Genel

YAŞAMI OLUŞTURAN SIVI

YAŞAMI OLUŞTURAN SIVI

 

 

Doğumdan ölüme değinyaşam tümüy­le, yeryüzünde en fazfabufunanffvt olan su­ya bavlıdır, İnsanların bulmak, sahip olmak ve korumak İçin çağlar boyu savaşıp didiş­tikleri, topJumlann gelişmesinde temel etken olan su geçmişte pek çok uygarlığın çöküp yok olmasına da neden olmuştur. Yaşam İçin su niçin mutlak gereklidir? Özellikleri nelerdir?

S

u, canlıların tüm içsel tepkimeleri ile doğrudan ilgilidir. Gıda maddelerinin ve artıklarının çözelti şekline dönüş­türülmesi, bunların vücutta kullanılıp atılması suya bağlıdır. Oksijenin dokulara, dokulardan C02’in akciğerlere taşınması kanın olağan akım hızı ile ilgili olup, bu da suyun varlığına bağlıdır. Kanın yaklaşık %80’i, gelişen bir emriyonun’%90,ı ve yeni doğan bir buzağının %75-80’i sudur. Su miktarı hay­van yaşlandıkça azalır ve %50-60’a değin düşer. Çoğu yaşlı hayvanların vücutlarındaki su miktarı %40 civarındadır. Hay­vanlar susuz kalınca vücut yağlarının hepsini, proteinlerinin 1/2 sini yitirirler. O nedenle kurak geçen mevsimlerde ya da yıllarda hayvanların ağırlıklarında önemli miktarda azalma

Yağlayıcı madde gibi görev yapan su, bazı dokuları dış etkenlerden korur, kaslara esneklik verir. Suyun metaboliz­madaki, vücut sıcaklığının ayarlanmasındaki ve dokulann ta­ze tutulmasındaki önemli rolü, susuz niçin uzun süre yaşa- namayacağını ortaya koyan önemli kanıtlardır.

Su sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfe­re karışır. Yaşamın sürmesi, çeşitli yollarla yitirilen suyun geri alınmasına bağlıdır. Bir insan yılda ağırlığının yaklaşık

4  misli kadar su içer. Normal yaşam sürdüren bir insan, öl­düğü zaman yaklaşık 26 ton su içmiştir. Sıvı ya da katı şekil­de alınmış olsun erişkinlerin günde 2.5 litre suya gereksi­nimleri vardır. Yapılan belirlemeler 300 g ekmekle yaklaşık

‘Ankara Üni. Zir. Fak. Öğretim Üyesi ve TÜBİTAK-TOAG Yürütme Kom. Sekreteri


100 g; 200 g sütle 175* g; 100 g etle 76 g; 200 g meyve ile 160 g ve 150 g peynir ile 45 g suyun vücuda alınabildiğini göstermiştir.

Milyonlarca yıldan bu yana su, yeryüzünün sürekli şekil değiştirmesine yol açmıştır. Yağışlarla yeryüzüne düşen, akar­sularla akıp giden su, heybetli dağların yok olmasına, geniş vadilerin açılmasına, dik yarların oluşmasına, buz haline dö­nüşerek görkemli kayaların parçalanıp ufalanmasına neden ol­muştur. İklimi etkileyen su, toprağın oluşup özellik kazan­masından başlıyarak, hangi bitkilerin nerede daha iyi yetişti- rilebileceğinin belirlenmesine değin çeşitli olaylarda önemli bir ölçüttür. Hidrolik barajlarda toplanan su elektriğe dönü­şerek modem teknolojinin geliştirdiği makinalann, insanlı­ğın hizmetine sunulmasına yol açmış, ekmeğin pişirilmesin­den, transistöıiü radyonun üretilmesine değin tüm üretim evrelerinde yerini almıştır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, özellikle kurak ik­lim bölgelerindeki yerleşim akarsu vadilerinde yoğunlaşmış­tır. Deniz kenarlarında bile yerleşim yoğunluğu tatlı su kay­naklarının çevresinde ya da yakınında gerçekleşmiştir.

Nüfus arttıkça, teknoloji ilerledikçe suyun daha fazla tü­ketilmesi doğaldır. 20. yüzyılın başlarında, batıda kişi başına su tüketimi günde 15—60 İt ye yükseldi. Bir yandan dünya nüfusu hızla artarken diğer yandan otomatik yıkayıcılar ve pek çok yeni cihazların kullanılmasıyla su giderek yetmez ol­du. Tarımda üstün nitelikli bol ürün alınması, sulamada da­ha fazla suyun kullanılmasını gerektirdi. Endüstrinin gelişme-

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, özellik’ le kurak iklim bölgelerindeki yerleşim, su kenar­larında yoğunlaşmıştır.


sine bağlı olarak su gereksinimi de arttı. Örneğin I varil pet­rolün rafine edilebilmesi için 18 varil, bir fıçı bira üretimi için ise yaklaşık 1200 kg su kullanılmaktadır. Buhar siste­minde I ton kömürün elektriğe dönüştürülmesi için 100 ton. suya gereksinme vardır.

Yeryüzünde su dağılımı düzenli değildir. Toplam suyun yalnızca %0.027 si içilebilir şekilde ve hemen yararlanılabilir durumdadır. Yer yüzünde suyun %97 si okyanuslarda bu­lunmaktadır. Okyanuslar ise 3.6 x I08 km2 alan kaplamak­ta ve 13 x I08 km3 su içermektedir. Doğada durmaksızın süren bir su dönüşümü (devri daimi) vardır. Her yıl okya­nuslardan 3.8 x I0′4 ton su buharlaşarak atmosfere karışır. Aynı sürede göllerde ve ırmaklarda yaklaşık 0.63 x I0N ton su Buharlaşır. Yağışlarla yeryüzüne yılda 3.5 x I014 ton (3.5 x I0S km3) su ulaşır. Kutuplardaki buzullar kapladıkla­rı 1.5 x I07 km2 lik alanla yeryüzünde en büyük tatlı su de­posunu oluştururlar. Buzulların erimesi durumunda oluşa­cak suyun, yer yüzündeki akarsuların 830 yıl süre ile su ge­reksinimlerini karşılıyabileceği hesaplanmıştır.

