wiki

MÜSAMAHA

İtidalin koruyuculuğu altında, istikamet üzere hedefe
ilerleyen kurtuluş fırkasının üyesi gerçek Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat mensuplarının davranışlarına yansıyan,
yansıması gereken yüce bir haslettir, müsamaha.
Zihinleri taassubdan, söz ve davranışları tefrikaya yol
açmaktan, ortaya konan hayırlı hizmetleri bencillik tehlikesinden
kurtaracak, karamsarlık ve su-i zan bulutlarını dağıtacak,
hüsnüniyet ve gerçek kardeşliğin aydınlık ortamına,
berrak sahiline ulaştıracak ölçü, müsamahadır.
İyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeğe çalışmakla
görevli tebliğciler olarak günümüzün hassas şartlarında
müsamaha alanının en geniş kapasite ile ve nihai sınırına
kadar kullanmak zorundayız.
Lügatte müsamaha; “bir hususta zorluk ve şiddet göstermeyip,
kolaylıkla muamele etmek” mânâsına gelir.
Tebliğin, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeye çalışmanın
ana esprisini teşkil eden müsamaha, en şedit
inkârcıdan, ihlâs sınırına erişmiş olgun, vasıflı bir mü’mine
kadar geçerli olup muhtelif şekillerde tezahür eder.

  • 2 7 –
    Küffâra Karşı Müsamaha
    Üstünlüğü imanda ve takvada gösteren, bütün insanlığı
    Tevhid’e ve selâmete çağıran İslâm; elbette ki insanlık
    içinde inanmayanlara da müsamaha ölçülerinde yer verecektir.
    Önce şu esası tesbitte fayda vardır: Müzminler kâfirlere
    karşı çok şiddetli, kendi aralarında çok merhametli olmalı-,
    dırlar. Mü’minlerin küffara karşı şiddeti, küfrün en büyük
    zulüm oluşundan ve küffarm İslâm’ın nurunu söndürmek
    istemesindendir. Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kirâm’dan bahisle;
    “…Onunla beraber olanlar kafirlere karşı pek şiddetli,
    birbirlerine karşı ise merhametlidirler” buyurmaktadır.
    Bu genel tesbitten sonra şunu belirtelim ki, tebliğde
    durum farklıdır. Sulh ortamında tebliğ esnasında, tatlı dil,
    güleryüz ve mütevâzi bir tavırla en güzel bir şekilde kâfirleri
    Hakk’a davet esastır. Bıkmadan, usanmadan, ürkütmeden,
    nefret ettirmeden tebliğ yapılır, inanmayanlar kendi iradeleri
    ile başbâşa bırakılır; zorlama yapılmaz. Zira, dinde
    zorlama men edilmiştir.
    Cenab-ı Hak buyuruyor: “(Mü’min) kullarıma söyle:
    (Kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler”
    “Rabb’ınm yoluna, hikmetle ve güzel öğütlerle
    çağır. Onlarla (inanmayanlarla) en güzel bir tarzda
    mücadele et” 1 .
    Öte yandan, Tâhâ Suresinin 44. âyetinde Cenab-ı Hak,
    Musa Aleyhisseiâm’â, Fir’avn’a rıfk ile muamele etmesini
    emretmiştir.
    Yine müsamaha hususunda, İslâm azametinin bir göstergesidir
    ki, İslâmî bir hayatta küffar, dinî inanç, ibadet ve
    kanaatlerinden dolayı baskı altına alınmaz, mabedleri yıkılmaz;
    hususî hayatlarında malları, canları ve namusları em-
  • 2 8 –
    /
    /
    niyet altına alınır. İslâmî havayı ihlâl etmedikçe bütün şahsî
    hak ve hürriyetleriyle beraber emniyet ve selâmette yaşarlar.
    Bir tasdik işi olan iman, bir takdir meselesi olan gerçekler,
    şahsın bağımsız karar ve kanaatine bırakılır. Bu büyük
    müsamaha ölçüsüne İslâm’dan başka hiçbir din ve beşerî
    telâkkî sahip değildir.
    İslâmî Cemaatlerarası Müsamaha
    İslâmî cemaatler arasında müsamaha daha da önem
    kazanmaktadır. Bir topluluğun kendi re’y ve kanaatini üstün
    görerek hiçbir uzlaşma zeminine yaklaşmaması, İslâmî
    bir tutum değildir. İhtilâfları önlemek için Cenab-ı Hak,
    Kitap ve Sünnet’e müracaatı emretmektedir. O halde İslâm
    toplulukları, yekvücut olma yolunda Hakk’m ölçüsünde
    karar kılarak, şahsî kapris ve enaniyetlerini ayaklar altına
    almalıdır. Bunun için tek çare, İslâm’ın müsamaha ölçülerine
    sarılmaktır.
    Bugün İslâmî topluluklar, Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı
    nihai ve tek cemaate ulaşabilmek için O’nun bahşettiği
    müsamaha ölçülerini ^ok iyi bilmek ve tatbike koymak
    zorundadırlar.
    Bu hususta, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz;
    müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifi düstur
    kabul edilmelidir.
    Öyle ki; taviz derecesine varmamak, helâl ve haram
    hudutlarını ciddiyetle korumak kaydıyla; İslâmî cemaatler
    birbirlerine iyi niyet, hüsn-ü zan, muhabbet ve şefkat havası
    içinde eğilmelidirler.
    Müsamahanın alâmeti, cemaatleşmeninşiârı ve Tevhid-
    ’in lüzumu için istişareye çok önem verilmelidir.
    Cenab-ı Hak, istişare hususunda şöyle buyuruyor:
    “Bütün işlerinde onlarla (Müslümanlarla) müşavere
    et. Bir işe azmedince de Allah’a dayan” 14 “Ha-
  • 2 9 –
    kiki mü’minler Rablerinin davetine icabet ederler.
    Namazlarını dosdoğru kılarlar. Bütün işlerini aralarında
    istişare yaparlar../’15.
    Kelime olarak, “danışma, karşılıklı fikir teatisinde bulunma,
    görüş beyan etme” mânâlarına gelen istişare, İslâm’ın
    hüküm vermede benimsediği temel bir esastır. İstişare,
    müşküllerin çözülmesi, meselelerin hallinde isabetli neticelere
    varılabilmesi için bir rahmet vesilesidir. İstişare sonucu
    alınan karar, cemaatin şahs-ı manevisini temsil ettiği için de
    türlü şahsî kanaatini beğenme, ucub ve riya gibi hastalıklardan
    salim olarak neticeye götürür. İstişare, mü’minlerin
    alâmet-i farikasından biri olarak Kur’ân’da yer almıştır.
    İstişare sonucu alman karar, gerçekte isabetli olmasa bile,
    bu karara uyulmasında ümmetin selâmeti açısından faydalar
    vardır.
    Hususiyle günümüz Müslümanı, çeşitli yanılgılar sonucu
    pişmanlıktan kurtulmak istiyorsa istişareye azami önem
    vererek yaygmlaştırmahdır. Bugünkü tefrika ortamında cemaatlerarası
    istişarenin önemi açıktır.
    Ehl-i Sünnet’in teminatı durumunda olan mezhep ve
    meşrep ölçülerine bağlı kalmakla beraber; İslâm’ın geniş
    müsamahasını vasıf haline getirerek umman gibi geniş ve
    sakin olmak, vakar ve ciddiyetle cemaatleraratsı tâli ayrılıkları
    tefrika sebebi değil, fetva zenginliği kabul etmek, mezhep
    ve meşrepleri birer rahmet unsuru kabul etmek, hem
    zaruret ve hem de bir mükellefiyettir.
    Nitekim, mezheplerarası müsamaha, bilinen bir husustur.
    Müçtehitler, birbirlerini takdir etmişler, birbirlerinin me
    todlarmı kullanmış; eğer aralarında zaman farkı varsa birbirlerini
    hayırla yâd etmişlerdir.
    Keza, bütün meşrep sahibi kâmil büyükler birbirlerini
    hüsn-ü zanla hatta daha da ileri giderek, stayişle, medh ü
    sena ile anmışlardır. Bu hususta pekçok örnek mevcuttur.
    Acıklı bir durumdur ki, bugün mü’minler arasında cehalet
    ve taassubdan kaynaklanan ölçüsüz ithamlar, tekfire
    kadar varan vahim suçlamalar vuku bulmaktadır. Birçok
    mezhep ve meşrep mensubu katılık göstererek mezhep ve
    meşreplerin sebeb-i hikmetini anlamadan itham ve iftira
    kampanyasına katılmaktadır. Belli ki, bu kimseler İslâm’ın
    geniş müsamahasından gafil bulunmaktadırlar.
    İhtilâf noktalarına değil, ittifak noktalarına dikkat çekerek;
    genelde Kelime-i Tevhid’de ittifakı yeterli görmek,
    Kıble ehline kâfir dememek; tekfir etmenin itikâdî ve fıkhî
    ölçüsünü ve neticesini iyice hesaba katarak teenni ile hareket
    etmek, İslâmî cemaatler ve fertler için hayatî bir zarurettir.
    Bir kimseye kâfir demenin ölçüsü ve doğuracağı neticeler
    hususunda İmam-ı Gazali şu kaideyi nakletmektedir:
    “Lâilâhe illellah Muhammedün-Rasulullah düsturuna
    samimi bir şekilde bağlı kaldıkları ve bu
    düstur ile tenakuz teşkil eden bir durumda bulunmadıkları
    müddetçe, yolları (mezhepleri) ne kadar
    farklı olursa olsun ehl-i İslâm’a dil uzatmaktan ve
    çeşitli mezhep mensuplarına “kâfir’ demekten kaçınmalıdır.
    Ben diyorum ki; küfür, Hz. Peygamberdi,
    Allahü Teâlâ’dan getirdiği şeyler hususunda tekzip
    etmektir. İman ise, getirdiği şeylerin cümlesini tasdik
    etmektir… Bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o
    kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve ahirette
    cehennemde ebedî kalacağına hükmedilmesi demektir”.
    Bir kimseyi elde delil olmadan küfürle itham etmenin ne
    büyük bir felaket olduğu, tekfir ediciyi de helâk edeceği
    hususu ortada iken hele günümüzde mü’minler, sözlerini
    çok iyi hesap etmeli, işin uhrevî mesuliyetini düşünmelidirler.
    “Yeterli delil olmadan bir mü’mine kâfir demek,
    söyleyenin küfrünü gerektirir”. Bu fetva bütün sahih
    kaynaklarda yer almıştır. Hadis-i şerifte de: “İki Müslü-
  • 3 1 –
    mandan biri, diğerini küfürle itham ederse, bu itham
    mutlaka ikisinden birine raci olur”, buyurulmaktadır.
    Fertler Arasında Müsamaha
    İslâmî bir cemiyette sulh ve sükûn; mü’minler arasında
    hoşgörü, yardımlaşma, saygı-sevgi ve merhametle sağlanır.
    Mü’minler, kendine yakışmayan ve öldürücü sebepler olan;
    gıybet, dedikodu, su-i zan, hased, kibir, gurur, ucub ve
    riyaya düşmek, fitne-fesad çıkarmak gibi çirkin huylardan
    kaçınmalıdırlar. Nadiren vuku bulsa da, birbirlerinin eziyetlerine
    sabretmeli, dargınları barıştırmalı, karşılıklı olarak
    birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeli, birbirlerinin
    mal, can ve namuslarını korumalıdırlar.
    Mü’min tevazu sahibi olmalı, kendini daima başkalarından
    küçük görmelidir. Her gördüğüne hüsn-ü zanla bakmalı;
    kendinden yaşlısını gördüğünde, tecrübesi ve ibadetinin
    çokluğuna; çocuk gördüğünde, günahsız ve büyüyünce
    büyük bir insan olacağına; bir günâhkar gördüğünde
    tevbekâr olup hidayete erebileceğine hükmetmelidir.
    Mü’minleri birbirlerine yaklaştıran, tevazu ve hüsn-ü
    zandır.
    Cenab-ı Hakk’ın; Halim, Muharrir, Sabûr ve Vâsî gibi
    sıfatları, kullarına olan müsamahasının ne büyük boyutlarda
    olduğunu göstermektedir. O’nun rahmeti gazabını geçmişken;
    bu rahmeti kullarına daraltmak hiçbir fâninin hakkı
    ve selâhiyeti dahilinde değildir.
    Geçmişte İslâm, nurunu bütün dünyaya müsamaha
    ölçüleriyle yaymıştı. Keza, bundan sonra insanlık üzerine
    yeniden doğacak İslâm Güneşi de müsamaha şualarıyla
    gözleri aydın edecektir. Ne mutlu, İslâm’ı gereği gibi temsil
    edebilen şahsiyetli mü’minlere!… •

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir