Genel

FİNLANDİYA

FİNLANDİYA

FİNLANDİYA

FİNLANDİYA

Topraklarının hemen hemen tümünün 60. paralelin kuzeyinde yer aldığı bu ülke, tüm kutup bölgesinin nüfusunun yaklaşık üçte birini barındırmaktadır. Finlandiya’nın coğrafî karşıtlıkları kültürel alanda da görülür: kuzeyde hâlâ yaşayan Lapon uygarlığı; XVT. yy’da buraya yerleşen Fin uygarlığı; Batı kıyı bölgelerine damgasını vuran İsveç’in etkisi; ülkenin güneydoğusunda önemli bir rol oynayan Rus ve Ortodoks komşular.
FİNLANDİYA CUMHURİYE’
Suomen Tasavalta (Fince) – Reyublİken Finîand (İsveççe)

Uluslararası kod: FİN

Yüzölçümü: 338 145 km2

Nüfus: 5 140 000 kişi (1997) [FinlandiyalI]

Nüfus yoğunluğu: 15,2 kişi/km2 Başkent: Helsinki (532 053 nüf.) [1996]

Resmî diller: Fince ve İsveççe

Din: % 86,7 Lutherci, %1 Ortodoks, % 11,2 ateist, % 1,1 dığe: Millî bayram: 6 aralık (1917 yılında elde edilen bağımsızlığın l yıldönümü)

Para birimi: markka

(FİM) [1 markka = 100 pennia]
Hükümet ve yönetim Anayasa: temmuz 1919’da kabul edilen anayasaya göre, devli partili parlamenter rejime sahip bir cumhuriyettir.

Kurumlar: Altı yıllık bir süre için seçilen cumhurbaşkanı; tek ı li parlamento Eduskunta (genel oyla, dört yıllık bir süre için ; 200 temsilciden oluşur).

Yönetim birimleri: 12 il.

Ekonomi GSYÎH: 103,7 milyar dolar (1996)

Kişi başma GSYİH: 20 171 dolar (1996)

İthalat: 30 663 milyar dolar (1997)

İhracat: 40 765 milyar dolar (1997)

Eğitim ve sağlık Okuryazarlık oram: yetişkin nüfusun % 99,5’i (1991) Ortalama ömür: kadın 78,9; erkek 70,8 (1989)
Akarsuyla tomruk nakliyatı.

Tomruklar ülkenin kuzeyinde, Finlandiya Laponyası’nda suyun akıntısına bırakılarak Ounasjoki Irmağı ’yla taşınırken. Ağaç sanayii (kereste, kâğıt hamuru ve benzerleri), yılda toplam ihracatın yaklaşık yüzde 40’ım sağlamaktadır.
İÇİNDEKİLER

FİZİKÎ COĞRAFYA BEŞERÎ VE İKTİSADÎ COĞRAFYA TARİH

DEVLET VE KURUMLAR TOPLUM KÜLTÜR VE UYGARLIK
«Normal» bir kış mevsiminde, kıyılarının tümü buzlarla kaplı olan tek ülke Finlandiya’dır. Ülkenin ikinci bir özelliği de kutup iklimiyle ılıman iklim arasındaki ve kara iklimiyle deniz iklimi arasındaki «geçiş» durumudur. Bu durum doğal manzaralarda kendini gösterir: kuzey ormanlarının kuzey sınırları buradan geçer; bu ormanlarda yayvan yapraklı ağaçlarla birlikte iğne yapraklı çeşitli ağaçlar bulunur; ülkede «ılıman» bölgelere özgü bitkilerden tahıl, şekerpancarı ve patates de yetişir.

FİZİKÎ COĞRAFYA

Finlandiya, en kuzey bölgesi hariç, önemli yüksekliklerden yoksundur: en yüksek noktası Haltiatunturi Doruğu, Norveç, İsveç ve Finlandiya’nın sınırlarının birleştiği yöre çevresinde yer alır ve yüksekliği ancak 1 324 m’yi bulur.

Yüzey şekilleri

Yüksekliklerin azlığı, güçlü dağ sıralarında gerçekleşen uzun erozyon dönemleriyle açıklanır: bu dağ sıraları Fennoskandiya
kalkanının temelini oluşturmaktaydı; söz konusu kalkan ı billurlu kayaçlardan (granit, gnays, dayanıklı şist kayaçlar yordu. Yükseklikler yavaş yavaş, ince bir alüvyon katman tülü kaya oluşuğundan meydana gelen geniş bir ovay Üçüncü Zaman’da hüküm süren tropikal erozyon sisten yarattığı bir yüzeye dönüştü. Son dönemi en az 10 000 y ye rastlayan ve Dördüncü Zaman’da gerçekleşen büyük bı ma düzleşmeyi tamamladı. Buzlar, derin toprak parçaları’ rak, kapalı göçüntüler meydana getirdi; böylece, ülkeyi kc pek çok gölün oluşmasına zemin hazırladı.

Son büyük kıta buzulunun (inlandsis) erimesi sırasında taşıdıkları çökeltileri bıraktı. Böylece, Salpausselka adı ve: kısmen buzultaş olan birbirine paralel büyük kıvrımlar olt km ile ayrılan ve güney-güneydoğuya dönük çift dışbüke yayma yerleşen bu kıvrımlar enlemesine olmak üzere sırtl turmuştu; bu sırtlar kuzey-kuzeydoğudan güney-güneyı doğru yönelerek 70-80 m’ye kadar yükselmişlerdi. Buzu dönemleri boyunca, deniz hiçbir kuzey ülkesinde görülme nişlikte ülkenin büyük bölümünü kapladı ve kil tabakası Baltık Denizi boyunca Finlandiya kıyıları, «sualtı kayalık larının» en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır.

İklim ve bitki örtüsü

Finlandiya, İsveç Norrlandı’nın enlemindedir ve bu ) kışları daha soğuk, yazlarıysa daha sıcak geçer; bu iklim < tahıl ekimini kolaylaştırmaktadır. Bu özellik batıdan önemli hava akımlarının, Kuzeydoğu Atlantik Okyanu sularıyla teması sırasında ılıklaşması gerçeğiyle açıklanır;
«BATAKLIKLAR ÜLKESİ»

Isveççede Finlandiya anlamına gelen Finîand kelimesi, Fenr yaşadığı bölgeyi gösteriyordu; Latince olan Fenni ismi, Tacitus fından büyük olasılıkla Laponlar’a verilmişti; Laponlar, dağın şekilde şimdiki Finlandiya topraklarına yerleşmişlerdi. Fenni ke si â finna («bulmak», «keşfetmek») fiilinden gelip, toplayıcılar ^ cılar gibi «arayıcılar»a, başka bîr deyişle göçebelere denmiş ol. Şimdiki Finlilere gelecek olursak, onlar ülkelerini Suomi olarak a dırmaktadırlar; bu kelimenin suomaa (bataklık) kelimesiyle bs tısı olabilir: buna göre, geniş anlamda, bu kelime «bataklıklar ül anlamındadır.LANDİYA

Demiryolu Doruk 1/8 634 000 50 100 150 km
Metre
2 000 Metre
1 000 0
500 f—2— 200
200 2 000

>kyanusu’nun söz konusu suları da, Baltık Denizi’nin aracı-îptığı Meksika Körfezi akıntısıyla ısınmaktadır. Ülkenin bü-jlarak çok az sayıda yüksekliğe sahip olması olumlu diğer tkendir.

kenin, kutup cephesi düzen bozukluklarının en kuzeyde bu-ı yörüngelerdeki konumu nedeniyle hâkim olan batı ve gü-ıatı rüzgârları önemli yağış (başta fırtınalı yaz sağanakları ol-üzere)getirir; söz konusu yağışlar ülkenin güney bölümüne r (Helsinki’de 647 mm). Yağışlar kuzeye doğru gidildikçe bü-aranda azalır (Laponya’da yıllık 350 mm). Kuzey rüzgârları-tkisiyle, kış boyunca büyük miktarda kar yağışı görülür; ilk-rda, karların eriyen suları gölleri birbirine bağlayan ve keres-mruklannın suyun akıntısına salınarak taşınmasını sağlayan sulara büyük debi sağlar.

tki örtüsüne, ülkenin yüzde 57’sini kaplayan, kozalaklılar-Dİuşmuş kuzey ormanları hâkimdir. Reçinelilerin en yaygın çeşitleri çam ve ladindir; aynı zamanda yayvan yapraklı [ar da bulunmaktadır; yayvan yapraklıların en önemlisi huş Ldır ve özellikle tundra sınırında görülür. Finlandiya ayrıca, ik bir bataklık ve turbalık ülkesidir; bu bitki örtüsü ülkenin ışık yüzde 30’unu kaplamaktadır.

EŞERÎ VE İKTİSADÎ COĞRAFYA

ılandiya’nin nüfusu 5 milyon dolayındadır ve ortalama nü-oğunluğu yaklaşık km2’ye 15 kişi kadardır. Ancak güney bö-eriyle diğer bölgeler arasında büyük karşıtlıklar görülür: nü-ı aşağı yukarı dörtte biri, yüzölçümünün yüzde 3’ü üzerin-
Helsinki’de kış. Kış mevsimi boyunca Helsinki’de sıcaklıklar -3 °C ila -30 °C arasında değişir. Denizin donması, Botni Körfezi limanlannın aralık ayından itibaren kapanmasına yol açar; Finlandiya Körfezi’nde bulunan limanlarsa, aynı nedenlerden dolayı iki ay sonra kapanır.
de, Uusimaa bölgesinde (İsveççede Nyland) Helsinki’ninki de dahil, yaşar; buna karşılık, ülkenin yarısını kaplayan Oulu (İsveççede Uleaborg) ve Lappi (Laponya) bölgeleri, nüfusun ancak sekizde birini barındırmaktadır.

Nüfus

1955 yılına kadar nüfus güçlü doğal bir artışla kendini göstermekteydi; ancak bu arada, 1910-1915 arasında gerçekleşen okyanus ötesi göç ve 1945’te başlayarak İsveç’e yapılan gidişler göz önünde bulundurulmalıdır. 1955’ten sonra doğurganlık azalmış ve 1990’da bir kadın başına 1,7 çocuk oranına düşmüştür. Kentsel nüfus, tüm kuzey ülkelerinin içinde en düşük orandadır (% 62). Helsinki metropolitan alanı 1991’de, toplam nüfusun yüzde 17’sini oluşturan 827 000 kişiyi barındırıyordu. İsveç hâkimiyetinin mirasını taşıyan bu şehir çok merkeziyetçi bir ülkenin siyasî, yönetim ve kültür başkentidir. İkinci büyük şehri Tampere (172 000 kişi), güçlü bir sanayi şehridir. 159 469 kişilik nüfusuyla Turku, İsveç Finlandiyası’nın eski başkentidir. Turku, diğerlerine göre daha uzun süre buzlarla kaplanmayan bir limandan yararlanmaktadır; bu şehir önemli bir sanayi ve ticaret merkezidir ve İsveç’e giden önemli transit noktalarından birini oluşturur. Kuzeyin başlıca şehri Oulu’da 100 000 kişi bulunmaktadır.

Enerji kaynaklan

Finlandiya, diğer kuzey ülkelerine göre daha düşük bir hidrolik potansiyele sahiptir. En büyük enerji kapasitesinin kuzeyde bulunmasına rağmen, Kemi ağının göl sayısı yetersizdir (yapay göletler oluşturmak gerekmiştir). Güneyde enerji talebi büyüktür; buna bağlı olarak hidroelektrik üretim azdır; bunun nedeni, büyük boşaltma kanallarıyla donatılmış olmalarına rağmen göllerin fazla derin olmamasıdır. Termik santrallar için bütünüyle kömür ve petrol ithalatına bağımlı olan Finlandiya, Loviisa ve Olkiluo-to’da iki nükleer santral kurmuştur.

Tarım

Tarım ve orman işletimi 1990 yılında, aktif nüfusun yüzde 9’u-nu istihdam ediyordu. Doğal şardarın pek elverişli olmamasına rağmen, tarım alanı (1990 yılında, 2 544 000 ha ekilebilir alan), Danimarka’nın tarım alanıyla aynı büyüklüktedir. Tahıllardan elde edilen verim gözle görülür bir gelişme göstermiştir: 1950 yılında 1,65 t/ha olan buğday verimi (1 250 000 ha buğday tarlası), 1990 yılında 3,48 t/ha’ya ulaşmıştır. Finlandiya ayrıca, tahıl ihracatçısı durumuna da gelmiştir. Biçilen otlaklar ve yemlik bitki tarlaları 682 000 ha’lık bir alanı kaplar. Hayvancılık, kırk yıldan bu yana büyük ölçüde gelişmiştir. Eskiden köylünün sadık arkadaşı olan at, neredeyse tümüyle ortadan kaybolmuştur. Sığır ve koyun sürüleri büyük ölçüde azalmıştır. Yalnızca domuz sürüleri önemli bir gelişme göstermiştir.

Finlandiya, uzun yıllar boyunca küçük işletmeciler ülkesi oldu. Geç gerçekleşen tarım reformu (1920) bir kısım köylülerin yurtlarım terk edip, Kuzey Amerika’ya yerleşmelerini engelleyememiştir. 1940 ve 1944-1945 yıllarında FinlandiyalIlar boş ve çoğunlukla verimsiz olan alanlarda mültecileri kabul etmek zorunda kaldılar; SSCB tarafından toprakları ilhak edilen Karelyalılar bunların başında gelir. 1950’li yıllardan itibaren, Avrupa’da da görüldüğü gibi Finlandiya tarım işletmelerinin sayısında büyük bir düşüş (yaklaşık üçte biri) yaşadı. Aynı zamanda, ürünlerin dağılımında bir uzmanlık kendini gösterdi: güneyin killi zengin ovaları zamanla, çoğunlukla hayvancılığın yapılmadığı işletmelerle büyük tarla tarımına ayrıldı; Botni Körfezi’nin doğusundaysa özellikle süt ve et sığırı üretimi yaygınlık kazandı.

Ormancılık

Özel kişiler en başta köylüler orman işletmeciliğine ait toprakların (26 000 000 ha) yüzde 55’ini ellerinde bulundurmaktadır; buna karşılık olarak, devlet ormanların yüzde 32,3’ünü, özel şirketler yüzde 7,6’sını işletmektedir. Fakat verimli ormanlar (kapasitesi en az 1 m3/ha/yıl), ancak 20 000 000 ha kadardır. Kullanıma dikili ağaç (odun) stoku (1 757 000 000 m3) ve yıllık ağaç büyümesi (73 000 000 m ) göz önünde bulundurulduğunda, odun üretimi (1990 yılında 42 900 000 m3) ihtiyatlı ve mantıklı görülebilir. Orman ve odun işletmeciliğinde ürün dağılımı şöyledir: kâğıt hamuru (% 50), kereste (% 34) ve yakacak odun (% 6).
Rengeyiği yetiştiriciliği. Finlandiya, yan evcil bu hayvandan birçok sürüye sahiptir.
TARIM

(1993)
Ürünler ve üretim
miktarları (Milyon ton)
arpa 1,61
buğday 0,34
kereste 40 Mm3
patates 0,75
Süt 2,24
tereyağı 0,05
yulaf 1,11
Hayvancılık (1993)
(Milyon baş)
domuz 1,30
rengeyiği 0,34
sığır 1,23
balıkçılık (1993) 97 391 t
SANAYİ

(1993)

Çelik 3 256 0001

çimonto 875 000 t

dökme demir 2 500 0001

gazete kâğıdı 1 424 000 t

gemi yapımı 1 354 000 Dwt

kâğıt 9 200 0001

MADEN VE ENERJİ KAYNAKLARI

(1993)

Bakır (metal) 1 540 000 t çinko (metal) 170 0001

kobalt 2 2001

krom (cevher) 85 000 t

nikel (metal) 15 0001

BAŞLICA İHRAÇ ÜRÜNLERİ

(1993)

(% olarak)

Metal ürünleri ve makineler 42,4

kâğıt ve kâğıt ürünleri 38 ağaç ürünleri

(mobilya dahil) 10,3
Gittikçe artan uzmanlaşma ve makineleşme, orman işletmeciliğinde geçmişte yalnızca bir mevsim devam eden çalışma şartlarını büyük ölçüde geliştirmiştir. İsveç’te olduğu gibi, buradaki orman işletmeciliği de kuzey ormanlarının bir dereceye kadar türdeş oluşumu ve kar üzerinde gerçekleşen geleneksel taşıma ve göllerden yararlanılan olağanüstü bir taşıma sistemi kullanma imkânlarıyla kolaylaştırılmıştır. Irmak ağızlarında Kotka, Pori ve Kemi gibi limanlar bulunmaktadır. 1945’ten itibaren odun tüketiminde görülen sınaî artış, Rusya’dan ithalat yapılmasına yol açmıştır.

Sanayi

ikinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, değişik biçimlerde gelişen odun ve kereste sanayii, ihracatın yüzde 80’inden fazlasını gerçekleştirmiştir. Mal olarak yapılan teslimler (üretim malları, donanım ve tüketim malları) SSCB’ye verilen savaş tazminatları nedeniyle, 1945 sonra yeni bir sanayinin oluşmasını teşvik etmiştir. Bununla birlikte, ağaçların işlenilmesiyle elde edilen ürünlerden oluşan sektör halen önemli bir yer tutmaktadır; ancak bununla birlikte, günümüzde, metalürji sanayii de söz konusu sektörle aynı önemi taşımaktadır.

Yüksek tenörlü demir cevherinin olmaması demir-çelik sanayiinin hızlı gelişimini engellemiştir. Metalürji ve imalat sanayii her üç işçiden birini istihdam etmekte ve ihracatın üçte birini sağlamaktadır. Söz konusu sanayiler, odun işleme makineleri, gemi yapımı (buzkıran tekneler) ve kuyu açma makineleri imalatı bakımından uluslararası alanda büyük ün kazanmışlardır. Finlandiya, kablo (Nokia) ve asansör (Kone) alanlarında lider durumdadır. Kimya sanayii ihracata yönelmiş, bu arada, daha eskilerde kurulmuş olan tekstil sanayii, Helsinki’nin kuzeybatısında bulunan Tampere çağlayanlarının kullanılmasıyla canlanmıştır.
Helsinki, 1812’den beri ülkenin başkentidir; bu şehir Baltık Denizi’nin en büyük limanlanndan biri ve önemli sanayi merkezidir. Finlandiya daima Doğu ile Batı arasında «köprü» görevini üslenmiştir; bu ülke, kuzey ülkelerinin en doğuda ve İskandinav ülkelerinin en az güneyde olanıdır.
Ticaret

Ülke ormanldan başka çok doğal kaynaklara ve kısıtlı bir iç pazara sahip olduğundan uluslararası ticaret hayatî bir önem taşımaktadır. Odunun işlenmesiyle elde edilen ürünlerin satışı ihracata hâkimdir; diğer yandan hammadde (diğerleri arasında, hid-rokarbür ve petrol ürünleri olmak üzere) ve üretim malları ithalatı dış ticaret dengesinde ağır basmaktadır (1990 yılında, ithalatın yüzde 53,8’i). İhracatın üçte ikisi Batı Avrupa ülkelerine yönelik olarak yapılmaktadır; yapılan bu ihracatın yüzde 20’si EFTA (Avrupa Serbest Mübadele Birliği) ülkelerine gerçekleştirilmektedir. İsveç, Finlandiya’nın satışlarının yüzde 14’ünü gerçekleştirir ve aynı yüzdelik oram ithalatında da gösterir. Eskiden «sosyalist» diye adlandırılan ülkeler, 1990’da ihracatın yüzde 16’sını oluşturmaktaydı; aralık 1991’de Mihail Sergeyeviç Gorbaçov’un düşmesinden önce, Finlandiya’nın ihracatının yüzde 15’ini yapan SSCB alımları, bu tarihten sonra önemli ölçüde azalmıştır.
Bir feribotun yüklenişi. Uzun süre ağırlıklı bir rol oynayan deniz taşımacılığı, yapımında Finlandiya’nın başta geldiği buz kırma gemilerinin kullanımını zorunlu kılmıştır; ancak daha sonralan deniz taşımacılığı karayoluyla rekabet içine girmiştir.

TARİH

Finlandiya’nın oluşmasında iki özellik göze çarpar: Fini lılarm ülkenin büyük bölümüne kendilerine kabul ettirdi nik ve dilbilim özgünlüklerinin sürekliliği ve bağımsıztği görülen gecikme (1917).

Nüfus kökenleri

Tacitus tarafından «Fenni» adı altında betimlenen Ls Hıristiyanlık çağından önceki yüzyıllarda,bugünkü Fin. topraklarına geldiler. Bunlar, özellikle balıkçılık ve a. (vahşî rengeyiği) geçiniyorlardı. Laponlar yavaş yavaş doğru çekildiler; onların çekilişlerine, Finlandiya Kcr: güney kıyılarından gelen Finli küçük göçebe toplulukla: ğudan, Karelya kıstağı ve Ladoga Gölü’nün kuzeyindi gelerden gelenler neden oldu. Mevcudu az olan bu ks ülkeye yayılan Lapon klanlarının lehçesine benzeyen r: lehçelerini kullanıyorlardı. Laponların tersine, Finliler dan tarla açarak yapılan tarıma ve hayvancılığa dayal: çim yolu benimsediler. Ülkeye yavaş bir şekilde sızmak ristiyanlık çağının başlarına doğru başlamış ve MS \T kadar devam etmiştir.