Bir madde olarak su; kokusuz, renksiz ve tadsızdır. Ya­pı yönünden durağan bir bileşik olan su, olağanüstü çözücü özelliğe sahip olup kimyasal enerjinin güçlü bir kaynağıdır. Katı hali sıvı halinden hafif olan su, bu özelliğiyle de doğada­ki birkaç maddeden biridir. Bir sıvı olarak su, yer çekimine karşın yukarı doğru bir itme gösterir. Sıcak günlerde ısıyı absorbe eden su, soğuk günlerde çevreye absorbe etmiş ol­duğu ısıyı verir. Bu özelliğiyle yeryüzünü kaplıyan büyük su kitleleri ve atmosferdeki buhar halindeki su, çevre sıcaklığı­nı ayarlayıcı rol oynar.

Su, doğadaki her türlü maddeye etki yapabilecek bir gü­ce sahiptir. Belli bir zaman içerisinde en sert metallere bile nüfus ederek, paslanıp parçalanmalarına neden olur. Olağa­nüstü kolay şekil değiştirir. Kimi zaman aynı göl ya da akar suyun kenarında katı, sıvı ve gaz şeklindeki suyu yanyana

görmek olanaklıdır.

Su sahip olduğu tüm özelliklerini molekül yapısına borç­ludur. Su molekülündeki hidrojen ve oksijen, biribirine bü­yük sevgisi, isteği, bağlılığı olan iki atom olup, birleşerek suyu oluştururlar. Bu olgu ortamda önemli miktarda enerji­nin serbest hale geçmesine neden olur. Hidrojen ve oksije­nin birleşerek yaklaşık 4 litre suyun oluşturulması durumun­da serbest hale geçen enerjinin, 60 vvattlık bir ampulün 270 saat yanmasına eşdeğer olduğu hesaplanmıştır. Bu enerjinin gücü su molekülü içinde iki hidrojen atomunu bir oksijen atomuna birleştiren bağın gücünden kaynaklanmaktadır. Hid­rojen ve oksijen atomlarının en dış kabuğunda bulunan elek­tronların işlevleri sonucu oluşan bir güçlü bağ, “Hidrojen bağı” olarak adlandırılır. Hidrojen bağı suda görülen tüm özelliklerin temelidir.

Hidrojen atomu, yalnız bir elektronu bulunan ve ayrıca iki elektron için yeri olan tek bir kabuğa sahiptir. Oksijen atomunun en dış kabuğunda ise 8 elektrona yer olmasına karşın yalnızca 6 elektron bulunmaktadır. Oksijen atomu dış kabuğundaki boş olan iki elektronun yerini iki ayrı hidrojen atomunun kabuklarındaki elektronlarla doldurur. Aynı anda oksijen atomunun dış kabuğundan iki elektron iki hidrojen atomunun kabuklarında boş olan birer elektronun yerini dol­durur. Böylece elektronlarını kullanarak I oksijen ve 2 hid­rojen atomu oldukça durağan bir su molekülünü oluşturur.

Doğadaki hemen hemen tüm maddelerin, ister katı – sıvı gaz olsunlar, soğuyunca büzülerek hacimleri küçülür ve yoğunlukları azalır. O nedenle katı sıvıdan, sıvı da gazdan ağırdır. Bu kural yalnızca suyun gaz ve sıvı şekli için geçerli- dir. Donma noktasına yaklaşıldıkça suda hacim artar ve ağırlık azalır. Su 0°C’de donarak buza dönüştüğünde %9 daha faz­la hacim kazanır.

Bu olgu, doğanın üzerinde durulup düşünülmesi gere­ken bir harikasıdır. Örneğin kışın göllerin, akar suların yü­zeyinde oluşan buz tabakası, alttaki suya ve içindeki canlıla­ra bir nevi örtü sağlayarak alt kısmın donmasını, sıcaklığın dipte azalmasını önler. Eğer buz sudan ağır olsaydı donma aşağıdan yukarı doğru gelişecek ve sudaki canlılar yaşamları­nı yitirdikleri gibi doğada önemli şekilde su sıkıntısı oluşabi­lecekti. Giderek su altındaki buzlar büyüyerek buz dağları şeklinde suyun yüzüne çıkacak, bunun sonucu olarak yer yü­zündeki okyanuslar, denizler, göller ve akarsular donmuş buz dağlarına dönüşecekti.

Buzun sudan hafif olmasının temel nedeni yine suyun molekül yapısıyla ilgilidir. Suyun sıcaklığı donma derecesine (0°C) yaklaştıkça hidrojen bağlan daha büyük güç kazanır. Hareketleri giderek yavaşlayan su molekülleri tetrahedral bir dizilişle buzu oluşturur. Su buza dönüştüğünde hidrojen bağları su moleküllerini hareket edemiyecek şekilde sıkıca bağlar. Sıvı durumunda ise su molekülleri dans eder gibi sürekli ha­reket halindedir. Molekül grupları biri birleri çevresinde dö-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nerek hareket ederler. Kopan hidrojen bağları yeniden olu­şur. Yeni bağlar yeni çiftlerin oluşmasına yol açar. Su ısıtıl- dlğl nmn molekül hareketi 0 denli hızlanır ve fazlalaşır ki moleküller ne bağlı oldukları arkadaşlarını ne de yenilerini bulabilirler. Bu durumda su molekülleri gaz şeklinde atmos­fere karışır.

Yer yüzünde yüzde yüz arı su bulmak ve arı olarak suyu kooımak olanaksızdır. Çünkü su, doğal olarak oluşmuş tüm maddeler için üniversal bir çözücüdür, yabancı maddelerle değinim halindeki su molekülleri kızgın boğalar gibi hareket eder. Su molekülleri maddeyi parçalayıp, aralarına girerek parçacıkların birleşmesini önler. Yağışlarla yer yüzüne dö­nen su içinde atmosferdeki gazlar çözünmüş şekilde bulu­nur. Yer yüzünde de su çözücülüğünü sürdürür. Tüm kim­yasal elementlerin yaklaşık yarısı az ya da çok suda çözünür.

O nedenle denizde, gölde, gölette vb. yerlerde bulunan su­lar, sulu bir çözelti niteliğindedir. Bunlar içinde deniz suyu çözünmüş maddelence en zengin olanıdır.

Suyun iki önemli özelliği 18. yüzyılda İskoçya’lı bilim adamı Joseph Black tarafından keşfedilmiştir. Gözlem ve de­neyimlerine dayanarak bilim adamı, suyun ısı kapasitesinin ve ısıyı absorbe etme kabiliyetinin yüksek bulunduğunu sap­tamıştır. Isı kapasitesi, belli bir maddenin sıcaklığını belli bir dereceye yükseltebilmek için istenen ısı olarak tanımlanmak­tadır. Suyu ısıtabilmek için yülcsek sıcaklığa gereksinme var­dır. Çoğu kez ocakta su ısıtan hanımlar su kabına dokunun­ca ellerini yakarlarken, kabın içindeki suyun ılık olduğu gö­rülür. Suyun ısıtıldığı metal kap, sudan yaklaşık 10 kez daha hızlı ısınır ve belli bir dereceye gelebilmek için daha az sı­caklığa gereksinme gösterir.

Bilim adamı Bladi’in ikinci buluşu buzun çözülme sıcak­lığının olağanüstü yüksek olmasıdır. Buzun çözülerek tama­men suya dönüşmesinde çevre sıcaklığının değişmediği gö­rülür. Çünkü buz oluşurken çevreye verilen ısı buzun çözül­mesi anında absorbe edilir. Su molekülleri arasındaki hidro­jen bağı kırılınca buz çözülür. Buzun çözülmesi anında her bir gram için çevreden 86 kalori ısı alınır. Donma anında ise bu ısı çevreye geri verilir. Örneğin donma derecesinde bulunan bir seraya geceden büyük bir leğen içinde su braM- dığını varsayalım. Sabah leğendeki suyun donmuş karşın sera içi sıcaklığının dışardakinden daha ğuna tanık olunur.

Su buharlaşırken ve yoğun şekle dönüşürken eşit aldığı ve verdiği enerji tüm maddelere oranla daha Bu durum güçlü hidrojen bağı nedeniyle su molek birbirlerinden ayrılmasının güçlüğünden kaynaklanır, bir gram suyun buharlaşabilmesi için yaklaşık 540 kaloriye gereksinme vardır. Eğer su molekülleri arasındaki hidrojen bağları belirtildiği şekilde güçlü olmasaydı, kuzey kutbunda su daha düşük sıcaklıkta kaynayacak ve bunun sonucu ola­rak da dünyadaki önemli su potansiyeli kısa sürede buhar halirte dönüşüp yok olacaktı.

Doğanın üstün bir harikası olan su tüm özlüklerini; Hiç bir maddeninkine benzemeyen kendine özgü molekül yapı­sına borçludur. Suyun molekül yapısı bir anda değişse, birbi­rini izleyen felaketlerle yeryüzünde yaşam yok olur. Vücut­taki kan kaynamaya başlar, bitkiler, ağaçlar ve tüm canlılar ölür. Yeryüzü tümüyle çöle döner.             ■

H

ücreler ihtiyaç duydukları kolesterolü kan dolaşımın­da bulunan ADL dediğimiz partiküllerden alırlar. Bu ^artikulier veya lipid zerrecikleri, şekilde gösterildiği gibi, ko­lesterol ve fosfolipid moleküllerinden yapılmış küre biçimin­de bir kabuk içinde 1500 molekül kadar kolesteril ester taşı­yan bir yapıdır. Kolesteril ester denilen molekül, kolesterol ve buna bağlanmış bir yağ asidinden meydana gelmiştir. Bu küre biçimi yapının kabuğuna, apoprotein B adı verilen bir protein yerleşmiştir. Bu protein ADL nin kimlik kartı gibi­dir; vücut hücreleri ADL’yi bu protein yoluyla tanırlar, vü­cut hücrelerinin dışını çerveleyen zarda (hücre membranın- da) apoprotein B’yi (bundan sonra kısaca Apo B diyeceğiz) tanıyan ve ADL’yi tutup kendine bağlayan bir “alıcı” var­dır. hücre zarındaki bu alıcı da bir protein molekülüdür ve buna ADL alıcısı denir. Demek ki, kolesterol taşıyan yağ benzeri zerrecik, yani ADL, kendini vücut hücrelerine tanı­tan apo B taşıyor. Hücre zarında da apo B’yi tanıyan bir protein, yani ADL alıcısı bulunuyor. Şekilde ADL ve üzerin­deki apo B ile ADL alıcısı gösterilmiştir.

Hücreler kolesterole ne kadar ihtiyaçları varsa o kadar ADL alıcısı üretirler. Alıcı da bir protein olduğuna göre, genlerin kontrolü altında üretilecektir. Hücrede yapılan her protein molekülü, bu proteine özgü bir gen tarafından üre­tilir. ADL alıcısı olan proteinin üretiliş mekanizması Şekilde gösterilmiştir. Hücre içinde sentezlenen ADL alıcısı, hücre zarına gönderilir ve zarın dış yüzüne yerleşir Kanda dolaşan ADL’ler alıcı tarafından tanınır ve ADL alıcıya bağlanır.* Hücre zarında meydana gelen bir çukurluk daha da derinleşir. Ve alıcıya bağlı ADL hücre içine alınır.

Şimdi hücre içine alınan ADL, bir sürü molekülden ya­pılmış irice bir yapıdır. Bunun parçalanıp kolesterolün ayrıl­ması gerekir. Kimyasal molekülerin parçalanması enzimler yo­luyla olur. Hücre dışından içine alınan maddeleri parçalaya­cak enzimler, hücrenin bir orçaneli olan minik keseler için­de bulunur. Bir sürü enzim taşıyan bu keseciklere lizozom denir. Bilindiği gibi, vücuda bir mikrop girse, vücudun sa­vunma askerleri olan kandaki akyuvarlar, hemen mikrobun bulunduğu yene hücum ederler ve mikropları yerler, yani iç­lerine alırlar. Mikroplar da ADL gibi bir kesecik (vezikül) halinde hücre içine alınırlar. ADL taşıyan, ya da mikrop ta­şıyan kesecik (vezikül), enzim taşıyan keseciklerle (lizozom’- larla) birleşirler ve enzimler ADL’yi ya da mikrobu, parçalarlar.

ADL’nin parçalanması ile serbest kalan kolesterol mo- leküleri hücre sitoplazmasına verilirler ve bunları hücreler kendi ihtiyaçları için kullanırlar. Hücreler kandan yeteri ka­dar kolesterol alamazlarsa, kendileri kolesterol yaparlar. Eğer kandan yeteri kadar kolesterol alırlarsa, kendilerinde koles­terol yapımını durdururlar. Bu iş şöyle olur: Hücre içinde kolesterol sentezi bir enzim tarafından gerçekleştirilir. Hüc­re dışarıdan (kandan) yeteri kadar kolesterol almış ise, ko­lesterol sentezleyen enzim baskılanır ve sentez durdurulur.

Görülüyor ki, hücre ihtiyacı kadar kolesterolü ya kan­dan alır, ya da yeteri kadar alamıyorsa kendisi sentezler. İh­tiyacından fazlasını alamaz. Eğer kanda fazla kolesterol var­sa, hücreler tarafından alınmayan kanda kalır ve kolesterol birikimi olur. Kanda fazla kolesterol birikimini ise ateroskle- rozun dolayısı ile koroner kalp hastalıklarının ve inmenin (felçlerin), baş sorumlusudur.

İnsanlarda az rastlanan genetik (kalıtımsal) bir hastalık vardır; .bu hastalığın adı hiperkolesterolemi’dir. “Hiper” yük­sek, fazla anlamında; “emi” (emiya) kan anlamındadır. Hi- perkolesterolemi ise kanda yüksek düzeyde kolesterol bu­lunması ile beliren hastalığın adıdır. Bu hastaların kanında kolesterol miktarı normal insanlarınkinin birkaç katı yüksektir. Bu hastalar, kalıtımsal bir kusur nedeniyle. ADL alıcısı ya-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ADI RESEPTÖRÜ

Apo- B

RESEPTORA BAÖLI ADL HÜCRE İÇİNE ALINIYOR

Reseptörler hücre zarına geri

dönerler.

KOLESTEROL

SENTEZLEYEN

ENZİM

Hücre kolesterolü hücre zart, steroid hormonlar,

YU. O »tafra asitleri sentezinde kutlanılın

HUCREÖE KOLESTEROL GEREĞİNDEN FAZLA İSE

ENDOPIASMİK RETİKULUH

nucre. ki’ficit ıfuı <« Aid r>. .ıcpiorı *’>’ ’* .

ii.bttJn htifnti, / .• ** <

ti.:. :t ijüZirU^– . . – v-’.’.’ Arü- ■& ¿¡Hini ald

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pamazlar. Vücut hücrelerinde ADL alıcısı olmayınca, hücre­ler kandan ADL, dolayısıyla kolesterol, alamazlar; kanda ko­lesterol birikir. Bu hastalar daha çocukluk yaşlarında aterosk- leroza yakalanırlar. Bu hastalık, kolesterol ile kalp hastalık­ları arasındaki ilişkiyi en iyi biçimde ortaya koyan ve doğa tarafından tertiplenmiş en mükemmel bir örnektir.

Bu hastalığın ADL alıcısı geni bozukluğunun derecesi yönünden, iki türü vardır: (I) heterozigot hastalar, (2) ho- mozigot hastalar.Heterozigot olanlar ya anadan ya da baba­dan bir bozuk gen almış olanlardır. Homozigot olanlar ise, bir anadan bir de babadan olmak üzere iki kusurlu gen almış olanlardır, bazı insan topluluklarında 500 kişiden birisinin he­terozigot olduğu bildirilmiştir. İki heterozigot evlenirlerse, doğacak çocukların homozigot hasta olma ihtimali 1/4 dür. Toplumda homozigot olanların sayısı tahminen milyo da birdir.

Heterozigot olanların (bir kusurlu gen taşıyanların) kan kolesterol düzeyi, normalin iki katı kadardır. Zira bunlar nor­mal insanlardaki ADL alıcısı sayısının yarısı kadar alıcı yapa­bilirler. Bu kişiler 35 yaş dolayında kalp krizine yakalanırlar. Altmış yaşın altında kalp krizi geçiren 20 kişiden birisinin heterozigot hiperkolesterolemi’li olduğu görülmüştür.

Homozigot hastaların kan kolesterol düzeyi normalin

5  katına ulaşır. Bu hastalar daha çocukluk yaşlarında ate- roskleroza yakalanırlar. İki yaşından tutun da en geç 20 ya­şına kadar kalp krizinden ölürler. Yirmi yaşına ulaşabilen enderdir.

Kalp Krizinin (Kalp enfarktüsününJ ve İn­menin Yeni Tedavi Metotları

Daha önce de belirtildiği gibi, kalp enfarktüsü kalbi bes­leyen damarlardan birisinde kan akımının engellenmesi so­nucudur. Ateroskleroz veya bunun neden olduğu tromboz sonucu küçük bir kan daman tıkanır. Bu damarın beslediği kalp kası bölgesi, oksijen alamadığından, görev yapamaz.

Yem ameliyat metotları ve çok etkili ilâçlar tedavide ba­şarılı sonuçlar verecek görünüyor.

Enfarktüsün ilk belirtileri, gögüs ağrısı, mide bulantısı, soğuk terleme, nefes darlığı ile başlar. Kriz ilerledikçe besle­nemeyen, oksijen almayan kalp kasları ölmeye başlar. Bu ağ­rılı olay, tahminen sekiz saat içinde,kalbin kanı pompalama gücünü iyice aksatabilir. Eğer tedavi bu süre içnde başlayabi­lirse, zarar gören kalp kasları iyileşmeye doğru gidebilir. Do­ğaldır ki, görülen hastalık belirtilerinin şiddeti ve tedavide başarı, zedelenmiş olan bölgenin az ya da çok oluşuna göre değişecektir. Elverişli bir iyileşme olabileceği gibi, sakat kal­ma ya da ölümle sonuçlanabilir.

Koroner kalp hastalıklarından ileri gelen ölümler, 1967 yılından bu yana %30 kadar azalmıştır. Bu başarı kısmen diyetle, fakat daha çok tıbbi önlemlerin iyileşmesi ile elde edilmiştir. Son yıllarda kolesterol düzeyini ve kan basıncını düşüren, hasta kalbe kan akışını artıran etkili ilâçlar bulun­muştur. Baypas (Bypass) ameliyatı denilen bir operasyon ile bacaktan alınan bir toplardamar (vena) parçası, tıkanan ko­roner damarın yerini tutacak biçimde konmakta ve normal koroner kan dolaşımı sağlanmaktadır. Baypas ameliyatı ül­kemizde de sık uygulanmaktadır. Örneğin, Ankara Yüksek İhtisas Hastanesinde 1.5 ayda 25 baypas ameliyatı yapılmıştır.

Ucunda şişirilebilen bir balon taşıyan kateterin (ince bir plastik borunun) tıkanan damara sokulup balon şişirilince da­marın dolaşıma açılmasını sağlayan diğer bir metod oldukça sık kullanılmaktadır.

