EVRENİN BAŞLANGICINI ÖĞRENME ÇABALARI
EVRENİN BAŞLANGICINI ÖĞRENME ÇABALARI
Kozmoloji evren bilimidir; evrenin yapısını, kaynağını ve son durumunu araştırır. İnsan varolduğundan beri hep sonsuzluğu merak etmiştir. Oysa kozmolojideki temel bilimsel buluşlar son 50 yıl içinde yapılmıştır.
Daha önceki, astronomideki araştırmalar Samanyolu’- nun yapısının incelenmesiydi. İngiltere Kralı 3. Geroge’un astronomu William Herschel evrenin yassı bir disk olduğu sonucuna varmıştı. 1890 — 1920 arası yapılan büyük teleskoplarla araştırmalar başlayana dek, bu tanım geçeriiydi. Bu araştırmalarda, uzaya dağılmış beyaz nebulaların gerçekte kendi başlarına samanyolları oldukları gözlendi.
Bundan sonraki çalışmalar, çevremizde bizimki gibi bir sürü galaksi ile dolu ve her yönde uzanan sınırsız bir evren olduğu görüşünü doğruladı. Dünyanın merkez ya da tek galaksi olduğuna dair eski dini inançlar yıkıldı. Bu araştırmalar, galaksilerin kozmolojideki yerinin, atomların fizikteki yerinin aynısı olduğunu gösterdi ve gelecekteki buluşlar için bir temel yarattı.
1929’da Edwin Hubbles Mount Wilson’daki dev teles- kobunu kullanarak bir kuram geliştirdi. Ona göre evren; bir düzenli genişleme durumundaydı. Bunun yasası ise şuydu: Bir galaksinin bizden uzaklığı arttıkça, doğru orantılı olarak, hızı da artıyordu. Buna göre bizren, bir diğerine göre, iki misli uzak olan bir galaksi iki misli yüksek hızla uzaklaşmakta idi.
Böyle bir genişlemenin iki garip özelliği vardır. İlkin, bir diğer galaksiden bakıldığında, her galaksi genişlemenin merkezi durumundaydı. İkincisi, uzak geçmişte bir zaman, ev-
25 Temmuz 1946yılında Merkezi Pasifik’teki Biki- f ni atolünde oluşturulan nükleer patlama i
rendeki herşey bir arada bulunmuş olmalıydı. Çünkü genişleme kuramı tersine çevrildiğinde, tüm gezegenler bir yerde toplanabiliyordu. Kozmologlann Big Bang kuramı dedikleri bu kuram, tek bir oluşum olayı için doğrudan yanıt salıyordu.
Aslında Big Bang deyimi pek uygun değildi. Tüm gerçek patlamalarda, hızlı parçaların sayısı yavaş parçalara göre çok daha azdır. Oysa bizim evrenimizde galaksilerin sayısı uzakr lıkla artar ve en uzak olanların hızları en fazladır. Yani tablo tam bir patlama tablosu değildir.
Galaksilerin, zaten var olan bir uzaya doğru genişlemelerinden çok, uzayın genişlemesi söz konusudur. Bu genişleyen bir balonun yüzeyindeki noktaların konumlan ile ömek- lendirilebilir. Einstein da 1916’daki genel görecelilik kuramında, uzayın genişliğinin maddenin dağılımı ile ilgili olduğunu ve madde genişledikçe uzayın da yaratıldığını açıkladı.
Bundan sonra Hubbles ve yardımdan, genişlemenin ne zaman başladığını, yani evrenin yaşını hesaplamaya çalıştılar. Uzaktaki galaksilerin hızları ve gerçek uzaklıklannın hesaplanmasındaki güçlükler bu işi zoriaştınyordu. Sonuçta Hubbles evrenin yaşının 1.8 milyar yıl olduğunu açıkladı. Bu sonuç, Ingiliz Jeoloğu Arthur Holmes’in, 3 milyar yıldan fazla bir zaman olduğunu açıklayan kuramıyla çelişiyordu.
Daha sonralan yapılan bazı araştırmalar, Hubbles’in ölçümlerinde 19 defaya varan hatalar olduğunu ortaya koydu. Yani ölçümlerdeki sonuçlar gerçekten çok küçüktü. Bu buluşlara dayanılarak, şimdi evrenin yaşının 20 milyar yıl kadar olduğu düşünülmektedir. Tüm dünya çapındaki nükleer fizik laboratuvarlarında radyoaktif maddeler üzerinde yapılan ça-
Iışmalar da evrenin yaşını 20 milyar yıl civarında vermektedir.
Evrenin yaşını belirlemenin tiim farklı yöntemlerinin ortak noktası geçmişte, bugünkü evrenin oluşmasını sağlayan bir yaratılış olayının varlığıdır. Big Bang’den önce ne olduğu bilinmemektedir. Tıpkı Kig Bang’ın nedeninin bilinmediği gibi.
Hubbles’in yaptığı açıklamalar, yüksek enerji parçacık fiziği ile ilintilidir. Bu kuramın getirdiği açıklamada doğada şimdi bulunan tüm parçacıkların oluşması için gereken şey, geçmişte bir zaman bulunan oldukça yüksek konsantrasyonda enerjiydi.
Oluşum zamanına yakın bir sürede evrende bu koşullar vardı. Kurama göre, evren genişleyip soğudukça açığa çıkar yüksek miktarda ısı ve yoğunluklar, temel parçacıkların oluşması için gerekli enerjiyi sağladı. Evrenin erken dönemi, bu şartların sağlandığı bir durumdaydı ve bu da parçacık fiziği ile kozmoloji arasındaki ilişkiyi ortaya koyuyordu. Bu ilişkinin sürüp sürmeyeceği ya da gelecekteki bilim adamları için yararlı ürünler verip vermeyeceği bilinmiyor. Fakat gelecekte ilginç süreçler yaşanacağı bir gerçektir. İnsanoğlu en eski sorulara dahi yanıtlar bulabilmektedir. Buna rağmen, evrenin oluşumundan önce tüm kuvvetler ve parçacıklann nasıl bir araya geldiği, süreç ilerledikçe nasıl ayrıldıkları ve bugün gördüğümüz dünyayı nasıl oluşturdukları konusunda hiçbir- şey bilmiyoruz.
İNSANOĞLUNUN BÖCEKLERLE SAVAŞI
Böceklere karşı, insanlar tarafından sentez edilen ilk kimyasal madde D.D.T. dir. 1874 yılında, bir Alman kimyacısı olan Othmar Zeidler tarafından sentezlenen bu maddenin önemi, ancak 1939 yılında İsviçreli kimyacı Paul Müller tarafından anlaşıldı. Müller, birçok maddenin böcek öldürücü etkileri üstüne araştırma yaparken, D.D.T.’nin olağanüstü etkisini gözledi. 1941 yılında İsviçreliler bunu tarlalarında böceklere karşı savaşta kullandılar. 1943 yılında A.B.D.’de yapılan testler sonunda D.D.T ’nin etkisi daha da yükseltildi. 1948 yılında Müller bu buluşuyla Nobel ödülünü aldı.
D.D.T olağanüstüydü; böcekler için çok toksik ve özellikle insanlar için çok az toksikti. Suda çözülmeyen bu maddeye, böcek probleminin evrensel çözümü gözüyle bakılıyordu. Savaş sırasında A.B.D. ordusu D.D.T’yi sivrisineklerin kontrolünde kullandığı gibi, bitkilerin ve tifüsün kontrolü için kişisel olarak giyim eşyalarında da kullanıldı.,Tropik bölgelerde evlerin duvarlarına püskürtülen D.D.T, haftalarca etkisini sürdürüyordu. D.D.T, tarım ve ormancılıkta ürünü artırmak için kullanıldığı gibi, böceklerden gelen, sıtma, san ateş vb. hastalıktan kontrol için de kullanıldı. D.D.T’nin başarısı toplum sağlığı açısından da bir devrimdi.
Fakat D.D.T’nin başarısı kısa sürdü. Küçük yaratıklar, âdeta insanlarla yanşa girdiler. Bir çoğu çok küçük bir vücuda sahip olmasına kaşın her koşulda çabukça üreyebilen böcekler, kuşaklar boyu devamlı olarak kalıcı olan bir toksinle karşı karşıya geldiler ve popülasyonlar, direnç; hatta bağışıklık geliştirdiler. Bütün bunlann nedeni D.D.T idi.
Birçok böcek türü için etkili olan D.D.T gibi toksinler, böcek öldürücü (insecticide) diye adlandınlıriar. Eğer bir toksin bizim için zararlı olan böcek türünün sayısını azaltıyorsa, aynı zamanda o türün üremesini engelleyen diğer böcek türlerini de azaltmaktadır. Bu da zararlı türün daha çabuk üremesine neden olmaktadır. Geniş spektrumlu böcek ilaçları böcek sorununa bir çözüm getiremediği gibi, aynı za manda daha ciddi sorunlara yol açmaktadırlar. Bu biyolojik ilke D.D.T için ispatlanmıştır. Bunun yanında D.D.T. geniş toksik etkisinden dolayı böceklerden başka balıklar, yengeçler gibi diğer organizmaları da etkilemekte ve çevre için bir tehlike yaratmaktadır.
Bu uyanlara rağmen, D.D.T sivrisinek ve diğer böcek kontrolünde kullanılan bir numaralı ilaç haline geldi. Birçok yerde D.D.T, bataklıklardaki sivrisinekleri yok etmek için kullanıldı.
Fakat 1960’larda dünyanın her tarafından iyi olmayan haberler geldi. D.D.T, Maine ve New Brunswick’teki orman toprağinda birikiyordu. Antarktika’da penguenler ve ayı- balıklan D.D.T, artıklan taşıyorlardı. D.D.T’nin uygulanmış olduğu yüksek dağlar, göller bulaşkan hale gelmişti. Bir süre sonra hemen hemen yeryüzündeki bütün organizmalar ölçülebilecek kadar büyük miktarda D.D.T içeriyorlardı. Bundan şu sonuç çıkmaktadır. Havaya püskürtülen D.D.T, bulutlarla taşınmakta ve yağmur yolu ile kullanım alanından çok
uzaklara ulaşabilmektedir.
Canlı sistemler, çevrelerinden enerji, su ve diğer gerekli maddeleri depolayarak yaşamlarım sürdürürler, bunlar aynı zamanda D.D.T gibi kalıcı toksinleri, radyoaktiviteyi ve ağır metalleri de depolarlar. Bitkiler bunları topraktan ve havadan alırlar. Otoburlar (Herbivar), bitkilerden, etoburlar (Camivor) ise otoburlardan bunları alırlar. Eğer bir maddeyi depolama miktarı, kaybetme miktarından çoksa bunun organizmadaki oranı gittikçe artar. Bu yolla normal metabolizmada kullanılmayan D.D.T gibi maddelerin miktarı şaşırtıcı düzeylere çıkar ki bu da organizmaların sonu olabilir.
D.D.T’nin en belirgin etkileri, etobur kuşlar üzerineydi. Şahin, kartal gibi kuşların sayılarında, bazı bölgelerde çok önemli düzeyde azalmalar olmuştu. D.D.T artıkları, kuşların daha yumuşak yumurta kabuğu yapmalarına neden oluyor ve birçoğu daha yuvadayken kırılıyordu. Fakat o günlerde tüm ekosistem üzerine olan etkileri hakkında yeterli bilgi yoktu.
Ancak, eninde sonunda D.D.T’nin kullanımı, yasal olarak kontrol altına alınmak zorundaydı.
Zamanla halkın tepkisi, bilim adamları ve kanun adamlarını, konuya daha çok eğilmeye zorladı. Sonunda William Ruckelshaus’ın öncülüğünde kurulan Çevre Koruma Kurumu, yaptığı araştırmalar-sonunda D.D.T’nin A.B.D’de bazı özel durumlar dışında kullanılmasını yasakladı. Alınan her öneleme karşın madde çevreye çok kolay yayılabiliyondu Bunların sonunda Ruckelshaus bu teknolojik ürünün güvenli bir şekilde kullanılamayacağı sonucuna vardı.
D.D.T’nin doğayı ve insan besinlerini bulaşkan hale getirmesine karşın, ticari olarak ürünü artırması ve böcek sorununa kısa vadede çözüm getirmesinden dolayı, kullanımı zorunlu olmaktadır. Bu yüzden daha sonraki çalışmalar,
- D.T’nin insan üzerindeki toksik etkileri azaltmak yolunda olmuştur.
Eğer D.D.T uygun dozlarda kullanılırsa, çevrenin ve dolaylı olarak insanların sağlığı güvence altına alınmış olur.
EVİMİZE GİREIM SİHİRLİ TÜP
Buluşçular, TV hakkında bir yüzyıldan fazla bir süre önce düşünmeye başlamışlardır. O günün dergilerinden The Electrician’da bir yazarın sorduğu “Elektrik yoluyla görebilir miyiz?” sorusunun yanıtı bugün dünyada her 10 kişiye bir tane düşen yaklaşık yarım milyar TV dir. Fakat 1923’de Vladimir K. Zworyhin tarafından bulunan TV kamerası olmadan bu düşünce büyüleyici; ancak pratikte olanaksız bir merak olarak kalacaktı.
Bundan tam yüzyıl önce Almanya’da Paul Nipkow,“elektrikli teleskop” olarak nitelediği bir TV sistemi için ilk patenti aldı. Bu; biri kamerada diğeri alıcıda bulanan ve motorlarla döndürülen iki eş diskten ibaret, hantal ve iyi düşünülmemiş bir araçtı. Her diskte spiral bir düzende açılmış 24 delik vardı. Kamerada, görüntünün çevre kısımlarındaki ışık, kamera diskinin çevre kısımlarına, görüntünün diğer kısımlarındaki ışık da kamera diskinin merkezine yakın kısımlarına düşüyordu. Işık, değişen ışığı, değişken elektrik akımlarına dönüştüren fotosellere düşüyor ve bu akım da tellerle alıcıya taşınıyordu. Değişen akım, bir köşesinde ışık hüz- meleri gelen bir cam blok etrafına sarılı tel bobine geçiyordu. Bobinden geçen akım yükselip düştükçe değişen manyetik alan, cam bloktan az veya çok ışık geçmesini sağlıyordu. Diğer diskle eş zamanlı olarak dönen disk de ışığı, bakaçla görülen bir ekrana yansıtıyordu.
Nipkovv’dan etkilenen araştırmacılar, 1930’lara dek bu sistemin varyasyonlarını geliştirdiler. Fakat tümünün iki temel kusuru vardı: Görüntü çok kabaydı, detaylar elde edilemiyordu ve yansıtılacak görüntü çok iyi aydınlatılmalıydı; çünkü görüntüden gelen ışığın çok az bir kısmı diskin deliklerinden geçebiliyordu. Eğer detayı artırmak için delikler küçültülüp sayıları artırılırsa, bu sefer de daha az ışık geçibili- yordu. Eğer ışık bir yolla depolanabilirse, duyarlılık artacak ve bu sorunların üstesinden gelinecekti.
Ingliz elektrik mühendisi A.A. Campbell Svvinton bu soruna bir çözüm yolu buldu. Görüntü, özel bir katod tüpü içindeki, elektriksel olarak yalıtkan, mika benzeri maddeden yapılmış bir levhaya odaklanacaktı. Arka yüzü metalle kaplı olacak levhanın ön kısmı, aydınlatıldığında elektron yayan bir fotoelektrik maddeyle adacıklar şeklinde kaplanacaktı. Her adacık, üzerine düşen ışıkla doğru orantılı olarak elektron yayacak ve bir “yük görüntüsü” levha üzerinde tutulacaktı. Işık, adacıkların üzerine düşmeye devam ettikçe yük miktarı artacaktı.
Depolanan bu yükler sürekli olarak elektron demetleri ile taranacaktı. Levhanın arkasındaki metal, bir kapasitör gibi işlev görecek ve kaybettikleri elektronların tümü yerine konan adacıklar da kendi yüklerini bu metale yansıtacaklardı. Metal levhada değişen voltajların sırası, görüntüyü temsil eden video sinyalleri olacak ve bir telle alıcıya aktarılacaktı. Görüntüyü göstermek için de Campbell Svvinton I897’de Ferdinand Brawn tarafından geliştirilen bir katod ışını tüpünü seçti. Bu tüp, tüm siyah-beyaz ara tonlarında, görüntünün yeniden yaratılmasına olanak veriyordu.
Bu harika düşünce, bugünün teknolojisini neredeyse tamamen tanımlıyordu. Fakat Campbell Swinton, çalışması için çok fazla deney gerektiğinden buluşunu gerçekleştiremedi. Ancak, sistemi ve düşünce, kendinden sonrakiler için önemli bir çıkış noktası oldu.
Bir Rus göçmeni olan Vladimir K. Zvvoryhin I924’te iko- noskop (Yunanca eikon: görüntü ve skopon: izlemek) adını verdiği bir aracı çalıştığı şirketin yöneticilerine gösterdi. Görüntüler loş ve bulanık olduğu için pek ilgi görmedi. Faka Zworyhin’in çalışması RCA Victor’un yöneticisi olan Davi
Samoff’u etkilemişti. Kendisi de bir Rus göçmeni olan Sar- noff konuyu şirketin yönetim kuruluna götürdü ve TV’nin gelecekteki ticari vaatleri hakkındaki umutlarını onlara açtı.
1930’da RCA şirketine elektronik araştırma yöneticisi olarak giren Zvvoryhin 1933’de Samoff’u sisteminin çalışmaya hazır olduğuna ikna etti.
Zvvoryhin’in yöntemine göre bir milyardan fazla izole ışığa duyarlı adacık alıcı levhasına depolanmıştı. Campbell Swinton adacıklarda rubidyum kullanmıştı. Zvvoryhin gümüş üstüne sezyum oksit kaplamanın daha iyi olduğu gördü. Mika tabakanın arkası alüminyumla kaplıydı. Sonuçta tam şirketin aradığı sistem ortaya çıktı. I933’de denenen ilk iko- noskop 240-çizgi görüntüyü aktarabiliyordu. Giderek iletilen çizgi sayısı arttı. I938*de her şey hazırdı. Ancak bürokratik engeller 1941’e dek TV’nin yayılmasını engelledi. Savaş yıllarında Zvvoryhin ve takımı ikonoskoptan yüz kez daha güçlü bir alıcı tüpü geliştirdiler.
İlk TV alıcısı I946’da 375 dolardan satışa çıktığında evlerin artık eskisi gibi olmayacağı bir devir başlıyordu.