Demek, Kisrâ’nın oğlu Hürmüz’ün hâzineleri de
Müslümanların eline geçecek? diye söylenerek ayrıldı.
Bu sırada ihtiyar teyzesini, elinden tutup esirlerle birlikte
Resûlüllah huzuruna getirdiler. Esir kadın, kendisine
yardım edilmesini istedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz
sordu:
– Sana kim bakıyordu?
– Hâtem’in oğlu Adiy!
– Şu Allah ve Resûlünden kaçan Adiy mi? diye işaret
etti.
Teyzesi, evine dönünce Adiy’i çağırıp ikazda bulundu:
– Vallahi, Peygamber kaçılacak kimse değildir. O’na
baş vuran herkes lûtfa mazhar olup huzur buluyor. Halbuki
sen baban gibi cömert bir insansın. Kimse sana zarar
vermeyi düşünmez, neden uzak kalıyorsun?
Adiy der ki:
-Teyzem in bu ikazı bana çok acı geldi. Geç kaldığıma
kani olarak tekrar Resûlüllah’ın huzuruna geldim. Dikkatle
baktığımda gördüm ki, O’nda ne Kisrâ, ne de Kayser’lerin
debdebe ve ihtişamı var. Huzuruna herkes kolayca
giriyor, büyük küçük demeden derdini dinleyip
mes’elesine çare buluyor. Bizans’a da, İran’a da benzemiyor.
Beni hemen tanıyıp yine sordu:
– Ey Adiy, seni kaçıran nedir? Allah birdir, O’ndan
başka ilâh yoktur demekten neden bu kadar korkuyorsun? Yoksa Allah’dan başka bir ilâh mı vehmediyorsun?
Sözünün burasında durakladı, sonra yeni bir ikazda
daha bulundu:
– Adiy! Unutma ki, Yahudiler Allah’ın gazabına uğradılar.
Hristiyanlar da dalâlete düşmekten kurtulamadılar.
Bu sözlerin her biri Adiy’in içinde beklettiği vehimlerine
birer cevap teşkil ediyordu. Hatta Adiy, zihnindeki
suallerine bu sözlerle cevap da almıştı. Artık daha fazla
beklemeye hacet kalmamıştı.
– Ya Resûlâllah, Hak dine iman etmiş olmam için ne
söyleyeceksem lütfen buyurun, daha fazla beklemeye vicdanım
tahammül etmiyor.
– Allah’ın birliğine, benim de O’nun Resûlü olduğuma
iman etmen kâfidir. Bunu da şehadet kelimesiyle ifade
edebilirsin.
– Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve Resûlühû.
Böylece Arap yarımadasında cömertlik ve iyilikseverliğiyle
meşhur olan Hâtem’in oğlu Adiy’in İslâma girişi
münasebetiyle yaptığı konuşmada Efendimiz şunları söyledi:
– Mahşerde insanların elleri, ayakları lisana gelip
yaptıklarını bir bir söyleyeceklerdir. İyilik etmişler ise iyilik,
kötülük etmişler ise kötülük haber vereceklerdir. Sîzler
iyilik edin, bir hurma, hatta yarım hurma da olsa sadaka
vermeyi küçük görmeyin. Kendinizi ateşten yarım
hurmalık iyilikle de olsa koruyun. Sakın sadaka vermekle
fakir olacağınızı sanmayın. Siz muhtaçlara verdikçe Allah
da sizlere verecektir.
Hâtem-i Taî’nin oğlu Adiy, böyle bir bekleyiş ve inceleyişten
sonra girdiği İslâm’da öylesine sebat edip, imanda
yüksek mertebeye ulaştı ki, bir ara ibâdete karşı duyduğu
derin alâkayı şöyle ifade etti:
– Hiçbir namaz vakti yoktur ki, yaklaşırken bende derin bir sevinç başlamış olmasın. Bu yüzden abdestsiz bir
namaz vaktine girdiğimi hatırlamıyorum.
Cömerdliği o hale gelmişti ki, civarında sıkıntıda kalan
bir muhtaç bulunmazdı. Şayet bulunursa onu ayıplarlar:
– Adiy varken insan sıkıntı çeker mi? diye ikaz ederlerdi.
Bir gün Adiy’i duvar dibindeki karıncalara ekmek
doğrarken gördüler:
– Ne yapıyorsun ey Adiy? diye sordular. Cevabı şöyle
oldu:
– Bunların komşuluk haklan var. Yardım etmesek
mes’ul oluruz.
Biri tencere istemişti. İçine pişirilecek malzemeyi de
koyarak verdiler. Alan komşu mahcup olduğundan:
– Ben sadece boş tencere istemiştim, deyince şöyle cevap
aldı:
– Bizde boş tencere vermek âdeti yoktur.
Adiy, dört büyük halife zamanlarında yaşadı. Bütün
fetihlerde fiilen vazife alıp savaş hattına girdi. Cemel
vak’asında Hazret-i Ali tarafındaydı. Bu savaşta bir gözü
nü kaybetti. Sapık bir gurup olan haricîler de kardeşini
katlettiler. Irak’ın fethinde bulunmuş, Kadisiye’de savaş
mış, Nehrevan’da ileri hatlarda bulunmuş, Köprübaşı
çarpışmasında da Ebû Ubeyde ile yanyana düşmana karşı
koymuştur.
Yüz yirmi yaşında Kûfe’de vefat ederken son sözlerinde
şöyle dediğini okumaktayız:
– Hayattan maksat, güzel amelde bulunmak, hayırlı
hâtıralar bırakmaktır. Biz bunda ne kadar muvaffak olduk
Allah bilir.
Adiy’in babası Hâtem’in ibretli bir cömertlik vak’asını
Bediüzzaman İktisad Risalesi’nde şöyle anlatmaktadır:
Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Taı,
mühim bir ziyafet veriyor, misafirlerine gayet fazla hediyeler
verdiği vakitde çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki, bir
ihtiyar fakir adam bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline
yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:
– Hâtem-i Taî hediyelerle beraber mühim bir ziyafet
veriyor. Sen de oraya git, beş kuruşluk çalı yüküne bedel
beşyüz kuruş alırsın!
O muktesid ihtiyar der ki:
– Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırı
rım, Hâtem-i Taî’nin minnetini almam.
Sonra Hâtem-i Taî’den sormuşlar:
– Sen kendinden daha civanmerd, aziz kimi bulmuş
sun?
Demiş:
– İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden
daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm.
Yazdığı İktisad Risalesi’nde iktisadla israfı fevkalâde
güzel ifade ve nüktelerle ayınp izah eden Bediüzzaman bir
değerli vak’a daha nazara verir. Onu da değerine binaen
arzediyorum.
Halife-i Resûlüllah olan Fâruk-u A’zam Hazret-i
Ömer’in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe
âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan (Abdullah İbni
Ömer) çarşı içinde alış-verişte kırk paralık bir mes’elede
iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti
muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş, bir sahabe ona
bakmış, rûy-i zeminin halife-i zîşanı olan Hazret-i Ömer’in
mahdumunun kırk para için münakaşasını acaib bir hisset
tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp ahvalini
anlamak ister. Bakar ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine
girdi, kapıda bir fakir adam gördü, bir parça eğlendi, ayrıldı gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı,
diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça
eğlendi, ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak
etti. Gitti o fakirlere sordu:
– İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?
Her birisi dedi:
– Bana bir altın verdi.
O sahabe dedi:
– Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle
münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye
sezdirmeden kemâl-i nza’yı nefisle versin, diye dü
şündü. Gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü. Dedi:
– Ya İmam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle
yaptın, hanende de şöyle yapmışsın. Ona cevaben dedi ki:
– Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve
alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin sadakatin muhafazasından
gelmiş bir halettir, hisset değildir. Hanemdeki
vaziyet ise kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden
gelmiş bir halettir. Ne o hissettir, ne de bu israftır.
İmam-ı A ’zam bu sırra işaret olarak (Lâ isrâfe fi’l-hayr,
kemâ lâ hayra fı’l-isrâf) demiş. Yani hayırda ve ihsanda
(fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da
hiç bir hayır yoktur.