Henüz deney evresinde bulunan daha iyi metotların ge­liştirmekte olduğu da bildiriliyor; örneğin, lazer anjiyoplasti gibi. Lazer anjiyoplasti metodunda, ucunda lazer bulunan bir kateter kol ya da bacak atardamarından sokulup tıkanan da­mara kadar varılmakta ve lazer ışınları ile tıkaç eritilmekte­dir. Ancak bu metodun yaygın biçimde kullanılabilmesi için daha yıllar geçmesi gerekiyor.

Bu arada bilim adamları aterosklerozun neden olduğu damar daralması (damar spazmı) ve damariçi kan pıhtılaşma­sı gibi komplikasyonlarını önleyecek ilâçlar bulmaya çalışı­yorlar. Örneğin, damar spazmı dediğimiz olayda, damarın bir bölgesi büzülüyor ve böyle kalıyor. Bunu önlemek için bir grup araştırmacı hücre zarındaki kalsiyum iyonu geçiş yol­larını bloke edecek (önleyecek) ve hap halinde alınabilen ilâçlar kullanıyorlar. Hücreye kalsiyum iyonu girişi önlenirse, da­mar çeperindeki hücrelerin kasılmaları azalır ve kan dolaşı­mına açık kalır.

Damariçi trombozları çözmek için koroner damarın tromboz bulunan yerine ince plastik bir boru sokularak bu

 

«A£IF SAG, ARA . *               ■.CSEMİ’î l

roi                                      ot?

Sigara dumanının, sigara İçmeyenlerin çeşitli kanserlere yakalanma olasılıklarını artırdığı gö­rülmektedir. ABD’de yapılan yeni bir çatışma, ör­neğin löseminin, zamanlarını sigara içenlerin yanlarında geçirenlerde yedi kat sık olduğunu göstermektedir. Gırtiak ve göğüs kanserierinlr de “paşjf sigara kullanımı” ile güçlü İlişkisi bulunmaktadır.

National Institute of Environmental Healt Sciences (Ulusal Çevre Sağlığı Bilimleri Enstitü­sü) araştırmacıları, 500’den fazla kanser hasta­sını, ailelerinin ve eşlerinin sigara İçip içmedik­leri konusunda sorguya çektiler. Daha sonra so­nuçları, benzer işlerde çalışan kişilerle ve sigara içme alışkanlığı olan kanser hastalarıyla karşılaştırdılar.

Araştırmacılar, The Lancet’da yayınlanan ra­porlarına göre, kanser riskinin, evde sigara içen her ek bireye göre, düzenli ve önemli olarak art­tığını bildirmekte; ayrıca, sonuçların ön-çalışma niteliğinde olduğunu ve diğer çalışmalarla onay­lanması gerektiği vurgulamaktadırlar. Raporda sigara içenlerin, diğer kişilere etkilerinin sanıldı­ğından daha büyük olduğu üzerinde görüş bir­liğine varılmıştır.

Sigara İçen bir kişiyle ¡ailesi ya da eşi| yaşa­yan kimselerin kansere yakalanma olasılığı, bu durumda olmayanlara göre 1.4 kez fazladır. Si­gara kullanan iki kişiyle yaşayanların 2.3 kez, üç ya da daha fazla sigara kullanan kişiyle bir­

oölgeye trombozu parçalayan enzim olan streptokinaz en- jekte ediliyor. Enzim verilmesinden tahminen bir saat sonra kan pıhtısı eriyip çözülüyor. Ancak, bu yeni geliştirilen me- todlar henüz yaygın biçimde uygulanamamakta, deneme ev­resinde bulunmaktadırlar.

İnme dediğimiz felçlerin çoğunda, koroner damarlarda olduğu gibi, ateroskleroz plaklarının boyun atardamarların­da (arterlerde) şekillendiği görülür. Kalpten çıkıp başa temiz kanı götüren arterler boyun bölgesinde seyrederken çene al­tında iki kola ayrılarak çatallaşır. Bu çatallaşma bölgesinde şekillenen ateroskleroz plakları damarı daraltır ya da tama­men tıkayabilirler. Bu durumda beyin yeterince kan alama­dığından, vücut kaslarına emirler veren merkezler arızalanır ve felçler ortaya çıkar. Damardaki tıkanıklığın derecesine gö­re, baş dönmesi, baş ağrısı, felçler ve nihayet ölüme kadar giden patolojik durumlar görülebilir.

Çoğunlukla koroner damarlarda ateroskleroz plakları bu­lunan şahıslarda boyun atardamarlarında da ateroskleroz plak­ları bulunur. Şimdi hekimlerin elinde uitrasound (ultrases)

likte yaşayanların 2.6 kez daha fazla kanser riski vardır. Sigara kullananların eğilimleri de, sigara kullanmayan bu tip kişilerin eğilimleri gibidir.

Şaşırtıcı olan, kansere yakalanma riskinin sa­dece sigara kullanımıyla ilgili olmadığı, pasif si­gara kullananlarda da arttığı idi. Sigara kullanan üç ya da daha fazla kişiyle yaşayanlarda lösemi &ki 6.8, göğüs kanseri riski 3.3 ve gırtlak kan­seri riski 3.4 kez artmaktadır.

Pasif sigara kullananların daha az tütün du­manını İçlerine çekmelerine rağmen, araştırma­cılar, içlerine çektikleri dumanın birçok toksik kimyasal madde bakımından daha zengin oldu­ğunu belirttiler. Örneğin, aktif olarak sigara kul­lananların soludukları dumandaki gibi henüz gaz aşamasındaki, sabit miktarda dumanda, üç kez daha fazla benzo-apiren, altı kez daha fazla to- luen ve 50 kezden daha fazla miktarda dimeti- nitrosamin bulunmaktadır.

Son çalışmalar, sigara dumanının kotinin, ti- osinat gibi yan ürünlerinin, sigara kullanmayan yetişkinlerin, çocuklann ve sekiz haftalıktan faz­la embriyonların kanında İdrarında ve tükürü­ğünde bulunduğunu ortaya çıkarmıştır.

New Scientist den cev: Cengiz VARLIK

sistemi ile çalışan bir âlet vardır. Bu âlet röntgen cihazı gibi, âdeta vücudun içini göstermektedir. Ayrıca röntgen ışınları gibi zararlı da değildir. Bu âletle boyun atardamarlarındaki ateroskleroz plakları, daha hastalık arazı yaratacak kadar iler­lemeden bile görülebilmektedir. ABD’de bir tıp fakültesi has­tanesinde bu âletle çalışan bir doktor, Gene Bond, boyun atardamarı çeperindeki yarım milimetreden daha az(0.4 mm) kalınlaşmayı tesbit ettiğini söylüyor. Kanında yüksek dere­cede kolesterol bulunan fakat hiçbir hastalık arazı görülme­yen 125 kişiden 75’inde boyun atardamarında ateraskleroz plağı tesbit edilmiştir. Henüz tehlikeli boyuta ulaşmamış ate­roskleroz plaklarının erken teşhisinin korunmada büyük önemi vardır.