Batıdan gelen İsveçli Vikingler, Ahvenanmaa Takıms yerleştiler; söz konusu bu adalar, 1000 yıllarında Danimz: alanında yer almaktaydı. Nyland’m kıyılarında Botni Kcr doğusunda gerçek bir İsveç sömürgeciliği ancak XIII. yy r rında görüldü. Önceleri, 1155’te Aziz Erik, Finlandiya’ya -lı Seferini düzenledi. Soylulardan ve memurlardan oluşar nıfın hâkim olduğu İsveç kökenli nüfus Finlandiya’ya, c kıyı bölgelerine yerleşti.

İsveç etkisi

Güneydoğudan gelen Ruslar, İsveçlilerin içeri sızm karşı gelmeye kalkıştılar. Bunlar, aynı zamanda, XIII. yunca, daha sonraları Katolikliğe döndürülecek olan ■. bir bölümünü elde etmeyi başardılar. Üç yüzyıl boyun se ülkeye egemen oldu; bu sırada İsveç kralı kuvvetlen: Bir dizi çatışmadan sonra gerçekleşen Pahkinasaari An: sı’yla (1323), Novgorod Ruslarıyla İsveç Fınlandiyası a: sınır belirlendi. Finlandiya, İsveç egemenliği altına g:rc lece İsveç, Finlandiya’nın liman ve ticaret merkezlerim: timini ele geçiriyordu. 1397’den 1523’e kadar, egemer: tında bulunduğu İsveç’le birlikte Finlandiya, Kalmar Bir. denetimi altına girdi.

Yeni bir İsveç hanedanının yaratıcısı olan I. Gustaf Vasa 1560) döneminde, Protestan Luthercilik Reformu Finiar.: geldi. Ülke, İsveç düklüğü haline geldi ve 1581’de grandük recesine erişti. XVII. yy’da mudak monarşiye doğru gerçs eğilimle, Finlandiya hükümeti Stockholm’ü merkez olar; landı. İsveç dilinin kullanılması teşvik edildi.

XVIII. yy’a kadar, İsveç ve Rusya arasında gerçekleşen çatışmalar, doğu sınırının birçok defa değiştiği Finlandiya : larında gerçekleşti. Stolbova Antlaşması’ndan sonra (16 nin güneydoğu topraklarının büyük bölümünün Ruslara • masına kadar (1743) olan dönemde Finlandiya, en geniş te ra erişti. FinlandiyalIlar giderek, İsveçlilerin bu zamandan Rusların gözlerini diktikleri ülkelerini savunmaya yeteri: dıkları kanısına kapıldılar.
FİNLANDİYA
koruyuculuğu

Aleksandr Finlandiya’yı tümüyle ele geçirince, Finlandi-reç’le olan birliğine kaçınılmaz bir darbe vuruldu. Çar I. r, bu İskandinav ülkesiyle kendi imparatorluğu arasında k rejimi kurdu ve Finlandiya’nın grandükü oldu. Çar I. r, İsveç hâkimiyeti sırasında kurulmuş olan Finlandiya yö-tanıdı. Bu sırada Finlandiya’nın bir halk temsilcileri mecli-atosu ve oldukça geniş özerkliğe sahip bir yönetimi vardı, iiya’mn İsveç’le olan birlik bağlantısı XVIII. yy’dan itiba-ladı: bunun nedeni Ruslara karşı yapılan zorlu savaşlar ve lu sınıfı ve FinlandiyalI köylü nüfus arasındaki büyük ay-ylu sınıfına ve Rus denetimine karşı millî bir hareket da-.arı doğacaktı). Çar II. Aleksandr (1855-1881), İsveççeyle sra sahip olmak üzere Fincenin tanınmasını amaçlayan öntemler önererek gerilimi azaltmayı denedi.

ındiya’nm bağımsızlığı

da gerçekleşen Rus Devrimi’nin hemen ardından, Finlandi-ğımsızlığı ilan edildi (6 aralık 1917); bu bağımsızlığı Bolşe-î, Fransa, Almanya ve İsveç tanıdı. Kısa süren acımasız bir ,ağcı kuvvetleri oluşturan «Beyazlar» (asiller, burjuvalar ve öylüler) ile «Kızıllar»ı, (sosyal demokratlar, işçiler, yoksul karşı karşıya getirdi. Almanlar tarafından desteklenen «Be-îolşevik Rus ordularıyla birleşmiş olan «Kızıllar»ı yendiler, imzalanan Tartu Antlaşması, Rusya’yla olan doğu sınınnı ve Finlandiya’nın, Petsamo topraklarıyla Kuzey Buz Demişini sağladı. 1921’de, Miileder Cemiyeti, İsveç’in verilme-ı çıktığı Ahvenanmaa Adaları’nı Finlandiya’ya verdi. Fince .arla (büyük çoğunluk), İsveççe konuşanlar arasında dil ko-ortaya çıkan tartışma iki savaş arası döneminde önemli bir :un oldu.

yasetinde, 1920’den sonra Sovyet komşusuna karşı çe-avranan Finlandiya, 1935’te Kuzey Avrupa politikasının ğını benimsedi. Finlandiya, Sen-Petersburg’ungüvenliği-nayı amaçlayan, sınırların yeniden gözden geçirilme ta-ri çevirdi. SSCB Finlandiya’ya 1939 sonbaharında saldırış savaşı», üç buçuk ay sürdü ve Moskova Antlaşması’nın masıyla (mart 1940) son buldu; bu andaşmaya göre, Fin-nm güneydoğusunda bulunan önemli topraklar (Karelya) bırakıldı. Haziran 1941’de III. Reich SSCB’ye saldırdı-nlandiya Alman ordularının yanında savaşa girdi. Ancak, zanılan başarıların ardından, yenildiğini kabul etmek zo-ıldı. Finlandiya, Eylül 1944 ateşkesi uyarınca, 1940 yılm-ınierden daha büyük toprakların Sovyetlere bırakılması-vaş tazminadarını ödemeyi kabul etti. Paris Antlaşması 3U şartları resmî olarak doğruladı: Karelya’nın, Salla ve 3’nun bırakılması.

daş Finlandiya

ten itibaren Finlandiya, Moskova’yla içinde bulunduğu korumak amacıyla dışarıya karşı çok temkinli bir ticaret >ı izlemektedir. Finlandiya, 1956 yılında Kuzey Ülkeleri ‘ne üye olmuş ve 1961 yılında Avrupa Serbest Mübadele e (EFTA) bağlı bir üye haline gelmiştir: SSCB’nin yıkılışı, : Avrupa Topluluğu ülkelerine doğru gerçekleşmek üzere n % 51’i; ithalatın % 46’sı), ticarî akımların yeniden yön-nesine yol açtı açmış, 1987’den 1992’ye kadar, Mosko-apılan mübadele beşte bir oranında azalmıştır. Onikiler e katılabilmeyi beklerken ve Avrupa Serbest Mübadele e üye olmaya bel bağlamışken Finlandiya, Avrupa Toplu-birlikte Avrupa Ekonomik Alanı’m oluşturmuştur. (370 kişilik geniş bir pazar). Ancak, 1980’li yılların bolluğu ar-Finlandiya’nın gelirleri azaldı ve yüksek işsizlik oranı or-mıştır. (% 15).

PLUM

’le uzun süren birleşme, diğer İskandinav ülkeleriyle dai-î sıkı ilişkilerde bulunma ve bununla birlikte, aynı Luther-ebe ait olma yalnızca büyük ölçüde siyasî kurumlan etki-kalmamış, Finlandiya toplumunda ve kültüründe de ken-termiştir. Kişi başına düşen gelirin, dünyadaki en yüksek la olduğu Finlandiya, bütçesinin yüzde 20’sini sosyal gü-ayırmaktadır.

m. Öğrenim yedi yaşından başlayarak zorunludur ve do-sürer. «Temel öğretim» okulları, beslenme ve sağlık hiz-parasızdır. «Orta dereceli öğrenim», çoğu öğrencinin ge-öğrenimini seçmesine olanak sağlar; söz konusu okul is-
ter özel ister meslek lisesi olsun, üç yıllık çalışma dönemi olgunluk sınavıyla (bakalorya) bitirilmektedir. Öğrenciler, 17 üniversite veya teknik yüksekokulunda ve üç güzel sanatlar okulunda öğrenim görmektedir.

Din. I. Gustaf Vasa’dan itibaren, Finlandiya Lutherci Reform’u benimsemiştir. Nüfusun yaklaşık yüzde 90’ım bir araya getiren Lutherci Protestan Kilisesi, Devlet Kilisesi statüsünden yararlanmaktadır. Nüfusun yüzde 1 ’ini kapsayan Ortodoks Kilisesi, kültürel yaşamda yine de önemli rol oynamıştır.

KÜLTÜR VE UYGARLIK

Diller. Finlandiya’da Fince-İsveççe resmî ikidillilik görülür ve güçlü bir Lapon azınlığı söz konusudur. Vikingler tarafından getirilen Germen dili İsveççe, FinlandiyalIların yüzde 6’sı tarafından konuşulmaktadır. Uzun süre ayrımcılıkların kurbanı olan Fince, 1860 yıllarından itibaren özel bir statü kazanmış ve İsveççenin yanında tanımını 1903’lerde gerçekleştirmiştir.

Edebiyat. Fince, ancak XVI. yy’da yazılı dile girdi; bu yüzyılda piskopos Mikael Agricola (1510-1557) Yeni Ahit çevirisini yaptı. Üzün zaman boyunca, kitaplar yalnızca din konusunda yazıldı; XIX. yy’a kadar yazarlar, duygularını İsveççe dile getirdiler. Başlıca gelişme, Fince yapılan edebiyatın kurucusu olan Elias Lön-nrot’un (1802-1884), sözlü epik şiirleri derlemesi ve bunları «Ka-levala» adı altında yayımlamasıydı (1835). Roman türü 1870’te yayımlanan, Aleksis Kivi’nin (1834-1872) şaheseri «Yedi Kardeş» (Seitseman Veljesta, 1870) ve Eino Leino’nun (1878-1926) yeniro-mantizm akımındaki şiiridir. 1939’da Nobel Ödülü’nü alan Frans Eemil Sillanpaa (1888-1964), eserinde doğa ve insanoğlu arasındaki bağları dile getirdi. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra, tarihî romanlarıyla (özellikle Mısırlı Sittuhe [Sinuhe Egyptilainen], 1945) Mika Waltari (1908-1979) ve İkinci Dünya Savaşı’nı işleyen eseriyle («MeçhulAskerler» [Tuntematon Sotilas] 1954) Vainö Lin-na uluslararası ün kazandı.
Seinajoki Belediye Sarayı, modem mimarinin büyük ustalanndan olan AlvarAalto tarafından 1963-1965 yıllan arasında yapılmıştır.
Sanat ve mimarî. İzlenimcilerden etkilenen Albert Edelfelt (1854-1905) ve «millî bir romantizm» üslubunu geliştirmek için Kalevala’nın temalarından esinlenen Akseli Gallen-Kallela (1865-1931), dışarıda tanınan ilk ressamlardandır. Eero Jarnefelt (1863-1937) toplumdaki sınıfların yaşam şartlarının zorluğunu ortaya koymuş ve Hugo Simbert (1837-1917) simgecilik akımının başlıca temsilcilerinden biri olarak kendini göstermiştir. İzlenimcilik akımı, Kasım Grubu’nun Tyko Konstantin Sallinen (1879-1955) ve Helena Schjerfbeck (1862-1946) adlı temsilcileri tarafından göklere çıkarılmıştır.

Heykelcilikte Aleksis Kivi ve Paavo Nurmi’yi ölümsüzleştiren Vainö Aaltonen (1894-1966) ve Helsinki’de, Mareşal Mannerhe-im’ı at üstünde gösteren heykelin yaratıcısı Aimo Tukiainen önde gelen isimlerdendir. Eila Hiltunen ve Laila Pullinen gibi birçok kadın sanatçı kesin sanat anlayışlarıyla kendilerini göstermişlerdir. Soyut eğilimleriyle tanınan Kain Tapper ve Mauno Hartman, sanatlarına araç olarak ağaç işlerini seçmişlerdir.

Finlandiya mimarîsinin tanınmış ustası Alvar Aalto (1898-

1976), hem şehir planlamacı, hem dekoratör, hem de Finlandiya’yı simgeleyen uygulamalı sanat eserlerinin yaratıcısıdır. □
llmarinen’in demirci ocağı. Ressam Akseli Gallen-Kallela tarafından « Kalevala»nın efsanevî karakteri olarak çizilmiştir.
AYRICA BAKINIZ

– IB.ANSM Arktika

– l Avrupa

► IB.AN5Lİ Danimarka

– |B-ANSLi İskandinavya

– IB.ANSLI İsveç

– [b-ansli Norveç

– IB.MSD ormancılık

► 1B.AN5LI Rusya

– Muşu Sovyetler Birliği
FİYAT

Fiyatların oluşumu, XVIII. yy’m sonundan beri, liberal iktisatçıların uğraştıkları konuların merkezinde yer almaktadır. Gerçekten de rekabet ortamında malların fiyatları birçok parametreye bağlı olarak değişmektedir. İşte, ekonomi kuramının aydınlatmaya çalıştığı, bu parametreler ve bunların işleme kurallarıdır.
Açık artırmayla satış: bir tellalın yönettiği bu satış türü, ancak tam rekabet durumunda ve piyasa mutlak şeffaf olduğunda varolan Walrasçı fiyat oluşum kuramının kusursuz bir örneğidir.
Fiyat bir malın değerini gösteren bir sayıdır. Genel olarak bu değer para birimleriyle ifade edilir. Ekonomi biliminin temel hedeflerinden biri fiyatların oluşumunu ve bunun üretim, ticaret ve refah üzerindeki sonuçlarını açıklamaktadır. Ekonomistler uzun süre birçok fiyat kavramı ayırt etmişlerdir. 1776’da yayımlanan Ulusların Zenginliği’nin (An înquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations) yazarı olan Adam Smith’e göre, iki tür fiyat vardır: «doğal» fiyatlar ve piyasa fiyatları. Doğal fiyat bir malın, ücrederin (emek maliyeti), toprak rantının (toprak maliyeti) ve kârların (sermaye maliyeti) değerlerini kapsayan üretim maliyeti tarafından belirlenir: bu, «gerçek» fiyat olarak malın «nesnel» değerini yansıtır. Buna karşılık, piyasa fiyatı, talebe bağlıdır: doğal fiyattaki değişmelere uyarak bunun çevresinde dolaşır. Fiyadarın oluşumuna ilişkin bu ikili kuram, yüz yılı aşkın bir süre boyunca ekonomi kuramına egemen olmuştur. Bu kurama, David Ricardo [«Siyasî Ekonominin ve Vergilendirmenin İlkeleri» (Principles of Poli-tical Economy and Taxation, 1817)] kadar Kari Marx’ın (Kapital, Cilt I, 1867) yazılarında da rastlanır.

Bununla birlikte, XIX. yy’ın sonunda, Ingiliz William Stanley Jevons, AvusturyalI Cari Menger ve Fransız Leon Walras tarafından başlatılan marjinalist devrim, birleşik bir fiyat oluşum kuramı önerir. Jevons, Menger ve Walras, artık, bir malın nesnel değerini açıklamaya değil, göreli fiyadarın nasıl oluştuğunu anlamaya çalışırlar. Daha kaba bir biçimde, marjinalisderin bir portakalın nesnel değeriyle değil, sadece bir portakalın iki veya üç elma etmesi olgusuyla ilgilendikleri söylenebilir. Marjinalisder bu soruyu, yetersizlikleri nedeniyle uzun süre fiyat kuramının doğruluğunu sınırlayan cevaplar getirmişlerdir.
Oligopolcü bir piyasa örneği. Oyun bilgisayarlan ve bilişim malzemeleri, eksik rekabet durumunda fiyatiann oluşmasını örneklemektedir: kararlan birbirine bağımlı olan birkaç büyük işletme, stratejik yalıtılmıştık durumundaki çok sayıda satıcının karşısında durmaktadır.
TAM REKABET KOŞULLARINDA FİYATLARIN OLUŞMASI

Göreli fiyadarın oluşumunu açıklamak için ticarî mübadelenin nasıl cereyan ettiğini gösteren bir tasarıma ihtiyaç vardır.

Walras modeli. Leon Walras «Salt İktisadın Öğeleri» (Ele-ments d’economie pure, 1874-77) adlı kitabında, bireylerin son derece kesin kurallara uyarak ve pasif bir biçimde, belli fiyadar üzerinden mübadele yaptıkları kuramsal bir piyasa modeli önermiştir. Walrasçı bir piyasada fiyat (mesela, bir kilo portakalın fiyatı) bir müzayede memuru tarafından ilan edilir. Ticari muhataplar (satıcılar ve alıcılar), böylece, ilan edilen fiyatı kabul ederler veya etmezler: bunlara, fiyat «alıcıları» denir. Aslında, her bi-
reyin piyasanın bütününe göre göz ardı edilebilir bir cne: dır: ancak kendi talebinin veya kendi arzının miktarın: dSj rek fiyat üzerinde, etkide bulunabilir. Tellal veya müzaya. muru sınama yoluyla fiyat belirler: önce bir fiyat ilan eder muhataplar, buna göre, arz ve taleplerini ona bildirirler bzz şalimizde şu kadar kilo portakal); artırmacı bunları karşij tan sonra, eğer talep arzdan büyükse daha yüksek, ters: : daysa daha düşük yeni bir fiyat önerir. Bu süreç, mümfc:: zedilen portakal miktarı talep edilen portakal miktarına eş ne kadar devam eder. Bu sınamalar sırasında hiçbir mük: maz, muhataplar, ilan edilen fiyadarda arz ve taleplerim r rine iletmekle yetinirler. Mübadele ancak arz talebe eşit cl; da gerçekleşir; bu beklenirken, bütün mallar bir takas odaî tarılır.

Walras’ın modeli, ancak dört koşulun bir araya gelmesr. şılan soyut bir rekabet durumunu temsil etmektedir. Bu k: dan birincisi, katılanların atomsallığı koşuludur: piyasa, tek kendi talebi veya bireysel arzıyla toplam mübadele hacrr-r leme gücüne sahip olmayan çok sayıda alıcıyı ve satıcıyı maktadır. İkincisi, ürünlerin homojenliği koşuludur, ticarî s: plar, kesinlikle özdeş malları mübadele ederler; öyle ki, alı: tıcının kimliğiyle ilgilenmezler; bu, her ürün türü için b:r olduğu anlamına gelir (bir portakal piyasası, bir elma p: vb.). Üçüncüsü, üretici faaliyete serbest giriş tir: bu koşul, sat aralarında rekabeti bozacak bir anlaşma yapmalarını e: Dördüncüsü, piyasanın şeffaflığı dır: ticarî muhataplar, ürür litesi ve fiyatı konusunda eksiksiz bilgilendirilmişlerdir.

Fiyatiann rekabet koşullarında oluşmasının son Tellal, bir ürünün arzı ile talebini eşideyen biricik fiyatı c azami miktarda ürünün olabilecek en düşük fiyattan alın: dığı, piyasanın denge noktasını bulur -gerçekten de, b: önerilen fiyat ortalama üretim maliyetinden daha yüksek dı, yani, kâr perspektifleri sunsaydı, piyasaya yeni üreticıj ve sırf arzı artırdıklarından dolayı fiyatı düşürürlerdi. Bir böylece dengeye geldiğinde, tellalın belirlediği farklı bir t temek hiçbir satıcının çıkarına değildir: daha yüksek bir t terse, rekabetin işlemesi sonucu elenecektir. Dengesizlik! şabilir, ama bunların ardından otomatik olarak dengeye g nülür. Mesela, arzdaki bir artışın ardından bir ürünün fiya tüğünde piyasaya yeni talipler girer; buna paralel olarak an lunanlardan bir bölümü piyasadan çekilir (çünkü bunla: kârlar gerçekleştirememektedirler); bu durumda arz ile tal smda yeni bir denge elde edilir.

Ticarî muhataplar, birçok farklı mal tükettiklerine, üre: ne ve mübadele ettiklerine göre, bir ekonomi birçok piy oluşur. Öte yandan bu piyasalar karşılıklı olarak birbirler ğımlıdır: bir malın fiyatının değişmesi diğer malların fiyada kiler. Leon Walras, adı geçen eserinde, ekonominin karşıt rak birbirine bağımlı, denge durumunda bir piyasalar siste: rak sunulduğu kuramsal bir model geliştirir. Piyasalar ara; karşılıklı bağımlılıkların çokluğu nedeniyle bu genel denge celenmesi son derece karmaşıktır. Bu nedenle, genel deng’ minin başarılı olabilmek için fazlasıyla iddialı olduğuna çok sayıda ekonomist (aralarında, Alfred Marshall da buk tadır) diğer piyasalarla olan karşılıklı bağımlılıkları göz ar rek, tek bir piyasanın işleyişine ilişkin incelemeleri den mekle yetinmeyi tercih etmiştir. Kısmî denge incelemesi anılan böylesi bir inceleme, «diğer her şey eşit olmak koş; muhakeme yürütmeye imkân vermekte ve çoğu durumda denge çerçevesinde bir incelemeye geçmeden önceki zoru aşamayı oluşturmaktadır.

Tam rekabet ortamında genel bir dengenin varolma koş
bir biçimde tanımlayanlar, 1954’te yayımlanan bir makale-e Kenneth Arrow ve Gerard Debreu olmuştur. Görece teknik 3U koşullar, esas olarak, tüketicilerin tercihlerini ve üretici fir-rın teknolojisini ilgilendimıektedir. Arrovv ve Debreu bu son e kısıtlayıcı koşulların yerine gelmesi durumunda, genel den-ci ekonominin kaynakları optimum düzeyde kullanılır. Ekono-ptimum kavramı, tam rekabetin malların bireyler arasında lecek en iyi dağılımım gerçekleştirdiğini, çünkü bu durumda carî muhatabın tatmininin, en azından bir başkasınınkini nadan imkansız olduğunu savunan Vilfredo Pareto tarafın-îmmlanmıştır «Ekonomi Politik Elkitabı» (Manuale d’Econo-’olitica, 1906). Refah ekonomisinin ilk teoremi budur. Arzla ta-ütünü piyasalarda eşitlenmişse, her ticarî muhatabın, diğer muhatapların kararlarını hesaba katmak zorunda kalmadan edilen fiyatların aracılığı dışında) en iyi seçimi yapması gü-; altındadır. Böylelikle, piyasa, Adam Smith’in 1779’da ken-; yüklediği «görünmez el» rolünü başarıyla oynayabilir, alras modelinin sınırlan. Borsa piyasaları, açık artırma pi-arı veya bazı hammadde piyasaları bir yana bırakılırsa, hiç jsuz, piyasaların büyük bölümü Walras modelinin ortaya uğu kurallara göre işlememektedir. Genel olarak herhangi ıllal yoktur ve fiyatlar doğrudan mübadeleye katılan ticarî itaplar tarafından belirlenir.

ırçekte, tam rekabet modeli, piyasaların işleyişinin, etkileri ıkle ölçülebilen bilgi yetersizliklerinin yarattığı sorunları ve nalan göz ardı eden biçimselleştirilmiş bir tasvirini sağla-adır. Walrasçı bir piyasada ticarî muhatapların stratejik ola-irbirinden yalıtılmış olduğu varsayılıp bir ticarî muhatabın ini, doğrudan bir başka muhatabın kararlarına bağımlı değil-ünkü fiyat üzerinde tek başına etkide bulunmak imkânsız-)te yandan, piyasanın var kabul edilen şeffaflığı sayesinde, ı ticari muhataplar, ürünlerin kalitesini ve fiyatları tam ola-ilmektedirler. Bu iki varsayım, piyasaların işleyişinin ortaya şunda önemli sınırlamalar getirmektedir; yakın tarihli çalış-r, fiyatların çatışma koşullarında ve eksiksiz bilgi olmaksızın nasım hesaba katarak bu sınırları aşmaya çalışmışlardır.

KSİK REKABET KOŞULLARINDA İYATLARIN OLUŞUMU

sik rekabet çok çeşitli durumları ilgilendirir: tekel, oligopol, [erin işletmeler tarafından çeşitlendirilmesi, ticarî muhatap-bilgilenmesindeki eksiklikler.

:kel. En aşırı ve incelenmesi en basit durum, çok sayıda alı-tek bir satıcının karşı karşıya geldiği tekel durumudur. Tekel tnunun kuramsal incelemesi, esas olarak, Antoine Augustin not ve Jules Dupuit tarafından XIX. yy’da yapılmıştır. Bu in-leden, tekellerin rekabetçi piyasalardan daha yüksek fiyat-ptadıkları anlaşılmaktadır: Paretocu terimlerle, bunlar daha /gundur; çünkü ekonomideki bütün ticarî muhatapların re-jn optimize edilmesine imkân vermezler.

[igopol. Oligopolcü piyasalar, kararları birbirine bağımlı az sayıda satıcı (bunlar çoğu zaman büyük çaplı işletmeler-■e stratejik yalıtılmışlık durmundaki çok sayıda alıcıyla ayırt : Bu piyasaların incelenmesi, tekelci veya tam rekabetçi pi-arm incelenmesinden çok daha karmaşıktır; çünkü satıcıla-:ratejik seçimler yapmaları gerekir. XIX. yy’da Dournot, Jo-Bertrand ve Francis Edgeworth’un katkıları, tıpkı tekelci bir ;a gibi, oligopolcü piyasanın da, tam rekabet durumunda ge-olanlardan daha yüksek fiyatlar saptadığı sonucuna varılma-ağlamıştır.

8Ö’li yıların başından beri oyun kuramı, oligopolcü piyasalar-ıkabet incelemesinin daha ileri götürülmesini ve fiyatların ımunu açıklamak için satıcıların stratejik değişkenlerinin olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Bu stratejik değişkenler
a priori çok sayıdadır: fiyatlar kadar üretilecek mal miktarlarını, ürünün kalitesini, paketlenmesini, pazarlanmasın!, reklam harcamalarım, üretim tekniklerini, yenilikleri ilgilendirmektedir.

Ürünleri çeşitlendirme stratejisi. Genel kural olarak iki farklı işletme tarafından üretilen ürünler, satıcılar açısından birbirini tam olarak ikame etmez: bir deterjan bir başkasından «daha beyaz yıkar». Bütün tüketiciler, önerilen ürünlerin bir sınıflandırma düzeninde anlaştıklarında dikey çeşitlendirme söz konusudur. Bu durumda en tipik çeşitlendirme ölçütü kalitedir: bütün tüketiciler, her tür maddî değerlendirmenin dışında en kaliteli malları satın almayı tercih ederler. Hiçbir ürün nesnel olarak diğerlerinden daha iyi değilse, ama bazılan belli tüketicilere daha uygun geliyorsa, yatay çeşitlendirme söz konusudur.

Alıcının kendisininkine kolayca ikame edeceği bir ürün yoksa (mesela, mucizeler yaratan bir leke çıkarıcı), satıcı, talebin çok zayıf olması tehlikesiyle karşı karşıya kalmadan, bu ürün için görece yüksek bir fiyat isteyebilir. Böylece, kendisine gerçek bir durum rantı sağlayan, tekelcininkine benzer bir konum elde eder. Öyleyse, ürünlerini çeşitlendirmenin neden işletmelerin çıkarına olduğu gayet iyi görülmektedir; bu stratejik seçimlerin -bunlar, fiyatları etkilemektedir- tam rekabet durumda olup bitenin tersine, toplumsal refahta bir azamîye tekabül etmedikleri de görülmektedir.

Ticari muhataplann bilgilenmesindeki eksiklikler. Alıcılar, satın aldıkları ürünlerin özelliklerini her zaman tam olarak bilmezler. George Akerlof, 1970’te, yarısı iyi durumda, diğer yarısı kötü durumda olan bir ikinci el otomobil piyasasını ele alarak bu sorunu incelemiştir. Her taşıtın durumunu, sadece, bunu alıcılara güvenilir bir biçimde gösteremeyecek olan satıcılar bilmektedir. Aslında, alıcılar, her tacirin ürününün kaliteli olduğunu ilan etmekte çıkarı olduğunu bilmektedir: demek ki satıcıların açıklamalarını hesaba katmamaktadır. Bunun sonucunda, arabalar tek bir F fiyatında el değiştireceklerdir.
Ürünlerin yatay çeşitlenmesi:

bir süpermarketteki yoğurt reyonu. Önerilen ürünler arasında somut bir aynm ölçütü oluşturmak güçtür.
(T

\i
Bu denge fiyatı ne olacaktır (tam bilgilenme durumunda iyi durumdaki arabaların faraza 200 milyon TL’ye, kötü durumdakile-rinse 100 milyon TL’ye satılacağım varsayalım)? Bilgi eksikliği, alıcıların herhangi bir arabaya 200 milyon TL ödemeyi kabul etmeyecekleri anlamına gelir; çünkü alıcılar, arabaların yarısının kötü durumda olduğunu bilmektedirler. Öte yandan, satıcılar, iyi durumdaki arabalarım zararına satmaya yanaşmayacaklarından, 150 milyon TL’lik bir fiyata yalnızca kötü durumdaki arabaların satılacağını da göz ardı etmemektedirler. Bu durumun farkında olan alıcılar, arabalara 100 milyon TL’den fazla ödemeyi reddederler ve bu fiyata yalnızca kötü durumdaki arabalar satılır. Öyleyse, iyi durumdaki arabalar piyasadan uzaklaşacaktır.

Akerlof’un modeli çok sayıda duruma uygulanabilir. Bu model, fiyadarın serbestçe oluşmasının yıkıcı sonuçları olabileceğini göstermektedir: iyi ürünlerin elenmesi, hatta, alışveriş olmaması. Bu bağlamda, bütün veya bir bölüm bilginin ortaya konmasını şart koşan veya kötü kalite malların satışına karşı etkili çözüm yöntemleri geliştiren bir düzenleme, piyasaların işleyişinin düzelmesini sağlar. Bu düzenleme baskısı altında, bugün piyasa ekonomisinde fi-yadarın serbestçe oluşması rekabetteki eksikliklere rağmen, öngörülebilir en az kötü kaynak tahsis süreci olarak görünmektedir. □
Akerlof modeli, ikinci el arabalara uygulanan bu model, alıcılann, ürünler konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığı durumlarda fiyat oluşumunun olumsuz etkilerini göstermektedir.
AYRICA BAKINIZ

—»• IB.AMSU ekonomik planlama —»• |b,msiI enflasyon

—*■ IB.AMSLI işletme —► Ie-ahsli pazar ekonomisi
Sebastien Leclerc’in çizimiyle bir fizik salonu. Fizik, gerçek anlamda, ancak XVIII. yy’da incelenecek olan manyetizma veya kristalografl gibi başka alanlara yayılmadan önce, uzun süre mekanikle sınırlı kaldı.
FİZİK
Bir radyo veya televizyon alıcısı çalıştırıldığında, bir uydu Dünya’nın veya bir başka gezegenin çevresinde yörüngeye oturtulduğunda veya bir lazer ışınıyla ameliyat veya bir delme işlemi yapıldığında, bütün bu teknik uygulamalara imkân veren kavramların, kuramların ve deneylerin ardında, hep fizik vardır. İnsanların doğa olaylarını akılcı bir biçimde anlama çabalan sonucunda doğan fizik, bugün sınırlan neredeyse sonsuza ulaşan bir bilim ve ilgi alanı haline gelmiştir.

FİZİK NEDİR?

«Fizik» kelimesi her şeyin belirli bir düzene bağlı olarak ortaya çıkmasının ve oluşmasının kaynağı olan doğa anlamında Yunanca fisikos kelimesinden gelir.

Günümüzde fizik, en yaygın kabul gören biçimiyle, hareketsiz dünyanın doğrudan veya dolaylı bir şekilde duyusal algılamaya açık nesnelerine ve olaylarına ilişkin bilim dallarının tümünü belirtir.

Modern anlamda fizik, XVII. yy’da, başta Francis Bacon veya Rene Descartes olmak üzere çeşitli bilginlerin yöntembi-limsel fikirleriyle doğdu ve Galilei, Christiaan Huygens ve Isa-ac Newton gibi bilim adamlarının kuram ve uygulamalarıyla yeni bir bilim dalı haline geldi. Deneye ve zihinsel çabaya dayalı olan bu ilk girişimler, genel olarak doğa bilimlerinin mate-matikleştirilmesine yönelik çabaların çerçevesinde yer aldı. Fizikte sadece betimleyici değil, ama aynı zamanda kurucu bir rol oynayan «matematikleştirme» kavramı, doğa olaylarım matematiksel anlaşılırlık alanının içinde yeniden canlandırmaya dayalı bir işlemler bütününü belirtir. Nitekim bu olaylar, nicel yasalara tabidir ve dolayısıyla öngörüyü ve buradan da matematiksel sağduyunun doğanın olayları üzerindeki etkisini sağlayabilir. Diğer yandan, şu veya bu doğal olayın matema-tikleştirilmesi, kurulan teoremlerin, önermelerin ve sonuçların, sıralı bir biçimde sunulması anlamına da gelir. Tümdengelime dayalı bu düşünce sisteminde her önerme bir öncekinden hareketle elde edildiğinden, çeşitli olayların temel önermelerinin yöntemsel bir şekilde sınıflandırılması ve incelenmesi mümkün hale gelir.

Dolayısıyla, fizikteki ilerlemeler, bir yandan gözlem ve deney aletlerinin iyileştirilmesi ve icat edilmesi, diğer yandan zihinsel yaratıcılıkla, mevcut kuramlara yeni matematik yöntemlerinin uygulanması sonucunda gerçekleşmiştir. Bu açıdan, mekanik

XVII. ve XVIII. yy’larda ilk fizik ilkelerinin özgün bir temele oturtulmasında özel bir rol oynamıştır.
Arhimedes, banyosunda.

Ünlü bilgin, meşhur «Eurekal» (buldum) sözünü, kralın isteği üzerine, kraliyet tacının altınına gümüş kanştıran bir madrabazı ortaya çıkarma fırsatını bulduğunda söylemiş olmalıdır: Arhimedes, banyosunu, bir hacim ölçüm aletine dönüştürmüştü.
İÇİNDEKİLER

FİZİK NEDİR? ANTlKÇAĞ’DAN GÜNÜMÜZE FİZİĞİN İZLEDİĞİ YOL
ANTİKÇAĞ’DAN GÜNÜMÜZE, FİZİĞİN İZLEDİĞİ YOL

Çeşitli fizik dalları tarih içinde yavaş yavaş gelişmi yy’m başına kadar özellikle bilinen olgular (boşluk, man; ısı) incelenmiştir. Yeni olguların incelenmesi ve günümi bul edilen anlamıyla yeni bilim dallarının (optik veya r gelişimiyse, ancak XVIII. yy’ın sonundan itibaren (kim’

XIX. yy içinde (termodinamik, elektromanyetizma) gı miştir.

Antikçağ

Bu dönemde bilimsel çalışmalar esas olarak YunanlıL çekleştirildi. Buna karşılık, Ayaltı evrende, yani yalnız ya’da gözlemlenen doğal olaylar incelendiğinden, fizi çok sınırlı kaldı. Aristoteles’in (MÖ IV. yy) temel olar; ettiği kategoriler, dört element (toprak, su, hava, ateş) ve telik (kuru ve nemli, soğuk ve sıcak), modern anlamda olarak görülmeyebilir. Bu Aristotelesçi kozmogonide hareket, hem asal, hem de doğal bir hareket olarak kal yordu. En kusursuz dairesel hareket yıldızların ve gökc nin hareketiydi, oysa, Dünya’da şiddetli ve geçici h; egemendi. Dolayısıyla, fırlatılan bir taşın hareketiyle g lerin hareketi özü gereği birbirinden farklıydı. XVII. yy görevlerinden biri de, Aristotelesçi kozmosu yıkmak yasalarının ve ilkelerinin, tüm evren için geçerli olduğı sürmek oldu.

Mekanik. Bu arada, kaldıraç ve ağırlık merkezleri ku katilar statiği ve suyun yüzen cisimlere uyguladığı itme j sabıyla sıvılar statiği (hidrostatik) üzerine ilk statik çalışms (MÖ III. yy) yaptı. Pnömatik ve boşlukla ilgili deneysel n, MS I. yy’da, İskenderiyeli Heron ile başladı, alerin hareketine ilişkin ilk dinamik yaklaşımlarına Aris-te rastlanır. Ciddî deneylerle desteklenmeyen iddialara jpekülatif bir metodu benimseyen atomcuların (Demok-onra Epikuros ve Lucretius) tersine, Aristoteles’e göre, yoktu. Düşen bir cismin «ivme»si, Dünya’nm merkezine, Dğal yerine yaklaştıkça artıyor ve havanın direncine ters bir «kuvvet»le frenleniyordu. Fırlatılan bir cisim, hava ta-n itilerek belirli bir yörünge izliyordu. Bu görüşler, özel-dilei’yle birlikte gelişen modern dinamik tarafından red-ekti. Gerçi MS VI. yy’da Filoponos, kısmen de olsa Aris-dinamiğini reddetmişti, ama görüşleri ancak XIV. yy’da [aşacaktı.

ik. Antikçağ’da, optik alanında da belirli çalışmalar gerçek-nişti, ancak bunların çoğu, görme ve bakma problemi üze-‘oğunlaşmıştı, buna karşılık, ışığın yapısına ilişkin prob-özellikle, XVII. yy’dan itibaren ele alınacaktı, kim, Epikuros veya Lucretius gibi atomcular, görme olayı-mlerden kaynaklanan ve göze yaklaştıkça boyutları küçü-koninin içinde yer alan bir türüm (imge) aracılığıyla ger-iğini düşünüyorlardı; koninin tabanı cisimde, tepe nokta-özün içinde bulunuyordu. Eukieides veya Ptolemaios gibi, ukta olan diğerleri, daha çok, görsel bir ışının cisimlere mı ve böylece, görmeye imkân verdi|ini düşünüyorlardı, la, kırılma olayına ilişkin ilk incelemeler de yapılmaya baş-en, kuramsal alanda, ışığın doğrusal yayılmasına ve düz-veya küresel bir aynadan yansımasına ilişkin olanlar gibi ısalar da ortaya atıldı.

taçağ

p dünyası. En önemli katkıyı, XI. yy’m başında, özellikle, ilanında İbnülheysem (Alhazen) yaptı; Ibnülheysem, araş-ırmda Ibni Sahl’in, özellikle, kırılmaya yönelik çalışmala-esinlendi ve ışığın düzlemsel ve küresel aynalardan yansısı ilişkin hesaplamalara girişti. Diğer yandan, optik çalışımın yola çıkarak, Arhimedes geometrisinin dışında, cebirde-önemin en son ve en yeni ilerlemelerine imzasını attı. Ay-aranlık oda da Ibnülheysem’in tasarımıydı, kuşuz o dönemlerde henüz kimyadan söz etmek imkân-ama IX. yy’in ikinci yarısında ünlü simyacı Ebubekir Razi, şekilde bilimsel olmayan motivasyonlardan esinlenmiş ol-birlikte, gerçek kimyaya yaklaşan gözlemlere ve deneyledi-

ı. Çoğu zaman metafizik spekülasyonlarla dolu olan bilim-:tim, göz ardı edilecek kadar önemsiz olmasa da, en azın-IV. yy’a kadar oldukça sınırlı kaldı. Bu yüzyıl boyunca, XVI. rII. yy’larm biliminin birçok görünümünün habercisi olan ;örüşler ortaya çıktı: özellikle, daha o dönemde bile deney-ırak nitelenebilecek bir yöntem doğdu. Bu arada, Ortaçağ , tıpkı Ortaçağ’ın Arap dünyası gibi, özellikle, geçmiş bilimi :ye ve özümlemeye çaba gösterdi.

ortamda başlıca bilimsel kültür odakları, XII. yy’da kurulan res okulu, ardından da özellikle XIII. yy’dan itibaren Ital-(Bologna ve Padova) Fransa’da (Paris) ve İngiltere’de (Ox-kurulan üniversiteler oldu.

tetik ve mekanik. Bu alanlarda gerçekleştirilen bilimsel kat-;ok önemlidir; özellikle, fizikî olayların nicelenmesine iliş-

< girişimler bu dallarda görüldü.

I. yy’dan itibaren, Jordanus Nemorarius, aynı anda, hem ■aç ilkesi, hem de eğik düzlemin özellikleriyle ilgilendi, ikle, bir cismin düzlem üzerinden iniş hızı ile bu düzlemin . arasındaki orantıyı inceledi. Modem terimlerle, mekanik orunumu ilkesini ortaya koydu; söz konusu ilkeye göre, bir ğı belli bir yüksekliğe kaldırabilen bir kuvvet, n kat daha >ir ağırlığı, l/n kat daha küçük bir yüksekliğe kaldırabilirdi, yy’da, Albert de Saxe, düşme hızının zamana mı yoksa lığa mı orantılı olduğu konusunda tereddüte düşerek, cisim-düşmesini inceledi (bir ara, Galilei’nin farkında olmadan hı-zaklıkla orantılı olduğunu sanması gibi).

■m dönemde, Jean Buridan, Filoponos’un impetus kuramını len ele aldı ve geliştirdi: Aristoteles’in görüşlerinin tersine, ilan bir cismi hareket ettiren hava değil, söz konusu cisme ngıçta verilen ve zamanla ve havanın direnciyle zayıflaşa da in korumaya devam ettiği «itki» (impuls) idi. Buridan’ın öğ-si Nicole Oresme, graf çizimleriyle analitik geometrinin ha-si olan bir hareket incelemesine girişti: bir harekette, hareke-ayılmasıyla şiddeti arasındaki ayrımı ortaya koydu ve bunu
iki dik eksen üzerinde bir grafla gösterdi. Ama yalnızca iki hareket türü dikkate alınıyordu: düzgün hareket ve düzgün hızlanan hareket. Buridan; düzgün hızlanan harekette cismin belli bir zamanda katettiği yolun, düzgün bir hareket yapan bir cismin, düzgün hızlanan bir hareket yapan cismin başlangıç hızıyla son hızı arasındaki farkın yarısına eşit bir hızda katettiği yolla aynı olduğunu gösterdi. Bu görüşler, cisimlerin düşmesi yasasını matematiksel olarak inceleyen Galilei’yi oldukça etkilemiştir.

Optik. XIII. yy’da, Oxford’da, Robert Grosseteste ve öğrencisi Roger Bacon, çalışmalarım temel olarak Ibnülheysem’e dayandırdılar. İlginç ayna ve mercek kombinasyonları geliştirdiler. Aynı dönemde, yine İbnülheysem’den etkilenen PolonyalI keşiş Wite-lo’nun eseri, özellikle, kmlma açıları ölçümleriyle daha önemlidir.

Manyetizma. XIII. yy’da, «kutup» kelimesini literatüre kazandıran Maricourt’lu Pierre Pelerin, özgün gözlemlerde bulundu. Pelerin, manyetik kutupları coğrafî kutuplardan ayırt etti, zıt iki kutbun birbirini çekme ve özdeş iki kutbun birbirini itme kuralım açıkladı, kırılmış ve yeniden kaynak yapılmış mıknatıs deneyini gerçekleştirdi. Diğer yandan, pusula iğnesinin yönelmesine ilişkin çeşitli kuramsal düşünceler ortaya attı.

Rönesans dönemi

XV. ve XVI. yy’ları kapsayan Rönesans dönemi, bilim tarihi açısından XVII. yy’m ilk yirmi yılma kadar uzamr.

Mekanik. Ortaçağ’da geliştirilen yaklaşımlar, özellikle, Giovanni Battista Benedetti sayesinde, Galilei dinamiğine doğru ilerledi; Benedetti, XVI. yy’ın ortasında, Aristoteles’e karşı çıkarak, boşluğun varlığım ileri sürdü ve cisimlerin düşmesinin, aym ağırlıktaki cisimlerin aynı yoğunluğa sahip olmaları koşuluyla (işte burada, Galilei’den ayrılıyordu), ağırlıklarından bağımsız bir hızla gerçekleştiğini savundu. Benedetti, düşmenin yavaşlamasının analizi üzerinde olduğu gibi, bir durum olarak değil de, bir değişim olarak göz önüne alınan hareketin hâlâ geleneksel olan yorumunda da, hareketin gelecekteki Galileici biliminin berisinde kaldı.

Statikte, bu dönemde gerçekleştirilen en önemli ilerleme hidrostatik alamnda oldu. Yönteminin tarzı nedeniyle yeni Arhimedes olarak kabul edilen Simon Stevin, bir sıvının kabın dibine veya çeperlerine uyguladığı basıncın, hiçbir şekilde kabın biçimine değil, ama yalnızca sıvının yüksekliğine bağlı olduğunu göstererek,

Arhimedes’i tamamladı. Diğer yandan, eğik bir düzlem üzerinde eşit uzaklıklarda yerleştirilmiş ağırlıklar taşıyan kapalı bir zincir tasarlayarak, sürekli hareketin imkânsızlığım, dâhiyane bir şekilde kanıdayan da Stevin’dir.

Optik. Bu dönemdeki en önemli katkıyı, görüşlerini İbnülheysem ve Witelo’ya dayandırmakla birlikte, ışık kuramlarında köklü bir dönüşüm gerçekleştiren Kepler oldu (1604 ve 1611 yıllarında yayımlanan iki eseriyle). Kepler, gözü, retina üzerinde gerçek bir görüntünün oluşmasına yol açan optik bir düzeneğe benzetti. Böylece fizikî optik özerkliğine kavuştu; ışığın analizi, Antikçağ düşünürlerinden miras kalan görsel duyum probleminden sıyrılarak, gerçek bir araştırma konusu haline geldi. Böylece, bu alandaki çalışmalar başlıca üç ayrı konu üzerinde yoğunlaştı: ışığın fizikî yapısı, retinadaki görüntünün beyne iletimi (anatomi, fizyoloji) ve zihinsel süreç. Bu büyük katkıdan başka, Giambattista Del-la Porta (1589) merceklerine ilişkin ilk kitabı ve merceklerin ilk defa uzaktan görme için kullanımını da belirtmek gerekir (alet birkaç yıldan beri var olmakla birlikte, Galilei, 1610’da, bir optik aletle gökyüzünü gözlemleyen ilk kişi oldu). Küçük cisimlerin gözlemlenmesi için, 1612 dolaylarında icat edilen ve XVII. yy sırasında yavaş yavaş iyileştirilen mikroskop, canlı varlıkların gözlemlenmesinde çok önemli bir rol oynayacaktı.

Manyetizma. Bu alan, Rönesans dönemi boyunca fazla incelenmedi; bu arada, gene de 1600’de, William Gilbert, yeni görüş-
rnp W tıtox>nonliA.d« faiHA

■ * -■‘rta.-ır «ıchiMtum.

rbunj’ ınrlmactt vtfoacar’amti rtdıaiN uTq;

ftm «nam <S‘ jefipttraccn«wj

Sİ uş/-1 omdu** Gum «Ak™

«oncnan craroıfl «tatuı? «rn

■ Zum

‘îSîSS&sîI
Optik uzun süre, görme olayıyla sınırlı kaldı, sonra ilgi alanı, gökyüzünün gözlemlenmesine yönelik teknik araçlara yöneldi (yukanda, XV. yy’dan kalma, elyazması astroloji kitabı).
AYRICA BAKINIZ

– IB.ANSLI manyetizma

– B38B mekanik

– [Emîq optik
1666’da, Fransa’da Bilimler Akademisi’nin kurulması.

Paris Gözlemevi’nin kurulmasıyla sonuçlanacak olan girişimler de aynı yıl yapıldı.
Tycho Brahe’nin gözlemleri,

Johannes Kepler’in, gezegenlerin hareketi üzerine üç temel yasasını hazırlamasına zemin oluşturdu («Tychonis Brahe astronomiae Instauratae mechanica»dan alınmış olanyanküre, XVII. yy).
ler sunan ve büyük bir yankı uyandıran De magnete’yi yayımladı. Ama, XVI. yy’da, pusula iğnesinin bir cisim tarafından doğrudan çekilmediği sürece belirli bir noktaya doğru yönelmiş halde bulunduğu gözlemlenmişti. Manyetizmanın incelenmesinde,

XVIII. yy sonuna kadar (Aepinus’un çalışmalarıyla), gözle görülür bir ilerlemeye tanık olunmadı. Gerçekten de, manyetizmamn, Descartesçı burgaçlarla açıklanması fazla aydınlatıcı değildi. Bu arada, söz konusu açıklamalar, manyetik olayları mekanikçi felsefenin ilgi alanına dahil etti.

XVII. yüzyıl

XVII. yy’da (gerçekte, yirmi yıl kadar ileriye gitmiş bir dönem olarak göz önüne alınması gereken: 1620-1720), bilimsel içerikler açısından olduğu kadar, bilimsel uygulamalar ve yaşam açısından da önemli değişimlere tanık olundu.

Gerçekten de bu yüzyıl, terimin modern anlamıyla fizik biliminin doğuşuyla (Aristotelesçi kozmosun yıkılması, matematik-leştirme…) ayırt edilse de, bir diğer özelliği de, bilimle toplum, bilimle devlet arasındaki ilişkilerin derin bir dönüşüme uğramış olmasıdır. İtalya’da bu dönüşüm, önce, 1603’te, Roma’da, Prens Fe-derico Cesi tarafından kurulan Lincei Akademisi, ardından, 1657’de, Floransa’da, Toscana grandükü II. Ferdinando tarafından kurulan Çimento Akademisi ile yaşandı. İngiltere’de, Londra Kraliyet Derneği, 1660’da kesin biçimini aldı; ardından, 1666’da, Kral

XIV. Louis adına hareket eden Colbert, Fransa Bilimler Akademi-s/’ni kurdu ve 1667’de, Paris Gözlemevi’nin kurulmasıyla sonuçlanacak olan çalışmalara girişti, ilk bilimsel gazeteler yayımlanmaya başladı: Philosophical Transactions, Açta eruditonum ve Bilimler Akademisi’nin yayınları. XVII. yy’da bilim kurumsallaştı.

Optik. Snell Van Royen ve Descartes, ışığın kırılmasına ilişkin sinüs yasasım, XVII. yy’ın ilk yarısında geliştirdiler. Ama, bilimsel optiğin gelişmesi için, kırk yıl kadar beklemek gerekecekti. Christiaan Huygens, ışığın iletimini «Işık Üzerine İnceleme» (Traite de la Lumiere) adlı eserinde açıkladı ve ışığın, eter olarak adlandırılan maddenin titreşimlerinden oluştuğunu ileri sürdü ve buna ilişkin hesaplamalara girişti; ona göre, eter titreşimleri, madde yer değiştirmesi olmadan yayılan küresel dalgalar biçimindeydi.
Diğer yandan, çok yetkin bir şekilde olmasa da, ışığı olarak yayıldığım kanıtladı; ama olgunun dönemseli; yamadı. Kırınım, 1664’te, rahip Francesco Grimaldi gözlemlendi; İzlanda kalsit kristali içindeki çift kırmır sa, 1665’te, Frasmus Bartholin inceledi. 1676’da, Olaus piter’in uydularına ilişkin gözlemlerden yararlanarak iim adamının, özellikle de, Descartes’ın görüşüne 1< sonlu bir hıza sahip olduğunu gösterdi ve bunu hesapl şi oldu. Isaac Newton, «Optik» (Optics) adlı eserinde (: leme almaya başladığı, 1704 yılında, yalnızca İngilizce yımlanan), ışık yayımının parçacık biçiminde gerçekle sürdü ve ışığın yayılmasını (dönemsel olaylar için) ti iletimine mal etti. İlk defa, ışığın prizma tarafından sa, tılmasını ve renklerin çeşitliliğini açıkladı, ince lamlar mesi, kuşkulu spekülasyonlara konu oldu; ama Rob Newton’ın tersine, bu olayı iki ışık yayımı arasındak: açıkladı.

Hidrostatik, boşluk ve sıkıştırılabilir akışkan)

basınç kavramım ortaya attı. Blaise Pascal, kuvvetlerin sı (katlarına çıkması) kuramıyla bu görüşleri tamamlac eğik bir kap yardımıyla, küçük bir kuvvetin büyük biı tirme hareketinin, büyük bir kuvvette küçük bir yer hareketine neden olduğu bir aygıt tasarladı; bu, günün rolik pres adı verilen düzenektir.

Aristoteles, boşluğun varlığım yadsıyordu ve bu g yüzyıllar boyunca, boşluğun var olduğunu ileri süren rın iddiasına karşı taraftar bulmuştu. XVII. yy’da, Des nu daha da şiddetli bir şekilde yadsıdı. Bu sorun, deı rak ancak yüzyılın ortalarında, özellikle, Pascal’m de incelenmeye başladı; Pascal, Evangelista Torricelli’de rek, henüz çok tartışmalı da olsa, sorunu düşünmeye konudaki en belirgin olay, 1647’de gerçekleştirilen P me deneyi oldu. Ama, bir süre yeterince aydınlat olan bir başka sorun da ortaya çıktı: havanın ağırlığı yükseltiyle değişmesi (barometrenin bulunması, bun imkân vermiştir). Pascal, bu konuların yanı sıra, 1 üzerindeki görüşlerinin de bir özetini, «.Sıvıların Dent va Kütlesinin Ağırlığı Üzerine İncelemeler» (Traites de des Liqueurs et de la Pesanteur de la Masse de l’Air, 1 adlı eserinde açıkladı. Boşluğun varlığı, bir diğer ünl Otto von Guericke tarafından tasarlanan Magdebu deneyiyle (1654) doğrulandı. Artık, boşluk, bilimde ) hak kazanmıştı.

Gazların sıkış tırıla bilirliği yasası, birbirlerinden ba| rak, Robert Böyle (1661) ve Edme Mariotte (1679) tar;

taya kondu: bu yasa, bir gazın belirli bir sıcaklıktaki h; sınç çarpımlarının sabit olduğunu ifade ediyordu. Akış] kışması, tasarımlarım, buhar makinesinin atası sayılal lü tencere içinde uygulayan Deniş Papin’in bir eserin! konu oldu.

Mekanik. Galilei’nin 1642’de ölmesiyle, XVII. y) bölümü tamamlandı; ikinci bölümde nöbeti, Huygen ve Leibniz gibi fizikçiler aldı.

Yaklaşık i620-1650 arası. Jordanus Nemorarius’ı le de, Benedetti’nin görüşlerinden esinlenen Galilei, düşmesi (düşey veya eğik bir düzlem üzerinden düşm ortaya koydu. Birinci durumda, katedilen mesafe zan siyle orantılıydı; eğik düzlem üzerinde son hız, biçimi’ lan, yoğunlukları ve düzlemin eğimi ne olursa olsun bi ler için aynıydı. Bu, boşluk için de doğruydu; çünkü h düşme, Galilei’nin açıkça belirleyemediği bir biçimd yordu. Galilei, sarkacın salınımlarıyla da ilgilendi; a Huygens’in göstereceği gibi, küçük salınımların süresiı nin ancak yaklaşık olduğunu açıklayamadı.
Fransız Bilimler Akademlsi’nin bu lizik-kimya laboratuvan, XVII. yy bilginlerinin, kuşkusuz günümüz araştırmacılannınkinden oldukça farklı olan çalışma biçimleri hakkında bir bilgi vermektedir.
lilei’nin iki büyük katkısı, «İki Büyük Yer Sistemi, Ptolemaios oyernik Sistemleri Üzerine Konuşmalar» (Dialogo Sopra i Due simi Sistemi del Mondo, Ptolemaico e Copernicano, 1632) ve kûm edilmesinden sonra, «Mekanikle İlgili İki Yeni Bilim Üze-Söylevler ve Matematiksel Kanıtlar» (Discorsi e Dimostrazioni smatice Intomo a Due Nuove Scienze Attenenti Alla Mecca-1637) adlı eserlerinde ileri sürdüğü doğrusal ve düzgün ha-tlere ilişkin iki görelilik ilkesi (Galilei’nin kuramsal ık ileri sürdüğü; ama Torricelli’nin ancak 1648’de doğruladı-e eylemsizlik ilkesidir. Bununla birlikte, eylemsizlik ilkesi he-tam olarak açıklanamamıştı; çünkü hiçbir kuvvetin etkisinde lyan hareketin korunumu, Galilei’de, bir küre üzerinde germiyordu. Bu durumda, Newton’ın inandığının tersine, bu il-tam olarak ilk defa Galilei değil, Descartes açıklamıştı. Gali-in diğer önemli katkısı da, Kanıtlar’ın dördüncü gününde di-:tirdiği, bir merminin parabolik yörüngesinin (en azından ukta) belirlenmesidir. Yüzyıllardan beri bu soru soruluyordu; bu hareketin yasası henüz bulunamamıştı. Uzun süre, mer-örüngesinin başlangıçta doğrusal olduğu, bir süre sonra mer-n Dünya ya kavuşmak üzere anîden doğrultu değiştirdiği sa-ıştı (şiddedi hareket, sonra doğal düşme hareketi). ıklaştk 1650-1720 arası. Bu dönemde, Huygens, merkez-kuvvet terimini geliştirdi (1959), cisimlerin düşme yasasını ığa kavuşturdu ve «Salmtmlı Saat» (Horologium Oscillatori-1673) adlı eserinde, sarkacın salınımlarını hesapladı (küçük ımlar yasası, eşsüreli sarkaç deneyi ve incelemesi [1657]). >66’dan itibaren, Newton, gökcisimlerinin hareketlerini oldu-adar, yerçekiminden kaynaklanan hareketleri de kapsayan ı/rensel çekime dayanan ilk mekaniğin temellerini attı; ama bu-încak yirmi yıl sonra «Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri» osophiae Naturalis Principia Mathematica, 1687) adlı eserin-; önceki çalışmalarının gerçek bir sentezini oluşturan araştırır bütününde gözler önüne serdi.

erçekten, Newton’ın eseri, bilimsel düşünce tarihinin en nü metinlerinden biridir. Evrensel çekim yasa-göre, tüm cisimler birbirini, kütlelerinin çarpı- . – » a orantılı ve aralarındaki uzaklığın karesiyle 1 orantılı bir kuvvede çekiyordu. Newton, bu tek r ya, gök olaylarını (gezegenlerin hareketi) ve baylarını (cisimlerin düşmesi) bağlayarak, fizi-rleştirdi. Artık, gökyüzüne olduğu kadar Dün-a da aynı yasalar, aynı ilkeler uygulanıyordu.

:otelesçi hiyerarşik kozmos tümüyle yıkıldı.
XVIII. yüzyıl

Bu dönem, 1720’den Fransız Devrimi’nin başlangıcına kadar uzanan dönemi kapsar. Öncekilerden farklı olarak, çok büyük buluşlara tanık olunmamıştır. Ama bu dönemde, XVII. yy’ın bilgi birikimleri işlenmiş ve geliştirilmiştir.

Mekanik. Neveton mekaniği, sıkıştırılamaz akışkanlara (özellikle, katı olmayan sürekli ortamlar mekaniğinde; esneklik kuramı ve Daniel Bernoulli ve Leonhard Euler hidrodinamiği) ve hızının belirlenmesi de dahil olmak üzere, ses üretim ve yayılmasının açıklanmasına uygulandı. Titreşen tellerin analizi, matematiğin fiziğe uygulanmasının en önemli örneklerinden biri oldu. Söz konusu inceleme, XIX. yy’da analizin gelişmesinde büyük bir rol oynayacak olan kısmî türevli denklemlerin ve trigonometrik dizilerin incelenmesine yol açtı. Newton mekaniği, Joseph Louis de Lagrange’ın, şaheser niteliğindeki «Analitik Mekanik» (Mecaniqu-e Analytique, 1788) kitabında daha sistemli ve daha soyut bir analitik biçimde sunuldu.

Kristalografi. Bu alandaki ilk çalışmaları, XVII. yy’da Stenon gerçekleştirmişti. XVIII. yy’ın ikinci yarısında Jean-Baptiste Ro-me, ikiyüzlü açıların açıklığının sabit olduğunu ortaya koyarak, bu alanda büyük bir ilerleme kaydetti. Ama, kristalografinin gerçek anlamda temellerini, 1770’te, Rene Just Haüy (körlere ilişkin eseriyle tanınan Valentin Haüy’ün kardeşi) attı. Bu bilim adamı, çalışmalarını, 1783’te yayımlanan eserinde sundu ve bu bilim dalım, ölüm tarihi olan 1822’ye kadar geliştirmeyi sürdürdü.

Elektrik ve manyetizma. Elektrik, kuşkusuz, XVIII. yy’m temel yeniliğini oluşturur. Önemli elektriksel etkilere sahip düzenekler, yalnızca bu dönemde yapıldı: Leiden şişesi (1746), döner platolu makine, XVII. yy’ın ikinci yarısında bulunan makinelerin, özellikle, Guericke makinesinin (1660) yetkinleştirilmesi. 1729’da, Stephen Gray elektriğin iletimini buldu ve 1733’te, Charles François Du Fay, iki tür elektriğin var olduğunu ve etkiyle elektriklenmeyi ortaya koydu. Benjamin Franklin, ilk deneysel araştırmalarına 1747’de girişti ve paratoneri geliştirmesiyle sonuçlanacak olan, «sivri cisimler»in rolünü açığa çıkardı. İlk elektriksel kuvvetler ölçümü, Joseph Priestley (1767) ve Henry Ca-vendish (1771) tarafından gerçekleştirildi. Ama, bir dizi bilimsel araştırma yazısında (1784-1788), zıt iki elektrik yükü arasındaki çekim kuvvetini ve «elektriksel kütleler»in değerini kesin olarak hesaplayan, Charles Coulomb oldu. Tüm yüzyıl boyunca, «elektriksel akışkan»m yapısı, gerçekten bilimsel bir açıklama olmaksızın, birçok spekülasyona yol açtı.

Diğer yandan, manyetizma da, pek de açıklayıcı olmayan birçok spekülasyona yol açtı. Bununla birlikte, Aepinus, 1758’de, manyetik olayların özelliklerine ilişkin olarak, XIX. yy’daki ilerlemelerin habercisi olan, çok etkileyici yeni görüşler getirdi.

Tüm bu araştırma ve buluşlar, kamuoyunda büyük bir yankı uyandırdı. Söz konusu buluşlardan hareketle, halk önünde başarılı gösteriler düzenlendi; ama bunlar, Franz Anton Messmer’in-kiler gibi sapkın uygulamalara da yol açtı (manyetizmanın, tedavi amacıyla kullanımı).

Isı. Isı konusunda; özellikle Iskoçyalı Joseph Black’ten (ısı miktarı, özgül ısı, gizli ısı) ve Laplace ile Lavoisier tarafından gerçekleştirilen ilk ısıölçüm denemelerinden kaynaklanan önemli ilerlemelere tanık olundu.
Andre Marie Ampere ‘in deney defteri. Elektromanyetizmayı geliştirmek için aynntılı çalışmalar yapan Ampere’in, bu çalışmalara ilişkin bazı notlan.

‘B w-»

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir