MEVLÂNÂ HÂLİD-I BAĞDÂDÎ

MEVLÂNÂ HÂLİD-I BAĞDÂDÎ: Evliyâmn en büyüklerinden. Islâm bilgilerinin mütehassısı, insanlara doğru yolu göstererek, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” ismi verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmidokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. ismi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî olup, lakabı Ziyâüddîn’dir. Hazret-i Osman bin Affân soyundandır. Annesinin soyu ise Hazret-i Ali’ye ulaşır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, 1192 (m. 1778) senesinde, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. 1242 (m. 1826) senesinde, Şevvâl ayının yirmialtıncı günü Şam’da vefât etti. Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; “Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi (s.a.v.) baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim” diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn Ibn-i Âbidîn (r.aleyh) kıldırdı. Kasiyûn dağında bir tepeye getirilip, Cum’a günü defnedildi. Şimdi bu yere Sâlihiyye denir. Burada yediyüz peygamberin ve nice Eshâb-ı kirâm ve evliyâ-yı kibânn medfûn olduğu rivâyet edilmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri kabre konurken, mübârek na’şlanndan çıkan güzel koku, her tarafa yayıldı ve bu kokuyu almayan kimse kalmadı. Ziyâret edenler, bu güzel kokunun şimdi de kabirlerinden hissedildiğini söylemektedirler.

Tahsili: Mevlânâ Hâlid hazretleri, daha küçük yaşlardan i’tibâren, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalış kanlığı ile, aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Tefsîr, hadîs, fikıh, tasavvuf, akâid, sarf, nahiv, beyân, me’ânî, bedî’, vad’, arûz, edebiyât, lügat, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi); geometri, hesâb ve diğer ilimleri öğrenip, Fîrûzâbâdî’nin “Kâmûs”unu ezberledi. Bütün ilimlerde, din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhip oldu. Din ve fen ilimlerindeki kudretiyle, bu geniş bilgi ve derin görüşleriyle, zamâmn bütün âlim ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ne sorulsa, derhal cevâbım verir, zekâ ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocaları: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan; Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahmân-ı Kürdî, Abdürrahîm Berzend ve onun kardeşi Abdülkerîm Berzend, Abdullah-ı Harpânî ve daha pekçok âlimden ilim öğrendi, icâzet (diploma) aldı.

İlimdeki üstünlüğü: Mevlânâ Hâlid hazretleri, zamanındaki Bağdat âlimlerinin ve tasavvuf ehlinin, belki asrındaki bütün âlimlerin en üstünü idi. Kur’ân-ı kerîmin esrânna vâkıf idi. Bütün ömrü zühd ve takvâ ile geçmişti. Onu gören, ismini işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü anlatırdı. Her ilimden, her kitaptan sorulan suâllere rahatlıkla en uygun cevâbı verirdi. Bu hâli herkesi hayrette bırakırdı. Arabî ve Fârisî olarak yazdığı kasîde ve man- zûmeleri vardır. Çeşitli vesilelerle ve seyahatleri esnâsında söylediği beyt- ler, nâzik rûhunun terennümleridir. “Dîvân”ını görenler hayran olur.

Süleymâniye mutasarrıfı Abdürrahmân Paşa, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den ricâ edip; “Efendim, Süleymâniye medreselerinden hangisi hoşunuza giderse, hangisinde rahat ederseniz, oranın müderrisi olunuz. Bu köleniz, bulunduğunuz medresenin her ihtiyâcını karşılayacak maddî yardımı yapmaya hazırım. Yeter ki bu ihtiyâçlar için sizi meşgui etmesinler” dedi. Mevlânâ Hâlid, dünyâ malının işe karıştığını görünce; “Bu hizmetin ehli değilim” buyurup teklifi kabûl etmedi.

1203 (m. 1788) senesinde, üstadı Seyyid Abdülkerîm Berzencî tâ undan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkili çözer her derde deva olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böyleee yirmibir yaşında iken, ulemâya ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmakla meşgûl olmuştur.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) sevgisi, temiz kalbine aşk ateşi saldığından, dünyâ lezzet ve zevklerine bir defâ olsun göz ucu ile bile bakmadı. Bütün düşüncesi, Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamberimizin (s.a.v.) ziyaretine gitmek idi. Herkesten yüz çevirmiş, her işini Allahü teâlâya ısmarlamıştı. Sözü te’sirli, avam ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zât idi.

1220 (m. 1805) senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzu’undan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra, Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, kasîde-i Muhammediyye’yi Fârisî olarak yazdı. Bu kasidenin bir kısmı şöyledir:

“Gül, rûy-i Muhammed’e gıptâ eder (s.a.v.), Kokumu,

O’nun terinden aldım der…”

 

Ey güzeller güzeli, beni sevdânla yaktın!

Görmüyor birşey gözüm, her an hülyânla aklım!
Sen “Kâbe kavseyn” şâhı, ben ise azgın köle,

Sana konuk olmağı, nasıl söyler bu şaşkın?
Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,

Sonsuz merhametine sığınıp, kapın çaldım.
İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın!

Bir damla lütf et bana, derde devâsız kaldım!
Herkes gelir Mekke’ye, Kâ’be, Safâ, Merve’ye,

Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.
Dün gece, bir rü’yâda, göklere değdi başım,

Kapındaki uşaklar, enseme bastı sandım.
Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!

Şi’rlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:
“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,

Bir damlacık umarak, ihsan deryâna vardım.”
Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmağa geldim!

Çok kabahatler işledim, sana yalvarmağa geldim!
Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,

Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim.

Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün cânlarm canı!

Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim.
Derdlilere tabibsin, ben ise gönül hastası,

Kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim.
Cömerdlerin kapısına, birşey götürmek hatâdır.

Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.
Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,

Bu yükten ve siyahlıktan tamam kurtulmağa geldim.
Temizler elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,

Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.
Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan azız cânan!

Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan!”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin îmân ve hlâmı anlatan “El-îmân ve İslâm” kitabının kapak sahifesi.Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin îmân ve hlâmı anlatan “El-îmân ve İslâm” kitabının kapak sahifesi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin îmân ve hlâmı anlatan “El-îmân ve İslâm” kitabının kapak sahifesi.

Medîne-i münevvereye geldiğinde,kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Birgün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen  hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cum’a  günü Kâ’be-i şerife karşı Delâil-i hayrât’ı okurken câhil kılıklı, siyah sakallı birinin, Kâ’be’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâ’be’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o  kimse;“Mü’mine hürmet, Kâ’be’ye hürmetden daha öncedir. Bunun için  yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medine’deki zâtın nasî hatını unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “ Sen burada olgunlaşamazsın” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek; “Senin işin orada tamam olur” dedi ve gitti. Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Birgün bu düşünceler içinde iken, Hindistan’ın Dehli şehrinde bulunan evliyâmn en büyüklerinden Abdullah-i Dehlevî’nin (r.aleyh) talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe,Abdullah-ı Dehlevî’nin Mevlânâ Hâlid’e; “Selâmımızı söyle, bu tarafa gelsin!” buyurduğunu bildirdi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı. Bir süre sonra, 1224 (m. 1809) senesinde ikisi birlikte îran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fâide vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vazgeçirmek istediler.Onlara; “ Ab-ı hayât zulümâtta bulunur” şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, gülün kokusunu almış bülbül gibi kimseyi dinlemedi.

Göz yaşlan içinde uğurlandı. Herkes; “Bizleri hüzün ve eleme garkettiniz. Inşâallah yine huzûrunuz ile şerefleniriz” dedi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran’a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi îsmâil Kâşî’yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, ba’zı şiî tefsîr kitaplannı okumuş, Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilmiş olduğunu, ma’nâlannın tahrif edilmiş bulunduğunu görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi yetmişinci âyetinde meâlen; “Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi” âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, îsmâil Kâşî’ ye; “Peygamberler günah işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün peygamberler ma’sûmdur, günah işlemezler” dedi. Mevlânâ Hâlid: “Peki, Kur’ân-ı kerîm’ in; “Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahii teâlâ seni affeyledi”  meâlindeki âyet-i kerîmede; “A f’ söylendiğine göre, günah işlemiş ma’nâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir” deyince, Kâşî; “Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr’i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr’i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?” dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu. Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bis- tâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Ariflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin (r.aleyh) kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi:

“Sultan Bâyezîd türbesi hürmetine yâ Rab!

Burhan Bâyezîd tîneti hürmetine Yâ Rab!

Mekansızlık kartalı yuvası hürmetine yâ Rab!

Ya’nî Bâyezîd’in sana yakınlığı hürmetine yâ Rab!

Bu garîb bîçâre, şikeste Hâlid’e yâ Rab!

Bâyezîd’in irfânından bir kapı aç yâ Rab!

Beni sana kavuştur kendimden kurtar yâ Rab!

Onun kölelerinden biri olayım yâ Rab!’

Sonra Tûs (Meşhed) şehrine geldi. Orada, oniki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım’ın (r.aleyh) oğlu imâm Ali Rızâ’nın (r.aleyh) türbesini ziyâre- tinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.

Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıld Câmî’nin (r.aleyh) kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasideyle medheyledi. Buradan Afganistan’a geçti. Hirat’a uğradı. Hirat’ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Halid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden aynlırken; âlimler, vali ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurluyorlardı. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver’de çok hürmet ve ta’zimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah’ı (r.aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah, Mazhar-ı Cân-ı Cânâıiın (r.aleyh) en üstün talebelerinden idi.

Mevlânâ Hâlid (r.aleyh); burada başından geçenleri şöyle anlatır “Bu kasabada bir gece kaldım. Rü’yâda gördüm ki, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çekiyordu. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah’m huzûruna gittiğim zaman, daha rü’yâmı anlatmadan; “ Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî’nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana va’ dolunan ni’metlere kavuşmaya sebep bilmelisin” dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri aylarca süren yolculuktan sonra tam bir senede Dehli’ye (Cihânâbâd’a) geldi. Yolda başından geçen şeyleri bildiren Arabî ve Fârisî beytler söyledi. Hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine kavuşma aşkını ifâde eden beytle- rinde özetle şöyle demektedir:

“Arzuların kıblesine (Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine) giden yol ve aradaki mesâfe sona erdi. Bu mesâfeyi sona erdirmekle lütfeden, Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun.”

“Allahü teâlâ, bir işe yaramaz yorgun bineğimi artık geceleyin yürümekten, kâh konmak ve kâh göç etmek külfetinden…”

“Beni, bukağı gibi insanın ayağını bağlayan akrabâ ve vatan te’sirinden, dostlar ile dünyâ servetine karşı duyulan alâkadan…”

“Annemi düşünmekten, kardeşlerime hasret duymaktan, amcam veya dayımı akla getirmekten…”

“ Bana “Abdullah-ı Dehlevî’ye gitme!” diyenlerin te’sirleri altında kalmaktan, çekemeyenler ile kınayanların sözlerine kulak vermekten kurtardı.”

“Beni, haddinden fazla yalancı ve son derece câhil bir cemâatin, bir zümrenin şerrinden korudu.”

“Ya’nî iş ve davranışlarında mahlûkların en berbatı olan Âzerbeycan râfizîlerinin şerrinden muhâfaza buyurdu.” “Çünkü onları yoldan çıkaran “îsmâil Kâşî”, münâzara ve mübâ- hase ateşini tutuşturunca yenilgiye uğradı.”

“Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun ki, beni merâm ve maksatların en yücesine erdirdi. Ya’nı çok faziletli kâmil mürşide kavuşmayı bana nasîb eyledi.”

“O mürşid (Abdullah-ı Dehlevî hazretleri), karanlık ufuklan aydınlatan ve herkesi dalâletten hidâyete kavuşturan zâttır.”

“O reis, “Gulâm Ali’dir” (Ab- dullah-ı Dehlevî hazretleridir). Bakışı ile, çürümüş ve dağılmış şeyler dirilir. Ma’nen ölmüş kimseler, onun feyziyle hayâta kavuşurlar.”

“Gulâm Ali, bir ni’met denizi ve cömertlik dağıdır. Bütün fazîlet ve iyi hasletlerin de kaynağıdır.”

“O hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler definesi ve kerâmetler hazînesidir.”

“Abdullah-ı Dehlevî sükûnette arz, sarsılmazlıkta dağ, her tarafa ışık saçmakta güneş ve yücelikte gök gibidir.” “İslâmiyet pman, irfan ma’deni, mahlûkların yardımcısı ve fazl-ü ihsâ- nın kaynağıdır.”

“Halkın şeyhülislâmı, müslüman- larm gönül kıblesi, büyüklerin reîsi ve zor işlerin merdidir.”

“Mahrem bir rehberlikte en iyiye götürücü ve yüksek sesle (alenen) halkı Allahü teâlâya da’vet edicidir.”

“O, herşeyin Rabbi tarafından sevilmektedir. Kim onun irşâdına uyarsa, sen o kimseye; “Ey emsallerine örnek olan zât!” diye hitâb et.”

“Abdullah-ı Dehlevî, kemâle ermemişlerin hepsine kemâl veren ve bütün kâmil insanların kusurlarını da giderendir.” “Ey âlemlerin Rabbi! Mürşidin hatırı için, bu yüce zâta layık bir edeb ve terbiyeyi bize de nasîb eyle.”

“ ömrümün bir kısmını onun ömrüne ekle. Onun himâyesi sebebi ile halkı rahatlık gölgesi altında dâim kıl.”

“Beni hocamın hüsn-ü kabûlü ile mutlu kıl. Onu memnun edecek hizmetleri bana nasîb eyle.”

“Bütün hâllerde, hayatta kaldığım müddetçe, hergün benim kalbimde onun kadrini biraz daha arttır.”

“Ey Rabbim! Uhrevî kurtuluşu te’ min edecek bir tarzda hocam benden râzı, ben de ondan râzı olarak canımı al.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferde iken yamnda bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra da, Hindistan’ ın en büyük velîsi, insanların imdâ- dına yetişici, hakikatler menbâı, hikmet ve ma’rifet ma’deni, ilim, irfân ve ilhâm rehberi, ma’nevî üstünlükler sâhibi, büyük Islâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî’nin (r.aleyh) huzûruna kavuştu. Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar iliırçde âlim olmasına rağmen, hiç i’tirâz etmeden, eline kovasım, süpürgesini alarak hizmete başladı. Kuyudan, kovasına suyu doldurur, kalın bir sopamn uçlarına bağlayıp omuzunda taşırdı. Hergün defâlarca kuyu ve dergâh arasında gidip gelir, dergâhı temizler, abdest suyunu depolara doldururdu. Eğer nefsi bu ağır vazifeden kaçınsa, ona en şiddetli cezâyı verirdi. Birgün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Aylarca canla başla bu hizmeti yapmak için uğraştı. Öyle ki, su taşıya taşıya mübârek omuzlan yara oldu. Birgün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzlan üzerinden Arş’a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklanna şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığım görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasım emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzet- ler çekti. Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlanyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilâyet-i kübrâ hâsıl oldu. Mticeddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâra (ma’nevî üstünlüklere) mazhar oldu, kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna kavuşmasım, bir mektubunda şöyle anlatmaktadır:

“1224 (m. 1810) senesi Zilhicce ayının yirmialüsında Dehli şehrine ulaştım. Aynı gün ikindiden sonra, zamâmn büyüğü ve imâmı, yüksek hocamın elini öpmek saâdetine nâil oldum. Sonra da onun ebedî saâdet kaynağı olan feyzlerine kavuştum. Bunun için Allahü teâlâya sayısız hamd olsun.

Allahü teâlâ bize hidâyet vermese, doğru ve hakîkî yolu göstermese, biz kendiliğimizden hidâyete kavuşamazdık. Hocamın feyz ve bereket yuvası olan yüksek kapısının toprağını ümid gözümün sürmesi eyledim. Gece gündüz, âşikâre nûr deryâsı olan huzûrunda bulundum. Rabbimin sırf mücerred ihsâm ile, yüzü kara, tepeden tırnağa kadar günahlara batmış bu kuluna ihsân ettiği sonsuz devlet ve saâdetin şükrü için; Nûh aleyhisselâ- mın ömrü kadar, Eyyûb aleyhisselâ- mm sabn içinde, o cihân sultânının kapısının süpürgesi olsam, haklarını ödeyemem.

Bu fakirin dostlanna ve sevenlerine nasihati odur ki; herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve elbiseler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde etmeye canla başla çalışırsa, onun dünyâsı o olur. Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan isteğimiz, günbe gün Hakkın divâmnda yüzlerini ak edecek amellerle meşgûl olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el-amân! “Sâlih amel eden kendine, kötü amel işleyen de yine kendine etmiştir.” Vesselâm.”
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de, yüksek talebesi Mevlânâ Hâlid’e (r.aleyh) yazdığı bir mektubunda, onun kıymet ve derecesini, üstünlüğünü şöyle bildirmektedir:
“Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlâmn şerefli ismi ile başlıyorum. Allahü teâlâmn sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlâmn ni’ metlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Beyt:

“Vücûdumun her kılı gelse de dile, Şükrünün binde birini edemez bile.”

ömrünü boşa geçirmiş bu ihtiyâr kuluna, Allahü teâlânın ihsân ettiği nimetlerden biri; sizin, Ebû Sa’îd’in ve oğlu Raûf Ahmed’in (ki bu üçü Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlanndan- dır), Beşâretullah’m ve Fâdıl Gulâm Muhyiddîn gibi azîzlerin bizden inâbet almanızdır. Sizler kısa zamanda hazret-i Müceddîd’in (Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin) nisbetlerine kavuştunuz.

Mübârek zâtınız, bu fakîrin şeref ve iftihar vesîlesisiniz. Çünkü bu yol, sizinle revâc bulmakta, yayılmakta, kuvvetlenmekte. Âlem yüksek teveccühlerinize kavuşmakla başka âlem olmaktadır. Elhamdülillah! Elhamdülillah! Elhamdülillah! Hâce Muhammed Bâkî’nin, hazret-i Müceddîd gibi (Imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Ser- hendî hazretleri), hazret-i Müceddîd’in de Seyyid Âdem Bennûrî gibi talebeleri vardı. Tekrar tekrar söylemişimdir ki, Mevlânâ Hâlid, benim iftihar vesîlem- dir. Allahü teâlâ, beğendiği bu yolda size ve bu kuluna istikâmet versin!

Âmîn.

Bu büyük yolun feyzleıini tâliblere sunun. Hatınnıza hiçbir yaramaz düşünce getirmeyin. Sizi o memleketin feyz vâsıtası ve kutbu yapmışlardır. Kötü maksadlılar size zarar veremez, îftirâlan bizce makbûl değildir. Vel- hamdülillahi ve sallallahü alâ seyyi- dinâ Muhammedin evvelen ve âhıren. Siz, istifâde etmek isteyenlere yardıma olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyükle- rin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler.” “Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha
iyidir” sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rab- bânî hazretlerine i’tirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: “Imâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mü’min ve mtittekîlerdir. Ona buğz edenler münâfik ve şakilerdir.” Islâm memleketleri hazret-i Müceddîd’in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd’in (r.aleyh) ni’ metlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimlerinin, şeriflerinin ve âmirlerinin üzerine lâzımdır ki: Mübârek varlığınızı ni’met bileler, sizden istifâde edeler, size ta’zim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerini- ze, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakir, bunlan nasihat yollu yazdım. Resûlullah (s.a.v.); “ Din nasihattir”buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend’ in, Müceddîd-i elf-i sânî’nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib’in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeğe kalkmayın, ihtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi nzâsına ve Habîbine uymağa muvaffak eylesin! Âmîn.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, evliyâmn kutbu, âriflerin önderi, feyz ve nûr menbâı olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ona; “Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdat’a git! Oradaki Hak âşıklannı, sevdiklerine, ya’nî Allahü teâlâya kavuştur” buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığmağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzend seyyidleri çoktur, insanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve i’tibâr sâhibi ve âlimlerin sığmağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler” diye arzetti. “Sen, memleketine git. irşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oramn vâlileri, eminleri, âlimleri, fazilet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!” buyurdu. “Din için dünyâlık isterim” dedi. “Git, her istedi ğini verdim” deyip; “Yolun üzerinde, filân yerde, evliyâmn büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakka gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakkın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsım al ve şerefli elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Daha sonra; “Hâlid bürd”, ya’nî “Hâlid her şeyi aldı götürdü” buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid’i (r.aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yamna gidip, Farsça olarak hocasımn selâmım bildirdi. O da başını murâka beden kaldırıp; “ Aleyke ve aleyhisselâm” buyurdu. Sonra; “Ey Hâlid, senin fütûhâtm ve irşâdmın yayılma yeri Bağdat’tır” deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muham
Hicri medî denizine gömülmesine, feyz nûrlan içinde bir an cemâl-i Hakdan ve O’nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan aynldı. Bender denilen, yere gelinceye kadar, elli- altmış gün ne birşey yedi, ne de birşey içti. Mevlânâ Hâlid Şîrâz’a, oradan Isfehan’a sonra Hemedan’a gitti. Güzel âdetlerinden idi ki, hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklanm hatırlatırdı. Bu şehirlerdeki va’z ve nasihatlerini duyan i’ti- kâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid’in heybeti sebebiyle korkup birşey yapamadılar. Sonra Senendec’e, oradan da 1226 (m. 1811) senesinde vatanları olan Süleymâniye’ye gittiler. Bütün âlimler, fazilet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neş’e ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye’de bir bayram havası yaşan (i. Bir müddet burada kalıp, evliyâyı ziyâret için ve hocasımn ma’nevî işâ- reti ile, merhûm Süleymân Paşa’nın oğlu Sa’îd Paşa’mn vâliliği zamâmnda, Bağdat’a teşrif buyurdu. Orada Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yüksek dergâhına yerleşti. Evliyâyı ziyâretten sonra beş ay kadar irşâdla (insanlara doğru yolu anlatmakla) meşgûl oldu. Sonra yine hocasının ma’nevî işâretiyle Süleymâniye’ye döndü. Orada ilme susamışlara Hak ve hakikati anlattı. Ba’zı hasedci ve münkir kimseler ortaya çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye ve iftirâya başladılar. Türlü türlü iftirâlan, açık yalanlan ve düzme laflan etrafa yaydılar. Mevlânâ Hâlid, iftirâcılara ne kadar nasihat ettiyse de dinlemediler. Buna rağmen Mevlânâ Hâlid hazretleri sünnete uyarak, Allahü teâlâdan, onlann uyanmalanm doğru yolu görmelerini niyâz eyledi. Sultan Mahmûd’un saray nâzırla- nndan Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid’ in şöhret ve i’tibânnı çekemeyerek, kendisini Halîfe’ye çekiştirdi ve; “Onbinlerle adamı vardır, devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldınlması lâzımdır” dedi. Sultan Mahmûd Hân da; “Din adamlanndan devlete zarar gelmez” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfe’ye hayır ve selâmetle duâ eyledi, ve; “Hâlet Efendi’ nin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu, huzûruna çekip, cezâsım verecektir” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Hân, Mora isyâmna sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Hâlet Efendi orada îdâm olundu.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, ikinci defâ Bağdat’a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu, irşâd nûrlan, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdat’ ta en önce kendisine talebe olan, Bağdat müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftf, Vâli Sa’îd Paşa’ mn yardımıyla, îhsâniyye Medresesini ta’mir ettirip, Mevlânâ Hâlid’e arzetti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, irşâda (insanlara hak yolu gösterip, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmalarına çalışmak) başladığı günlerde, Bağdat vâlisi Sa’îd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başlan önüne eğik, hizmetçiler gibi edeble huzûrunda oturmuş olduklanm gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeğe başladı. Mevlânâ Hâlid’in celâl hâli gidince, Sa’îd Paşa’mn titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; “Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, ya’nî kendinden ve emrin altında olanlann hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. Insan- lan sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir” deyip, nasîhat buyurunca, Sa’îd Paşa yine titremeğe başladı ve yüksek sesle ağladı.

Talebeleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ikinci defâ, Bağdat’tan Süleymâniye’ye hicret etti. Yeni bir dergâh inşâ edilip, orada talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Uzak memleketlerden birçok âlim ve fazîlet sahipleri, ilim öğrenmek, feyz ve nûrlara kavuşmak için huzûruna geldi. Huzurla- nnda yüzlerce, binlerce âlim ve velî yetişti. Dörtbini, ilimde ve tasavvufta en yüksek dereceye çıkıp icâzet (diploma) aldı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin yetiştirdiği talebelerinden ba’zılan şunlardır Rabbânî âlimlerinden meşhûr Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî Hakkâri (Mevlânâ’mn medrese arkadaşı idi.), Seyyid Tâhâ Geylânî Şemdînî Hakkâri, Şeyh Muhammed Hâfiz Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, huzurlannda kemâle ^gelen binlerce talebesini, insanlan Cehennemin ebedî azâbmdan kurtarmak için, çeşitli şehir ve memleketlere gönderdi.

Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, Imâdiye, Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Aymtab, Urfa, Diyarbe- kir, Anadolu’nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer Islâm memleketleri, Mevlânâ Hâlid’in yetiştirdiği bu talebeler vesilesiyle Hak ile bâtılı öğrendiler. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Eshâbının yolunda çalıştılar. insanlara hizmet için uğraştılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri Bağdat’ta iken, Mağrib’den, ya’nî Atlas ülkeleri denilen Kuzey Afrika’dan, veliy-yi kâmil Şeyh Muhammed Mağribî hazretleri gelip, icâzet aldı, sonra da memleketine döndü. Şeyh Seyyid Es’ad Sadruddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdürrahmân Rûzbehânî, Abdullah Ceselî ve diğer nice tanınmış âlimler ve müellifler, hizmetine koşup, feyz ve nûrlanndan istifâde ettiler.

Şeyh Muhaıımed Kudsî, Osmân-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, Ibrâhim Fasih Hayderî Efendi, Muhammed-i Cedîd, Seyyid Abdülga- fûr, Mûsâ Cübûrî, îsmâil Enârenî (Ki bu zât hakkında Mevlânâ Hâlid; “Ey sevgili dostlar size tsmâil’i bıraktığım müddetçe ben diriyim” buyurdu.), Abdullah Herâtî, Abdülfettâh Akrî (Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinden- dir. Senelerce İstanbul halkım irşâd etti. 1281 (m. 1865) senesi Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti. Kabri, Üsküdar’da Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezârlığına çıkan yol ile Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanın dadır.), Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî Hakkâri (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin Süleymâniye kazâsın- daki medrese arkadaşı ve talebesinin büyüklerindendir.), Abdullah Erzin- cânî Mekkî, îsmâil Şirvânî, Ahmed Eğribozî, Şeyh Muhammed Hâfiz Urfalı, Îsmâil Berzend, Molla Ebû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb Imâdî (Seydâ diye meşhûr), Şeyh Hasen Hâfiz Kozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, âlim, mürşid-i kâmil, Rabbânî ilimler sâhibi Seyyid Tâhâ Geylânî Şemdînî Hakkâri, Ahmed Hatib Erbîlî, îsmâil-i Basri, Şeyh Yûsuf-i Îslâmbolî, Feyzullah Erzurûmî, Muhammed Hânî, Şeyh Fırâkî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîti, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî (Son icâzet verdiği talebesidir.), Hasen-ı Kudsî, Hüseyn Vâ’iz Malatt, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâ’î, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tev- zeklî, ilim ve fazîlet sâhibi mücâhid-i kâmil Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdürrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed-i Kürdî, Şeyh Ali Paluvî (Bu zâta, Mevlânâ Hâlid hazretleri, görmeden icâzet vermişlerdir. Kendileri kerâmet sâhibi bir zât idi.
Sonra huzûruna kavuştu.). Bunlardan başka çok sayıda icâzetli talebeleri vardır. Meselâ bunlardan biri Şeyh îsrâil (Ezra’î) olup, Girit adasında insanlara va’z ve nasîhatla meşgûl iken, Rumların Girit katliâmı üzerine bütün talebeleri ile bir gemiye binerek, Güney Amerika’ya gidip orada îslâmiyeti anlatmaya devâm etti. Yüksek kapılarından ilim ve edeb öğrenmekle şereflenen diğer büyük âlimlerden ba’zılan da şunlardır: Bağdat’ta Hanefî müftîsi Seyid Şerif Es’ad Sadreddîn Hayderî, Şâfiî müftîsi Seyyid Sibgatullah Hayderî, Seyyid Abdülkâdir Sıdkî Hayderî, Şeyh Yahyâ Mervezî Îmâdî, Abdürrahmân Rûzbehânî, Küçük Molla Erbîlî, Müderris Tâhâ Harîrî, Ahmed Nevdeşi, tsmâil Köysancakî (Köysancak müftîsi), Mahmûd Ömer Künbedî, Mustafa Erbîlî, Muhammed Rûzbehânî, Muhammed Îmâdî, Osman bin Sindî Necdî, Muhammed Emîn, Muhammed Sa’îd,Ebû Bekr-i Hamevî, Muhammed Erbîlî ve başkalarıdır.

Talebeleri son derece kendisine bağlı idi. Bağdat müftîsi Şeyh Sadrüddîn hazretleri buyurdu ki: “Eğer bana hocam Mevlânâ Hâlid hazretleri, şu süt kasasım başımn üstüne al, çarşı ve pazarda sat, diye emir buyursalar, hiç karşı gelmez, emrine uyarak satardım.”

Menkıbe ve kerâmetleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden sayılamıyacak kadar kerâmet görüldü. Hâlleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşıp her yere yayıld}. Menkıbe ve kerâmetlerine dâir müstakil eserler yazıldı. En meşhûr menkıbelerinden ba’zılan şunlardır: Süleymâniye’de iken, Berzendler’ den silâhlı ikiyüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cum’a günü, silâhlı olarak mesddin dış kapısında beklemeye başladılar. Cum’a namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışan çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere öyle heybetli bir nazarla baktılar ki, bu nazarlar karşısında hepsinin kalbinde müthiş bir korku hâsıl oldu, öldürmek için gelenlerden ba’zısı nâra atarak kaçıştılar, ba’zılan da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânegâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu dediler ki: “Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslamn ağzım açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık.” Bağdat’ta, sâlih ve faziletli bir insan o- lan îbrâhim Berzend hazretleri vefât etmişti. Bu zât geriye ellibin kuruş borç bırakmıştı. Alacaklılar paralannı oğlu Muhammed Efendi’den istediler. Oğlu, bir evi ve kitaplarından başka birşeyi olmadığını söyledi. Alacaklılar, ev ve kitapların, alacaklarına karşılık olmak üzere kendilerine verilmesini istediler. Muhammed Efendi de, derhal Mevlânâ Hâlid hazretlerine gidip durumu anlattı. Hâlid-i Bağdâdî (r.aleyh) alacaklıları yamna çağırarak; “Sizin alacağınızı ben vereceğim. Muhammed Efendi’den bir ay hiçbir şey istemeyeceksiniz. Ay sonunda size paranızın tamâmını vereceğime senet veriyorum. Vakti gelince parayı benden alır, senedi de Muhammed Efendi’ ye verirsiniz” buyurdu. Ay sonunda, alacaklılar gelip, Mevlânâ Hâlid’den parayı aldılar. Sevinerek gittiler. Bağdat’ta iken Hâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlânâ Hâlid’in şerefli hânegâhla- nna ve diğer yerlere kendi eliyle yüz- bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Birgün Mevlânâ Hâlid’in huzurlanna gidip; “Efendim, borcumun çokluğundan dışan çıkmağa yüzüm kalmadı” deyince, Mevlânâ Hâlid (r.aleyh) buyurdular ki: “Bir ay sabret.” O, bunun üzerine; “Aman efendim, sabra tâkatim kalmadı” diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samimiyetinden idi. Mevlânâ Hâlid de (r. aleyh); “Mâdemki öyle, kaldır şu hasın istediğin kadar al” buyurdu. Mahmûd Efendi de hasın kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altım aldı, başka bir altın gördü ve böyleee her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüzbin kuruş tamamlamncaya kadar bu işe devâm etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid’in ellerini öptü.
îsmâil bin Ali adlı zât anlatır: “Şam-ı şerifte iken birgün, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulunduklan yere gittim. Mukaddes iltifâtlanna nâil olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: “îsmâil’e söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zîrâ zorla cezbe göstermek riyâdır. Riyâ ise zinâdan daha büyük günahtır. Hâline tövbe etsin.” Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi keşfetmişti.
Bağdat vâlisi Dâvûd Paşa’nın vezirliği esnâsında, Osmanlı şehirlerinden birkaçım îranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplannı yağma ettiler. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine geldi. Huzurlanna girip, başından geçen hâdiseyi arzederek; “Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlanndaki onyedibin kitabı o âlime hediye ettiler. Böyleee yanlannda bir kitap bile kalmadı. Bağdat’ta, tasavvuf büyükleriyle alay eden birisi, ba’zı kendini bilmezleri de toplayarak, Hatm-ı Hâcegân-ı şerîf halkası gibi bir halka dizerek, alay etmeye kalkıştı. O saatte cinnet getirdi. Elbiselerini yırtarak attı. Serserice çıplak bir hâlde çöllere düştü. Mevlânâ Hâlid (r.aleyh) talebeleriyle sahrâya çıkmışlardı. Deliren adamın çocukları ve akrabâsı ağlayarak Mevlânâ Hâlid’in yamna geldiler. Mecnûnun affedilmesi için yalvardılar. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri çok sevdiği talebesi Şeyh Mûsâ Cubûrî’ nin elinden tutup; “Şimdi o mecnûna doğru git. O hâlden kurtulduğunu bildir” dedi. Talebe, buyurulam yapmak için o mecnûna gittiğinde, mecnûnu iyileşmiş gördü, iyileşen mecnûn, yaptıklarına tövbe ve istiğfar etti. Duâ ve ibâdetlerle alay etmekten vazgeçti. Hacca gitmek için, Şam’a uğradığında, bir yalana ve fâsık, kadıya mürâcaat edip; “Üç ay önce katınm çalınmıştı. Şimdi Hâlid-i Bağdâdî’yi katmmm üstünde gördüm. Katırımı isterim” dedi. Dînin emri gereğince, Mevlânâ Hâlid, hâkimin huzûruna çağnidı. Fâsık ve yalana kişi, şâhidlerini de getirip konuşturdu. Hâkim, katınn O iftirâcımn (yalananın) olduğuna hük- meyledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, katın o yalanaya teslim etti ve: “Hâkimin hükmüyle hayvan şenindir. Lâkin bende bir şüphe var ki, bu hayvan benim yammda dünyâya geldi, ama bunu kimse bilmez. Ey kişi, müslü- manlann şehâdeti ile, hayvan şenindir. Ben ise, Hak teâlânın müslüman kullanna sû-i zan etmem. Allahü teâlâ, senin katınm getirip benim evime, benim evimde doğan katın alıp, senin evine koymağa kâdirdir. Irak’dan Şam’a kadar binme ücretini de vereyim. Hakkınız bende kalmasın” buyurup, ücreti de verdi. O anda Allahü teâlânın izni ile, yalancımn evindeki katır oraya geldi. Yalancının katınm gören iftirâa şâhidler, mübârek ellerine kapanıp; “Efendim, bu adama verdiğiniz hayvan sizindir. Bizler iftirâ eyledik. Sizi anlamadık. Hayvanı alınız” dediler. Hazret-i Mevlânâ; “Müslümanlann şehâdeti ile ve hâkimin hükmü ile, hayvan onundur. Binme ücretini de verdik. Artık geri alınmaz” deyip gözden kayboldu. Hâkim durumu öğrendi. Mevlânâ Hâlid’i aradı, bulamadı. Bu işe sebep olanlar ise bannamayıp, o beldeden kaçtılar ve perîşân bir hâle düştüler. Mevlânâ Hâlid hazretleri, Şeyh Abdülvehhâb Sûsî’yi, kendilerine vekîl olarak İstanbul’a gönderdi. O da, devlet adamlan ile çok görüşüp, kibir ve ucba kapıldı. Büyüklerin yolundan aynldı, talebelikten reddedildi. Şeyh Abdülvehhâb Sûsî geri dönüp, Şeyh Yahyâ Mezverî’ye giderek af edilmek için tavassutunu ricâ etti. O da, Mevlânâ Hâlid hazretlerine gidip durumu arzetti. Mevlânâ hazretleri; “Af etmek benim elimde olsaydı af ederdim. Ne çâre ki “Silsile-i âliyye” (evliyâmn) büyüklerinin rûhlan onu kapılanndan tard etmişlerdir” buyurdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, talebeleri ile, büyük bir cemâat hâlinde, Bağdat’tan Şam-ı şerife hicret ediyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabilesinden bir yol kesici, birçok yardımcılan ile berâber kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Pekçok yardımalanmla Mevlânâ Hâlid’in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli birisi göründü. O zât gözlerimiz önünde o kadar büyüdü ki, büyük bir dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ misâli olan bu zâü görünce, bir korku titremesi gelerek, mızraklanmız elimizden düştü. Sonra da herkes hayvanlanndan aşağı yuvarlandı. Bu hâdiseden sonra kâfilede Allahın sevgili bir kulu olduğunu anladık. Bir ağızdan; “Aman aman, affedin affedin!” diye bağınştık. Daha sonra kâfile görünmeye başladı. Kâfilede Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlanmızm affnı ricâ ve niyâz ettik. Ellerine sanlarak tövbe ve istigfâr eyledik.” Fazilet sâhibi bir zât olan Abdül- bâkî Mûsulî anlatır: “Musul vâlisi Yrhyâ Paşa, beni, Bağdat vâlisi Dâvûd Paşa’ya ba’zı işlerin hâlledil- mesi için gönderdi. Bağdat’a ulaştığımda, geceyi sarfiyat muhâsebecisi Muhammed Efendi’nin yanında geçirdim. Orada bir ay kalmama rağmen,işleri yoluna koyamamıştım. Param da kalmamıştı, öteden beri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini severdim. Açlık ve üzüntü ile, bir akşam uykuya dalmıştım. Sabahleyin gusl abdesti almam îcâb etti. Hamam ücreti olmadığı için hamama gidemedim. Hâlimi hadememe açıkladım. Hademem de; “Efendim, Mevlânâ Hâlid hazretleri hakîki bir velî ise, hâlini keşfederek birkaç dirhem gönderir” dedi. Bu söz esnâsmda kapı çalındı. Elinde bir beyaz mendil ile bir zât içeri girdi. Elindeki mendili teslim edip; “Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin selâmı var. Bu hediyeyi kabûl etsinler buyurdu” dedi. Hemen gitti. Mendili açtığımızda, hepsi altın olmak üzere yirmibin kuruş vardı. Bu para ile, bütün ihtiyâçlarımı gördüm. Daha sonra duâlanna kavuşmak üzere hânegâhına gittim.” Alim ve fazîlet sâhibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hâfiz Urfalı anlatır “Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Bağdat’ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn’in Şam’a gelmesi için mektup yazdı. Onlar da yola çıkıp Urfa’ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitâben; “Hâfiz! Çoluk- çocuğumuz Urfa’ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lâkin Şihâbüddîn vefât eyledi” buyurdu. Bu sözün söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa’ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn’in vefâtı vâki olmuştu.” Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedle- rinde kuvvetli bilgisi vardı. Imtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâ- sında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i sitte’de yazılı olan hadîslerden üç hadîsi sened- leri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl sened- lerini sahîh olarak okuyunca, o muhaddis, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapamp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; “Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız” derdi. Mevlânâ Hâlid hazretleri çok heybetli idi. Kalbleri çok teiniz, berrak ayna gibi idi. Birgün Bağdat’ta talebeleri ile sohbet esnâsmda; “Bir zulmet geliyor” buyurdular. Yanm saat sonra râfizî âlimlerinin büyüklerinden Mûsâ Necefî ve on arkadaşı, imtihan için yüksek huzurlarına geldiler. Beş dakika kadar ayakta durdular. Hepsini bir titreme aldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri parmaklan ile, râfizîlere “Oturun!” diye işâret ettiler. Oturduk- lannda titremenin çokluğundan başla- nm yerlere vurdular. On dakika bu hâl devâm etti. Mevlânâ Hâlid, onlara hiç iltifât etmedi. Dicleye doğru baktı. Sonra kalkıp nâfile namaz için mescide gitti. Bunu gören râfizîler dehşette kaldılar. Kendilerine geldiklerinde; “Bu âlimde büyük bir sır vardır, hakikatini biz bilemeyiz” deyip gittiler. Hâcı Halil Efendi, Sultan Mahmûd Hân’ın saray hizmetçisi idi. Halîl Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul’dan Üsküdar’a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklannın içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve; “Aman Hâa Halîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam’a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklanm ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alınz” dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı. Halîl Efendi Şam’a gidip, vâlinin konağına misâfîr oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağa teşriflerinde vâli hürm metle karşılayıp; “Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek” dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; “Gidelim” buyurdular. Vâli ve Hâcı Halîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, Hâcı Halîl Efendi’ye dönerek; “Hâa Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır” buyurdu. Halîl Efendi de; “Efendim böyle bir emânet yoktur” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; “Elbet olacak. Cebinize ve eşyâ- mza baksanız” buyurdu. Halîl Efendi’ nin hatırına mektup gelmeyince; “Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti” buyurdu. Hâa Halîl Efendi hatırladı ve derhal elini cebine sokup mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: “Hâa Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir).” Vâli de; “Biz köleniz de Efendimindir” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O başka” buyurdular ve birkaç defâ; “Hâa Halîl Efendi bizimdir” buyurunca, Hâa Halîl Efendi: “înşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfîr olurum)” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; “Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız” buyurdu. Hâcı Halîl Efendi de; “Inşâallah buluruz” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Nasîb!” buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; “Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun” buyurdu. Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsımz buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara: “Ortada cenâze yok. Kimin namazım kılıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Şam-ı şerifte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz” cevâbım verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam’a oradan da İstanbul’a gitti. Üsküdar’a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendi’ye; “Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu” deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, birgün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ’nın arkasından yürüdü. Hânegâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlar arasına girdi. Bu hâl açıkta olduğundan herkes gördü.

Süleymâniye’nin meşhûr âlimlerinden ba’zısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince mes’eleleri ile mağlup etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak’ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-îslâm denen Şeyh Yahyâ Mezverî Îmâdî hazretlerine mektup yazıp; “Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanlann hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mezverî Îmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanlan uzun hayâümzla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlidisminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan’a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd da’vâsmda bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Üzerinize vâcibdir ki, bu tarafa gelip, yanlışlığım ve zararlarım def edip, onu yenesiniz. Gelmeyecek olursamz, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır” dediler. Bu mektup, Şeyh Yahyâ’nm eline geçince, ba’zı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine da’vet ettiyse de, kabûl etmedi ve; “Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır” deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hânegâhına doğru gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve mtisâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ’mn kalbinde, bir takım ince ve zor mes’eleler vardı. Bunlan sorup imtihan edecekti. Daha ağzım açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh’e hitâben; “Din ilimlerinde çok müşkil mes’eleler vardır, işte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur” buyurup, Şeyh’in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplanm söyledi. Şeyh Yahyâ anladı ki, bu mübârek zât, evliyâmn büyüklerindendir. Hemen özür ve af diledi. Tövbe edip Mevlânâ hazretlerinin büyük talebelerinden oldu. Iftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ’yı çok severdi.
Şam’da tâ’ûn hastalığı vâki oldu. Mevlânâ Hâlid hazretleri oradan aynlmak istemediler. Tâ’ûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerifleri okurlardı ve bu yüksek dereceye kavuşmak isterlerdi. O sırada birisi gelip; “Efendim duâ edin de bana tâ’ûn bulaşmasın” diye yalvannca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; “Rabbime kavuşmağı istememekten hayâ ederim” buyurdu. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin çocukları: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Biri Şihâ- btiddîn olup, Urfa’da vefât etti. Sonra Behâüddîn vefât etti. Ardından Abdürrahmân vefât etti. Dördüncü oğlu Necmüddîn, babasımn vefatından sonra dünyâya geldi. Onun da iki oğlu dünyâya gelmiştir. Temiz soyu devâm etmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin oğlu Muhammed Behâtiddîn’in beş yaşına girmesine birkaç ayı vardı ki, bu yaşta çok güzel Kur’ân-ı kerim okurdu. Muhterem hocalan, Şeyh Muhammed Nâsih hazretleri idi. Arapça, Farsça ve mahallî dilleri çok güzel konuşurdu. Şekil, tabiat, cömertlik ve merhamet bakımından Mevlânâ Hâlid hazretlerine çok benzerdi. Çok küçük yaşta olmasına rağmen şefkatinin çokluğundan, bir kimseye bir belâ ve âfet gelse, o kişinin bu durumdan kurtulmasına çalışırdı. Tâ’ûna yakalandığı zaman, babasının nûr yüzünde hüzün alâmetleri belirmişti. Cum’a gecesi sabaha kadar hastalığı devâm etti. Şeyh îsmâil Gazzî hazretleri buyurdu ki: “Kapıcı kapımı çalınca, gözbebeğimin vefât ettiğini anladım. Hemen evin kapısından dışan çıktım. Kapıcı vefât haberini söyleyerek; “Mevlânâ Hâlid hazretleri sizi istiyor” dedi. Derhal yanma vardım. Evin güneşliğinde oturduğunu gördüm ve hemen ellerini öptüm. Sıkılganlığımdan, huzurlannda ayakta durdum. Bir saat geçtikten sonra edeblice oturdum. Mübârek, nûrlu elleriyle başımdan tutup alnımdan öptü. Cenâb-ı Hakka şu şekilde duâ etti:

“Ey Rabbim! Bu musibete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdm. önümde rûhunu aldın. înşâallah yüksek katınızda büyük bir nasibi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir” buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin faziletlerini içine alan sohbet ve va’za başladı. Âhırete göç eden bu temiz yavrunun Kasiyûn dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh îsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine teçhiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanlann omuzlannda, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazım kıldırdıktan sonra defneylediler. Ağlayanlara ve kalbi mahzun olanlara teselli verip insan- lan teskin ederdi. Definden sonra Addâs Câmii’ne giderek, Cum’a namazım kıldırdıktan sonra, adı geçen Câmi’nin hücresinde tâ’ûna tutulmuş değerli talebelerinden Molla îsâ hazretlerinin yanma vararak, hâl ve hatırını sorup, alâka gösterdi. Molla îsâ’ya şöyle buyurdu: “Ey îsâ!.. ölümden hiç korkma. Dâimâ uyku ile uyanıklık arasında bulun. Zîrâ senin kalbine yöneldik. Artık şeytan tasallut edemez. Oğlum Behâüddîn ile karşılaştığında selâmımı ulaştır. Ona korkmamasım söyle. Yakın zamanda inşâallah biz de geleceğiz.” Vedâdan sonra Cennet misâli yüksek hânegâhına gitti. Behâüddîn’in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aym senenin Zilka’de ayında tâ’ûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuk idi. O da defin hazırlıkları bitince Kasiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn’in mezânnın kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, oğlu Behâüddîn’m defnine gittiği zaman, kendisinin de yakında vefât edeceğini anladı. Bunun üzerine kabrinin kazılmasına dâir Şeyh Abdülkâdir Deymânî’ye emir verip, nerede defnolunacağını bildirdi. Abdürrahmân’in defninde, daha önce ta’yin ettiği kabrin kazılmamış ve hazırlanmamış olduğunu görünce üzüldü. Şeyh Abdiilkâdir’e; “Zannedersem, kazıcıya verecek paran yoktur” buyurup, bu talebelerine birkaç gümüş verdi ve; “Muhakkak, bugün kazın! Kazınca bir taşa rastlarsımz. Vefatım günü, o kayayı kırma sebebiyle zahmet çekip, kabrimi belki vaktinde kazıp, yetiştiremezsiniz. Mezâr, boyunuz derinliğinde olsun” buyurdu. Gerçekten iki arşın miktân kazıldıktan sonra, buyurdukları gibi, büyükçe bir taş göründü. Bu kerâmetini de herkes gördü. Buyurdukları miktarda kazıldı.
Vefâtı: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlanna doğru, yanlannda bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmağa başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh Îsmâil Angârî’yi çağırttı. Ona; “Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn’in yanına gitmeyi isterim” buyurdu. Şeyh îsmâil; “Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz” deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Güneşin harâreti bize zarar vermez” buyurdu. Daha sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; “Ey îsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefatımdan sonra, çoluk-çocuğum, fikıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, îsmâil Enârenî’yi ta’yin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayınn. Bir su sarma inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından ba’zı ihlâs sâhip- leri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızda olan fakirlere ve yoksullara verilsin, ölümümden daha büyük bir müsîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. insanlarla münâkaşa etmeyiniz” buyurdu. Şeyh îsmâil de; “Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz, inşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey îsmâil! Biz Şam’a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti, inşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka birşey istemiyoruz. Ba’zı inkâralann size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir” buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Birgün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh îsmâil Gazzî’ye buyur- dular ki: “ Bütün kitaplarımı vakfettim.” O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; “Efendim Seyyid Hüseyn Efendi ve berâberinde ba’zı âlim zâtlar, size ta’ ziyeye geldiler” dedi. Daha sonra onlan karşılayıp, oturmalanna müsâade ettiler. Oğlu Abdürrahmân için ta’ ziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh îsmâil Efendi de izin alıp aynlmak istedi. Mevlânâ hazretleri: “Bugün burada kalınız” buyurdu.
Sonra da; “insanların; “Mevlânâ Hâlid keramet izhar ediyor” demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cum’a gecesi gideceğimizi zannediyorum” buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; “Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?” buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; “Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem” diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarım evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Bundan sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeğe başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasihat ve vasiyet ederek vedâ- laştıktan sonra; “Biz bu Cum’a gidiyoruz” buyurdu. Sonra mescide teşrif etti, ikindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden îsmâil Gazzî’yi yanma çağınp iltifât etti. Kütüphânesinin önünde oturdu, önceki vasiyetini ve nasihati tekrar etti. Şöyle buyurdu: “Namaz borcumun iskatı için vasiyet ettim. Allahın birliğine yemin ederim ki: Bâliğ olduğum zamandan bugüne kadar bir vakit namazımı kazâya bırakmadım. Kuşluk ve teheccüd namazlarım da edâ ettim. Bu sözleri işitip de, “Mevlânâ Hâlid, hayrât ve hase- nâta muhtaç değildir” demeyiniz. Vefatımdan sonra, hayır ve iyiliklerde bulunup, fakirlere yemek yediriniz. Fâtiha-i şerife ve Ihlâs-ı şeriflerde bizi unutmayınız. Bir kimse yukanda işâret ettiğim haklanma muhâlefet ederse, âhırette beni göremez. Çoluk- çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasim Şeyh îsmâil Enârenî’dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatınndan çıkarmasın” buyurup, îsmâil Gazzî’ye: “Bana kalemi ver, vakıf şartlannı yazayım” buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; “Bu kitaplan Allah için vakfettim. Vakfımın şartlan şunlardır” diyerek şartlannı yazdı. Sonunda da; “Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplan- mm küçük bir tânesi de olsa değiştiren,
noksanlaştıran kimseler üzerine; Allahın, meleklerinin ve bütün insanlann la’neti yağsın” buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fikıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve ba’zı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; “Şu kitabı getirin” buyurdu. O kitapdaki delillerini de gösterdi. O zaman Ibn-i Âbidîn hazretleri; “Efendim! Dün gece rü’ yâmda Hz. Osman’ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazım ben kıldırdım” diyerek rü’yâsım anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; “Ey Ibn-i Âbidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, Hz. Osman’ın evlâdındamm” buyurdu. Ibn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rü’yâsmı anlattığına çok pişmân oldu. Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasi- yette bulundu: “ Muhammed aleyhisselâmm sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musibet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağınp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefatıma hiçbir kimsenin üztilmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah nzâsı için kurban kesip sevâbım benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur’ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile gönülleri dolan kimseler gibi sakın siz de; “Sadakaya muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve Ihlâs-ı şeriflere muhtâcım” demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuzbeş senelik farzlan iskat ve kazâ edersiniz, ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlanm diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedim. Ey îsmâil, talebe ve arkadaşlanmın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasihatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerinde idi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularım bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. Îsmâil Efendi berâherlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzurlanna girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlanna yatmış bir vaziyette murâkabe hâlinde idi. Hâl ve hatırlan sorulunca, teşekkür ve iltifat olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalanm ve fazla konuşmamalanm işâret ettiler. Talebelerinden Îsmâil Efendi; “Efendim zât-ı âlileriniz su isterler mi?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; “Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm” demek istediler. Bu hâllere şâhid olanlann hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışan çıktılar. Dış anda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk- çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; “Hepinize hakkımı helâl ediyorum. Birbirinizden aynlma- yınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız” buyurdular. Abdest alıp bir miktar namaz kıldıktan sonra; “Şu anda tâ’ûna tutuldum” buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar buyurdu ki: “Bundan sonra beni meşgûl edip benden birşey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekilimden isteyiniz. Beni Hakla meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın.” Göz uçlan ile kıbleye yönelip sağ yam üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; “Ah! vah!” gibi sesler aslâ duyulma- yıp, her a’zâsından, hattâ mübârek saçlanndan Hakkın zikrinin belirtileri görülüyordu. Müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; “(Sonra Allah mü’min kimselere şöyle buyurur) Ey (îmânda sebât gösteren Allahı anmakta huzûra kavuşan) itâatkâr nefs, dön rabbine (Cennetle sana hazırladığı ni’metlere) sen O’ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O ela senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir C en n etim e Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhlan Cennet-i a’lâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlanm işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden Îsmâil Efendi, ora- dakilere; “ Evliyâmn vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir99
hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden Îsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi, Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz, ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklann- dan öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh Îsmâil Efendi; “Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrlu idi. Her hâli ile nûr saçışlan, veliliğine işâret ediyordu ” dedi Şeyh Ismâü sözlerine devamla; “Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân-ü gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu” diyerek o günkü hâllerini anlattı.

önde gelen talebeleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nâzik vücûdlanm tam bir hürmet ve saygı ile medresede kendileri için yaptırdıklan teneşir tahtasına koydular. Şeyh Îsmâil Efendi, Şeyh Muhammed Nâsih Efendi, Şeyh Abdülfettâh Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Mevlânâ Hâlid hazretlerini yıkama, teçhiz ve tekfinleri ile meşgûl oldular. Sonra mescidde yüksek bir mahalle konarak, bütün halka ziyâret için izin verildi. Herkes girerek, mübârek na’şlan etrafında halka oldu. Sabaha kadar Kur’ân-ı kerim, salât-ü selâm, Kelime-i tevhîd ve duâlar okundu. Sabah namazı kılındıktan sonra, Cennet misâli hânegâhtan, Emevî Câmii’ne, müslümanlann parmaklan üzerinde kalabalık bir cemâat ile götürüldü. Kalabalık, çarşı ve pazarlan doldurdu. Çok dehşetli o günde, nûrlu naşlarını mezkûr câminin musallâ- sına izzet, ihtirâm ve şerefle koyduklan zaman, binlerce insan cenâze namazlarını kıldılar. Namazda, talebesi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Ibn-i Âbidîn hazretleri imâmlık yaptı. Kalabalıktan ötürü cenâze namazım kılamayan birçok kimse, Şâfiî mezhebine göre tekrar kılınan cenâze namazına iştirak ettiler. Şeyh îsmâil Enârenî, sonradan kılınan cenâze namazını kıldırmak için, Şeyh îsmâil el-Kuzberî’ye emir ve ruhsat verdi. Evliyâ kâfilesinin reîsi Mevlânâ Hâlid hazretlerinin tabutu başında, Emevî Câmii baş müezzini;
“Velîlerin reisinin rûhu beden kafesinden uçup bekâ bahçesine gitti” diyerek, yüksek sesle vefatını îlân etti. Sonra duâ ederek; “Ezel ve ebedde yalmz olan, bir olan cenâb-ı Hakkı teşbih ve tenzih ederim. Kuvvetlilerin zarar veremediğini tenzih ve teşbih ederim. Herşey yok olacaktır. Sâdece O’nun zâtı bâkî kalacaktır. Hüküm O’ nundur. O’na dönülecektir. Tâat ederek Allahü teâlâya yalvann! Biliniz ki, muhakkak âlimlerin ölümü, âlemin ölümü gibidir. Duâlanmız, büyük velî ve bu âlemin kutbu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üzerine olsun. Ölmeyen ve hayat sâhibi olan Allahü teâlâyı teşbih ve tenzih ederim” dedi. Göz yaşartan bu duâyı okudukça, bütün cemâat ağlamaya başladı. Ondan sonra tabut, müslümanlann parmaklan üzerinde taşınarak, Kasiyûn’da “Tel” denen tepeye getirildi. Bu yer, şimdi Sâli- hiyye adı ile anılmaktadır. Cenâzenin defni sırasında hoş bir koku etrâfa yayıldı. Bunu orada bulunanlann hepsi hissetti. O hoş kokunun hâlâ orada mevcut bulunduğu ziyâret eden- lerce söylenmektedir. Talebelerinden dört kişi kabrin içerisine girip, mübârek cesedi tam bir olgunlukla ve hürmetle, Allahü teâlâyı zikrederek, âşıklann gözlerinden gizlediler. Bu esnâda halk ağlayarak ayrılış gözyaşlan döktüler.
Sünnet olan telkin, Şeyh Ebû Bekr hazretlerine havâle edildi. Telkinden sonra Şeyh Ebû Bekr, mis kokulu kabirleri üzerine kapanıp, çok zaman geçtikten sonra kendisine gelebildi. Sonra bütün cemâat yavaş yavaş geri döndü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefatından sonra, sevenlerinden biri, rü’ yâsında Muhyiddîn-i Arabi’nin kabirden çıktığını, Kasiyûn dağına gelip, Mevlânâ Hâlid hazretlerine selâm verip, ziyâret ettiğini gördü. Rü’ yâsını şöyle anlattı: “Ben de onunla birlikte oraya gittim. Orada çok yüksek binâlann bulunduğunu, Mevlânâ hazretlerinin de Muhyiddîn-i Arabî’ye kavuşmak için sür’atle yürüdüğünü, birbirlerinin boynuna sanldıklanm, selâmlaştıklannı gördüm. Muhyiddîn-i Arabî (r.aleyh); “Gözlerimiz yolda kaldı, neden bu kadar geciktiniz?” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; “Ben meşgûlüm. Rabbim, bana sekiz Cennet kapısını açtı. Her kapıya, bana tâbi olanlardan birinin oturmasını buyurdu. Hattâ tâ’ûndan ölenleri de Cennete koyuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine Cennetin sekiz kapısının açıldığım ve içindeki ni’metlerin güzelliğini, her kapıda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinden birinin, gelenleri seyreder olduğunu gördüm. O anda Mevlânâ’dan yardım isteyip, tâ’ ûnun Şam’dan kalkmasında şefâatçi olmasım istirham ettim ve; “Allahü teâlânın izni ile kalkar” buyurdu. Çok geçmeden Şam’dan tâ’ûn (vebâ) kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazla idi. Güler- yüzlü, kollan uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetli idi.

Eserleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa “îrâde-i cüz’iyye” risâ- lesinin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. “Rabıta risâlesi” nin birçok şerh, tetimme ve ta’likleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren “Dîvân” ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, san’atkârâne üslûbunu, evliyâlık- taki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de “î’tikâdnâme” olup bu kitap, tslâmm beş şartını ve îmâmn altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, “î’tikâdnâme” adım verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib’in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçeye tercüme ederek, “Ferâid-ül-fevâid” ismini verdi. Her müslümamn okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, Ihlâs A.Ş. yayınlan arasında, “Herkese Lâzım Olan îmân” ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastı- nlmış, îhlâs vakfı tarafindan bütün dünyâya dağıtılmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de “Câliyet-ül ekdâr” adında, salevâtü şerife kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem’ul-fevâid min câmi’il-usûl ve mecmeu’z-zevâid, Hayâlı hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî hâşiyesi, Risâletün fil-ibâde, Arabî ve Fârisî mektûbât, Risâletün fi isbâtır- râbıta, Risâletün fî âdâb-il-mürîd maaşşeyhihî, Risâletün fit-tarîk, Makâmât-ı Harîrî hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî’nin “Etbâk-üz-zeheb”i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûü hâşiyesi, Şerh-i akâid-i Adûdiyye, El-Ikd-ül- cevherî fil-farkı beyne kesbî el- Mâtürîdî vel-Eş’arî v.b. dir.

Eserlerinden seçmeler: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, hocası Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin, Hindistan’daki vekîli, Ebû Sa’îd Müceddidî hazretlerine gönderdiği bir mektubunda özetle buyuruyor ki:

“Ebû Sa’îd Müceddidî Ma’sûmî hazretlerinin yüksek huzurlanna arz ederim. Büyük makamlar, yüksek mertebeler sâhibi, baba ve dedelerinizin nihâyetsiz feyz ve yüksekliklerinden, eşsiz hocamızın (canım onu yaradana fedâ olsun) bu zavallıya ulaşürdıklan, yazıya ve söze sığacak cinsten değildir. Bu büyük ni’metin şükrü için olan çalışmalanmı arzediyorum. Bütün Anadolu, Arabistan (Hicaz), Irak, İran’ın bir kısmı, bütün Kuzey Mezopotamya, “Silsile-i âliyye” büyüklerinin cezbe ve te’sirleriyle dolmuş olup, gece ve gündüz; mahfil, meclis, mescid ve medreselerinde Imâm-ı Rabbânî Müceddid ve Münevvir-i elf-i sânî’nin (r.aleyh) medhi ve güzel zikri yapılmaktadır. Küçük – büyük herkesin dilinde hep o anılmaktadır.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, muhtelif zamanlarda yazdığı mektuplarından ba’zılarmda şöyle demektedir.

“Allahü teâlâya hamd, Muhammed aleyhisselâma, temiz âline ve seçkin Eshâbma salât ve duâdan sonra biliniz ki, bir kimse kendisini iyi sıfatlarla süslenmiş, güzel ahlâkla bezenmiş bilir ve görür, kendini bir başkasından üstün tutarsa, bu, ulûhiy- yet da’vâsma kalkışmak olup, sonsuz olarak tard olmasına sebep olur. Allah korusun! Nitekim iblis (şeytan); “Ben ondan (Âdem aleyhisselâmdan) iyiyim” dedi ve bu sözü onun kovulmasına sebep oldu.

O hâlde son derece korkmalı ve titremelidir ki, hiçbir talebeyi, hiçbir kimseyi hattâ içki içeni dahî, kendinden aşağı bilmemelidir. Bu, içki içmek haram ve kötü değildir ma’nâsına düşünülmemelidir. Böyle i’tikâddan Allahü teâlâya sığınırız. Belki son nefeste kimin îmânla gidip- gidemeyeceğinin bilinmediğindendir. Çok içki içenler vardır ki, sonunda piş- mân olup, titreyen elleriyle, Hakîm-i mutlakm dergâhının istigfâr, pişmanlık ve tövbe eteklerine sıkıca tutunmuş, iyiler defterine kayd olmuşlardır. Çok riyâzet çeken zâhidler vardır ki, sonunda fâcirler tarafina kaymış, belki küfür alâmetlerini işlemişlerdir. Allahü teâlâdan dünyâ ve âhırette bize âfiyet vermesini isteriz. O hâlde talebenin çokluğu ve teveccühün te’sirli oluşuna gururlanmamak, aldanmamalıdır. O te’sir başka bir yerden olabilir. Bilmelidir ki, muhakkak başka yerdendir. Dünyâ leşini, ya’nî dünyâhk sayılan şeyleri, mutlak olarak hiç kimseden, bilhassa talebeden kabûl etmeyiniz. Az veya çok, önemli değildir. Çok kalb kırılmasına sebep olmadıkça, yâhut bu taraf- dan (bizden) bir işâret olmadıkça bu minvâl üzere olmaya çalışınız. Bütün âlem münkîriniz ve düşmammz olsa, yâhut muhlisiniz ve dostunuz bulunsa, murâd olan şeyden kıl ucu kadar sapmayınız. Sâdece hakîkî sevgilinin rızâsını isteyiniz, bu yeter. Birisi kalkar çla; “Bâ’zı evliyâ; kendini büyük görmüş, söz ve hareketleri ile büyüklük taslamış, insanlar onlara kulluk, hizmetçilik yapmış, siz nasıl kendini büyük görmemelidir dersiniz?” diye suâl ederse, cevâbında deriz ki: “Evliyâ, fânîfillah ve bâkîbillahlardır. Fenâ ve bekâ makamlarını aşmışlardır. Nefs-i emmârenin istek ve arzularından geçmiş, tamâmen boşalmışlardır. Onlardan meydana gelen her hareket, Allahü teâlâmn kudret ve irâdesi iledir. Nefsin îcâbı değildir. Bu sebeple bunun gibi işlerin onlarla alâkası yoktur. Enfâl sûresi onyedinci âyetinde meâlen; “Altınsa da sen atmadın ve lâkin Allah attı…” âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.

Özet olarak deriz ki: Evliyâmn işleri, görünüşte diğer insanlann işlerine benzerse de, hakikatte o seçilmişlerin amelleri başkadır. Mektuba bu kadar yazılabilir.”

Vasiyyettir: îstihâresiz kimseyi kabûl etmeyin. Çünkü sizin kabûlünüz, bu fakirin kabûlüdür. Bu fakirin kabûlü de, daha yukanlara gider. Kendiniz için ve size bağlı olanlar için, sözde, harekette, dışta, içte, Muhammed aleyhisselâmın dînine gevşeklik ve tembelliğe cevaz ve imkân vermeyiniz. Zîrâ bu büyük devlet ve ni’metin yamnda, yüzbinlerce keşf ve kerâmet değersizdir. Keşf ve kerâmet, dinin emirlerine uymayı arttırmaya sebep olmuyorsa, belâdır. Hiçbir yeri vatanın bilme! Hiç kimseyi bizzat sevgili tutma. Zîrâ vatan kabirdir ve sevgili, hakîkî mahbûb olan Allahü teâiâdır. Bulunduğunuz yerdekilerin çok inkâr ve sıkmü verme» leri sebebiyle kulluk vazifelerinde eksiklik ve kusur görünmeye başlarsa, oradan başka yere göçersiniz, ancak bu fakirden izin almayı unutmayınız. Büyüklerimizi incitecek hâl ve hareket* lerden sakınınız.” Otuzuncu mektupdan: “Defâlarca söyledim. Bir daha söylüyorum ki: Bütün velîler, dînimizin emîr ve yasaklarına uymayan tarikatçılığın, ilhad ve zındıklık olduğunda sözbirliği hâlindedirler. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda olmayan ba’zı kimseler dînimize dal ve kabuk, evliyâlık ma’rifetlerine de; kök, gövde ve öz demişlerdir. Bu söz, büyüklerimiz- katında değersizdir. Belki hakîkî kök, gövde ve öz, dînimiz İslâmiyet olup, bundan gayrisi dal, budaktır, isterse keşf ve kerâmet olsun. “Evliyâ bu kadar niye uğraşmışlar, bu kadar sıkıntılara niye katlanmışlar, sülük ve dervişlik yolunun çilelerini niçin çekmişler ve ne için keşf ve kerâmetten iyi olan bu şeriat ve zühd yolunu tutmamışlardır” denirse, cevâbında deriz ki: Dînimizin yolunda yürüyüp ilerlemek, evliyâdan başkası için çok zordur, belki imkânsızdır. Çünkü nefs-i emmârenin çok belâ ve fitneleri vardır. Bir kimse kitaplardan öğrenilen bütün ilimleri ezberlese, nefsin hilelerinden kurtulamaz. Bir mürşid-i kâmilin rûhâniyetinin imdâdı ile, makamlan geçip, seyr ve sülük yapmadıkça, zâtın tecellîlerine kavuşamaz. Nefs-i emmâreyi terbiye eden, sâhibini fenâ makâmına kavuşturan bu tecellîlerdir. Böyle bir kimse, bu tecellîlerden sonra tekrar uyamk hâle gelirse, dînimizin yolunda ilerler. Demek ki, bizim büyüklerimizin yolunda, tarikat; Islâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tarîkati hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bâtmsız ilim vebâl, dînimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın (ya’nî tarikat, tasavvuf) sapıklıktır. Sapıklık ve vebâldan Allahü teâlâya sığınırız. Seyyid Ali ile gönderdiğiniz hediye ve mektubunuz geldi. Nerede ise hatırımız sizden tozlanıyor, bulanıyordu. Ama şimdi temizlendi. Mahmûd’un mektubunda yazdıklarımı yapınız ve talebelerin çokluğuna ve izzetinize kapılıp aldanmayınız. Perdenin arkasında çok oyunlar vardır. Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan şey ma’bûddur. Vesselâm. Otuzsekizinci mektupdan: “Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fenâ ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Ailâmenin (ya’nî Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakire yazdığı mektup geldi. Islâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerimin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. îhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullahın (s.a.v.); “Bir himse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevûblanna kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir” hadîs-i şerifi bu sözümüze şâhiddir. Vesse- lâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”

Talebesi tsmâıl Şirvânî’ye yazdığı mektubunda buyurdu ki:’‘Hidâyet yıldızı olan büyüklerin çoğu şöyle buyurdu: “Küfrân-ı ni’met (ni’mete nankörlük etmek), kulun ni’ metten istifâde ederken, o ni’metle meş- gûliyeti sebebiyle ni’meti vereni unutmasıdır.” Yolumuzun büyükleri buyurdu ki: “Kendi varlığından sıyrılmamış kimselerle kalben berâber olmak, belki o kişinin helâkine sebep olur.” Diyarbakır’daki sevenlerinden birine yazdığı bir mektupda buyurdu ki: “Var olduğun müddetçe, Allahü teâlâmn emir ve yasaklanna iyi yapış. Size Allahü teâlâyı çok anmanızı, O’na sığınmanızı, geçici olan dünyâya gönül vermemenizi, devamlı ve sonsuz olan âhırete çok rağbet etmenizi, ölümü, kabirdeki yalnızlığı, hesap gününe tam olarak hazırlanmayı, sünnet-i seniyyeye yapışmayı, bid’ atlerden yüz çevirmeyi, müslümanlann muvaffakiyeti, din düşmanlannın ve mürtedlerin hezimeti için duâ etmeyi tavsiye ederim.” Yine Seyyid Ubeydullah Efendi’ye gönderdiği bir diğer mektubunda buyurdu ki: “Size; hilm sâhibi (yumuşak huylu) olmayı, müsâmahayı, câhillerden yüz çevirmeyi, dedikodu yapmamayı, az konuşmayı, iyi işlerle meşguliyete devâmı, son nefeste îmânla gitmenize duâ etmeleri için fakirlere iyilik etmeyi, devamlı yalvarma ve kınk kalp üzere bulunmayı tavsiye ederim.” Akkâ eyâleti hâkimi Abdullah Reşâ’ya yazdığı bir mektubunda buyurdu ki:
“Zât-ı âlinize, müslüman sultanlara, vezirlere, devlet büyüklerine, kumandanlara, kadılara ve müfülere duâ etmenin, bizlerin boynuna borç olduğunu bildiririm. Çünkü memleketin ve içerisinde yaşayanlann huzur ve rahatı, onlann iyi olmasındadır. Onlann iyi olmasında umûmun iyiliği vardır. Eğer onların durumu kötü olursa, umûmun durumu kötü olur. Eğer kalb ehlinin nazarlanna tam olarak kavuşmak istersen, inat ehlinin sözlerine kulak verme. Çünkü büyüklerimiz şöyle buyururlar: “Allahü teâlâmn bir kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kimsenin Allahü teâlânın velî kullanna dil uzatmasıdır.” O büyüklere dil uzatanlan dinleyen kimse de onlardandır. Bilakis o büyükleri inkâr edenlere, iftirâcılara mâni olması lâzımdır.”

Süleymâniye’de, kardeşi Şeyh Mahmûd Sâhib’e yazdığı bir mektubunda buyurdu ki:

“Size tavsiyem şudur ki: Takvâ üzere olun. Allahü teâlâya itâat edin, insanlara eziyet ve sıkıntı vermeyin. Bilhassa Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere haremlerinde (içinde) böyle bir durumdan sakının. İnsanlar seni gıybet etseler de, sen kimseyi gıybet etme! Kimseyi hor ve hakir görme. Kendini başkasından üstün tutma. Bütün gayretinle kalbî ve bedenî ibâdet ve tâatleri yerine getirmek için çalış. Kendini hiçbir hayır iş yapmamış kabûl et. Niyet, ibâdetin rûhudur. Niyet ise ihlâsla mu’teber olur. Ben doğduğumdan beri hiçbir hayır yapmadığımı kabûl ediyorum. Hâlbuki sen, beni senden daha üstün biliyorsun. Eğer kendini her hayırda iflâs etmiş kabûl etsen bile, Allahü teâlâmn rahmetinden ümit kesme.

Allahü teâlâmn bir kimseye lütuf ve ihsânda bulunması, o kimsenin insanlar ve cinlerin ameli kadar ameli olmasından hayırlıdır. Ancak Allahü teâlânın fadl ve ihsânına tama’, ibâdetleri terke sebep olmamalıdır. Kalb zikrine ve murâkabeye devâm et. Bunlarda gevşek olma. Yürürken bile olsa bunlara devâm et. Bu yolun büyüklerinin rûhâniyetlerine sanl. îlim ve Kur’ ân-ı kerîm ehline i’tibâr eyle. Mümkün olduğu kadar Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûl ol. Fıkıh ilmi ile çok meşgûl ol. Kalbî huzûru muhafaza etmedüşüncesi seni bundan alıkoymasın, (Eğer kazâ borcun yoksa) teheccüd, işrâk, duhâ, evvâbîn namazlarına devâm et Devamlı abdestii oL Âz uyu, “Şübhânallahi ve bi hamdihî adede halkihî ve ndâe nefsihî ve zînete arşihî ve midâdi kelimâtihî” duâsım üç defâ oku. Sana teklif de etseler, siyâset işlerine girme. Başkalarım ıslâh işini, devlet reisine bırak. Allahü teâlâdan, Islâm düşmanlarına karşı muzaffer kılmasını iste. Mevcutla kanâat eyle. Çok çalış. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin mübârek yoluna uy.”

Bağdat’taki bir talebesine yazdığı mektubunda buyurdu ki:“Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı câhiliyye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid’atlerden sakınmanızı, gösteriş işlere kapılmamanızı, halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onlann lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebep olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onlann iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onlann iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fikıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî hazretleri, kardeşi Mevlânâ Muhammed Sâhib hazretlerine, îmâm-ı Nevevî’nin (r.aleyh) “Hadîs-i erbain” kitabındaki ikinci hadîs olan ve, “Hadîs-i Cibril” adı ile meşhûr hadîs-i şerifi okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib bu hadîs-i şerifi açıklayarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişti, Mevlânâ Hâlid hazretleri, kardeşinin nûrlu kalbini hoş etmek için, bu dileği kabûl buyurmuştu. Bu hadîs-i şerifi Fârisî dil ile şerh etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, bu eserine, Imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin “Mektûbât” kitabının üçüncü cildinin onyedinci mektubu ile başlayarak, kitabına zînet ve bereket vermek istemiştir. Imâm-ı Rabbânî (r.aleyh), bu mektubunda buyuruyor ki:

“Mektubuma Besmele ile başlıyorum. Bizlere her ni’meti gönderen ve en büyük ni’met olarak müslüman yapmakla şereflendiren ve Muhammed aleyhisselâma ümmet kılmakla kıymetlendiren Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun!

iyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her ni’meti gönderen, yalmz Allahü teâlâdır. Herşeyi var eden, ancak O’dur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep O’dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O’nun lütfü ve ihsâmdır. Hayâtımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli ni’metleri, iyilikleri gönderen O’dur. însanlan güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâ- lan kabûl eden, derdleri, belâlan gideren O’dur. Rızklan yaratan, ulaştıran yalnız O’dur. îhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin nzkım kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınlan, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor, nâmus perdelerini yırtmıyor. Affi ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Ni’metlerini, ihsânlanm, dostlanna ve düşmanlanna saçıyor. Kimseden birşey esirgemiyor. Bütün ni’metlerinin en üstünü en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennete girmek için teşvik buyuruyor. Cennetteki sonsuz ni’metlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi nzâsma, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor, işte, Allahü teâlâ nin ni’metleri güneş gibi meydandadır Başkalanndan gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalanm vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen ni’metleri gönderen hep O’dur. O’ndan başkasından, iyilik, ihsân beklemek, emânetçiden, emânet olarak birşey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi; kalın kafalılar da, zekî, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü, anlatılanlar, meydanda olan, düşünmeğe bile lüzum olmayan bilgilerdir, İnsanın, bu ni’metleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçdur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması lüzumlu olan bu şükrü yerine getirebilmek kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, za’îf, muhtâç, ayıblı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıb1 ardan, kusurlardan, uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allahın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onlan güzel ve kıymetli sanır. Fakat Allahü teâlâ, bunlan kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akıllan, kısa görüşleri ile, Allahü teâlâya karşı şükür ve saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeğe, saygı göstermeğe yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.

İşte, İnsanlann Allahü teâlâya karşı, kalb, dil, ve beden ile yapmalan ve inanmalan lâzım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O’nun sevgili Peygamberi (s.a.v.) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlâmn gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine; “İslâmiyet” denir. Allahü teâlâya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez, beğenilmez. Çünkü insanlann, iyi güzel sandıklan çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunlan beğenmemekte çirkin olduklanm bildirmekte dir.

Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymalan lâzımdır. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye, “Müslüman” denir. Allahü teâlâya şükr etmeğe ya’nî Muhammed aleyhisselâma uymağa “İbâdet etmek” denir. İslâmiyet iki kısımdın 1- Kalb ile i’tikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara “Üsûl-i dîn” denir. 2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara “Fürû-i dîn” veya “Şeriat” denir.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri i’tikâdnâme kitabında özetle şöyle buyurdu: Bu i’tikâdnâme kitabında, Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) îmânı ve İslâmî bildiren bir hadîs-i şerifi açıklanacaktır. Bu hadîs-i şerifin bereketi ile, müslümanlann i’tikâdlanmn tamamlanacağını, böyleee, salâha ve saâdete kavuşacaklannı ve cürmü, günahı çok olan bu Hâlid’in de (r.aleyh) kurtulmasına sebep olacağım ümîd ediyorum. Hiçbir şeye muhtâç olmayan, ve keremi, ihsânı bol olan ve kullanna çok acıyan Hüdâ-yı teâlâya güzel i’ti- kâdım şöyledir ki, sermâyesi az, kalbi kara olan bu fakır Hâlid’in yersiz sözlerini af buyura ve kusurlu ibâdetlerini kabûl eyleye! Yalancı, aldatıcı şeytanili kötülüklerinden (ve İslâm düşman- lannın yalan yanlış sözlerine ve yazılanna aldanmaktan) koruyup, şâd eyleye! Merhametlilerin en merhametlisi ve ihsân sâhiplerinin en cömerdi ancak O’dur.

İslâm âlimleri buyurdu ki, “Mükellef’ olan, ya’nî âkil bâliğ olan, kadın, erkek her müslümanm, Allahü teâlânın sıfât-ı zâtiyyesini ve sıfât-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günah olur Ahmed oğlu Hâlid-i’ Bağdâdî’nin bu kitabı yazması, başkalanna üstünlük ve bilgi satmak ve şöhret sâhibi olmak için değildir. Bir yâdigâr, bir hizmet bırakmak içindir. Cenâb-ı Hak, beceriksiz olan Hâlid’e, kendi kuvveti ile ve Resûlünün mübârek rûhunun yardımı ile imdâd eylesin! Âmîn.

Allahü teâlâdan başka olan her- şeye, “Mâsivâ” veya “Âlem” denir. Şimdi “Tabiat” diyorlar. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü teâlâ yarattı. Âlemlerin hepsi mümkündür ve hâdisdir. Ya’nî, yok iken var olmuştur. “Allahü teâlâ var idi. Hiçbir- şey yok idi” hadîs-i şerifi, böyle olduğunu bildiriyor. Âlemlerin şaşılacak bir düzen içinde olduklanm görüyoruz. Fen, her yıl yeni düzenler bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın; “Hay” diri, “Âlim” bilici, “Kâdir” gücü yetici, “Mürîd dileyici, “Semî’ ” işitici, “Basîr görücü, ve “Mütekellim” söyleyici “ Hâlık” yaratıcı olması lâzımdır.

Çünkü, “ölmek”, “Câhil olmak “Gücü yetmemek”, “Zorla yapmak”, “Sağırlık”, “Körlük” ve “Söyleyememek” birer kusurdur, utanılacak şeyler dir. Bu kâinâtı, bu âlemi, bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir. Islâmm Şartlan: Bütün âlemleri, her an varlıkta durduran, hiçbir an uyumaz olan, bütün iyiliklerin ve ni’ metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi, Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek sözünü açıklamağa başlıyoruz. Müslümanlann kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz, Ömer ibni Hattâb (r.a.) hazretleri buyuruyor ki: “Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâm- dan birkaçımız Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk.” O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; “Öyle birgün idi ki…” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kullann muhtaç olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resû- lullahın (s.a.v.) mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?
“O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçlan pek siyah idi. Üzerinde toz-toprak, ter gibi yoculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı.” Bu gelen Cebrâil ismindeki melek idi. însan şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmm böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim birşeyi bildirmektedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığım ve üstada gurur, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâil aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü din öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkım ödemekte ve
öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz. “O zât-i şerîf, ellerini Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resülullaha (s.a.v.) sorarak; “Yâ Resûlallah! Bana îslâmi- yeti, müslümanlığı anlat” dedi.” “İslâm” demek, lügatta, boyun bükerek teslim olmak demektir. Resûlullah (s.a.v.), İslâm kelimesinin, Islâmiyette beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân buyurdu:

1- Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: İslâmın şartlarından birincisi “Kelime-i şehâdet” getirmektir Kelime-i şehâdet getirmek demek; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedüenne Muhamm eden abdilhû ve resûlüh” söylemektir. Ya’ nî, âkil ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin; “Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır” O vâcib-ül- vücûddur. Her üstünlük O’ndadır. O’ nda hiçbir kusur yoktur. O’nun ismi “Allah” dır demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, o gül renkli, beyaz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek aim açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan’da Mekke’de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından; “Abdullahin oğlu Muhammed adındaki zât-i âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî peygamberidir.” Veheb’in kızı olan hazret-i Âmine’nin oğludur. (Mîlâdın 571. senesi, Nisan ayının yirmisinde Pazartesi sabahı, fecr ağarırken), Mekke şehrinde doğdu. Kırk yaşında iken peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye “Bi’set yılı” denir. Bundan sonra, onüç sene Mekke’de, insanlan İslâm dînine çağırdı. Allahü teâlânın izni ile, Medîne şehrine hicret eyledi. Burada îslâmiyeti her tarafa yaydı. On sene sonra, 632 senesi Hazîran’ında (Rabî’ ul-ewel’in onikisinde Pazartesi günü) Medine’de vefât eyledi.

2- îslâmm şartlanndan İkincisi; şartlarına ve farzlanna uygun olarak, hergün beş kerre; “ Vakti gelince, namaz k ılm a k tır Namazlan; Farzlanna, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakka vererek vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, namaza “Salât” buyuruluyor. Salât; lügatte insanın duâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlâmn merhamet etmesi, acıması demektir. Islâmiyette “Salât” demek; ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa “îftitâh tekbiri” ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini kulaklanna kaldırıp göbek altına indirirken; “Allahü ekber” demeleri ile başlamr. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.

3- tslâmın şartlarından üçüncüsü; “Malın zekâtım v erm ek tir Zekâtın ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi güze hâle gelmek demektir. Islâmiyette zekât demek; ihtiyâcından fazla ve “Nisâb” denilen belli bir sınır miktarında “Zekât malı” olan kimsenin, malından belli miktarım ayınp, Kur’ân-ı kerîmde adı bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır: Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yandan fazlasında çayırda otlayan dört ayaklı kasap hayvanların zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyâç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, “Uşr” denir. Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb miktan olduktan bir sene sonra verilir.

4- Islâmın şartlanndan dördüncüsü; “Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutma tır Oruç tutmağa “Savm” denir. Savm, lügatte, birşeyi birşeyden korumak demektir. Islâmiyette; şartlarını gözeterek, Ramazan ayında, hergün üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek, içmek, ve cimâdır. Ramazan ayı, gökte hilâli (yeni ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesab etmekle başlamaz.
5- îslâmın şartlanndan beşincisi; “Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etm esid ir Yol emin ve beden sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre, Kâ’be-i muazza
mayı tavaf etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır. O zât Resûlullahdan bu cevaplan işitince; “ Doğru söyledin yâ Resûlallah” dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaştık. Eshâb-ı kirâm- dan, orada bulunanlann, o zâtın bu hâline şaştıklannı, hazret-i Ömer haber veriyor. Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyor. Birşeyi sormak, bilmediğini öğrenmeği istemek demektir. Doğru söyledin demek ise, bunlan bildiğini gösterir. Yukanda bildirilen beş temelden en üstünü; “Kelime-i şehâdet” söylemek ve ma’nâsına inanmaktır. Bundan sonra üstünü, namaz kılmaktır. Daha sonra, oruç tutmak, daha sonra, hac etmektir. En sonra, zekât vermektir. Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslümanlığın başlangıcında ve ilk olarak farz olan oldu. Beş vakit namaz, bi’setin onikinci yılında ve hicretten bir sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu. Ramazân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân ayında farz oldu. Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramazan ayı içinde farz oldu. Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu. Üstünlük sırasında, en son zekât gelmekte, farz olma zamanlan sırasında ise, en son hac gelmektedir.

Bir kimse, İslâmın bu beş şartından birini inkâr ederse, ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yâhut alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzübillah, îmânsız olur. Bunlar gibi, helâl ve haram olduğu açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan başka şeylerden birini de kabûl etmeyen, ya’nî helâle haram diyen veya harama helâl diyen de îmânsız olur. Dinde zarurî ma’lûm olan, ya’nî Islâm memleketlerinde yaşayan câhillerin bile işittiği, bildiği, din bilgilerinden birini inkâr eden, beğenmeyen, îmânsız olur.

Îmânın şartları: Bu zât yine sorarak; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! îmânın ne olduğunu da hana bildir” dedi. Islâmın ne olduğunu sorduktan ve cevap verildikten sonra, Cebrâil (a.s.) Resûl-i ekrem efendimizden (s.a.v.),îmânın hakikatim ve mâhiyetini açıklamasını istedi. îmân, lüğatta bir kimseyi tam doğru sözlü bilmek, ona inanmak demektir. Islâmiyette îmân demek; Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v ), Allahın peygamberi olduğunu ve O’nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, inanarak söylemek, O’nun Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak, geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki, âteşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O’nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâle- tinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir. îmân ile Islâm birdir. Kelime-i şehâ- detin ma’nâsına inanmak, her ikisinde de vardır. Umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat ma’nâlan ayn olmakla berâber, Islâmiyette aynlık- lan yoktur. Bu hadîs-i şerifte, îmânın lügat ma’ nâsı kasdedilmemektedir. Çünkü lügat ma’nâsı, tasdik ve inanmak demek olup, Arab câhillerinden, bu ma’nâyı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, Islâmiyette neye îmân edildiğini sormaktadır. Resûlullah da (s.a.v.), îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
1- “ Önce Allahü teâlâya inanmaktır” buyurdu. îmân demek, keşf ile bularak veya vicdanla bularak, yâhut bir delîl ile aklın anlaması yolundan veya seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye can ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemektir. Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlâmn vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. (Her maddeyi, atom- lan, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji nev’ lerini, hareketleri, kânunlan, rûhlan, melekleri, canlı cansız her van yoktan var eden ve hepsini, her an varlıkta bulunduran yalnız O’dur.) Âlemlerde olan herşeyi, (hiçbiri yok iken, bir anda) yarattığı gibi, (her zaman, bir birlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, herşeyi bir anda) yine yok edecektir. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O’dur. O’nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O’nundur. O’nda, hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veyâ başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır.

Kullarına iyi olanı, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsilerin, günah işleyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlma, ihsâmna yakışır. îtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâlete muhâlif olmaz. Fakat, müslümanlan ve ibâdet edenleri Cennete sokacağını, bunlara, sonsuz nr , metler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O’na hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O’na hiçbir zarar vermez. Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O’dur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse kimse kâfir olamaz. Kimse isyân edemez. Küfrü, günahları diler ise de, bunlardan râzı değildir. O’nun işine, kimse karışamaz. “Niçin böyle yaptı. Şöyle yapsaydı” demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tövbesiz ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.

Müslüman olup, ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, i’tikâdı Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan ve tövbe etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle bid’at sâhibi müslü- manlar, Cehennemde sonsuz kalmayacaktır.

Allahü teâlâyı,, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günahı olan mü’ minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütuf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrum kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrum kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre; “Mü’minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile müşerref olacaklardır.” Allahü teâlâ üzerinden, gece- gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez.

Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur.

Her zaman, herkes ile hâzır ve herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, berâber ve yakın olması bizim anladığımız gibi değildir. O’nun yakınlığı âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyâmn keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunlann iç yüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlannda birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.

Allahü teâlânın isimleri ‘‘Tevkifi” dir. Ya’nî, Islâmiyette bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. (Meselâ Allahü teâlâya Alîm denir. Fakat âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh dememiştir. Bunun gibi, “Allah” adı yerine tann demek câiz değildir. Çünkü tann, ilâh, ma’bûd demektir. Meselâ; “Hindûlann tannlan öküzdür” denilmektedir. “Birdir Allah, O’ndan başka tann yok.” denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma’bûd ma’nâsma kullanılabilir. “Allah” adı yerine kullanılamaz.) Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye meşhûrdur. Ya’nî, isimlerinden bin bir tânesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâ- mın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara “Esmâ-i hüsnâ” denir.

Allahü teâlânın “Sıfât-ı zâtiyye” si altıdır. (Bunlar yukanda bildirilmiş- tir.) “ Sıfât-ı sübûtiyye” si, “Mâtürîdiyye” mezhebinde sekizdir. Eş’arîlerde ise yedidir. Bu sıfatlan da, zâtı gibi ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûklann sıfatlan gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlanndan birer örnek, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunlan görerek, Allahü teâlânın sıfatlan biraz anlaşılabilir. insan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir gayn da değildir. Ya’nî sıfatlan, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir. Bu sekiz sıfat: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn’dir. Eş’ariyye mezhebinde, tekvîn sıfatı, kudret sıfatı ile birdir. Meşiyyet de, irâde demektir. Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri basitdir, bir hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fakat, mahlûklara te’alluk bakımından herbiri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te’ alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basit olmasına zarar vermez. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşitli mahlûklan yaratmıştır ve hepsini, her an, yok olmaktan korumaktadır. Fakat, O, yine birdir. O’nda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O’na muhtaçtır. O, hiç kimseye muhtaç değildir.

2- îmânın altı esâsından İkincisi; “O’nun meleklerine inanmaktır. Melekler, cisimdir. Latiftir. Gaz hâlinden de daha latiftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar, insanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanlann bedeninden ayrılan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti. Hepsine “Melâike” denir. Melek; elçi, haber verici veyâ kuvvet demektir.Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.

Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullandır. Ortaklan değildir. Kızlan değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itâat ederler. Günah işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocuklan olmaz. Hayat sâhibi ya’nî diridirler. Allahü teâlâ, insanlan yaratacağını buyurduğu zaman; “ Yâ Rabbi! Yer yüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?” gibi meleklerin, “ Zelle” denilen sorulan, bunlann ma’sûm, suçsuz olmalanna zarar vermez. Sayısı ençok olan mahlûk, melekler dir. Bunlann sayılarını Allahü teâlâ dan başka kimse bilmez. Göklerde meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû’da veya secdede olan meleklerle doludur.Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalannda, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, herşeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar, Allahü teâlâ ile. mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Ba’zılan, başka meleklerin âmiridir. Ba’zılan, insanlann peygamberlerine haber getirir. Bazıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna “ ilhâm” denir.Ba’zilanmn, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlâmn cemâli karşısında kendilerin den geçmişlerdir. Herbirinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Bazısının iki, ba’zısımn dört veya daha çok kanadı vardır. (Her hayvanın kanadı ve uçaklann kanatlan, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine ben zemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir, insan, görmediği, bilmediği birşeyin adım işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp aldanır.Meleklerin kanatlan vardır. İnanırız Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde, bazı mecmû’a ve Alimlerde melek diye görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, düşmanlara aldanmamalıdır.) Cennet melekleri, Cennettir.Bunların büyüklerinin adı ”Rıdvandır”Cehennem meleklerine ”Zebani”denir. Bunlar, Cehennemde  emrolunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez.“Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir.Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuz tanedir.En büyüğünün adı ”Malik’‘tir.

Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, “ Kirâmen kâtibin” veya “Hafaza melekleri” denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir.Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine “Münker ve Nekir” denir. Mü’minlere soranlara“Mübeşşir ve Beşîr” denir.

Meleklerin birbirlerinden üstünlüleri vardır. En üstünleri dört tânedir.Bunlann birincisi “Cebrâil” aleyhisselâmdır. Bunun vazifesi, peygamberlere “ Vahy” getirmek, emir ve yasaklan bildirmektir. İkincisi “Sûr” denilen boruyu üfurecek olan “İsrafil” aleyhisselâmdır. Sûru iki defâ üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâ dan başka her diri ölecektir. îkincisinde, hepsi tekrar dirilecektir.Uçüncüsü, “Mîkâil” aleyhisselâmdır.Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek  bunun vazifesidir. Dördüncüsü  “Azrâil” aleyhisselâmdır. insanların rûhunu alan budur. (Fârisî dilinde rûha, can denir.) Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır.“Hamele-i Arş” denen melekler, dört tânedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i İlâhîde bulunan meleklere “Mukarrebîn” denir. Azâb meleklerinin büyüklerine “Kerûbiyân” denir.Rahmet meleklerine “Rûhâniyân” denir. Bunlann hepsi, meleklerin havâsı, ya’nî üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların  sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, daha efdal, daha üstündür. Meleklerin avâmı, müslümanların avâmından, ya’nî âsî ve fâsıklardan eftaldir.
Kâfirler ise, her mahlûktan daha aşağıdır. Sûrun birinci üfürülmesinde dört büyük melekten ve hamele-i Arş’  başka, bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra, hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır.İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir Hamele-i Arş ile bu dört melek sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıklan gibi her canlıdan sonra yok olacaklardır.
3-îmânın altı esâsından üçüncüsü:“Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır”.Allahü teâlâ bu kitapları, ba’zı peygamberlere melekle okutarak, ba’zılarma ise,levha üzerinde yazılı olarak, bazilarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlâmn kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin îcâdı veya peygamberlerin kendi sözleri değildir. Allahü teâlâmn kelâmı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlâmn ve sıfatlarının nasıl olduğunu, insan anlayamaz. Fakat, o kelâmı, insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Bizimle berâber olunca, hâdis olur. Demek ki, Allahü teâlâmn kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla berâber olunca, mahlûk ve hâdisdir. Allahü teâlâmn kelâmı olduğu düşünülünce, kadimdir, Allahü teâlâmn indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış olmaz. Cezâ, azâb yapacağım deyip de affetmesi eâiz denildi ise de, bizim bilemediğimiz şartlara bağlıdır. Yâhut O’nun irâdesine, isteğine bağlıdır. Yâhut, kulun hak ettiği azâbı affeder demektir, Cezâyı, azâbı bildiren kelâm, birşeyi haber vermek değildir ki, affedince, yalancılık olsun. Yâhut, va’d ettiği nimetleri vermemesi caiz değilise de azâblan affetmesi câizdir. Akıl da, insanlar arası kânunlar da, âyet-i kerîmeler de, böyle olduğunu göstermektedir. Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, ba’zı âyetlerin yalmz okunması, yâhut yalnız ma’nâsı veya ikisi birden nesh edilmiş, Allahü teâlâ tarafindan değiştirilmiştir. Kur’ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiçbir zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) en büyük mu’cizesi Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan’ m belîğ, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraştılar. Üç kısa âyet gibi bir söz söyleyemediler. Kur’ân-ı kerîme karşı duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü teâlâ, fslâm düşmanlanm, Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz bırakıp, mağlûb etmektedir. Kur’ân-ı kerîmin belâgati, insan gücünün üstündedir, insanlar, O’nun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri, insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla berâber, Arabistan’daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Semâvî kitaplann bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis ( Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf îdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, încil îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.

4- İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; “Allahü teâlârunpeygamberlerine inanmaktır ” Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Resûl; gönderilmiş zât ve haberci demektir, îslâmiyette “Resûl” demek, yaratılışı  huyu, ilmi, aklı, zamâmnda bulunan bütün inşalardan üstün, kıymetli, muhterem bir adam demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Peygamberlerde “ ismet” sıfatı vardır. Ya’nî peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günah işlemez. (Islâmiyeti içerden yıkmak isteyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm peygamber olmadan önce, heykellerin önünde kurban keserdi diyorlar ve mezhebsizlerin kitaplarım da vesika olarak gösteriyorlar. Bu çirkin iftirâla- nnın yalan olduğu, yukardaki satırlardan anlaşılmaktadır.) Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılmcaya kadar, körlük, sağırlık ve benzerleri ayıp ve kusurları da olmaz.

Her peygamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emnül-azl. Ya’nî peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir din getiren peygamberlere “Resûl” denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne da’vet eden peygamberlere “Nebî” denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allahın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir aynlık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse hiçbirine inanmamış olur.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur, insanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onlan zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna, inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen, Allahü teâ- lânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi olduklarım, doğru söylediklerini göstermek için, onlan mucizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mu’ cizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o peygamberin “ Ümmeti” denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefaatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefaatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler “aleyhi- müssalevâtü vetteslîmât”, mezârla- nnda, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlannı toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerifte; “Peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar ve hac ederler” buyuruldu.

Peygamberlerin (a.s.) mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazifelerini görmekte peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvî- dir. Yukarıda bildirilen yedi şey, hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten azledilemez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) insandan, olur. Cinden, melekten insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve ma’rifetlerinin çok yerlere yayılması, mucizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayn kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zaman peygamberi Muhammed aley- hisselâm, bütün paygamberlerden daha üstündür. Ülül’azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebilerden daha üstündürler.

Peygamberlerin (a.s.) sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok olduklan meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi Resûldür. Bunlann içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara “Ülül’azm” Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, “Âdem, Nûh, îbrâhim, Mûsâ, îsâ ve Muhammed Mustafâ” aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretleridir. Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdür. Bunlann adı: Âdem, îdris, Şît, (Şis), Nûh, Hûd, Sâlih, îbrâhim, Lût, îsmâil, îshâk, Ya’kûb, Yûsuf Eyyûb, Şu’ayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, îlyâs, Elyesâ’, Zülkifl, Şem’un, îşmoil, Yûnus bin Metâ, Dâvûd, Süleymân, Lokmân, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, îsâ bin Meryem, Zülkameyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtti vesselâmdır.

Bunlardan, yalmz yirmisekizinin isimleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa’, Şem’un ve îşmoil bildirilmemiştir. Bu yirmisekizden Zülkameyn, Lokmân ve Uzeyr’in peygamber olup olmadıklan kat’î belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci adı Harkıl’dır. Bunun îlyâs veya îdris yâhud Zekeriyyâ olduğunu söyleyenler de vardır.

îbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah- dır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahtır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. îsâ aleyhisselâm, Kelimetul- lahtır. Çünkü, babası yoktur. Yalmz “0l” kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, va’z vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûklann yaratılmasına sebep olan ve Âdemoğullannın en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbul- lahtır. O’nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O’na, “Mağlûb olmak”, “Bozguna uğramak” gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez ise de, birkaçını yazmakla, yazılarımızı süsleyelim:

Mu’cizelerinden biri, mi’râca çıkmasıdır. Yatağında iken uyandınlıp mübârek bedeni ile, Mekke şehrinden Kudüs’deki Mescid-i aksâ’ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mi’râca, böyleee inanmak lâzımdır. (Îsmâilî sapık fırkasında olanlar ve îslâm âlimi şekline bürünen din düşmanlan, mi’râc bir hâl idi, rûh ile oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve yazarak gençleri aldatmağa çalışıyorlar. Mi’ râcm nasıl olduğu, birçok kıymetli kitapta, meselâ “Şifâ-i şerif’ de uzun yazılıdır. Mekke-i mükerremeden “Sidret-til müntehâ,, ya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. “Sidret- ül- müntehâ,, altıncı ve yedinci göklerde bir ağaçtır ki, bütün bilgiler ve bütün yükselişler, oradan ileri geçemez. Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.), Sidre’de, Cebrâil aleyhisselâmı, altı- yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı. Mekke’den Kudüs-i şerife kadar veya yedinci göke kadar, burak üstünde götürüldü. Burak, beyaz renkli, katırdan küçük ve merkebten büyük bir Cennet hayvanıdır. Dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği, dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi. Gözün görebildiği uzaklığa ayağım basardı. Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i aksâ’da, peygamberlere imâm olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin rûhlan, kendi insan şekillerinde orada bulundu. Kudüs’den yedinci göke kadar “Mi’râc” adındaki bilinmeyen bir merdivenle bir anda çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola dizilmiş, Resûlullahı medh-ü senâ ederlerdi. Her göke gelince, Cebrâil aleyhisselâm Resûlullahın teşrif ettiğini haber ve müjde verirdi. Her birinde, bir peygamberi görüp selâmlaştı. Sidre’de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki ni’metleri, Cehennemdeki azâblan gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek arzusundan ve zevkinden, Cennetteki ni’metlerin hiçbirine bakmadı. Sidre’den ileriye, yalnız olarak, nûrlar arasında ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitti. Yetmiş bin perdeden geçti. İki perde arası, beşyüz senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak “Refref” adında bir döşek üzerinde Kürsî’den geçti. Arş-ı İlâhiye erişti. Arş’tan, zamandan, mekândan, madde âlemlerinden dışan çıktı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek makâma vardı.

Zamansız ve mekânsız olarak, âhı- rette Allahü teâlânın görüleceği gibi, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir hâlde, Allahü teâlâyı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâyı, teşbih, hamd ve senâ eyledi. Sayısız ikrâmlara, şereflere kavuştu. Kendine ve ümmetine elli vakit namaz farz oldu ise de, Mûsâ aleyhisselâmın işâreti ile, yavaş yavaşbeş vakte kadar indirildi. Bundan önce, yalnız sabah ile ikindi yâhut yatsı namazları kılınırdı. Bu kadar uzun yolculuktan ve ikrâmlara, ihsân- lara kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten sonra, yatağına geldi. Yeri daha soğumamış idi. Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i kerîmelerle, bir kısmı da, hadîs-i şeriflerle anlaşılmıştır. Hepsine inanmak vâcib değil ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabûl etmeyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i kerîmeye veya hadîs-i şeriflere inanmayan ise, îmânsız olur. Muhammed aleyhisselâmın seyyid-ül-enbiyâ olduğunu, ya’nî peygamberlerin (a.s.) en üstünü olduğunu gösteren sayısız şeylerden birkaçım bildirelim:

Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O’nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamâna erişirseniz. O’na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyet ve emreyledi.

Muhammed aleyhisselâm , “Hâtem-ül-enbiyâ” dır. Ya’nî O’ ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir. Mübârek rûhu, her peygamberden önce yaratıldı. Peyamberlik makâmı, en önce O’na verildi. Peygamberlik, O’nun dünyâya teşrif etmesi ile tamamlandı. îsâ aleyhisselâm, kıyâmete doğru, hazret-i Mehdî zamâmnda gökten Şam’a inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmm dînini yayacaktır. O’nun ümmetinden olacaktır.

5- îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi: “ Âhiret gününe inanmaktır”Âhıret gününün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği içindir. Yâhut dünyâdan sonra geldiği içindir. Bu hadîs-i şerîfde bildirilen gün, bildiğimiz gece-gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamânım kimse anlayamadı. Fakat, Peygamberimiz (s.a.v.) birçok alâmetlerini ve başlangıçlarım şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek,îsâ aleyhisselâm gökten Şam’a inecek, Deccâl çıkacak. Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri kanştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, namussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlâmn emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemen’den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.

Günah işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. “Münker” ve “Nekir” adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerifler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, ba’zı âlimlere göre, ba’zı akâidden olacak, ba’zılanna göre ise, bütün akâidden olacaktır. (Bunun için çocuklara; “Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? itkâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevaplarım öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremeyeceği, “Tezkire-i Kurtubî” de yazılıdır.) Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.

öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezâr- dan kalkacaktır. Bunun için, bu zamâna “ Kıyâmet günü” denir.

Bütün canlılar, ‘‘Mahşer” yerinde toplanacak. Her insamn amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlâmn Resûlü (s.a.v.) haber vermiştir. O’nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.

Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından,fasıkların,kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir.

6.İnanılması lazım olan esaslardan altıncısı.Kadere,hayr ve şerlerin Allahü tealadan olduğuna inanmaktır.İnsanlara gelen hayır ve şer,faydave zarar,kazanç ve ziyanların hepsi,Allahü tealanın takdir etmesiyledir.”Kader”bir çokluğu ölçmek,hüküm ve emir demektir.

Gökte Ramazan hilâlini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, beş vakit farz olan namazı kılabilir. Nisâb miktan malı, parası olan, bir hicri sene sonra, bunun kırkta bir miktan altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar. İstemezse, yapmaz. Allahü teâlâmn büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır. Câhil ve ahmak olanlar, kazâ ve kader bilgilerini anlayamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyârlarında şüphe ederler. İnşam, istekli işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Ba’zı işlerde kulların ihtiyân olmadığım görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu göstermektedir. Bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmeğe “Kudret” denir Yapmağı veya yapmamağı istemeğe “İrâde”, dilemek denir.

Bir işi kabûl etmeğe, karşı gelmemeğe “Rızâ”, beğenmek denir. İşin yapılmasına te’sir etmek şartı ile, irâde ile kudretin bir araya gelmesine “Halk”, yaratmak denir. Te’sirli olmayarak bir araya gelmelerine “Kesb” denir. Te’sir etmek ve etmemek şart olmazsa “İhtiyâr” denir. Her ihtiyâr edenin, hâlık olması lâzım gelmez. Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. Ihti- yâr ve kesb, birlikte bulunabilir. Ihtiyâr, halk ile de birlikte bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya “Hâlık” ve “Muhtâr” denir. Kula, “Kâsib” ve “Muhtâr” denir.

Allahü teâlâ, kullarının tâatlannı, günahlarım irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahdan râzı değildir, beğenmez. Herşey, O’nun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin yüzikinci âyet-i kerîmesinin meâli şöyledir: “O’ndan başka ilâh yoktur. H erşeyin halikı, ancak O’dur” Dîvân’ından ba’zı kısımlar Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Fârisî Dîvân’ı bir şâheserdir.

Dîvân’ında Allahü teâlâmn sevgili Peygamberini ve O’nun insan hayâlinin varamayacağı yüksekliğini, ince rûhunun terennümleri, edebiyâttaki büyük mahâreti ve san’aü ile, pek veciz ve çok güzel anlatmıştır. Okuyup anlayabilenleri hayran bırakmaktadır. Türkçeye tercümesinde o ince san’ atı ve derin ma’nâlan anlatmak mümkün değil ise de birşeyler duyurabilmek için, Kabr-i saâdeti ziyâret ederken söylemiş olduğu beytlerden birkaçının tercümesi yazıldı:

Ey âsîler melcei! Ben himâyene geldim,

Ancak sayısız hatâ, huzûruna getirdim.
Dalâlet sahrâsında dolaştım senelerce,

Şimdi yüzüm, hidâyet güneşine getirdim.
Bu dağın eteğinden çok hoş koku geliyor,

Dersin ki, nesîm-i subh, bûy-ı yâr getiriyor.
Toprağından kalbimin yaraları düzeldi,

Teâlâllah hangi misk, bu devâyı veriyor.
Vasl-ı dost hilâlinden her an nişân belirir,

Atın ayağından ki, sana doğru kopuyor.
Nereden gelir bilmem, yalmz şunu bilirim,

Tablâ-ı attârdan hep güzel koku geliyor.
Gece-gündüz nişânı aradan kalktı, çünkü,

Arkası kesilmeden dâimâ nûr geliyor.
O, misk gazellerinin en üstünü değilse,

Yâ niçin bu topraktan eşsiz koku geliyor!
Âlemin mâşûkunun zuhûr yeri burası,

Misâlini anlatmak, akla çok zor geliyor.
Saatte bir an eğer, o can zuhûr ederse,

O yerden mahşere dek, gül kokusu . geliyor.
Her menzilde göründü ayağından bir nişân,

Ülül-ebsâr gözüne, ondan sürme oluyor.

Peygamberler, boynun bencileri olup da,

O’na göstermek için, salınarak yürüyor.
Kanlı yaşım damlası Cem yüzüğünün taşı,

O’na kavuşmak şevki, gözden kan yağdırıyor.
Uyan gönül, ezelî güzel zuhûru burda,

Bitmez tecellî burda, hûşyâr kalbe oluyor.
Rü’yâda görmediğim, uyanıkken elverdi,

Saadetime bak ki, uyamkken geliyor.
Hâlid, sözü kes artık, sabah rüzgânile,

Kûy-i Ahmed muhtânn, bûy-u hâki geliyor.
Lî me’allah emîni, mâ evhâ sır mahremi,

Vasfını söyleyemem, îzâha zor geliyor.
Leamrük tahtı şâhı levlâke şehsuvân,

Adâlet sâhibi Hak, seni çok medhediyor.
Ayağım öpmekle, yer Arş’tan üstün oldu,

Bedbaht olan zavallı bunu inkâr ediyor.
Celâlin sarayından saf olmuş meleklere,

Kapıdan, pencereden “Açıl!” sesi geliyor.
Ne büyük saraydır ki, en ednâ kölesinden,

Şehinşâhi cihâna, hicâb ve ar geliyor.
Aşağı mertebenden fikir kuşu Arş’a dek,

Çıkar, maksada ermez, ağzından kan geliyor.
Ayağın öpmek aşkı, feleği mecnûn etti;

Bunun için dâimâ, böyle dönüp duruyor.
Yolunda, inatçıdan kalbine diken batar;

Gülçine, gül dikeni nasıl acı geliyor

Zülfünün teli için kavgaya girişirim,

Nerde en güzel miskten bir bahis açılıyor.
öyle bir pâdişâh ki, O’nu anlatmak için,

Arş-ı a’zamdan ancak, eşsiz inci geliyor.
Saçımn teli, teşbih san’atım yok eder;

Güzelliğin yazıya ve şiire sığmıyor.
Akıl O’nu övmekte çok sıkıntıya düştü,

Maazallah mümkün mü, o bu kadar anlıyor.
Onu hulkuyla övmek, abes iştigal olur,

O’nu hakkıyle öven, ancak Rabbi oluyor.
Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olur,

O’nu sözle anlatmak, bundan da zor geliyor.
Bir zât ki hürmetine var oldu iki cihân,

Her yüksekten yüksektir desem, ne kâr veriyor.
Kalbindeki esrârdan Cebrâil âgâh olmaz,

Gerçi kalbin şak için bir anda yüz kez geliyor.
Bu mevsimde sahrâyı boşuna geçme, hâcı!

Kâ’be, şimdi Ravdâ’yı, tavâf için geliyor.
Af edici ve kerîm ve o kadar cömerttir,

Sudan inci, taşdan cevher, dikenden gül geliyor.
Eğer gül bahçesinde O’ndan bahsedilirse,

Mütebessim dudağın, herkes gonca buluyor.
Peygamberlerin bile âh eyledikleri gün,

Hüsn-i iltifâtıyla, halâs mümkün oluyor.
Gâh ay iki şak olur, parmağın hünerinden,

Gâh parmağı dibinden, berrak sular akıyor.

Saç kıvrımını teşbih Çin miskine, hatâdır,

Bu her yaraya merhem, oysa yara ediyor.
Sâdece dağ geyiği, O’nu tasdik etmedi,

î’câzmı kara taş bile ikrâr ediyor.
Uzun yolu, bir anda gitti ve geri geldi,

Akl üstadına bunu, ölçmek çok zor geliyor.
Melekler sidreye dek, yolunda saf olmuşlar;

Müjde, dikkatle bakın! Seyyid-i mühtâr geliyor.
Alıcıya yüzünün güneşi zâhir olsa,

Yûsuf, can pahasına bu pazara geliyor.
Hicrinden odun ağlar, sen ise ölmüyorsun,

Merd isen, bu yaşaman, sana çok ar geliyor.
Boy ve yüzünü teşbih olamaz tâze güle,

Bu uygunsuz fikirden, akıl çok mahcûb oluyor.
Güneş nûr saçıyorsa, O’nun nûrlarıdandır,

Güldeki ter damlası, gül yüzünden geliyor.
Yüzünden parlıyan nûr, aşkından cezbe olur,

Yalvarmak âşıktan ve nâz mâşûktan oluyor.
Vâdi Eymen ağacı tesellisi O’ndandır,

Tûr’da Mûsâ’nın Hakkı talebi, O’ndan geliyor.
Kuvvetinden bahsetmek faydalıdır; kısaca,

Eli yeninden çıksa, pençe-i kahhâr oluyor.
Cûdunda, bulut kendine ağlasa yeridir;

Köpüğü yüzbinlerce, deryâlara gülüyor.
thsânından toprağa bir damla damlar ise,

Çorak toprak her yandan, taşıp deniz oluyor.
Bu işte gâfll âlim, vâsıtayı görmeyip,

Yanılıp, bunlar, dönen felekten olur diyor.
Pâk sinesi sırrından “Elem Neşrafı” verir haber,

Bunu bil yeter, esrâr ma’deni O oluyor.
Mahşer günü mevkıfte eğer zâhir olmasa,

Nebilerde cesâret, kalması Olurdu zor.
Perdeni kaldırmakla, Cebrâil pek övünür,

Bu devlet meleklerde O’na nasîb oluyor.
O’nu vasfetmek bundan daha yüksektir amma,

Daha yüksek söylersem, ağyâr inkâr ediyor.
Melekler meclisinde, üstün insandan bahis,

Olursa, önce Muhâcir, sonra Ensâr geliyor.
Düşmanı yıkan mertler, konuşulsa bir yerde,

Hepsinde Peygamberin, evsâfı söyleniyor.
Cömertliğinden utan, sen ey Hâtem-i Tâî, Ki

O’nun Eshâbının, îsâr bahsi geçiyor.
îmân sermâyeleri, başka kimsede yoktur,

Ebrânn kitâbında, önce onlar geliyor.
Yân Sıddîk-i Ekber ki, şâmnda Kur’ ân’da,

“Sâniyesneyni iz hilmâ fil gâri” bildiriyor.
Hep melekler örtündü, yamalı hırkasından,

Birbirine Allahın, nzâsın müjdeliyor.
Sanma ki her muhabbet, böyle olur yâr için,

Ayağım yılanın, ağzına sokuyor.
Azâmetinden şeytan, kaçıyor sinek gibi,

Ondan başka böyle iş, kimden zuhûr ediyor.

İlim, hilim, adâlet ve fadl, ma’rifet ve kemâli,

Akıl anlayamayıp, hayret içre kalıyor.
Medh olunmaz hiç biri, kalemi kenara koy,

Çünkü sıra Allahın arslamna geliyor.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir şiirinde de şöyle demektedir.

Âh Yazık:

ömrüm boş şeylerle geçti, âh yazık!

Yânm hiç düşünmedim, âh yazık.

Hep havâya binâ kurdum, şaşkınca,

Din temeli çürük oldu, âh yazık!
Affı sonsuzdur diyerek, pek azdım,

(Kahhâr) ismini unuttum âh yazık!

Daldım günaha, yapmadım hiç hayr,

Niçin doğru yoldan saptım âh yazık.
Mal için, makam için hep uğraştım,

Sonsuz nimetlerden oldum, âh yazık.

Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,

Günah ağır, ağlarım hep, âh yazık.

Hesap defterimde yok bir iyilik,

Nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin mübâ- rek sözlerinden bazıları:

“Sîzlere vasiyetim; hocaya i’tirâzı terk. Resûlullahm dînine ittiba’ ve kendini aradan çekip, yok etmeği bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.”

“Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değillerdir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider.”

“Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.”

“Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların kabûlü ile inkârım, övmesi ile ayıplamasını, kabûl veya red etmelerini eşit görmektir, insanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfinda dolaşmamalanna üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.”

“Binlerce keşf ve kerâmeti, bir sünneti ihyâ etmekle eşit tutmak, olgun olmamanın alâmetidir.”

“Hangi şekilde olursa olsun, bu büyüklere bağlılık büyük ni’mettir.”

“Bu büyüklerin yolunun azını çok biliniz. Bu büyük hânedâna bağlanmayı, iki dünyâ devlet ve saâdetinin sermâyesi kabûl ediniz.”

“En mühim vasiyetim şudur ki; ölümü, âhıret hâllerini ve nimetlerin hakîkî sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerinEfendisi’nin (s.a.v.) sünnetine ittiba’ da (uymada) ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kerre duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de ma’ nâsını düşünerek olsun. Böylece kalbte, hakiki matlûbdan başka birşey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan mâ’bûddur.”
Elden geldiği kadar kaç kötü arkadaştan, Kötü ahbâb kötüdür, en zehirli yılandan. Yılan zehir akıtıp, insanı candan eder, Ama kötü arkadaş, can ve îmândan eder.”
“Günahların çokluğu ümidsizliğe düşürmesin ve bu yoldan şeytana fir- sat verilmesin.” “thlâs ne kadar çok olursa, evliyâ- nın yardımı o kadar ziyâde olur.”

“Evliyâmn kalbleri, İlâhî nûrlann çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.”

“İnsanoğlu dünyâyı elde etmek uğruna, nice sonsuz devlet ve saâdet- leri kaçırdı.” “Bizim yolumuz, İslâm dînine ittiba’ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.” “Sahîh keşfle sâbittir ki, kalbi zikredene, îmâmnın gitmesi için şeytan musallat olamaz.”

“Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Ya’nî kızmalarında da merhamet vardır.”

“Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid’atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanlann, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti; kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.”

“Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye ediniz ki, büyük devlettir.” “îhlâsı olan kurtulur.” “İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlâmn beğendiği, Resûlullahın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.”
“İslâmiyet yolunda en önemli edebler şunlardır; İslâm dîninin ahkâmına tam tâbi olmak, genişlik ve darlıkta sabretmek, rahatlık ve bollukta tam şükretmek, sünneti ihyâ etmek, bid’ atten sakınmak, kırıklık içinde devamlı Rabbine yalvarıp yakarmak, Allahdan başkasımn hatıra gelmemesi için çok çalışmak, görmek gözün işi olduğu gibi, huzûru da kalbin işi, melekesi hâline getirmek, hattâ kalbin, dünyâ veâhıreteâitherşeyden yüz çevirip, hakîkî mahbûb, ya’nî gerçek sevgili olan Allahü teâlâdan başkasına bağlılığının kalmamasını sağlamak.”

“Mektuplaşmak, görüşmenin yansıdır”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*