Sözü edilen ultrasound âleti ile kalp dokusunu besleyen koroner damarlardaki ateroskleroz plakları tespit edilemez. Zira kalp daima hareket halinde bir organdır. Ultrases âleti ise hareket etmeyen dokulardaki durumu gösterebilir. Ayrı­ca, kalbin üst bölgesinde bulunan gögüs kemiği de ultrases dalgalan için bir mania teşkil eder.          ■

ffluam

f Caner AÇIKAOA – Dr. Emin ERGEN

B

irçok, sporcu ve antrenörün \s\nma ve \smn\amn per­formans üzerine olan etkilerine aynı ölçüde inanmadık­larını görüyoruz. Kimisine göre ısınma çok gerekliyken, ki­misine göre gereksiz görünmektedir. Gerekli gören grupta ise ısınmanın miktarı ve şekli konusunda görüş birliği yok­tur. Bir kısım sporcuya göre ısınma koşarak yapılmalı, bir kısmına göre esnetme gerdirmelerle, diğer bir kısmına göre de her ikisiyle birlikte yapılmalıdır. Biz, bu gruplardan han­gisinin doğru veya yanlış olduğunu değil, genel olarak ısın­mayla ilgili görüşleri açıklamaya çalışacağız.

Isınma gerçekten de çok çelişkili bir konudur. Kimi fiz­yolog, sporcu ve antrenöre göre ısınma, tamamen kişiyi ya­pacağı işe mental (psikolojik) olarak hazırlarken, kimisine göre ısınma sporcunun dolaşım sistemini çalışmanın temposuna hazırlamak ve kas – iskelet sistemini sakatlanmaya karşı ko­rumak amacını taşır.

Isınma konusunda yapılan çalışmalarda karşılaşılan en bü­yük sorunlardan biri, ısınmayı standartlaştırmak olmaktadır. İnsan, her iş için bir ön hazırlık yapmak ister, şarkıcının ses kontrolünü iyi yapabilmesi için yaptığı ön çalışma; sınava gi­recek birisinin, bazı noktaları hatırlamaya çalışması; tenisçi­nin servis atması, kemancının bazı notaları çalışması gibi. Bunun yapılışındaki amaç, hareketlerin kesintisiz ve aralık­sız yürütülmesidir. Gelecek olan harekete mental olarak ha- zırlanmaktır. Unutulma olasılığı olan noktaları hatırlamak­tır. Merkezi sinir sistemini bir kez daha uyararak, yaptığı şeyleri ve yapacağı şeyleri hatırlamak, yerleştirmek ve dü­zenlemektir. Bu nedenle, performans için yapılacak ön ha­zırlık; en azından yapılacak işe bağlı olarak değişecektir. Di­ğer taraftan bu ön hazırlıkfçalışmanın türüne göre ve per­formansın başarılı olmasında rol oynayacak vücut sistemleri­ne bağlı olarak da farklılaşmaya uğrayacaktır. Bir başka nok­ta ise* kişiye bağlı olarak ısınmanın, hem türü ve hem de miktarında değişmenin olabileceğidir. Kimi sporcu, bir ko­nuda daha fazla mental bir hazırlığa gereksinim duyabilir. Bazısı daha yoğun bir hareket ön hazırlığını tercih eder. Bir.boa­sının. herşeyin bir an önce olup bitmesini im «mesınede- niyle, ısınmaya kısa bir süre ayırması yamnda hareketten şiddetli olmasını arzulaması doğaldır. Butun bu farklılıklar «toâyte, »sınmanın «»fert*«» ^ otanak‘ s\ı ¿\b\tf\r.

Buraya kadar yapmış olduğumuz tartışmadan, ısınma­nın bir mental hazırlık niteliği yanında, fizyolojik bir takım özelliklerinin olduğunu da anlıyoruz. Bir sporcu, yarışma ön­cesi, öğrendiği tekniği mental olarak hatırlamaya çalışarak, yarışma anında istediği tekniği uygulamayı amaçlar. Bir at­let, yarışma öncesi yaptığı koşularla dolaşım sistemini hare­ketlendirerek, solunum ve dolaşım sistemini çalışma tempo­sunu alıştırarak, yarışın ilk sıralarında uyumsuzluktan güç du­rumda kalmayı önlemeye çalışır. Bir cimnastikçi, yaptığı es­netme ve gerdirme hareketleriyle, kasların kopmasını engel­lemeyi amaçlar. Gerçekten de fizyolojik olarak ısınma; kas ısısını arttırarak, kasın iç sürtünme kuvvetini azaltır. Isınan kas, boy olarak %20 oranında daha fazla esneyebilir. Isısı artan bir kas, oksijenini daha fazla boşaltabilir. Solunum sis­temi, daha etkili ve verimli çalışabilirken, kalp atım sayısı ve atım gücü (Solunum ve Dolaşım, BİLİM ve TEKNİK Eylül 1984 sayısına bkz.) artar. Böylece, çalışan kaslarımıza çok daha fazla oksijen ve besin maddesi taşınabilir. Eklemlerde daha büyük bir hareket esnekliği sağlanarak, herhangi bir sakatlanmaya karşı önlem alınmış olur. Bunlar, ısınmanın ya­rattığı bir kısım fizyolojik özelliklerdir.

Her ne kadar ısınmayı standartlaştı ramıyorsak da, ge­nel olarak belirgin bölümlere ayırmak mümkündür* Isınma­yı, genel ve özel ısınma olarak ikiye ayırabiliriz. Genel ısın­manın amacı, tüm organizmayı harekete hazırlamaktır. Bir başka deyişle, organizmayı çalışmaya hazırlamaktır. Genel ısın­ma, ısınmanın ilk bölümüdür, hareketler yavaştan ağıra doğru gelişir; vücudun tüm kas gruplarını çalıştırmaya yöneliktir. Yapılan alıştırmalar, o günlük antrenmana ve özel şartlara bağlı olarak değişmelidir. Bu tür ısınma, her gün farklılaşa­bileceği gibi, bir gruptan diğer gruba veya kişinin gereksini­mine göre değişebilmektedir. Isınma, ister yarışma, ister ant­renman öncesi olsun, bir miktar koşu gerektirir; koşuyu ta­kiben, tüm vücut kas ve kas gruplarına yönelik alıştırmaları

L

içenr. Alıştırmaların yapılmasında dikkat edilecek nokta; mo­notonluk yaratmamaları, aynı kas grubuna yönelik olarak arta arkaya olmaması, kuvvet, sürat, dayanıklılık ve hareketlilik özelliklerini içerir olmasıdır. Hareketler birbirini takip ede­rek, birinden diğerine akıcı şekilde geçilmelidir. Isınmanın bir parçası olarak masaj, sıcak duş, termal ısı gibi uygulama­ları, dolaşımı hızlandırmaları ve bölgesel olarak ısıyı arttır­maları nedeniyle kullanmaktadırlar. Bunu en çok, futbolcu­ların maç öncesi aldıkları masajla görebiliyoruz.

