Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan, Şâfiî mezhebinin imâmı. îsmi Muhammed olup, nesebi şöyledir: Muhammed bin Idrîs bin Abbâs bin Osmân bin Şâfi’ bin -Sâıb bin Ubeyd bin Abdülyezîd bin Hâşim bin Müt- talib bin AbdÜmenâfdır. Künyesi, Ebû Abdullah’dır. Soyu Kureyş kabilesinden olup, hem anne, hem de baba tarafından, Peygamber efendimizin (s.a.v.) soyu ile birleşmektedir. Annesi tarafından soyu; Fâtıma binti Abdullah el-Mahud bin Hasen el-Müsennâ bin Hasen b in e li bin Ebî Tâlib’e dayanır. Peygamberimizin üçüncü dedesi olan Abdümenâf, îmâm-ı Şâfîî’nin dokuzuncu dedesidir. Dördüncü dedesi Şâfî’ Eshâb-ı kirâmdandır. Bu dedesinin ismine izâfeten, ona da Şâfiî denilmiş ve bu isimle’ meşhûr olmuştur. 150 (m. 767) senesinde
Gazze’de doğdu. 204 (m. 820) de Mısır’da bi
Cum’a gecesi 54 yaşında iken vefât etti. Kabri Kurâfe kabristanlığında büyük bir türbe içindedir.
îmâm-ı Şâfîî, henüz beşikte iken babası vefât etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke’ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.
Tahsili: îmâm-ı Şâfîî daha küçük yaşta iken Mekke’de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir; “Kur’ân-ı kerîmi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harâma gidip, fıkıh ve hadîs âlimlerinden pek çok istifâde ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim mes’eleleri, kemik parçalan üzerine yazardım.”
îmâm-ı Şâfîî, Mekke’deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçamn inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, çölde yaşayan Huzey kabilesinin arasına gitti. Orada da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: “Ben Mekke’den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışım ve dilini öğrendim. Bu kabîle, Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke’ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhip olmuştum.”
îmâm-ı Şâfîî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi fmâm-ı Mâlik’in “Muvattâ” adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kenefini tamamen ilme verip, Mekke’ deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.
îmâm-ı Şâfîî hazretlerinin tahsilinde en
önemli safha, îmâm-ı Mâlik’e talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke’den Medine’ye gidip, îmâm-ı Malik’den ders almasını şöyle anlatmıştır: “îlk zamanlar Mekke’de, Müslim bin Hâlid’den fıkıh öğrendim. O sırada Medine’de bulunan Mâlik bin Enes’ in büyüklüğünü ve müslümanlann imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanma gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan “Muvattâ”nm bir nüshasını, Mekke’de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâli- sine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de
Malik bin Enes’e vermek üzere iki mektup alıp Medine’ye gittim. Medine’ye varınca, Medîne vâlisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte îmâm-ı Mâlik’in yanma gittik. îmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu imâm’a takdim etti. Mektupta “Muhammed bin Îdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hâli şöyle şöyledir..,” diye yazılı olan kışımı okuyunca “Sübhânallah! Resûlullahm (s.a.v.; ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur.” dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed’dir
dedim. Ey Muhammed, dedi,, ileride büyük bir şâmn olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu ma’siyyetle sön
dürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvattâ’yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim, ezberden okurum dedim. Ertesi gün îmâm-ı Mâlik’e gelip okumağa başladım Her ne zaman, îmâm-ı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvattâ’yı bitirdim.”
îmâm-ı Şâfîî, îmâm-ı Mâlik’in yanma geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. îmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. îlimde yüksek bir dereceye ulaşan îmâm-ı Şâfîî Mekke?ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen’e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdad’a giderek, ilmini ilerletmek için, îmâm-ı a’zamm talebesi olan îmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı, îmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiylf, Irak’ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti, îmâm-ı Muhammed ayrıca îmâm-ı Şâfîî’ nin üvey babası idi. îmâm-ı Şâfîî onun ilminden ve kitablarmdan çok istifâde etmiştir. îmâm-ı Şâfîî bu hususta şöyle demiştir: “îlimde ve diğer dünyâ işlerinde, îmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır.” Ebû Ubeyd şöyle demiş
tir: îmâm-ı Şâfiî’den duydum, buyurdu ki, “îmâm-ı Muhammed’den öğrendiğim mes’ elelerle v e ilim le, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Küfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe’ nin çocuklarıdır.” Ya’nî bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. îmâm-ı Şâfiî aynca Selim-i Râî’nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâhk) makamlarına da kavuştu.
Dersleri vfe talebeleri:
îmâm-ı Şâfiî, Bağdad’da îmâm-ı Muhammed’den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke’ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, aynca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke’deki bu ikâmeti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdad’a gitti. Bu sırada Bağdad Islâm âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, îmâm-ı Şâfiî’ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdad âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke’de îmâm-ı Şâ£î ile görüşen ve ondan hadîs dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne .hayran kalmıştır. Yine îmâm-ı Şâfiî ile emsâl olan îshâk bin Râheveyh ve benzerleri, ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı usûl, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usûlü olan, usûl-i fikıh ilmi idi. O buna göre açıklamalarda bulunuyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve izah tarzı, münâzara kuvveti ve te’sir bakımından çok güçlü idi. İmâm-ı Şâfiî Bağdad’da bulunduğu sırada (el- Kitâb-ül Bağdâdiyye) adını verdiği eserini yazdı, îmâm-ı Şâfiî’nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayraplık duyarak, ondan ders alıp ilijm öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır: Ahmed bin Hanbel, îshâk bin Râheveyh, ez-Za’ferânî, Ebû Sevr îbrâhim bin Hâlid, Ebû îbrâhim Müzenî, Rebî’ bin Süleymân-ı Murâdî gibi bir çok âlim. Daha sonraki asırlarda, Şâfîî mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhûr olanlardan ba’zıları da şunlardır: Hadîs âlimlerinden îmâm-ı Nesâî, kelâm (akâid) âlimlerinden Ebü’l-Hasen4 Eş’arî, îmâm-ı Mâverdî, îmâm-ı Nevevî, îmâm-ül- Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, îmâm-ı Gazâlî, îbn-i Hâcer-i Mekkî… Kaffâl-ı Kebîr, îbn-i Subkî, îmâm-ı Suyûtî v.b. îmâm-ı Nesâî’nin (Sünen)’i meşhûrdur. Imâm*ı Eş’arî, Ehl-i sünnet i’tikâdımn iki
îmâm-ı Şâfîî ilim, zühd, ma’rifet, zekâ, hâfizş ve neseb bakımlanndan zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Onüç yaşırida iken, Harem-i şerîf de “Bana istediğinizi sorunuz?” derdi. Oribeş yaşında iken fet- va verirdi Zamanının en büyük âlimi olan ve üçyüz bin hadîs-i şerifi ezbere bilen îmâm-ı Alımed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, îmâm-ı Ahmed’e, “Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?” dediklerinde, “Bizim ezberlediklerimizin ma’nâlannı o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdâdır” derdi. Bir kere de, “Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullanna îmâm-ı Şâfiî ile tekrar açtı” dedi. Bir kerre de, “îslâmiyete, şimdi Şâfiî’den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum” dedi. îmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: [Allahü teâlâ her yüzyılda hir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretirQQ hadîs-i şerifinde bildirilen âlim, îmâm-ı Şâfiî’dir. Hadîs-i şerifte “K u reyş9e sövm eyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur99 buyuruldu. Islâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, Imâm-ı Şâfiî’nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının Imâm-ı Şâfiî’ye çok duâ ettiğini görerek sebebini sorunca: “Oğlum, Imâm-ı Şâfiî’nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifâsıdır” demiştir.
Ebü’l-Kâsım bin Selâm “Nice âlim ve faziletli kimselerle görüştüm. Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim” demiştir.
Ahmed bin Hanbel: “Eline kalem kâğıt alan herkesin Imâm-ı Şâfiî’ye şükrân borcu vardır” demiştir.
Ibn-i Uyeyne’ye Imâm-ı Şâfiî’nin vefât haberi ulaşınca; şöyle demiştir: “Eğer o vefât ettiyse, zamamn en faziletlisi vefât etmiştir.”
Imâm-ı Şâfiî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerifler, Sahîh-i Müslim’de, Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâî, Sünen-i Ibni Mâce ve Sahîh-i Buhârî’nin ta’likâtmda yer almıştır. Kendisinden hadîs-i şerîf işitip rivâyet ettiği zâtlar: Müslim bin Hâlid ez-Zencir, Mâlik bin Esed, Îbrâhim bin Sa’d, Sa’îd bin Sâlim, Abdül- vehhâb es-Sakafî, Ibn-i Aliyye, lbn-i Uyeyne ve diğer hadîs âlimleridir. Imâm-ı Şâfiî’den de Ahmed bin Hanbel, Süleymân bin Dâvûd el-Hâşimî, Ebû Bekir Abdullah bin Zübeyr el-Hamidî, îbrâhim bin Münzir, Ebû Sevr îbrâhim bin Hâlid, Ebû Ya’kûb
Yûsuf bin Yahyâ ve diğer birçok zât hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. îmâm-ı Şâfiî’nin rivâyet ettiği hadîs-î şeriflerden biri şudur
[T )$.-!-$) yum uşaklık verilen kim seye, dünyâ ve âhıret iyilikleri verilmiştir. Yum uşaklıktan mahrûm olan kim se, dünyâ ve âhıret iyiliklerinden ırmhrûm olur.”
îctihâdı (Mezhebi): îmâm-ı Şâfiî, ikinci defa Bağdad’a gidişinden sonra, Bağdad’ dakı siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır’a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. îmâm-ı Şâfiî, îmâm-ı MâHk’in ve înıâm-ı a’zamın talebesi İmâm- ı Muhammed’in derslerine devam ederek, îmâm-ı a’zamm ve îmâm-ı Mâlik’in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayn bir ictihad yolu kurdu Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-ı kerîmelerin ve hadîs-i şeriflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi îki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanlann ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer’î delillerden çıkardığı hükümlere, ya’nî gösterdiği bu yola “Şâfiî Mezhebi” denildi. Ehl-i sünnet i’tikâdmda olan müslüman- lardan, amellerini ya’nî ibâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara “Şâfiî” denir
Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir îmân istemektedir. îslâmiyette, îmânda, i’tikadda, tefrikaya, ayrılığa izin verilmemiştir Resûlullah (s.a.v.; efendimizin inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı kirâ- mm n a k le ttiğ i gibi îm ân eden müslüm anlara “Ehl-i sünnet vel-eemâat” veya kısaca “Sünnî” denir Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan ba’zı ibâdetlerin ve günlük muamelelerin târifinde ve yapılışında, Sünnî müslümanlara mezheb imâmı olan büyük îslâm âlimleri tarafından gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara, amelî mezhebler (veya fıkhî mez-
hebler; denilmiştir Mezheb imâmı olan büyük îslâm âlimlerinin aralarındaki böyle ictihad ayrılıklarına, dînin sâhibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde müslümanlann îslâmiyete dosdoğru uymalarını temin ederek, müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim, hadîs-i şerifte “Âlim lerin (müctehidlerin; mezh e b le r e a y r ılm a s ı r a h m e t t i r ” buyuruldu.
îmâm-ı Şâfiî’nin, talebelerinin ve kendisine suâl soranlann dînî müşküllerini hallederken ortaya koyduğu ve tâkib ettiği usûller, Şâfiî mezhebinin temel kâideleri olmuştur Bu mezhebin usûlleri de, diğer bütün müctehidlenn usûlüne benzemekle berâber, ba’zı farklılıklan da vardır.
Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapıla cağını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şeriflere bakarlar. Hadîs-i şeriflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için (ıcmâ; var ise, öyle yapılmasını bildirirler. Icmâ, Eshâb-ı kırâmın ve onlardan sonra gelen Tâbiîn denilen âlimlerin bir mes’eledeki sözbirliğine denir. Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu icmâ ile de bilinmezse, müctehidler kendileri kıyasta bulunarak ictihad ederler; mes’elenin dînî hükmünü bildirirler. Kıyas, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde, hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir işi, açık hüküm bulunan diğer bir işe benzeterek hükme bağlamaktır
îmâm-ı Şâfiî, ictihadlarmda, îmâm-ı a’ zamın kıyas işinde tâkib ettiği (Re’y yolu; ile, îmâm-ı Mâlik’in tâkib ettiği (Rivâyet yolu/nu birleştirerek, ayrı bir ictihad yolu kurdu.
Şâfiî mezhebinin reisi olan îmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki mes’elelerı ilk
defa tasnif edip, kitaba yazan kimsedir Bu ilimdeki esennın adı “er-Risâle fil-usûl”dür.
Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra ençok yayılan bir mezhebdır. Mısır, Mekke, Medine’de, Endonezya’da, Aden’ de, F ilis tin ’de, A zerbeycan’da ve Semerkant’da, Doğu ve Güneydoğu
“Muhtasar-ı müzenî”, “Mugn-il-muhtâc”
ve Imâm-ı Nevevî’nin yazdığı “Minhâc”
adh eseridir.
Eserleri:
- Ahkâm’ül-Kur’ân. Matbûdur.
- Îhtilâf-til-hadîs.
- Müsned-üş-Şâfiî. Matbûdur.
- er-Risâle fi’l-usûl: Usûl-i fıkha dâirdir.
Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk
eserdir; Matbûdur.
5/ el-Mevâris. - el-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup,
Imâm-ı Şâfif nin ictihad ederek bildirdiği
mes’eleleri içine alan bir eserdir. Yedi cild
hâlinde basılmıştır. - Kitâb’üs-Sünen ve’l-Müsned: Hadîs
ilmine dâirdir. - el-Emâli el-Kübrâ
- el-Imlâ’es-Sagîr
- Edeb’ül-kâdî
- Fedâil-i Kureyş
- el-Eşribe
- es-Sebkû ve’r-remyü
- Isbât-ün-Nübüvve ve Redd-i ale’lberâhime,
gibi eserleri ve dîvânı vardır.
Menkıbeleri ve medhi:
Imâm-ı Şâfiî hazretleri Yemen’e bir
sefer yapmıştı. Dönüşünde onbin dirhemle
gelip, çadırım Mekke’nin dışına kurdurarak,
ziyâretçilerini orada kabûl etti. Halk
topluluklar hâlinde Imâm-ı Şâfiî’ye gelerek
müşküllerini hallediyordu. Ziyâretçiler arasında
bulunan fakirlere de para dağıtıyordu.
Böylece, Yemen’den getirdiği onbin
dirhemin hepsini fakirlere dağıttı ve ondan
sonra da; “Oh şimdi rahatladım ”
buyurdu.
Mısır’ın ileri gelenlerinden birinin
hanımı, bir münâkaşada kocasına: “Ey
Cehennemlik” dedi. Bu cevap karşısında
bu şahıs, hanımına “Ben Cehennemliksem,
seni boşadım” dedi, fakat hanımını da
çok seviyordu. Âlimleri toplayıp bu. mes’
eleyi sordu. Kimse cevap veremedi. “Senin
Cehennemlik olup olmadığını Allah bilir”
dediler. Âlimler arasından henüz daha
genç yaşta olan Imâm-ı Şâfîî kalkıp, “Ben
senin mes’eleni çözerim” dedi. Oradakiler
şaşırdılar. Bu kadar âlimin cevap veremediğine,
nasıl cevap verecek diye merak
ettiler.
Imâm-ı Şâfîî dedi ki: “önce sen benim
sorularıma cevap ver!” Ve devâm etti: “Bir
günah işleyeceğin vakit, Allah korkusundan
bu günahı terk ettiğin oldu mu?” dedi.
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki çok oldu.”
“Bu hâlinle Cennetlik olduğun anlaşılmaktadır”
buyurdu.
Orada bulunan âlimler, hangi delîl ile
bu hükmü verdiğini sordular:
“Kur’ân-ı kerîmde, “Bir kim se Allah
ko rkusundan n efsin i günahlardan
m en e d e r s e , o n u n y e r i e lb e tte
C ennettir99 buyurulmaktadır. Hükmünü
bu âyet-i kerîmeye göre verdim” buyurdu.
Oradakiler susup kaldılar.
Abdullah bin Muhammed Bekrî şöyle
anlatmıştır: “Imâm-ı Şâfîî ile Bağdad’da
nehir kenarında oturuyor idik. Bir genç
gelip abdest almaya başladı. Fakat abdesti
yanlış aldı. Imâm-ı Şâfîî o gence: “Abdesti
tam al. Allahü teâiâ sana dünyâ ve âhıret
saâdetı versin” buyurdu. Genç tekrar
abdest alıp, yanımıza geldi ve bana nasihat
et, öğret deyince, Imâm-ı Şâfîî şöyle
buyurdu: “Allahü teâlâyı bilen necât (kurtuluş;
bulur. Dîninde titizlik gösteren, kötülüklerden
kurtulur Nefsim ıslah eden,
saâdete kavuşur. Biraz daha ister misin9”
dedi. Genç evet deyince, şöyle devam etti
“Kim şu üç şeyi yaparsa îmânı kâmil olur:
1- Emr-i bil-ma’rûf yapmak, ya’nî
Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve
yaymak.
2- Nehy-i anil-münker yapmak, ya’nî
Allahü teâlânın yasaklannı yapmamak ve
yapılmaması için uğraşmak
3- Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği
hudutlar içinde bulunmak”
buyurdu. Sonra, “Biraz daha ister misin?”
deyince, genç, “Ihsân ediniz efendim” dedi.
Şöyle buyurdu: “Dünyâya bağlanıp, ona
düşkün olma, âhıreti iste. Bütün hâl ve
hareketinde Allahü teâlâyı hatırla ki, kurtulanlardan
olasın.” Bu nasihatleri dinleyen
genç, son derece memnun olup, benim
yanıma yaklaşarak, bu zât kimdir, dedi.
Ben de Imâm-ı Şâfîî olduğunu söyleyip
tanıttım. Bunun üzerine genç; bugün ne
bahtiyânm ki, böyle büyük zâtı görüp, nasihatim
dinledim” dedi.”
Imâm-ı Şâfîî şöyle anlatmıştır* Bir gece
rü’yâmda Peygamber efendimizi (s.a v )
görmekle şereflendim. Bana buyurdu ki,
“Sen kimdensin?” Cevâbında, “Ben senin
kabîlendenim” dedim Bana yaklaş buyurdular.
Yanma gittim. Mübârek ağzının
suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma
sürüp “Hadi, Allahü teâiâ sana bereket
versin” buyurdular.
Kendisi anlatır- Çocukluk zamanında,
Mekke’de rü’yâmda Peygamber efendimizi
gördüm. Tam bir heybetle Mescid-ı harâm
da insanlara imâmlık yapıyorlardı.
Namaz bitince yanlarına gidip, bana da
ilim öğretiniz, dedim. Bunun üzerine kaftanının
altından bir terâzı çıkarıp: Bu senin
içindir, buyurup bana hediye ettiler. Bu rü’
yâmı tâbir ettirdim. Dediler ki: “Sen, ilimde
imâm olursun ve sünnet üzere olursun
Terâzi ise, hakîkat-ı Muhammediyyeye
kavuşacağına alâmettir.”
“Bir gün rü’yamda, Hz. Ali efendimizi
gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı,
parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin
ve Resûlullahm ilminin bana geçmesi
alâmeti idi.”
Imâm-ı Şâfîî, altı yaşında iken mektebe
gitmeye başladı Zâhide bir annesi vardı,
insanlar emânetlerini ona bırakırlardı
Bir gün iki kişi gelip, bir bohça verdiler
Daha sonra biri gelip bohçayı istedi
Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğen
gelip, bohçayı istedi Bohçanın arkadaşına
verildiğini söyleyince: “Biz ikimiz
beraber gelmeyince bohçayı vermeyin
demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?” dedi
Annesi üzüldü. O sırada îmâm-ı Şafiî
geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu
görünce sebebini sordu. Annesi olanları
anlattı. Bunun üzerine annesine:
“Sen üzülme ben şimdi bohçayı isteyenle
konuşurum.”
■ Bohçayı isteyen şahsın yanma gelip
dedi ki:
“Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır.
Git arkadaşını getir.”
Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp,
geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.
îmâm-ı Şâfîî hazretleri, dîn-i îslâma hizmet
uğrunda tükettiği hayatının son anlarını,
Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir,
ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim
olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu.
Ramafcan-ı şerifte ise gece ve gündüz birer
hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu.
Artık vefâtmm yaklaştığı sırada tâkatsız
düşmüştü, önceki gibi okuyacak durumda
değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek
arzu ediyordu. O bu hâlde iken, talebesi
Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla’lâ yanma girmişti.
Ona “Ey Ebû Mûsâ bana Kur’ân-ı
kerîmden Âl-i Imrân sûresinin yıiz yirminci
âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş
yavaş oku” dedi. O da okumaya başladı,
îmâm-ı Şâfîî, okunan âyet-i kerîmelerin
ma’nâlanna dalmış, derin Bir huşû’ içinde
dinliyordu. Hayatının son anlarında dinlediği
bu âyet-i kerîmelerden bir kısmının
meâlleri şöyledir:
“(Ey Resûlüm!) bir vakit erkenden
Medîne9deki âilenden çıkmış, savaş
için müzminleri elverişli yerlere yerleştiriyordun.
Allahü teâlâ, sözlerinizi
işitir ve niyetlerinizi bilir. O zaman
(Uhud savaşında ordunun sağ ve sol kanadını
teşkil eden Seleme oğullan ile Harise
oğullanndan ibârety içinizde iki birlik,
savaş korkusundan (Münâfık Abdullah
bin Ubey es-Selûl’un kaçışma bakarak)
geri dönmeğe niyetlenmişti. Halbuki
onların yardımcısı Allahü teâlâ idi.
Mü9m inler, yalnız Allahü teâlâya
güvenip dayanmalıdır. Bedir savaşında
düşmana nisbetle daha az ve
zayıf olduğunuz halde, Allahü teâlâ
size kesin zaferi verdi. Allahü teâlâdan
korkun, (ve münâfîklann kaçışından
kederlenmeyin) Tâ ki, şükretmiş olasınız.
O vakit (Bedir’de) müzminlere şöyle
diyordun; “Rabbinizin, üç bin melek
indirmekle size yardımda bulunması,
yetişm ez mi size. Evet, eğer siz sabrederseniz
ve Peygambere (s.a.v.) itâatsızlik
ta n sa k ın ırsa n ız, onlar da
hemen üzerinize gelecek olurlarsa,
Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin
melekle (düşmana karşı) yardım edecektir.
Allahü teâlâ, bu yardımı size,
sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz
bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa
zafer, ancak aziz ve hakim olan
Allahtandır.” (Âl-i îmrân: 121-126)
Âl-i îmrân sûresinin yüzyirmidokuz ve
yüzotuzaltmcı âyet-i kerîmelerinde ise:
“Göklerde ve yerde olan şeylerin
hepsi Allahındır. Kullarından dilediğini
bağışlar ve dilediğine azâb eder.
Allahü teâlâ çok bağışlayıcı ve merhamet
edicidir. Allahü teâlâdan korkun
ki, âhıret azâbından kurtulasınız.
K âfirler için hazırlanan ateşten korkun.
Allahü teâlâ ve Peygambere
(s.a.v.) İtâat edin ki, merhamet olunasınız.
Rabbinizin mağfiretine ve eni,
göklerle yer kadar olan Cennete koşuşunl
O Cennet, takvâ sahipleri için
hazırlanmıştır. (O takvâ sâhipleri) Bollukta
ve darlıkta harcayıp, yediren,
öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarım
bağışlayanlardır. Allahü teâlâ
da iyilik edenleri sever. Ve bir günah
işledikleri veya nefslerine zulüm
ettikleri zaman, Allahı anarak hemen
günahlarının bağışlanmasını istiyenler,
(ki, günahlan Allahü teâlâdan başka
kim bağışlıyabilir?) hem de yaptıkları
günaha bile ısrâr etmemiş olanlar (var
ya) işte onların mükâfâtı, Rablerinden
bir m ağfiret ve ağaçları altında
ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada,
ebedî olarak kalacakladır. Şu işleri
yapanların mükâfâtı ne güzeldir! Sizden
önce bir takım vak’alar geçti.
Onun için yeryüzünde dolaşın da, P eygamberleri
yalanlıyanların akıbetlerinin
nasıl olduğuna bakın, ibret alın.
İşte Kur9ân-ı kerîmde olan bu kıssalar
(vak’alar) bütün insanlar için, hak sözü
açıklama ve Allahü teâlâdan korkanlar
için de bir nasihattir.99
Âl-i îmrân 145. âyet-i kerîmesinde ise:
“Allahü teâlâmn izni olmadıkça hiç
kim seye ölmek yoktur, ölüm zamanı,
Allahü teâlâmn ilminde kararlaşmış
bir yazıdır. Kim dünyâ menfaatim
isterde, ondan veririz ve kim de âhıret
sevâbını isterse, buna da ondan veri
riz, şü k re d e n le re ise m u h a k k a k
m ükâfat vereceğiz .”
Âl-i tmrân sûresinin yüzdoksanbir ve
yüzdoksanisekizinci âyet-i kerîmelerinde
de: “Sağ duyulular o kim selerdir ki,
ayakta iken, otururken ve yatarken
(dâima; A llahı anarlar, göklerin ve
yerin yaratılışı hakkında, A llahın
varlığını ishât için iyice düşünürler ve
şöyle derler; E y Rabhimiz, sen bunları
boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey
ya ra tm a kta n m ünezzehsin (berisin)
artık bizi Cehennem ateşinden koru.
E y Rabbimiz! Gerçekten sen kim i
ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve
perişan edersin. Orada zâlim lerin azâbını
kaldıracak hiçbir yardımcılar da
yo ktu r.
E y Rabbimiz, doğrusu biz bir da’
vetçi (Kur’ân-ı kerîm veya Âhir zaman
Peygamberi (s.a.v.) işittik: Rabbinize
îm ân ed in , d iye in sa n la rı îm ân
etmeye, da9vet ediyordu. Dinledik,
hem en îm ân e ttik . E y Rabbim iz,
günahlarım ızı bağışla, kusurlarım ızı
ört ve ruhlarım ızı iyi kim selerle berâber
al.
E y R a b b im iz, P ey g a m b e rlerin
ihsânı üzerine bize va9dettiğin sevâbı
ver ve kıyâm et gününde bizi rüsvâ
etme. Şüphe yo k ki sen va ’dinden
dönmezsin.
N ihâyet Rableri de onların duâlarına
şöyle icâbet buyurdu: “M uhakkak
k i ben, içinizden gerek erkek ve gerek
kadın olsun, hayır işliyen hiç kimsenin
yaptığını zayi etmem. Hep birbirinizdensiniz,
din yönünden erkek ve kadın
birdir. Dinleri korumak için Mekk
e 9 den Medine’ye hicret edenlerin,
yurtlarından çıkarılanların, dini
uğrunda işkenceye düşenlerin, savaşanların
ve bu yolda öldürülenlerin
günahlarını elbette örteceğim, onları,
altından nehirler akan Cennetlere
koyacağım. Bu lütuflar, onlara A llah
katından m ükâfattır ve sevâbın da en
güzeli A llah katindadır.
O Allahü teâlâyı tanımıyanların,
refah içinde diyâr diyâr dönüp dolaşm
a la r ı, s a k ın s e n i (m ü’m inleri;
aldatmasın.
K âfirlerin bu hâlleri çabuk kaybolan
az bir zevktir. Sonra varacakları
yer Cehennemdir. O ne kötü döşektir.
F akat Rablerinden korkanlar (var
ya;, onlar için altlarından ırm aklar
akan Cennetler var, orada ebedî olarak
kalıcıdırlar, Allahü teâlâ tarafından
ikram olunurlar. Allahü teâlânın
katındaki nVmetler ise, iyi kim seler
için daha hayırlıdır.99
tmâm-ı Şâfiî hazretleri son nefeslerini
vermek üzere iken, hâlini sordular. “Dünyâdan
göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum.
Ümit şerbetini içiyorum. Kerîm olan
Rabbime gidiyorum’’ buyurdu. Vefâtı
İslâm âlemi için büyük bir kayıp oldu
Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları
ile karşılandı. Kabri kazılırken
etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar
bu kokunun te’sirinde kalıp, kendilerinden
geçtiler. Kahire’de el-Mukattam
dağının eteğinde Kurâfe kabristanına defn
edildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe
yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki
muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından
el-Melikel-Kâim tarafından; 608 (m. 1211)
yılında yapılmıştır. Selahaddîn Eyyûbî
tarafından da, türbesinin yanına büyük bir
medrese yaptırılmıştır.
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kıymetli sözlerinden
ve nasihatlerinden bir kısmı şunlardır:
Buyurdu ki: “Dünyâda zâhit ol,
dünyâ malına bağlanma! Âhıreti isteyici
ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı
hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan
olursun. Ruhsat ve te’viller ile uğraşan
âlimlerden fayda gelmez.”
“İnsanları tamamen râzı ve memnun
etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün
insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün
değildir. Bunun için kul, dâima Rabbini
râzı etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi
olmalıdır.”
“İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek
için isteyenlerden hiçbiri felâh bulmuş
değildir. Ama ilmi tevâzu için, âlimlere ve
insanlara hizmet için isteyen^ elbette felâh
bulur, kurtulur.”
Biri İmâm-i Şâfîî’den nasihat isteyince
buyurdu ki: “Sendein daha çok malı ve
parası olan kimseyi kıskanma. O malına
ve parasına hasretle Ölür^ İbâdeti ye tâatı
\ , çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da
sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarina
özenmeğe değmez.”
“Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı
olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde
Allahü teâlâya itâat edenlerle berâber
bulun, onlan sev.”
“İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen
şeyden te’min edileri faydadır.”
“Resûlullahm ve Eshâbmm yolunda
olmayam havada uçar görsem, yine doğruluğunu
kabûl etmem.”
“Herkese akıllı denmez. Akilli kimse,
kendisini her türlü kötülükten koruyandır.”
“Kalbine ilâh! bir nûr penceresinin açılmasını
isteyen şti dört şeyi yapsın:
1- Günün belli bir vaktinde yalnız kâlöm
ve huzûra dalsın.
2- Mi’desini pek fazla doyurmasın.
3- Sefih kimselerle düşüp kalkmağı
bıraksın, kötü kimselerle düşüp kalkmasın.
4- İlimleriyle yalnız dünyâlık arzu eden
kimselere yaklaşmasın.”
“Hiç bir vakit yoktur ki, ilim mütâlaası,
hüzün ve kederi yok etmesin. İlmî mütâlaa,
kalbin en ince ve en gizli noktalarını harekete
geçirir, insanda yüce duygular
uyandırır.
“Sâdık * dost, arkadaşının hüzün ve
sevinçte ortağı olandır.”
“İki kişinin, darildıktan sonra birbirinin,
ayiplannı ortaya çıkarması, münâfiklık
aliâmetidir.”
^Haksı^ sözleri tasdik eden, dalkavuk
ve iki yüzlüdür.”
- “Sâdık $öst, arkadaşının ayıplarını
görünce ihtar eder, ifşâ etmez.”
“İbret almak istersen, hatâ sâhibi kişilerin
âkıbetİerine bak da kalbini topla.”
“Kendisine faydası olmayanin, başkasına
da faydası yoktur.”
“Dünyâ sevgisi ile Allah sevgisini bir
arada toplanm iddiasında bulunmak,,
yalandır.”
“Âlimlerin güzelliği, nefslerini ıslah
etmeleridir. İlmin süsü, şüpheli şeylerden
sakınm ak, yum uşak olup, sârtlik
göstermemektir. ”
“Dünyâ işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya
düşen İrimse, ibadete yönelmelidir.”
“Gururlanıp böbürlenmek, âdi ve
bayağı kimselerin vasfıdır.”
“Hizmet edene, hizmet edilir.”
“Dostlar ile yapılan sohbetten sevimli
bir hareket yoktur. Dostların ayrılığı kadar
da gam ve keder veren şey yoktur.”
“İlmi sevmeyende hayır yoktur. Böyle
kimselerle dostluk ve bağlılığını kes.
Çünkü, ilim kalblerin hayatı, gözlerin
aydınlığıdır.”
“Sâdık dost ve hâlis kimyâ
az bulunur, hiç arama!’ “Bütün düşmanlıkların aslı, kötü kim? seler ile dostluk etmek ve onlara iyilik yapmaktır.’
“İlim öğrenmek, nâfıle ibâdetten
üstündür.”
“Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin
hakkını zâyietmiş olur. Lâyık olandan ilmi
esirgeyen de, zulmetmiş olur.”
“Reşûlûllahtan (s.a.v.) sonra insanların
en üstünü Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer,
sonra Hz. Osman, şonra Hz. Ali’dir, (r.
anhüm)” ‘
“İlim öğrenmek için üç şart vardır:
Hocanın mehâretli, talebenin zekî olması
ve uzun zaman.”
“İlim iki kısımdır; birincisi, ilm-i edyân,
(naklî ilimler), din bilgileri. İkincisi ilm-i
ebdân (aklî ilimler) fen bilgileridir.”
“Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı
yemek içmek (dünyâ) ise; kıymeti, bağırsaklarından
çıkardığı kazûrat kadardır.”
“Dünyâda en huzursuz kimse, kalbinde
hased ve kin taşıyanlardır.”
“Başkalarım senin yanında çekiştiren,
senin bulunmadığın yerde de seni
çekiştirir.”
“Kanâatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur.”
“Sırrını saklamasını bileri, işinin
hâkimidir.” *
İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin dîvânındaki
şiirlerinden ba’zılanmn tercümesi şöyledir:
“Günlerin berâberinde getirdiği hâdiseler,
seni te’siri altına almasın. Sen iyi bir
insan olmaya bak» Zamaniçerisinde gelen
musibetler ve belâlardan dolayı sabırsızlık
gösterme. Dünyânın belâ ve musibetleri
devamlı değildir. İnsanlar arasında hatâ
ve ayıbın çok olsa bile, ahlâkın; iyilik,
cömertlik ve vefâ (sözünde durmak) olsun.
İyilik ve cömertliğin ile, hatâ ve ayıplarım
ört. Cimriden iyilik bekleme. Çünkü Cehennemde,
susuz kimseye su yoktur. Dünyânın
sevinci de, kederi de, bolluğu da, darlığı da
devamlı değildir. Kanâatkâr bir kalbe
sâhip olduğun zaman, sen ve dünyâya
sâhip olan kimse eşitsiniz, ölüm, İrimin
yanma gelirse, artık onü ölümün elinden
kurtaracak ne yer ve ne de gök vardır. Gerçi
Allahü teâlâmn yarattığı şu yeryüzü geni$-
tir. Fakat, bir kere Allahü teâlânın hükmü
gelince, fezâ bile dar gelir, ölümün aslâ
devâsı (ilâcı yoktur/.”
“Başımda ağaran saçların ortaya çıkmasıyle,
nefsimin ateşi sönüp gitti.
Başımda beyaz saçların yânmasiyle,
benim gecem oldu. (Çünkü bunlar, ölümün
^habercileri idi.; İhtiyarlığın habercileri
yanaklarıma indikten sonra, ben nasıl
rahat yaşanm. İnsanın ömrünün en iyi
kısmı, ihtiyarlıktan öncekidir. Halbuki,
gençliği yok olan bir nefs, yok olmuş
demektir. İnsanın rengi sararıp, saçları
ağardığı zaman, güzel ve tatlı günleri de, o
güzellik ve tatlılığını kaybeder. Yeryüzünde
büyüklenerek yürüme. Çünkü, bir
müddet sonra bu yer, seni de içine çekip
alacaktır/’
“Bir kimseyi affedip, ona kin tutmadığım
zaman, düşmanlık düşüncesinden kendimi
rahata kavuşturdum.”
“Sefih ve câhil bir kimse konuşunca ona
cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten
daha hayırlıdır.”
“öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan,
hayatı boyunca cehâletin zilletini
yudumlar.”
“Bütün düşmanlıkların sevgiye dönüşmesi
umulur. Fakat hasedden dolayı olan
düşmanlık böyle değil.”
“Allahü teâlâyı sevdiğini söylersin, halbuki,
ona isyân edersin. Böyle sevgi olmaz.
Eğer sevginde samimî olsaydın, Allahü
teâlâya itâat ederdin. Çünkü seven, sevdiğine
itâat eder.”
“Senden görüşünü istemeyene, görüşünü
verme. Çünkü böyle yaparsan, övülmediğin
gibi, görüşün de o kimseye fayda
vermez.”
“Müslümanların önderi İmâm- a’zam
Ebû Hanîfe (r.a./, memleketleri ve içerisinde
yaşıyanları, ilmiyle verdiği hükümlerle
süsledi. Doğuda, batıda ve Küfe’de
onun bir eşi yoktur. Allahü teâlâ ona ebediyen
rahmet eylesin.”
“İlim öğren, kimse âlim olarak doğmaz.
İlim sâhibi ile câhil bir olmaz.”
“Bir kavmin büyüğünün ilmi yoksa,
herkes ona yönelip geldiği zaman o küçüktür.
Kavmin makam ve mertebe sâhibi
olmayan ve ilim sâhibi olan küçüğü, ılmî
meclislerde kavmin büyüğüdür.”
“Sana gelene sen de git. Sana kötülük ve
eziyet edene sen eziyet etme.”
“Ey insan, dilini muhâfaza et. Seni sokmasın.
Çünkü o, büyük bir yılandır. Kabirlerde,
kahraman ve cesur kimselerin bile
kendileriyle karşılaşmaktan çekinip, dilinin
kurbanı giden nice kimseler vardır.”
“Hakkı doğruyu kim söylerse söylesin
kabûl ediniz.”