Karadeniz’de Boğulmaktan Nasıl Kurtuldum ?
Balıklava iskelesinden Sefer Reis adlı bir denizcinin gemisiyle Karadeniz’e açılır seyyahımız.Birmüddet sonra büyük bir fırtınaya yakalanırlar ve Karadeniz’in derin sularında üç gün ünç gece süren bir ölüm – kalım mücadelesi başlar…Batan gemiden türlü zorluklarla kurtulmayı başaran Çelebi,macera dolu bu seyahati şöyle kaleme almıştır…
Meşhur seyyahımız Evliya Çelebi, gezip gördüğü yerlerle ilgili yazılar yanında, başından geçen ilginç hadiseleri de kaleme almıştır. Bunlardan biri de Evliya’nın boğulmaktan son anda kurtulduğu Karadeniz yolculuğudur.
Balıklava iskelesinden Sefer Reis adlı bir denizcinin gemisiyle Karadeniz’e açılır seyyahımız. Bir süre sonra büyük bir fırtınaya yakalanırlar ve Karadeniz’in derin sularında üç gün üç gece süren bir ölüm-kalım mücadelesi başlar… Evliya Çelebi’nin macera dolu bu seyahati onu o kadar çok etkilemiştir ki, bir daha Karadeniz’de yolculuk yapmamaya “nasuh tevbe” etmiştir. Sağ salim karaya ulaşan Çelebi, bu meşakkatli yolculuğu şöyle kaleme almıştır:
“…Balıklava kalesini de yazmaya başlayacağım sıralarda, Uçalı Sefer Reis adlı bir şahsın şaykasında yattığım gece korkunç rüyalar gördüm. Sabah olunca, belanın gitmesi için taşrada bazı fakirlere sadaka verip yine gemiye döndüm. “Uğursuz bir gün denmeye layık bir günde yıldız rüzgârıyla yelken açarak, bir gün bir gece pupa yelken gidip, tahminen Karadeniz’in ortalarına vardık.
Bazen gökyüzüne çıkıp geminin direği bulutlara dokunuyor, bazen denizin dibine inip sanki gemi ‘Gayya Deresi’ denilen cehennemin dibine batıyordu. Dört tarafımızda Karadeniz simsiyah bir dağ gibi yükseliyordu.
“Kuzey tarafımızda Ayaya ve Suluyar dağları kaybolup, Sinop ve Amasra dağları önümüzde göründü. Derken bunların hiçbirinden iz ve eser kalmadı. Günlerimiz bazen güzel, bazen kötü geçiyordu. Bir gece amansız, korkunç bir girdab adüştük. Deniz içinde çalkalanıp durduk, ne tarafa gideceğimizi bilemedik.
‘Ol engin nâ-mübarekde ne reh, ne râhber peyda!’ (mübarek olmayan enginde ne yol ne de kılavuz görünür!) sözünce, güneş deryada doğup, deryada batıyordu. “Bu şeldlde, dalgalar sebebiyle başıboş gezerken hikmet-i Huda; gündoğusu tarafından gökyüzünde kara kara buluüar ortaya çıktı. Ardından gök gürültüsü ile şimşek ve sağanak halinde yağmur, kırıntılı uçan kumlar ortaya çıkınca, gemicilerin yüzlerinin rengi değişti ve biçareler ellerini ovmaya başladılar. Geminin kıçı tarafında pusula ve kıble nümalanna bakarak birbirlerine can pazarındaymış gibi bakınmaya başladılar. Hemen Dede Dayı adlı güngörmüş bir ihtiyar, gemicilere hitaben:
‘Bre dayılar! Niçin korkuya kapılırsınız? Allah kerimdir. İşte kırıntı ve sağanak gelmektedir. Mayna alaburta’ deyince, hepsi bir yere toplanıp alaburta iplerini ve direğini indirdiler. “Amma deniz dalgaları inmeyip gittikçe arttığından, hemen gemi üzerindeki büyük yapağı çuvalları, papır hasırları, balık turşusu fiçıları ve gemi keresteleri vardı. Herkes kurtuluş ümidiyle bu eşyaları denize attılar ve iki yüzün üzerinde küçük ve büyük esiri de ambara koyup ambarın kapısını da kapattılar. Allah’a hamdolsun gemi bir parça hafifledi. Fakat yine dalgalar göklere yükselip, coşup taşmaya başladı.
K a lırsa h icr ile g irdâb-ı gam da zevrak-ı d il
Ne çâre neyleyeyim rû zig âr elim de değil
beytinin ifadesi gereğince Sa- fer’in dördüncü günü üç gün üç gece zifoz, salıntı, kırıntı, şimşek, yıldırım, yağmur ile karışık kar, tipi, bora eksik olmadığından gemicilerin gemi üstünde durmaya kuvvetleri kalmadı ve her biri geminin bir köşesinde hazine bulmuş gibi gözden kayboldular. Yolculardan kimisi kusuyor, kimisi tövbe ediyor, kimisi kurbanlar, sadakalar, adaklar adıyordu.
“Hakir dedim ki: ‘Ey Allah’ın kullan! Gelin sizinle hep beraber İhlâs-ı Şerif okumaya devam edelim. Ola ki Cenab-ı Hakk, İhlâs-ı Şerif hürmetine hepimizi selâmete çıkara.’
“Hakir dedim ki: ‘Ey Allah’ın kullan! Gelin sizinle hep beraber İhlâs-ı Şerif okumaya devam edelim. Ola ki Cenab-ı Hakk, İhlâs-ı Şerif hürmetine hepimizi selâmete çıkara.’
“Hemen orada olanlar can u gönülden İhlâs-ı Şerif okumaya devam edince, Allah’ın emri ile o anda karanlık gökyüzü açılıp her taraf aydınlandı. Gök gürültüsü ve şimşek kesildi ise de dalgalar durmayıp ‘yedişerleme’ dedikleri kum ise asla aman vermiyordu. Bazen gökyüzüne çıkıp geminin direği bulutlara dokunuyor, bazen denizin dibine inip sanki gemi ‘Gayya Deresi’ denilen cehennemin dibine batıyordu. Dört tarafımızda Karadeniz simsiyah bir ؛ dağ gibi yükseliyordu.
“Sonunda ambarın ١ kapağını açarak bütün ağırlıkları denize attık, yine kurtulamadık. O esnada geminin kıçından dümenin iğneciği kırılıp dümen denize düşünce, gemiciler ellerini dizlerine vurup yüksek sesle birbirleriyle helalleşmeye başladılar. Bu sırada aklı başında, işe yarar cesur gemiciler, ellerine baltalarını alıp önce geminin çarmıh iplerini kestiler. Sonra gemi direğine balta vurarak bir anda direği kesip denize düşürdüler. Direk düşerken, on bir adamı ezip helak etti. O merhumların meyyitlerini denize atınca gemi içinde bir feryat ve çığlık kopup herkes hayatından ümit keserek can pazarına düştü. Burada bir sağanak daha gelip gemiyi baş tarafından ikiye bölünce, gemide gizlenen yolcular ve esirler dahi dışarı çıkıp feryada başladılar. Herkes birbiriyle helalleşmeye, gemiciler ise soyunmaya koyuldular. Herkes tahta, kapak, varil, fıçı şekilli eşyaları ellerine almaya başladılar.
Kimisi denizde kayboldu, kimisi korkusuz denizci gibi bir tahta parçasına tutunup, can çarşısında pazarlık eder oldu. Bazıları can ve başla yüzerek bizim sandala doğru gelmeye başladılar…
“Hakirin dahi bu esnada hali perişan olup, Yâsin-i Şerif okumaya devam eyledim. Bütün işlerimi can u gönülden Allah’a havale ettim.
‘Ben işimi Allah’a ısmarlıyorum’ ve ‘Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış yeri ihsan eder. Onu hatır ve hayaline gelmeyecek bir cihetten de rızıklandırır.’ mealindeki âyetleri okumakla ve kelime-i şahadet ile meşgul oldum. Sonra birkaç kâfir, geminin sandalını indirip denize açıldılar. Gemiciler de birer tahta parçası ve diğer vasıtalara binerek denize döküldüler.
“Ben dahi yedi kadar can yoldaşımla dalkılıç olup sandala atladığımız gibi sandal içinde olan kâfirler sandalın ipini kesip üzerimize yürü- ؛ yerek Ayıntaplı Şerif Ramazan Çelebi’yi göğsünden vurdular. Hemen ؛ biz de yedi kişi dalkılıç, onların üzerlerine yürüyerek sekiz kâfirin dördünü öldürdük. Diğer dördü de korkularından kendilerini denize attılar. Sandal bizim yedi arkadaşın elinde kaldı. İçindeki ağır yükleri atıp dalgalarla boğuşuyorduk İd büyük gemi baştan kıça varıncaya kadar iki parça olup üç yüz elli nefer yolcu, ‘Ya Allah!’ sesiyle deniz yüzünde her biri yüzmeye başladı.
Kavukla Kayıktan Su Boşaltıyoruz
“Kimisi denizde kayboldu, kimisi korkusuz denizci gibi bir tahta parçasına tutunup, can çarşısında pazarlık eder oldu. Bazıları can ve başla yüzerek bizim sandala doğru gelmeye başladılar. Yanımıza ilk önce Kıssahân Emir Çelebi geldi. Onu kolundan yapışıp sandala alınca diğer kişiler de bizim sandala gelmeye başladılar. Fakat gördük ki, bu gidişle bizim sandalın dahi batması muhakkaktır. Hemen dalkılıç olup, gelen adamları kılıç ile menetmeye başladık. Bu hal ile parçalanan gemiden iyice açıldık. Hiçbir tarafta adamdan eser kalmadı. Kâh gökyüzüne çıkıyor, kah yerin dibine inerek ؛ gidiyorduk. Fakat hem kayık içinde ؛ kavuklarımızla su boşaltmaktan, hem de kışın şiddetinden kuvvetsiz ve dermansız kaldık. O aralık gördük ki, Menkup kadısı Ali Efendi ؛ deniz mâliki gibi yüzerek bizim san- ١ dala doğru geliyor. Onu bizim sandala koyunca şimdi on kişi olduk. ؛ Yine Yâsin-i Şerif okuyarak ve deni- j ze su dökerek gidiyorduk. Amma hepimiz de yaşamaktan ümidi kesmiştik. “Bu hal üzere bir gün bir gece bu sandal ile deniz üstünde gezdik. Hepimiz sonbahar yaprakları gibi titriyorduk. O sırada Kadı Ali Efendi ile Kıssahân Emir Çelebi zâtülcenb (akciğer iltihabı) hastalığına tutularak ölünce, naaşlarını denize attık.
“Denizde sayısız faydalar vardır. Ancak sen selamet istiyorsan kenarında dur”
“Sandalda, önceden olduğu gibi sekiz kişi kaldık. Amma peşimiz sıra yirmi zira’ boyunda, bir arşın eninde bir çam tahtası sandalımıza musallat olup dokunmaya başladı. Su boşaltmaktan ve soğuktan kuvvetsiz düşmüştük, şaşırdık kaldık. ‘Ne çare! Emir Allah’ın’
Edem ez def‘ sakınm akla kazâyı kimse
Bin sakınsan, yine ön son olacak olsa gerek
beyti gereğince, üçüncü gün öğle vaktinde nihayet sandal devrilince hakir dahi baş aşağı denize düşüp can havli ile iyi yüzme bildiğim için el, kol atarak, çabalayarak ilerliyor, derinden yürek yakan bir ah çekip Hazretti Kur’an-ı Azîm’i kendime gönülden şefaatçi tutuyor, büyük velilerin ruhâniyetlerinden istimdada başlıyordum. Derhal içime bir ateş düşüp kalp gözüm açıldı. Can ve gönülden kelime-i tevhid ile meşgul olarak teselli buldum. Korku ve sıkıntıdan kurtularak aklım başıma geldi. Dalgalı denizde kâh dibe iner, kâh yüze çıkardım. Meğer o Kadir ve Kayyûm olan Allah’ın takdiri de hakiri kurtarmak imiş. Yüzmeye devam ederken evvelce sandalımıza dokunan uzun ve geniş tahtanın yanımdan geçtiğini görünce hemen atılarak, ‘Şu amansız Karadeniz’de batmaktan ise şu tahtaya tutunayım’ diye can havliyle tahtaya sarılarak bindim. Sanki Hazret-i Hızır’a rastladım. Sandal arkadaşlarımdan ise hiç haberim yoktu. Onlar kaybolmuşlardı.
“…Allah’a hamdolsun, ortalık biraz düzelip, dünyayı aydınlatan güneşin sıcaklığı arttı. Denizin dalgaları da biraz hafifledi. Gündoğusu rüzgârı bizi süre süre götürüyordu. Üçüncü gün birtakım dağlar görünmeye başladı. Öğle vakti dalgalar bizi sahile bıraktı. Dermansız ve bitkin bir halde kumlar üzerine düştüğümü hatırlıyorum…
Be-deryâ der m enâfi’ bî-şüm ârest
E ğ e r h âh î selâm et der-kerıârest
“Denizde sayısız faydalar vardır. Ancak sen selamet istiyorsan kenarında dur”
“Bütün gücümle Cenab-ı Hakk’a hamd ve sena eyledim. Deniz kıyısında bir kayanın arasında kurulanırken, gelip de bizi bu halde gören nice Mu- hammed ümmeti, bize evlerinden bir kat elbiselerini getirip giydirerek, ucu göklere yükselen kayaların tepesindeki evlerine götürdüler. “Hakir, buraların nereler olduğunu sordum. Meğer Silistre eyâletinde Karadeniz kenarında Keligra Sultan dağları, kayaları, bağları imiş ki, göklere yükselmişler. Maceramızın başından itibaren buraya kadar üç gün üç gece aç susuz, muhtaç, sandal ile gezdik. Buradan Keligra Sultan tekkesine giderek dervişleriyle sohbet ettik…