Özel ısınma, genel ısınmayı izleyen, tamamen kişiye ve yapılacak işe yönelik hazırlığı içermektedir: Yarışma veya antrenmanın karakterine yönelik, sporcuyu hem psikolojik hem de fizyolojik olarak yarışmaya hazırlamaktadır. Özel ısın­ma, kişisel bir özellik kazanabilir. Birçok sporcu, ısınmayı kendi gereksinimlerine yönelik yapmayı deneme ve yanılmayla öğrenir ve benimser.

Esnetme ve gerdirme hareketleri, ısınmanın önemli öğe­lerinden birini oluşturur. Ancak, ısınmanın kendisi kadar, gerdirme hareketlerinin de nasıl yapılacağı konusunda tam bir görüş birliği yoktur. Bazılarına göre, gerdirmeler statik olarak yapılmalıdır. Bazılarına göre ise dinamik olmalıdırlar. Araştırmalar, ikisi arasında bir fark olmadığını göstermekte­dir. Ancak, ısınmada yapılan esnetme ve gerdirmelerin sıra­sı konusunda, otoriteler aşağıdaki sırayı önermektedirler:

1.Aktif gerdirmeler: Gerdirme hareketlerinin ilki olmalı. Gerdirilecek kasın antagonistı (BİLİM ve TEKNİK Ekim 1984 sayısına bkz.) durumunda olan kasların yardımıyla hareket yapılmalıdır. Öne eğilerek bacak gerisini ve sırtı esnetmek gibi.

  1. Pasif esnetme: Esnetme hareketleri bir dış kuvvet yardımıyla sağlanır. Örneğin, bir eş yardımıyla kasın zorla­narak boyunun uzatılması gibi.

3. Kinetik esnetme: Esnetme, vücudun bir parçasının veya bölümünün hareketi sonucu kazandığı momentumla kasın esnemeye zorlanmasıdır. Hareketler, yapılacak olan tekni­ğin abartmalı bir şekli olmalıdır. Örneğin, koşmaya hazırla­nan bir sprinterin bacak sallaması gibi.

Yapılan araştırmalar, ısınmanın sporcunun psikolojik ka-

T&tetvcfe                          oYrrasv

dir. Isınmanın bu özelliğine dikkat edilmemesi, sporcunun ya çok düşük veya çok yüksek psikolojik gerilimle yarışmaya girmesi ve gösterebileceği başarıyı gösterememesine neden olacaktır. Gözlemler, ısınmanın karakter yapısına göre üç şekilde yapılabileceğini göstermiştir: (I) Sporcunun alışkın olduğu ve her zaman uyguladığı ısınma şekli. (2) Hızlı, yo­ğun ve birinci ısınmadan daha kısa bir sürede yapılan ısın­ma. (3) Yoğun, çok kapsamlı ve birinci ısınma türünden da­ha uzun sürede yapılan ısınma şekli.

Çok genel hatlarıyla verilmekte olan ısınmalardan birin­cisi, dengeli ve duygusal yönden bir sorunu olmayan sporcu­lar için gerekli psikofızyolojik etkiyi yaratabilen ısınmadır. Bu gibi sporcular, kendilerini kontrol edebilen, kapasiteli ve deneyimli kişilerdir. Yarışmaya pozitif bir yaklaşımla ve ya­rışmanın psikofizyolojik zorlamalarına istenilen şekilde ken­dini ayarlayabilen kişilerdir. Bu nedenle, bu tür sporcular, alışkın oldukları ısınma türünü devam ettirerek yarışrpaya hazırlanırlar.

İkinci ısınma şekli; motorsal özellikler ile psikolojik ha­zırlığın, yarışma ortamında yan ve zorlayıcı etkilerle bozula- bileceği, dengesiz sporcular için uygundur. Bu sporcular ani patlayıcılık içinde olan, güçlü ama güçlerini sürekli olarak gös­teremeyen, inişli çıkışlı bir psikofizyolojik yapı içerisinde olan kişilerdir. Bunlar, hazırlığı iyi olmayan, yarışma geriliminde çözülebilecek ve olumsuz etkilenebilecek sporculardır. Bu nedenle, aşırı bir mental enerji harcamasına yer vermeden, birinci ısınma şeklinde yapılan hareketler, daha kısa zaman­da ve yoğun biçimde yapılarak yarışmaya hazırlanılır. Bu tür sporcular için bu daha uygundur. Bu sporcular, yarışma anın­da, olan güçlerini kullanabilecek yetenektedirler. Ancak, ısın­ma onların bu yeteneğini gösterebilecek pozitif psikofizyo­lojik düzeyi yaratmalıdır.

Üçüncü ısınma şekli; yarışmaya karşı isteksiz, korkak, çekingen ve kendine güven duymayan sporcu grubu için uy­gundur. Bu nedenle, bu grupta olan sporcular uzun, yoğun ve çok kapsamlı bir ısınmayla, zayıf oldukları noktalan, kendi tempolarıyla pekiştirerek, güven duygusunu sağlamaya çalış­malıdırlar. Böylece, olumlu bir psikofizyolojik düzey yaratı­larak yarışmaya çıkılmalıdır.

