İtidalin koruyuculuğu altında, istikamet üzere hedefe
ilerleyen kurtuluş fırkasının üyesi gerçek Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat mensuplarının davranışlarına yansıyan,
yansıması gereken yüce bir haslettir, müsamaha.
Zihinleri taassubdan, söz ve davranışları tefrikaya yol
açmaktan, ortaya konan hayırlı hizmetleri bencillik tehlikesinden
kurtaracak, karamsarlık ve su-i zan bulutlarını dağıtacak,
hüsnüniyet ve gerçek kardeşliğin aydınlık ortamına,
berrak sahiline ulaştıracak ölçü, müsamahadır.
İyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeğe çalışmakla
görevli tebliğciler olarak günümüzün hassas şartlarında
müsamaha alanının en geniş kapasite ile ve nihai sınırına
kadar kullanmak zorundayız.
Lügatte müsamaha; “bir hususta zorluk ve şiddet göstermeyip,
kolaylıkla muamele etmek” mânâsına gelir.
Tebliğin, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeye çalışmanın
ana esprisini teşkil eden müsamaha, en şedit
inkârcıdan, ihlâs sınırına erişmiş olgun, vasıflı bir mü’mine
kadar geçerli olup muhtelif şekillerde tezahür eder.
- 2 7 –
Küffâra Karşı Müsamaha
Üstünlüğü imanda ve takvada gösteren, bütün insanlığı
Tevhid’e ve selâmete çağıran İslâm; elbette ki insanlık
içinde inanmayanlara da müsamaha ölçülerinde yer verecektir.
Önce şu esası tesbitte fayda vardır: Müzminler kâfirlere
karşı çok şiddetli, kendi aralarında çok merhametli olmalı-,
dırlar. Mü’minlerin küffara karşı şiddeti, küfrün en büyük
zulüm oluşundan ve küffarm İslâm’ın nurunu söndürmek
istemesindendir. Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kirâm’dan bahisle;
“…Onunla beraber olanlar kafirlere karşı pek şiddetli,
birbirlerine karşı ise merhametlidirler” buyurmaktadır.
Bu genel tesbitten sonra şunu belirtelim ki, tebliğde
durum farklıdır. Sulh ortamında tebliğ esnasında, tatlı dil,
güleryüz ve mütevâzi bir tavırla en güzel bir şekilde kâfirleri
Hakk’a davet esastır. Bıkmadan, usanmadan, ürkütmeden,
nefret ettirmeden tebliğ yapılır, inanmayanlar kendi iradeleri
ile başbâşa bırakılır; zorlama yapılmaz. Zira, dinde
zorlama men edilmiştir.
Cenab-ı Hak buyuruyor: “(Mü’min) kullarıma söyle:
(Kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler”
“Rabb’ınm yoluna, hikmetle ve güzel öğütlerle
çağır. Onlarla (inanmayanlarla) en güzel bir tarzda
mücadele et” 1 .
Öte yandan, Tâhâ Suresinin 44. âyetinde Cenab-ı Hak,
Musa Aleyhisseiâm’â, Fir’avn’a rıfk ile muamele etmesini
emretmiştir.
Yine müsamaha hususunda, İslâm azametinin bir göstergesidir
ki, İslâmî bir hayatta küffar, dinî inanç, ibadet ve
kanaatlerinden dolayı baskı altına alınmaz, mabedleri yıkılmaz;
hususî hayatlarında malları, canları ve namusları em- - 2 8 –
/
/
niyet altına alınır. İslâmî havayı ihlâl etmedikçe bütün şahsî
hak ve hürriyetleriyle beraber emniyet ve selâmette yaşarlar.
Bir tasdik işi olan iman, bir takdir meselesi olan gerçekler,
şahsın bağımsız karar ve kanaatine bırakılır. Bu büyük
müsamaha ölçüsüne İslâm’dan başka hiçbir din ve beşerî
telâkkî sahip değildir.
İslâmî Cemaatlerarası Müsamaha
İslâmî cemaatler arasında müsamaha daha da önem
kazanmaktadır. Bir topluluğun kendi re’y ve kanaatini üstün
görerek hiçbir uzlaşma zeminine yaklaşmaması, İslâmî
bir tutum değildir. İhtilâfları önlemek için Cenab-ı Hak,
Kitap ve Sünnet’e müracaatı emretmektedir. O halde İslâm
toplulukları, yekvücut olma yolunda Hakk’m ölçüsünde
karar kılarak, şahsî kapris ve enaniyetlerini ayaklar altına
almalıdır. Bunun için tek çare, İslâm’ın müsamaha ölçülerine
sarılmaktır.
Bugün İslâmî topluluklar, Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı
nihai ve tek cemaate ulaşabilmek için O’nun bahşettiği
müsamaha ölçülerini ^ok iyi bilmek ve tatbike koymak
zorundadırlar.
Bu hususta, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz;
müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifi düstur
kabul edilmelidir.
Öyle ki; taviz derecesine varmamak, helâl ve haram
hudutlarını ciddiyetle korumak kaydıyla; İslâmî cemaatler
birbirlerine iyi niyet, hüsn-ü zan, muhabbet ve şefkat havası
içinde eğilmelidirler.
Müsamahanın alâmeti, cemaatleşmeninşiârı ve Tevhid-
’in lüzumu için istişareye çok önem verilmelidir.
Cenab-ı Hak, istişare hususunda şöyle buyuruyor:
“Bütün işlerinde onlarla (Müslümanlarla) müşavere
et. Bir işe azmedince de Allah’a dayan” 14 “Ha- - 2 9 –
kiki mü’minler Rablerinin davetine icabet ederler.
Namazlarını dosdoğru kılarlar. Bütün işlerini aralarında
istişare yaparlar../’15.
Kelime olarak, “danışma, karşılıklı fikir teatisinde bulunma,
görüş beyan etme” mânâlarına gelen istişare, İslâm’ın
hüküm vermede benimsediği temel bir esastır. İstişare,
müşküllerin çözülmesi, meselelerin hallinde isabetli neticelere
varılabilmesi için bir rahmet vesilesidir. İstişare sonucu
alınan karar, cemaatin şahs-ı manevisini temsil ettiği için de
türlü şahsî kanaatini beğenme, ucub ve riya gibi hastalıklardan
salim olarak neticeye götürür. İstişare, mü’minlerin
alâmet-i farikasından biri olarak Kur’ân’da yer almıştır.
İstişare sonucu alman karar, gerçekte isabetli olmasa bile,
bu karara uyulmasında ümmetin selâmeti açısından faydalar
vardır.
Hususiyle günümüz Müslümanı, çeşitli yanılgılar sonucu
pişmanlıktan kurtulmak istiyorsa istişareye azami önem
vererek yaygmlaştırmahdır. Bugünkü tefrika ortamında cemaatlerarası
istişarenin önemi açıktır.
Ehl-i Sünnet’in teminatı durumunda olan mezhep ve
meşrep ölçülerine bağlı kalmakla beraber; İslâm’ın geniş
müsamahasını vasıf haline getirerek umman gibi geniş ve
sakin olmak, vakar ve ciddiyetle cemaatleraratsı tâli ayrılıkları
tefrika sebebi değil, fetva zenginliği kabul etmek, mezhep
ve meşrepleri birer rahmet unsuru kabul etmek, hem
zaruret ve hem de bir mükellefiyettir.
Nitekim, mezheplerarası müsamaha, bilinen bir husustur.
Müçtehitler, birbirlerini takdir etmişler, birbirlerinin me
todlarmı kullanmış; eğer aralarında zaman farkı varsa birbirlerini
hayırla yâd etmişlerdir.
Keza, bütün meşrep sahibi kâmil büyükler birbirlerini
hüsn-ü zanla hatta daha da ileri giderek, stayişle, medh ü
sena ile anmışlardır. Bu hususta pekçok örnek mevcuttur.
Acıklı bir durumdur ki, bugün mü’minler arasında cehalet
ve taassubdan kaynaklanan ölçüsüz ithamlar, tekfire
kadar varan vahim suçlamalar vuku bulmaktadır. Birçok
mezhep ve meşrep mensubu katılık göstererek mezhep ve
meşreplerin sebeb-i hikmetini anlamadan itham ve iftira
kampanyasına katılmaktadır. Belli ki, bu kimseler İslâm’ın
geniş müsamahasından gafil bulunmaktadırlar.
İhtilâf noktalarına değil, ittifak noktalarına dikkat çekerek;
genelde Kelime-i Tevhid’de ittifakı yeterli görmek,
Kıble ehline kâfir dememek; tekfir etmenin itikâdî ve fıkhî
ölçüsünü ve neticesini iyice hesaba katarak teenni ile hareket
etmek, İslâmî cemaatler ve fertler için hayatî bir zarurettir.
Bir kimseye kâfir demenin ölçüsü ve doğuracağı neticeler
hususunda İmam-ı Gazali şu kaideyi nakletmektedir:
“Lâilâhe illellah Muhammedün-Rasulullah düsturuna
samimi bir şekilde bağlı kaldıkları ve bu
düstur ile tenakuz teşkil eden bir durumda bulunmadıkları
müddetçe, yolları (mezhepleri) ne kadar
farklı olursa olsun ehl-i İslâm’a dil uzatmaktan ve
çeşitli mezhep mensuplarına “kâfir’ demekten kaçınmalıdır.
Ben diyorum ki; küfür, Hz. Peygamberdi,
Allahü Teâlâ’dan getirdiği şeyler hususunda tekzip
etmektir. İman ise, getirdiği şeylerin cümlesini tasdik
etmektir… Bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o
kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve ahirette
cehennemde ebedî kalacağına hükmedilmesi demektir”.
Bir kimseyi elde delil olmadan küfürle itham etmenin ne
büyük bir felaket olduğu, tekfir ediciyi de helâk edeceği
hususu ortada iken hele günümüzde mü’minler, sözlerini
çok iyi hesap etmeli, işin uhrevî mesuliyetini düşünmelidirler.
“Yeterli delil olmadan bir mü’mine kâfir demek,
söyleyenin küfrünü gerektirir”. Bu fetva bütün sahih
kaynaklarda yer almıştır. Hadis-i şerifte de: “İki Müslü- - 3 1 –
mandan biri, diğerini küfürle itham ederse, bu itham
mutlaka ikisinden birine raci olur”, buyurulmaktadır.
Fertler Arasında Müsamaha
İslâmî bir cemiyette sulh ve sükûn; mü’minler arasında
hoşgörü, yardımlaşma, saygı-sevgi ve merhametle sağlanır.
Mü’minler, kendine yakışmayan ve öldürücü sebepler olan;
gıybet, dedikodu, su-i zan, hased, kibir, gurur, ucub ve
riyaya düşmek, fitne-fesad çıkarmak gibi çirkin huylardan
kaçınmalıdırlar. Nadiren vuku bulsa da, birbirlerinin eziyetlerine
sabretmeli, dargınları barıştırmalı, karşılıklı olarak
birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeli, birbirlerinin
mal, can ve namuslarını korumalıdırlar.
Mü’min tevazu sahibi olmalı, kendini daima başkalarından
küçük görmelidir. Her gördüğüne hüsn-ü zanla bakmalı;
kendinden yaşlısını gördüğünde, tecrübesi ve ibadetinin
çokluğuna; çocuk gördüğünde, günahsız ve büyüyünce
büyük bir insan olacağına; bir günâhkar gördüğünde
tevbekâr olup hidayete erebileceğine hükmetmelidir.
Mü’minleri birbirlerine yaklaştıran, tevazu ve hüsn-ü
zandır.
Cenab-ı Hakk’ın; Halim, Muharrir, Sabûr ve Vâsî gibi
sıfatları, kullarına olan müsamahasının ne büyük boyutlarda
olduğunu göstermektedir. O’nun rahmeti gazabını geçmişken;
bu rahmeti kullarına daraltmak hiçbir fâninin hakkı
ve selâhiyeti dahilinde değildir.
Geçmişte İslâm, nurunu bütün dünyaya müsamaha
ölçüleriyle yaymıştı. Keza, bundan sonra insanlık üzerine
yeniden doğacak İslâm Güneşi de müsamaha şualarıyla
gözleri aydın edecektir. Ne mutlu, İslâm’ı gereği gibi temsil
edebilen şahsiyetli mü’minlere!… •