Özetle, ısınma sporcuyu yarışmaya hazırlamada önemli bir rol oynamaktadır. Ancak, görüldüğü gibi ısınmanın hem fizyolojik hem de psikolojik bir yanı vardır. Isınma türü spor­cunun karakterine uygun bir şekilde düzenlenmelidir. Yarış­ma için optimal bir psikofizyolojik düzey gerekmektedir. Bu düzey, verili bir yarışmaya göre farklı olabileceği gibi, spor­cunun karakterine göre de farklılaşmaktadır. Bu nedenle, alı­şılmış basma kalıp ısınmanın, giderek kişisel bir ısınma özel­liği taşıması gerekmektedir. Ancak böyle olduğu zaman spor­cu, olumlu bir psikofizyolojik yarışma öncesi ortamı hazırlayabilmektedir.         ■

 

I

“nsanoğlunun gerçekleştirdiği ilk nükleer zincir reaksiyo­nunu 2 Aralık I942’de Enrico Fermi başardı. Fermi’nin zincir reaksiyonunda nötron adı verilen subatomik bir parçacık uran­yum atomunun çekirdeğine çarpıyor ve onu ikiye ayırarak bu süreç sonunda enerji açığa çıkarıyordu. Bir uranyum çe­kirdeğinde bir çok nötron vardır. Parçalanmadan sonra bun­ların bazıları çevrelerindeki taze Uranyum çekirdeklerine Ç*r parak daha çok nötron ve daha çok enerji açığa çıkarmak­tadırlar. Fermi, bu olayın denetimden çıkmasını bazı nötronları önceden çekirdekten ayırarak önlemiştir.

1900’lerin başlarında, bilim adamları, atomda radyoak­tivitenin nereden kaynaklandığını bilmiyorlardı. Atomlar eksi yüklü elektronlar içine gömülü artı yüklü katı küreler olarak düşünülüyordu..

1897’de bulunan elektronun varlığı bile atomun bölün­mezliği konusundaki eski Yunan görüşü ile çelişiyordu. Fa­kat iç yapısının detayları hâlâ büyük ölçüde bilinmiyordu. 1911 ’de Emest Rutherford’un harika deneyi atomik çekir­değin keşfine yol açtı.

ATOM ÇEKİRDEĞİNDEKİ ENERJİ

Rutherford, 1901 ’den 1903’e dek çalıştığı Frederich Goddy ile radyoaktiviteyi araştırdı. Goddy, atomun derin­liklerinden bir yerden gelen uyarılmış parçacıkların taşıdık­ları enerji ile büyülenmişti. Daha sonra 1903’te atomun ta­şıdığı gizli iç enerji konusunda bir yazı yayınlandı ve I906’da bu enerjinin toplum için anlamının ne denli büyük olduğunu ortaya koydu.

Birçok nedenlerden ötürü nükleer fısyonun keşfi 1943’e dek unutuldu. Bu yıl içinde İrene ve Frederick joliot Curie ya­pay radyoaktiviteyi buldular. Joliot ve Curie radyoaktif ol­mayan elementleri alfa parçacıkları ile bombardımana tutarak radyoaktif elementler yaratabileceklerini keşfettiler. Sonsuza dek dengeli kalacak olan atomik çekirdek, eğer ek subatomik parçacıklar eklenirse, bu dengesini yitiriyor ve bu uyarılmış durumda, aynen doğal radoaktivitede olduğu gibi kendisinin parçalarının yaymaya başlıyordu.

Enrico Fermi, alfa parçacıkları yerine nötronları kullan­mayı denedi, çünkü x parçacıkları artı yüklüydüler ve bu ne­denle artı yüklü çekirdek tarafından bir ölçüde itilmekteydi­ler Fermi 200’den fazla nötron ve proton içeren uranyum

çekirdeğini nötron’larla bombardımana tuttu. Sonuçta yeni oluşan çekirdeğin uranyum çekirdeğine yakın bir ağırlıkta ol­duğu kansına vardı. 1938 ilkbaharında Otto Hahn ve Fritz Strassman, bombalanmış uranyum atomu içinde, önceden bu­lunmayan baryum elementinin bulunduğunu gördüler. Gö­rünen, bazı uranyum çekirdeklerinin ikiye ayrıldığıydı.

Hahn, bu buluşunu bir mektupla 30 yıldır birlikte çalıştığı Lise Meitner’e yolladı. Meitner ve kuzeni Otto Frish şaşkı­na döndüler. Küçük bir nötronun koca uranyum çekirdeğini nasıl ikiye ayırdığını anlamıyorlardı. Proton ve nötronları birarada tutan güçlü bağlar nasıl oluyordu da tek bir nöt­ronla kırılabiliyordu? Frish ve Meitner, yanıtın DanimarkalI fizikçi Niels Bohr tarafından ortaya atılan kuramda olduğu­nu anladılar. Bu kuramdan yola çıkarak bulduktan iki nükle­er parçacığın aralanndaki çekici nükleer gücün, bunların ay­rılmaları ile hızlı zayıfladığı; fakat elektriksel gücün çok da­ha yavaş zayıfladığı idi.

Geriye sadece bu olayı deneysel olarak kanıtlamak kal­mıştı ve 1939’da bu da gerçekleşti. Zincir reaksiyonları ar­tık olanaklıydı. Princeton’da Bohr, uranyumun nadir bir ha­li olan ve doğadaki uranyumun sadece % I ’ini oluşturan U^’in, zincir reaksiyonu için uygun olduğunu gösterdi. An­cak bundan dolayı dünya havaya uçmamıştı. Bir nükleer re­aktör yapmak için Um seçilmeli ve yoğunlaştınlmalıydı. Bu yapılabilirdi.

Sonuçta ortaya son derece güçlü bir enerji türü çıktı. Bir gram uranyumun fisyonu bir gram kömürü yakmaktan ya da bir gram TNT’yi patlatmaktan 10 milyon kez fazla bir enerji açığa çıkarıyordu. Çünkü kömürün yanması veya TNT patlaması sonucu kimyasal enerji açığa çıkıyordu. Bu, ato­mun dış tarafındaki elektronların yeniden düzenlenmesi ile oluyordu. Nükleer eneji ise atomun çekirdeğmdöfci proton­ların yeniden düzenlenmesi ile oluşuyordu.

Nükleer enerji, günümüzde çok yaygın ve&gihtefcilir kul­lanıma sahip değildir. Fisyonun asıl değiştird|^^âşin anla­mıdır. Nükleer teknolojinin kendi momentüttiüOu kazandı­ğı ve yıkıma doğru gittiği konusunda yaygın bir inanış var­dır. Bu inanca göre biz insanoğlu, yalnızca kaderini umarsız bir şekilde bekleyen fanileriz. Bu bizi, nükleer bir savaşın somutluğu konusundaki inancımızdan ve böyle bir savaşı ön­leme mücadelemizden alıkoymamalıdır. Eğer bunu yaparsak, bilim yüzyıllar sonrasına bir miras olarak kalabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir