MÜSTEKÎM-ZÂDE SÜLEYMÂN SA’DEDDİN EFENDİ

MÜSTEKÎM-ZÂDE SÜLEYMÂN SA’DEDDİN EFENDİ:

Müstekim-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin, tmâm-ı Rabbâni hazretlerinden tercüme ettiği ve İhlâs A.Ş. tarafından “Müjdeci Mektûblar” adıyla neşredilen kitabının kapak sahifesL

Müstekim-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin, tmâm-ı Rabbâni hazretlerinden tercüme ettiği ve İhlâs A.Ş. tarafından “Müjdeci Mektûblar” adıyla neşredilen kitabının kapak sahifesL

Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin talebelerin den, âlim ve velî, ismi, Süleymân Sa’ deddîn Efendi’dir. Babası, Muhammed Müştekim Efendi’nin oğlu müderris Muhammed Emîn Efendi’ dir. Annesi ise Ümmü Gülsüm Hanım’ dır. 1131 (m. 1719) senesinde İstanbul’da doğdu. Müstekîm-zâde nâmıyla anıldı. Ebü’l-Mevâhib künyesi verildi. Istanbûlî, Ma’sûmî, Emînî lakablannı aldı. 1202 (m. 1787) senesinde vefât etti. İstanbul Zeyrek’te, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanında, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin ayağı ucuna defnedildi.

İlkönce babasından ilim tahsîl etti. Daha sonra, Fâtih Câmii imâmı Seyyid Yûsuf Efendi’den fikıh bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmin larâat şekillerini öğrendi. Pâdişâhın has doktorlarının başı olan Hayâtî-zâde Mustafa Feyzî Efendi’den de ilim öğrenip, 1143 (m. 1730) senesinde icâzet aldı. Zamâmn ileri gelen müderrislerinden Yemlîhâ Hasen Efendi’den, Saray hocalarından Hâfiz Mehmed Efendi’den, Babadağlı Süleymân Efendi’den ve Seyyid Mehmed Hâkim Efendi’den çeşitli ilimleri, Şeyh Abbâs Resîm Efendi’den Farsçayı öğrendi. Daha sonra Üsküdar’da Vâlide Câmii vâ’izi îsâ- zâde Şeyh Mehmed Sâlih Efendi vâsıtasıyla, Abdülganî Nablüsî Şâmî hazretlerinin hadîs-i şerîf ilmiyle ilgili anlattığı bilgileri öğrendi. Fındık- zâde Ibrâhim Efendi, Eğrikapılı Mehmed Râsim Efendi ve Kâtib-zâde Mehmed Refi Efendi’den hat dersleri aldı. Zâhirî ilimlerde bu şekilde yetişirken, bâtınî ilimlerde de Şeyh Mehmed Sâlih Sahâvî’ye talebe oldu.

Süleymân Sa’deddîn Efendi, Şeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesi’nde ilim tahsili ile meşgûl iken, birgün ders esnâsmda dershâneye nûr yüzlü bir zât girdi. Herkesin tanıdığı, fakat Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin şahsen tanıyıp ismen bilmediği bu nûr yüzlü zât, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinden başkası değildi. Medresenin hocası, eskiden beri Mehmed Emîn Tokâdî’ye (r.aleyh) hürmet edip muhabbet besleyen bir zât idi. O mübârek zâtın dershâneyi şereflendirdiğini görünce, ona hürmeten dersin te’hîrini emretti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri sohbete başladılar. Süleymân Sa’ deddın Efendi, ilk defâ bulunduğu bu mübârek zâtın sohbetini can kulağı ile dinlerken, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Mehmed Emîn Efendi, sohbetini bitirince medreseden aynldı. Süleymân Sa’deddîn Efendi, hayrân olduğu bu mübârek zâtın ismini sorup öğrendi. Onun tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi olduğunu aınladı. Mehmed Emîn Efendi de, medresenin yakınında olan dergâhında sohbeti kesip hazır bulunanlara; “ Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saâdet tuzağına düşürmek niyetindeyiz” buyurarak oraya gelmişti. Orada bulunan talebeler de, asıl “Av” olan Süleymân Sa’deddîn Efendi vesilesiyle sohbete kavuşmuşlardı. Süleymân Sa’deddîn Efendi, daha fazla dayanamadı. Bir seher vakti adım ve yerini öğrendiği Mehmed Emîn Efendi’nin hâne-i saâdetine doğru yola çıktı. Daha kapıyı çalmadan, Müstekîm-zâde’yi bekleyen o mübârek zât tarafından kapıda karşılanıp içeri alındı. 1149 (m. 1736) senesinde Rabî’ül-evvel ayının bir Pazar gününde vukû’a gelen bu ilk ziyâre- tinde, Süleymân Sa’deddîn Efendi çok ikram ve iltifat gördü. Birçok ni’ metlere kavuştu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe olarak ondan ilim öğrenip, kusurlarını düzeltmekle meşgûl oldu. Bir sene sonra, hocası ona Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunun âdâbım öğretmeye, tasavvufun inceliklerini anlatmaya başladı. Zâhirî ilimleri öğretti. Altı sene zarfında hadîs ilminden çeşitli kitapları okuttu. Buhârî-i şerîfi okutup, Mekke-i mükerreme âlimlerinden Ahmed Nahlî’den aldığı icâzete müsteniden icâzet verip duâ eyledi. Mehmed Emîn Tokâdî (r.aleyh), Ahmed-i Yekdest hazretlerinin, o da Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesi idi. Müstekîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi de, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin sohbetleriyle yetişip kemâle geldi. Nefsini tasfiye ve kalbini tezkiye eyledi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebeliği ile şereflendi.

Müstekim-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi'nin tercüme ettiği “Mektûbât-ı Ma'aûmiyye" kitabının kapak sahifesi

Müstekim-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin tercüme ettiği “Mektûbât-ı Ma’aûmiyye” kitabının kapak sahifesi

Hocasının ve yirmi gün sonra da annesinin 1158 (m. 1745) senesinde vefâtlan üzerine çok üzülen Süleymân Sa’deddîn Efendi, Bursa taraflarına bir seyahatte bulunup, o beldelerde bulunan evliyâullahın kabr-i şeriflerini ziyâret eyledi. Geri dönüp İstanbul’da ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. İlmî çalışmalar yapıp, ibâdet etmekle meşgûl oldu. Yazı yazarak maişetini te’min etti. Kendisine her nekadar müderrislik teklif edildi ise de kabûl buyurmadı. Fâkr-u-zarûret içinde de olsa, pek kıymetli t eserler yazıp, gelenlere birşeyler anlatmakla iktifa etti, ömrünün sonuna doğru felç oldu. Yine de durup dinlenmeden kitap yazıp talebe yetiştirdi. 1202 (m. 1787) senesi Şevvâl ayının yirmiikisinde Pazar günü vefât eyledi. Akrabâsın- dan Eyyûb Sultan Câmii vâ’izi Yahyâ- zâde Şeyh Mehmed Sa’deddîn Efendi’nin imâmetinde, Fâtih Câmii’ nde kalabalık bir cemâat tarafindan cenâze namazı kılındı. Daha sonra hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin Zeyrek Soğukkuyu Câmii mezâr- hğındaki kabrinin ayak ucuna defnedildi. Hayâtında o büyük zâta talebe olmakla şereflenen Süleymân Sa’deddîn Efendi, vefâtında da o mübârek zâta yakın olmakla şereflendi.
Müstekîm-zâde Süleymân Sa’ deddîn Efendi resmî vazife ile meşgûl olmamasımn da verdiği rahatlıkla çok kitap yazdı. İstanbul kütüphânele- rinde Müstekîm-zâde’ye âit, büyüklü küçüklü 136 kitap vardır. Yangın ve benzeri sebeplerle, eserlerinin bir kıs- mmın da kaybolmuş olması mümkündür. Süleymân Sa’deddîn Efendi, eserlerini çeşitli ilim dallarında ve değişik mevzûlarda yazdı. Ba’zı kıymetli eserleri Türkçeye tercüme etti. Hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin sık sık nakiller yapıp, bahsettiği, fakat bir türlü elde edip talebesinin istifâdesine sunamadığı îmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üç cildlik “Mektûbât”ını Türkçeye tercüme etti. Aynca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç cildlik “Mektûbât”mı da Türkçeye tercüme etti. Diğer eserlerinden ba’zıları şunlardır:

Şerh-i Dîvân-ı Hz. Ali, Devhat-ül- meşâyıh, Tuhfe-i hattâtîn, Tercüme-i Fıkh-ı ekber, Risâle-i tâc, Risâle-i ebeveyn, Risâle-i salât-il-vüstâ, Risâle-i âdâb-i ulil-elbâb, Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, Menâkıb-ı Imâm-ı a’zam, Akîdet- üs-sûfiyye, Şifâ-üs-sudûr lin-nesl-in- nûr, Tenvîr-ül-emâne, Mir’ât-iis-safâ fî nuhbet-i esmâ-iJ-Mustafâ, El-îrâdet-ül- ılliyye fil-irâdet-il-cüz’iyyet-il-külliyye, El-Makâlet-in-nizâfe, Teşnîf-ül-ezher bi-ta’rif-il-ahmer, Şerh-i evrâd-ı îmâm Siiheylî, Cihâz-til-ma’cûn fî halâs-üt- tâ’ûn, Mürşîd-ül-müteehhilîn tercümesi, Tercüme-i Risâle-i “ M en arafe”, Ahid-nâme, Hilye-i Nebeviyye ve hulefâ-yı erba’a, Ma’kûlât-ı dev- riyye, Sürûr-üt-tâlibîn, El-Ukûd-ül-lü’ lüiyye fî tarîk-is-saâdet-il-Mevleviyye, Hakîkat-il-yakîn ve zülfet-it-temkîn, Nüzhat-ül-evliyâ, Hülâsat-ül-hediyye, Risâle-i Melâmiyye-i Bayrâmiyye-i Set- târiyye, Iddet-ül-bedûr fî aded-is-sinîn veş-eehûr, Mecellet-ün-nisâb fin-neseb vel-künâ vel-elkâb, Zeyl-i Dâsıtân-ı Âl-i Osmân, Bâb-ül-âdâb li-ülil-elbâb, Düstûr-i amel-i şâhâne, Tarsûs fî fevâid-il-bergüs, Kânûn-ül-edeb tercümesi, Şerh-i müntehâbât-ı fötûhât. Kitaplarından bir kısmı çeşitli zamanlarda yayınlandı. Çok kimsenin istifâdesi te’min edildi. Allahü teâlâmn rızâsı için yazılan bu kıymetli eserler, insanlann gönlüne sürür verip, aşk-ı ilâhî ile doldurdu. Bilhassa yazdığı terâdm-i ahvâl (biyografi) kitaplarında, evliyâ ve âlimleri, hattatları ve diğer büyüklerin hayatlarını anlatarak onlann hâtıralanmn yâd edilmesine vesîle oldu.

Müstekîm-zâde’nin (r.aleyh) pek nefis bir üslupla yazdığı şiirlerinden bir kıt’ası şöyledir.

Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenâdan sakla, Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla, Tevfîkin idüp kande gidersem rehber, Şehrâh-ı şerîatte hatâdan sakla!

Müstekîm-zâde Süleymân Sa’ deddîn Efendi, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinden sık sık, îmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri ve yüksek oğullan Muhammed Ma’sûm hazretlerinin “Mektûbât” adlı eserlerinin methini işitırdi. O mübârek zât, sohbetlerinde hep “Mektûbât” tan anlatırdı. Zamâmn baskı imkânı, Hindistan’ın uzak olması ve nüshalarının azlığı sebebiyle bu çok kıymetli eserleri talebelerine gösterme saâdetine erememişti. Bir sohbetlerinde,talebelerinden Yahyâ Efendi’ye; “Mekke-i mükerremede iken birkaç ay okuyup mütâlaa ederek hoş vakit geçirdiğim bu altı ciltlik “Mektûbât”tan bir nüshasının (şehrimizdeki) Şeyh Muhammed Murâd hazretlerinin kütüphânesinde mevcut olduğunu işittim. Fakat elde edemedim, fnşâallah sen bir nüshasını bulup tercümesine vesile olursun” buyurmuştu. Yahyâ Efendi, daha sonra bir vesile ile elde ettiği her iki “ Mektûbât”ı da, Müstekîm-zâde’ye verip Türkçeye tercüme etmesine vesile oldu. Bu eserlerden ilki olan Imâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât”ından ba’zı kısımlar aşağıdadır:

“Allahü teâlâ, bizi ve sizi taassub- dan ya’nî başkasım çekememekten ve doğru yoldan ayrılmaktan korusun ve insanlann en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine (s.a.v.) pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmaktan kurtarsın.

insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturacak işler; farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yamnda nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hattâ, farzları yaparken bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok faydalıdır. Öğrendiğimize göre Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk hazretleri sabah namazım cemâatle kıldıktan sonra, cemâate baktı, eshâbından birini bulamadı. ‘‘Filân kimse cemâatte yoktur!” buyurdu. Orada bulunanlar; “O kimse gecenin geç saatlerinde uyumaz. Belki şimdi uykuya dalmıştır ” dediler. Halîfe; “Eğer bütün gece uyuyup da sabah namazım cemâatle kılsaydı daha iyi olurdu” buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile bir mekrûhtan sakınmak, zikirden, fikirden, murâkabeden ve teveccühden daha faydalıdır. Tahrîmî olan mekrûhtan sakınmanın faydasını artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzlan gözetmek ile ve haramlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel, çok güzel olur. Fakat böyleolmazsa, pek zararlı olur. Meselâ, zekât olarak bir dank (ya’nî bir dirhemin dörtte birini ki, bir gram gümüş demektir) bir müslüman fakire vermek, nâfile olarak dağlar kadar altın sadaka vermekten, hayrât, hasenât ve yardımlar yapmaktan kat kat daha iyidir, kat kat daha çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakire vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat daha faydalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı namazını gece yansından sonra kılmak ve böylece gece namazı sevâbım da kazanmayı düşünmek, çok yanlıştır. Çünkü Hanefi mezhebindeki imâmlara göre (r.aleyhim) yatsı namazım gece yansından sonra kılmak mekrûhtur. Sözlerinden de, “Kerâhet-i tahrîmiyye” olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü; “Yatsı namazım gece yansına kadar kılmak mübâhdır” ‘ demişlerdir. “Gece yansından sonra kılmak mekrûh olur” buyurmuşlardır. Mübâhın karşılığı olan mekrûh ise, tah- rîmen mekrûhtur. Şâfiî mezhebinde, gece yansından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece namazı kılmış olmak için ve bu vakitte zevk ve cem’iyyet elde etmek için, yatsıyı gece yansından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalmz vitir namazım gece yansından sonraya bırakması yetişir. Vitir namazım gece yansından sonra kılmak müstehâbtır. Böylece hem vitir namazı müstehâb olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece namazı kılmak ve seher vaktinde uyamk bulunmak nimetlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işten vazgeçmek ve geçmiş namazları kazâ etmek lâzımdır. Imâm-ı a’zam  Ebû Hanîfe Kufî hazretleri, namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk ettiği için, kırk senelik namazı kazâ etmiştir. Şunu da söyliyeyim ki, abdestsizliği gidermek için veya sevâb kazanmak için abdest almakta kullanılmış olan suya, “Müsta’mel su” denir. Bu suyun içilmesi için kimseye izin vermeyiniz! Çünkü, İmâm-ı a’zama göre müsta’mel su, kaba necistir. Fıkıh âlimleri bu suyun içilmesini yasak etmişlerdir. Bu suyu içmenin mekrûh olduğunu bildirmişlerdir. Evet, abdest aldıktan sonra ibrikte kalan kullanılmamış sudan içmek şifâ olur demişlerdir.

Eğer böyle olduğuna inanan bir kimse isterse, bu kullanılmamış sudan veririz. Bu fakir, Dehli şehrine son gittiğim zaman bu iş başıma gelmişti. Sevdiklerimizden birkaçının rü’yâda, bu fakirin abdestte kullandığı müsta’mel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmez- lerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. “Böyle şey olmaz” diye çok karşı geldi isem de faydası olmadı. Fılah kitaplanna baktım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kerre yıkadıktan sonra, “Kurbet” ya’nî sevâb kazanmak niyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su, müsta’mel olmuyor. Bu sevdiklerimizin yalvarması üzerine, niyet etmeden dördüncü yıkamakta kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim. Şunu da bildirelim ki, güvenilir birkaç kimsenin bildirdiklerine göre, halîfelerinizden birkaçına mürîdleri secde ediyorlarmış, yeri öpmekle kalmıya- rak kendilerine karşı secde yapıyorlarmış. Bu işin kötülüğü güneşten daha çok meydandadır. Bu işi yasak ediniz! Hem de çok sıkı yasak ediniz! Böyle işlerden herkesin sakınması lâzımdır. Hele başkalarına önderlik eden bir kimsenin böyle işlerden sakınması daha çok lâzımdır. Çünkü, onun yolunda bulunanlar, onun yaptıklarını yaparlar ve bu belâya düşerler. Şunu da bildirelim ki, tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri, hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de, amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebep olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için bunlan tammak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, îslâmiyetin ahkâmım ya’nî emirlerini ve yasaklarını, meselâ, namazın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış-verişlerin ve nikâh, talâk gibi, muâmelâtm bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlânın insana emrettiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunlan öğrenmek, her müslümana elbette lâzımdır. Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikten sonra birer cihâd vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde ettikten sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, kıymetli toplantılarınızda, tasavvuf kitaplan okunulduğu gibi, fikıh kitab- lannın da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Fârisî dilinde yazılmış fikıh kitaplan çoktur. “Mecmu’a-i Hânî”, “Umdet-ül-Islâm” ve “Kenz-i Fârisî” fıkıh kitaplan çok kıymetlidir. Hattâ tasavvuf kitaplan okunmasa da, zaran olmaz. Çünkü tasavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılamaz. Fıkıh kitablanm okumamak ise zararlı olabilir. Bundan çok yazmak, sıkıntı verebilir. Az yazmak, çok şeyleri gösterir. Fârisî beyt tercümesi:
Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamağa, Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.
Allahü teâlâ bizi ve sizi, sevgili Peygamberine (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm) tamolarak uymakla şereflendirsin Amin l ’nci cild, 29’uncu mektup.)

“iki kere buraya kadar yoruldunuz, ikisinde de çabuk kalktınız. Sohbetin haklarından birkaçım yerine getirmeğe vakit olmadı. Müslümanlann bir araya gelmesi, ya istifâde etmek veya fayda vermek içindir. Bu ikisinden biri bulunmıyan topluluğun hiç kıymeti yoktur. Din büyüklerinin yamna boş gelmelidir ki, dolmuş olarak dönülebilsin. Onlann acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böyleee feyz, ihsân yolu açılır. Dolu gelmek daha doldurarak dönmek iyi olmaz. Çok dolmak, doyduktan sonra, daha almak, hastalıktan başka birşey yapmaz. Ihtiyâçsızhk, azgınlığa sebeb olur. Hâce Nakşibend (r.aleyh) hazretleri buyurdu ki: “önce hastanın yalvarması lâzımdır. Sonra, gönlü kmk olan, ona teveccüh eder.” Görülüyor ki, teveccühe, ihsâna kavuşmak için, yalvarmak lâzımdır. Böyle olmakla berâber, ilm öğrenmekte olan bir tâlib gelip, size göndermek için mektup isteyince, onun böyle gelmesini, bir hak sayarak, bu hakkı ödemeklâzım olduğunu düşündüm. Geçmişteki haklanma ve şimdiki hakkı karşılamak için, vakit ve hâle göre, birkaç kelime yazarak gönderiyorum. Herşe- yin doğrusunu, Allahü teâlâ bildirir. Herkesi doğru yola kavuşturan ancak O’dur. Ey Mes’ûd kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan, i’tikâdı, Kitâba ve sünnete uygun olarak düzelt- mektir. Doğru yolun âlimlerinin (r.aleyh), Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden anladıklanna ve bildirdiklerine uygun olarak i’tikâd etmek lâzımdır. Çünkü, Kitâbdan ve sünnetten bizim ve sizin anladıklanmızm hiç kıymeti yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklanna uymak lâzımdır. Bizim anladıklanmız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklanna uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünkü, her bid’ at sâhibi ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden anladıklanm ve bu iki kaynaktan çıkardıklanm söylemektedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır.

ikinci olarak hepimize lâzım olan şey, ahkâm-ı şer’iyyeyi öğrenmektir. Ya’nî helâli, haramı, farzı, vâcibi öğrenmektir.Üçüncü olarak hepimize lâzım olan şey, bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır. Dördüncüsü, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu ikisi tasavvuf büyüklerine mahsustur.

l’tikâdı düzeltmeden önce, ahkâm-i şer’iyyeyi öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, tezkiye ve tasfiye hiç yapılamaz. Bu dört temel vazife, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan herşey lüzumsuzdur ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere “Mâlâya’nî” denir. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimsenin müslümanlığmın güzelliği, malaya’nîden kaçması ve lüzumlu şeyleri yapması ile anlaşılır” buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’mn (s.a.v.) izinde yürüyenlere selâm olsun!” (1. cild, 157. mektup)

“Allahü teâlâ sizi, Islâmiyetin doğru yolunda bulundursun! En iyi kimse, kalbi dünyâya bağlı olmayan ve Allah sevgisi ile çarpandır. Dünyâ muhabbeti, günahların başıdır. Dünyâyı sevmekten kurtulmak da, ibâdetlerin başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâyı sevmez. Onu, yarattığı zamandan beri, hiç sevmemiştir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, Allahü teâlânın merhametinden uzaktırlar. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Dünyâ meVûndur ve dünyâda, AUah için yapılmayan herşey de meVûndur ” Çünkü Allahü teâlâyı hatırlayanlar, hattâ onlann her zerresi, Allahü teâlâyı zikretmektedir. Bunun için, Allahü teâlâyı zikredenler, ya’nî kalbinde hatırlayanlar mel’ûn değildir. Bunlara, dünyâ adamı denilmez. Çünkü dünyâ demek, kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O’nu unutturan, kalbe Allahtan başkalanm getiren şeyler demektir. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkîler, şerefler hep dünyâ olur. “Bizi düşünmeyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de yüzünü, çevir. Onlansevme!” meâlindeki Necm sûresi yirmidokuzuncu âyet-i kerîmesi böyle olduğunu açıkça göstermektedir. İşte bu dünyâ, insanın can düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlananı az, kendilerine gelemezler. Âhırette de, pişmân olacaklar, çok acılarla karşılaşacaklardır.

Dünyâyı terk etmek demek, ona düşkün olmamak, kıymet vermemek demektir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsâvî olmaktır. Insamn böyle olabilmesi için, Allah adamlanmn yamnda yetişmesi lâzımdır. Bu büyüklerden biri ele geçerse, kıymetini bilmeli, onlann emirlerini yapmağa, canla başla satılmalıdır.” (1. cild, 197. mektup)

“Yavrum! Dünyâmn tadına ve güzelliğine sakın aldanma! Onun yalana gösterişlerine kapılma! Çünkü hepsi geçici ve kıymetsizdir.

Bugün, böyte olduğuna belki inanmazsınız. Fakat yann, ölünce, doğru olduğu anlaşılacaktır. O zaman inanmanın fâidesi olmayacaktır. Fârisî beyt tercümesi:

İncilerin ağırlığı, sağır etmiş kulağım, Ne yapayım duymaz olmuş ağlamamı sızlamamı.
Kalbin temizlenmesi için olan vazifenizin kıymetini biliniz! Bunlan yapmağa, canla, başla çalışınız! Beş vakit namazı seve seve cemâatle kılınız! Malınızın kırkta bir zekâtım, müslüman fakirlere, yalvara yalvara veriniz! Haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız! Herkesle iyi geçinip, hep acıyınız! Kurtuluş yolu budur. Vesselâm!” (l’inci cild, 189’uncu mektup)

“Allahü teâlâ, bir kimseyi hayırlı işlerde kullamrsa, ona müjdeler olsun! Allahü teâlâ, dünyâyı âhıretin tarlası yaptı. Tohumunun hepsini yiyen ve toprak gibi olan, yaratılışındaki elverişli hâline ekemeyen ve bir tâneden yediyüz tane yapmağı elden kaçırana yazıklar olsun! Kardeşin kardeşten ve ananın yavrusundan kaçtığı o gün için, birşey saklamayan, dünyâda da, âhırette de ziyân etti. Eli boş kaldı. Dünyâda da âhırette de pişmân olacak, âh edecektir. Aklı olan, tâlihli bir kimse, dünyâmn birkaç yıllık hayâtım firsat bilir, ni’met bilir. Bu kısa zamanda, dünyânın çabuk tükenen ve hepsinin sonu sıkıntı ve azâb olan, geçici zevklerine, tadına aldanmaz. Bunlarla vakti kaçırmaz. Bu kısa zamanda tohumunu eker. Bir tâne iyi iş yaparak, sayısız meyveler elde eder. Bekara sûresi, ikiyüzaltmışbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ dilediğine kat kat verir”
buyuruluyor. Bunun içindir ki, birkaç günlük iyi işe karşılık, sonsuz ni’metler verecektir. Allahü teâlâ, çok ihsân sâhibidir.” (l’inci cild, 214’üncü mektup) “Bizlere doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O bize doğru yolu göstermeseydi, biz kurtuluş yolunu bulamazdık. Allahü teâlânın peygamberlerine inandık. Sonsuz saâdete ve hakîkî kurtuluşa kavuşmak için, peygamberlere uymak lâzımdır. Bir kimse, bin sene ibâdet etse, sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygamber-i zî-şâna uymamış ise, bütün bu çalış malanmn bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi, hiçbirşeye yaramaz. Hiçbir düşünce ve bir iş olmayan ya’nî birşeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak, o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur. (Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, 1341 baskılı “ Er-Riyâd-üt- tesavvufiyye” kitabı altmışbeşinci sahifesinde buyuruyor ki: “Mücâhede, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin istemediği, ona zor gelen, sıkıntı veren ağır şeyleri yapmak, nefsle çarpışmak demektir. Riyâzet, nefsin istediği, ona tatlı gelen şeyleri yapmamak demektir.”)

Allahü teâlânın nimetlerinin en kıymetlisi, bütün emirlerinde kolaylık göstermesidir. Islâmiyetin bütün isteklerinde tam kolaylık gözetilmiştir. Meselâ yirmidört saat içinde, yalnız onyedi rek’at namaz lalmağı emir buyurmuştur. Bunun hepsi, bir saat sürmez. Bunu kılarken de en kolay olanı okumağı kabûl etmektedir. Ayakta kılamayamn, oturarak kılmasına izin vermiştir. Oturarak kılama- yan, yatarak kılabilir. Rükû’ ve secdeleri yapamayan, îmâ ile, işâret ile kılabilir demiştir. Abdest almak için su kullanamayamn, toprak ile teyemmüm etmesine izin vermiştir. Zekât için de, malın yalnız kırkta birini fakirlere ayırmıştır. Bunu da yalmz ticâret eşyâsından ve çayırda parasız otlayan, dört ayaklı hayvanlardan emretmiştir. ömründe bir kerre hac etmeği farz etmiştir. Bu da, yalmz, yol parası olanlara ve yol tehlikesiz olduğu zaman farz olmaktadır. Sayılamayacak kadar çok şeyleri helâl etmiş, izin vermiştir. Yiyecek-içecek ve kumaşlardan çoğunu mübâh etmiş, pek azım haram kılmıştır. Haram etmesi de, kullarının iyliği için olmuştur. Acı, zararlı, kötü olan şarâbı yasak etti ise de, buna karşılık çeşit çeşit tatlı, güzel kokulu, fâideli şerbetleri mübâh etmiştir. Meyve sulan, tarçın, karanfil ve çiçek sulan hep helâldir. Bunlann hepsi fâidelidir. Acı, yakıcı, keskin ve aklı giderici ve çok tehlikeli olan bir şey, o güzel kokulu şerbetlere benzeyebilir mi? Onun haram olması ve Allahü teâlânın beğenmemesi, bunlann ise helâl olup, Allahü teâlâmn râzı olması da aynca bir farktır. İpekli kumaşlardan bir kısmım erkeklere haram etmiş ise de, buna karşılık, süslü renkli sayısız kumaşlan helâl eylemiştir. Yünlü kumaşlann hepsi helâldir. Bunlar, ipekten kat kat daha fâidelidir. Bununla berâber, ipekli kumaşlan kadınlara mübâh eylemiştir. Bunun fâidesi de yine erkekleredir. Altın ve gümüş gibi zînet eşyâsını kadınlara mübâh etmesi de böyle olup, fâideleri erkekleredir. İnsafsız, taş yürekli bir kimse, bu kadar çok kolaylığı, güç ve ağır yük görürse, kalbinin bozuk olduğunu göstermiş olur. Rûhu- nun hasta olduğu, kafadan sakat olduğu anlaşılır. Birçok işler vardır ki, sağlam, normal insanlar bunlan kolay yaptığı hâlde, hasta kimselere güç gelir. Kalbin hasta, bozuk olması demek peygamberlerin (a.s.) getirdikleri bilgilere tam inanmaması demektir. İnanmalan, görünüştedir. İçten inanmış değildir. Gönülden inanmanın alâmeti vardır. Bu alâmet, Islâmi- yetin emirlerine sarılmaktır. Islâmiyeti beğenmeyenlerin, ona uymak istemeyenlerin müslüman olduklanm söylemelerine inamlmaz. Bunlara “ Münâfık” denir. Şûrâ sûresi onüçtincü âyetinde meâlen; “Müşrikleri (ya’nî Allahtan başkasına tapmanlan) îmâna, Allaha kulkığa çağırmaklığın, onlara ağır gelir. Bunun için sana düşman olurlar” buyuruldu. Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer. O’nu isteyenlere, kendine kavuşturan yolu gösterir. Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmm izinde gidenlere selâm olsun!

Ey insan adım taşıyan varlık, Kendine gel, uyan gafletten artık! Saâdet yolun, göremezsen nâdân, Niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?” (rinci cild, 191’inci mektup)

Allahü teâlâ, sizi ayıplardan kusurlardan korusun. Sizi lekeleyecek şeyler- den, geçmiş ve gelecek bütün insanlann en üstünü (s.a.v.) hürmetine muhâfaza buyursun! Ey mes’ûd ve temiz kardeşim! İnsanın bedenine bir hastalık gelince ve uzvunda bozukluk olunca, o hastalığı gidermek için ve o bozukluğu düzeltmek için, o kadar uğraşır da, kalb hastalığı kendisini sonsuz ölüme ve bitmez tükenmez azâblara sürüklediği hâlde, bu korkunç hastalıktan kurtulmağı hiç düşünmemektedir. Onu gidermek için hiç kıpırdamamaktadır. Kalbin hasta olması demek, Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olmasıdır. Eğer, kalbin bu tutulmasım hastalık bilmezse, çok alçak kimsedir. Eğer bilir de, aldı- nş etmezse, çok pistir. Bu hastalığı anlamak için, “Akl-i mu’âd” lâzımdır. “Akl-i me’âş”, kısa görüşlü olduğundan, ancak görünüşe bakar. Akl-i me’ âş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, kalb âfetlerini hastalık bile saymadığı gibi, akl-i mu’âd da, âhı- rette verilecek sevâblara bakarak, bedendeki bozukluklan, hastalık saymaz. Akl-i me’âş, kısa görüşlü, akl-i mu’âd keskin görüşlüdür. Akl-i mu’âd, peygamberlerde (a.s.) ve evliyâda bulunur. Akl-i me’âşı, mala düşkün olanlar, dünyâya bağlı olanlar beğenir. Aradaki farkı düşünmelidir. Akl-i mu’âdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü düşünmek, âhırette olacak şeyleri öğrenmek ve âhıret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmaktır. Fârisî beyt tercümesi:

Aranılan hazînenin nişânım verdim sana,

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.

Bedenin hastalığı, ahkâm-ı şer’ iyyenin yerine getirilmesini güçleştirdiği gibi, kalb hastalığı da, Islâmiyete uymağı güçleştirmektedir. Allahü teâlâ, Şûrâ sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen; “Müslüman olmalarını istemekliğin, kâfirlere çok güç gelmektedir” buyurdu. Bekara sûresinin larkbeşinci âyetinde meâlen; “Namaz kılmak, ibâdet etmek, yalnız müzminlere güç gelmez”
buyurdu. Görünen uzuvlann kuvvetten düşmesi, ibâdeti güçleştirdiği gibi, kalbte îmâmn zayıflaması da güçleştirmektedir. Yoksa, Islâmiyetin her emrinde kolaylık vardır. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, size kolaylık yapmak istiyor, güçlük çıkarmak istemiyor” ve Nisâ sûresinin yirmiyedinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, emirlerinin hafif olmasını diledi. Çünkü, insanlar zayıf yaratıldı” buyuruldu. Bu iki âyet-i kerîme de, sözümüzü isbât etmektedir. Fârisî mısra’ tercümesi:

“Bir kimse kör ise, güneşin suçu ne?”
Bunun için, bu hastalığı gidermek çok lâzımdır. Bunun mütehassısı olan hakimlere sığınmak farz-ı ayndır.Resûl ancak haber verir.” (l’inci cild, 2195uncu mektup)

“Tabibler diyor ki, hasta, perhiz yapmalıdır. îyi olmadan önce ona gıdâ iyi gelmez. Yağlı kuş eti bile böyledir. Hattâ hastalığını arttırır. Fârisî mısra’ tercümesi:

“Hastanın yediği hastalığı arttırır!”

Bunun için, önce hastayı iyi etmeği düşünmek lâzımdır. Bundan sonra, uygun gıdâ vererek, eski kuvvetli hâline kavuşturulması düşünülür. Bunun gibi; “Kalblerinde hastalık vardır99 âyet-i kerîmesinde bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâide vermez, belki zarar verir. “Çok Kur9
ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur9ân-ı kerîm bunlara la9net eder99 hadîs-i şerifi meşhûrdur. “Çok oruç tutanlar vardır ki, onun oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur99 hadîs-i şerifi de sahihtir, Kalb hastalıklarının mütehassislan olan tasavvuf büyükleri de, önce hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emir buyururlar. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, herşeyi kendi için ister. Çocuğunu sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkiyi, rütbeyi hep kendi için ister. Onun ma’bûdu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. Kalb, bu bağlılıklardan kurtulmadıkça, insanın kurtulması çok güç olur. Bundan anlaşılıyor ki, aklı başında olan ilim adamlan ve kalbi uyanık olan fen adamlan, herşeyden önce, bu hastalığın giderilmesini düşünmelidirler. Fârisî mısra’ tercümesi:

“İçerde kimse varsa, bir söz yetişir!” (1 ’inci cild, 105’inci mektup)

Allahü teâlâ, sizlere selâmet versin! İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça saâ- detten mahrûmdur, uzaktır. “Hakîkat-i câmi’a” denilen kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandmr. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, sünnet-i seniyye-i Mustafaviyye’ye
(s.a.v.) tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin âdetlerini, kalbi karartan isteklerini yok eder. Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenlere müjdeler olsun! Bu yüksek devletten mahrûm kalanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, size ve doğru yola tâbi olanlara selâmet versin! (Kalbi temizlemek için Islâmiyete uymak lâzımdır. Islâmiyete uymak da, emirleri yapmakla, yasak ve bid’ atlerden sakınmakla olur.)” (l’inci cild, 42’ nci mektup) “Allahü teâlâ, sizi bilinen ni’ metlere ve bilinmeyen saâdetlere kavuştursun! Bilinen ni’metler, zâhi- rin ya’nî bedenin, ahkâm-ı şer’iyyeyi yapmakla süslenmesidir. Görünmeyen, ma’nevî saâdet de, bâtının ya’nî kalbin ve rûhun, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulmasıdır. Acabâ hangi seçilmiş kimseyi bu iki ni’metle şereflendirirler? Fârisî mısra’ tercümesi:
“İş budur, bundan başkası hiçtir.”
Bundan çok yazarsam, başımzı ağntır. Vesselâm!” (1. cild, 49. mektup) “İnsanı gafletten kurtaran, Allahü teâlâya yaklaştıran yol, ikidir. Birincisi Ehl-i sünnet i’tikâdım ve fikıh ilimlerini kitaplardan öğrenip, bunlara tam uymaktır. Bunu başarabilmek için, senelerce çalışmak lâzımdır. İkincisi Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek kalbinden yayılan nûrlara, feyzlere kavuşmuş olan bir velîye talebe olmaktır. Burada talebe olmak kalbini onun kalbine bağlamak demektir. Hayatta olan bir velîye veya vefât etmiş olanın rûhuna bağlanan, onun ve üstâdlanmn temiz kalblerine Resûlullahtan (s.a.v.) bol bol akmış olan feyzlere, ma’rifetlere kavuşur. Kendisi doğruca Resûlullaha (s.a.v.) bağlanabilirse, paslı kalbine sızabilenlere kavuşabilir.” (2’ nci cild, 46’ ncı mektup)

“Ey, kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada bulunduğu bir zamandasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun? İnsan ömrünün en iyi zamânı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sâhibin, yaratanın emirlerini yapmağa, O na ibâdet etmeğe çalışmalı, îslâmiyetin yasak ettiği haramlardan, şüphelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namazı cemâatle kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisâb miktân malı olan müslümanlann, zekât vermeleri emrolunmuştur. Bunlann zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakirlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört saat içinde ibâdete, yalmz beş vakit ayırmış, ticâret eşyâ- sından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tam veya yaklaşık olarak ancak, kırkta birini fakirlere vermeği emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip, çok şeyi mübâh etmiş, izin vermiştir. O hâlde, yirmidört saatte bir saat tutmayan bir zamâm, Allahü teâlâmn emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkta birini müslümanlann fakirlerine vermemek ve sayılamayacak kadar çok olan mtibâhlan bırakıp da, haram ve şüpheli olana uzanmak, ne büyük inat, ne derece insafsızlık olur. Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amfele pekçok sevâb veriler. îhtiyârlıkta dünyâ şevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve ümidleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, âh etmekten başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zamânı da nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tövbe demektir ve yine büyük bir ni’mettir. Çoklan bu günlere kavuşamaz. Peygamberimizin (s.a.v.) haber verdiği sonsuz azâblar, çeşitli acılar elbette olacak, herkes cezâsım bulacaktır. insan ve cin şeytanlan, bugün, Allahü teâlâmn affını, merhametini ileri sürerek aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp günahlara sürüklemektedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünyâ, imtihan yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanlan karıştırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A’râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen; “ Merhametim herşeyi içine almıştır” buyurulmuştur. Hâlbuki kıyâmette, düşmanlan, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim Yâsîn sûresinde meâlen; “Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!” âyet-i kerimesi bunu haber vermektedir. O gün, yalmz dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmayacak, onlar, muhakkak melûn olacaktır. Nitekim A’râf sûresinde meâlen; “O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işle mekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberime (s.a.v.) inananlara mahsûstur” âyet-i kerîmesi, böyle olduğunu göstermektedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlâmn rahmeti, “Ebrâr”a ya’nî müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûstur. Evet, müslümanlann zerre kadar îmânı olanlann hepsi sonunda hattâ, çok zaman Cehennemde kaldıktan sonra bile merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şarttır. Hâlbuki, günahlan işlemekle kalb karannca ve Allahü teâlânın emirlerine ve haramlarına ehemmiyet verilmeyince, son nefeste, îmân nûru sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri buyuruyor ki: ‘Küçük günaha devâm, büyük günaha sebep olur. Büyük günaha devâm da, inşam kâfir olmağa sürükler.” Böyle olmaktan Allahü teâlâya sığımnz! Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamağa, Bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çoktur sana.

Allahü teâlâ hepinizi beğendiği işleri, yapmağa kavuştursun! Sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve O’nün kıymetli Âli hürmeti için, duâmızı kabûl buyursun!” (l’inci cild, 96’ na mektup) “Merhûm hazretin ölümü acısı, her ne kadar pek şiddetli ve çok çetin ise de, fakat kul için, sâhibinin işinden râzı olmaktan başka çâre yoktur, insan, bu dünyâda kalmak için yaratılmadı. Dünyâda iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da, kazanıp da ölen bir kimse için korkacak birşey yoktur. Hattâ, böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir, ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi, sevgiliye kavuşturur, ölmek, fel&ket değildir, öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir, ölülere, duâ ile, istigfâr etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek, imdâdlanna yetişmek lâzımdır. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “ölünün mezûrdaki hâli, imdad” diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duûyı gözler. Kendisine, bir dua gelince, dünyâmn hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istigfâr etmektir.” (l’inci cild, 104’ üncü mektup.)

“îster hakikat olarak, isterse mecâz olarak düşünülsün, mâlik ve sâhib yalmz Allahü teâlâdır. Hak teâlâ, kıyâ- met günü; “Bugün, mülk kim içindir?” buyurur. Cevap olarak yine kendisi; “Kahhâr, gâlip olan bir Allah içindir” buyurur. O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka birşey yoktur. Pişmanlıktan, şaşkınlıktan başka birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, o günün şiddetini, kulların sıkıntısının çokluğunu bildirmek için, Hac sûresinin birinci âyetinde meâlen;(O günün zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki çocuklarım unuturlar. Hâmile hâtûnlar çocuklarım düşürürler. İnsanlar sarhoş olmuşlar samhr. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü teâlâmn azâbı çok şiddetlidir” buyurdu. Fârisî iki beyt tercümesi:
Sorulur o gün, işlerden, sözlerden, Kalbi titrer Nebilerin korkudan. Enbiyânın şaşırdığı bir yerde, Günahlara özür bulmak nerede?
Nasîhatlann başı şudur ki, İslâmiyetin sâhibine (s.a.v.) uymak lâzımdır. Resülullaha uymayanlar, âhırette azâbtan kurtulamaz. Bundan sonra, dünyâmn süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldınş etme
mek lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ dünyâyı sevmez, ona kıymet vermez. Bunun için, kulun dünyâlığı olmaktansa, olmaması daha iyidir. Dünyâmn kimseye fâide vermediğini ve elden çabuk çıktığım herkes bilmekte, hattâ görmektedir. Dünyâmn malına mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ansızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınız! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, peygamberlerin en üstününe (s.a.v.) uymakla şereflendirsin! Âmîn.” (l’inci cild, 74’üncü mektup)

Müstekîm-zâde Süleymân Sa’ deddîn Efendi’nin tercüme ettiği “Mektûbât”m ikinci cild altmışbirinci mektubunda Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (r.aleyh) buyurdu ki:

“Bu dünyâda en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlâmn ma’rifetine kavuşmaktır. Ya’nî O’nu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak iki türlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahimehümullahü teâlâ) bildirdikleri gibi tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilim vardır. İlim ise, akıl ve zekâdan doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asıldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkindinde, ârifın varlığı aradan kalkar. Çünkü, birşeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demektir.Nazm: Yakın olmak, inip çıkmak değildir, Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!
Birincisi, “îlm-i husûlî” iledir. İkincisi, “llm-i hudûrî” iledir. Birincisinde, nefs, azgınlığından vazgeçmemiştir. İkincisinde, nefs yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde, îmân, îmânın süreridir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü, nefs, îmâna gelmemiştir. Hadîs-i kudsîde; “Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmektedir” buyuruldu. Buradaki kalbin îmânına, “Mecazî îmân” denilir. Bu îmân, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefs de îmâna geldiği için, bu îmân, yok olmaktan’ korunmuştur. Buna “Hakîkî îmân” denir. Burada yapılan ibâdetler de,hakikî olur. Mecâz yok olabilir. Hakikat yok olmaz Hadis-i şerîfde; “Yâ Rabbî! Senden, sonu küfür olmayan îmân istiyorum” buyurulması ve Nisa sûresi yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen; “Ey îmân sâhipleri!Allaha ve Resûlüne îmân ediniz” emrolun- ması, bu hakiki îmânı gebermektedir, îmâm-ı Ahmed bin Han bel (r.aleyh) bu ma’rifete kavuşabilmek için, ilim ve ietihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hâfî’nin (r.aleyh) hizmetine koşmuştur. “Bişr-i Hâfî’nin yanından niçin ayrılmıyorsun?” dediklerinde; “ Allahı benden daha iyi tanımaktadır” demiştir.”

Yine Muhammed Ma’sûm (r.aleyh), ikinci cildin yıizellisekizinci mektubunda buyuruyor ki: “Saâdetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, bâtının (ya’nî kalbin) mahlûklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, zâhi- rin (ya’nî bedenin) “Ahkâm-ı îslâmiye” ‘ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki ni’mete kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasîb olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür. Islâmiyete tam yapışabilmek, ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fâni olması (teslim olması) lâzımdır. Nefs, azgın,âsî ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça Islâmiyetin hakikati hâsıl olamaz. Teslimden, itminândan önce, Islâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itminâmndan sonra, îsiâmiyetin hakikati hâsıl olur. Sûretle hakikat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, îsiâmiyetin sûretine, hakikat ehli de, îsiâmiyetin hakikatine kavuşur. Avâmın (ya’nî câhillerin) îmânına, “îmân-ı mecâzî” denir. Bu îmân, bozulabilir ve yok olabilir. Havâssın (ya’nî hakikat ehlinin) îmânları zevâlden ve halelden mahfûz- dur. Nisâ sûresinin yüzotıızbeşinci âyetinde; Ey îmân edenler! Allaha ve O ’nun P eyg a m b erin e îmân ediniz!” mealindeki emr, bu hakîkî îmânı göstermektedir.”

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (r.aleyh) “Mektûbât’ının birinci cildi sek- senüçüncü mektubunda buyuruyor ki:

“Cebriyye fırkasından olanlar; “İnsanda irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yoktur” dediler, “insan her işini yapmakta mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. însan bir işi yaptı demek doğru değildir. Her işi Hak teâlâ yapar” dediler. Bu sözleri küfürdür. Böyle inanan,kâfir olur. Bunlar; “İnsanın iyi • işlerine sevâb verilir. Kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günah işleyenler mazurdur. Suçlu sayılmazlar ve cezâ görmezler. Çünkü bu kötülükleri, onlar yapmıyor. Allah yapıyor. İnsanlara zorla yaptırıyor” diyorlar. Bu sözleri de küfürdür. Allahü teâlâ, Sâffât sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen; “Onlar inanışlarından ve yaptıklarından sorulacaklardır99 buyurdu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye fırkasında olanlara, yetmiş peygamberin la’net ettiği bildirilmiştir. Bu sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydandadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukan kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ,
Ahkâf sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen; ” Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler99 buyuruyor. Kehf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen; “İsteyen inanır, isteyen inanmaz. Biz, zâlimler (ya’ nî inanmayanlar) için ateş hazırladık99 buyuruldu. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar (küfr ederek ve günah işleyerek) kendilerine zulm ettiler99 buyuruldu. insanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kendilerine zulm eyledi99
buyurmazdı. Çok kimseler Cebriyye fırkasına uyarak; “İnsanlar dilediğini yapamaz” diyor. Günah işlemeğe mecbur olduklarım, zorla günah işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özürlü, suçsuz gösteriyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, emirleri ve yasaklan yapabilecek kadar insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermiştir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka harekettir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fakat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emretmemiştir. Yapabilecekleri şeyleri istemiştir. Bekara sûresinin son âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emretmiştir99 buyuruldu. Cebriyye fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini din- lemiyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetiştirmek için dövüyorlar. Yabana erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaştırmıyorlar. Böyle yapanların canım yakıyorlar. “Bunlar ma’zûrdur, mecbûrdurlar” diyerek göz yummuyorlar. Fakat, âhıret işlerine gelince; “Bizim elimizde birşey yoktur, herşeyi Allah yapıyor” diyerek, Islâmiyetin yasak ettiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emirleri, ibâdetleri yapmaktan kaçıyorlar.

“ İnsanlarda dilemek, istemek yoktur” derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Allahü teâlâ, Tûr sûre- sinin yedinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez” buyuruyor. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veya bir günah işlediğini görseler; “Aklı yoktur, ihtiyân yoktur” diyerek ses çıkarmazlar. Fakat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezâsmı verirler. Demek ki buna, ihtiyân olduğu için, isteyerek yaptığı için, cezâ veriyorlar. Cebriyye fırkası, “insanlarda ihtiyâr yoktur” dediği için ve Mu’tezile fırkası ise kazâ ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan saptılar. Bid’at ehli oldular. Dalâlete düştüler, ikisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, “Ehl-i sünnet” âlimlerine nasîb oldu, işittiğimize göre, Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, Imâm-ı Ca’fer Sâdık’dan (r.a.) sordu ki: “Ey Resûlul- lahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzularına bırakmış mıdır?”

Cevâbında buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kul- lanna bırakmaz.” Imâm-ı a’zam yine sordu: “işleri kullanna zorla mı yaptmr?” Cevâbında; “Zorla yaptırmaz. Kullann arzulanna da bırakmaz. İkisi arasıdır” dedi. Allahü teâlâ, Enâm sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen; “Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi haram etmezdik” buyurdu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler; “Allah, bizim küfür ve şirk yapmamızı dilemiş” diyorlar. Allahü teâlâ, onlann bu sözlerini, bahânele- rini kabûl etmeyecektir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını göstermektedir.

Suâl: “Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre, hayır ve şer, herşey Allahü teâlânın takdiri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunlann özürleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabûl edilmiyor?”

Cevap: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklanm, ma’zur olduklanm söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günah- lan suç bilmiyorlar. Bunlann kötülüğünü kabûl etmiyorlar. “Allahü teâlâ, dilediği herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi” diyorlar. “Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yaptıklarımızı kendisi dilemekte ve yaptırmaktadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunlan yapanlara azâb etmez” diyorlar. Allahü teâlâ, yukandaki âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; “Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, daha önce gelmiş olanlar da, peygamberlerin e inanm adılar. Bunun için azâbımızı tattılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitap ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fakat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz” buyurdu. Hak teâlâ Kur’ân-ı kerîmde ve bütün peygamberlerin kitablannda, küfrün çirkin olduğunu, rahmetine kavuşamayacaklanm ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin câhillik olduğunu bildiriyor. Çünkü birşeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Kürü ve günahları elbette Allahü teâlâ dilemektedir. Çünkü, O’ nun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunlan dilemekte ise de, râzı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmektedir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. Ihtiyârlan, ya’nî seçip yapma haklan olmadığım söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini reddetmiş, yüzlerine çakmıştır. Böyle inanmanın yanlış olduğu yukanda bildirildi.
Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. Inançlannı bildirmek için değildir. Çünkü kendi işlerini kötü bilmiyorlar, iyi birşey yaptıklanna inanıyorlar.” Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor” diyorlar.
Suâl: “İnsanlann her işi, Hak teâlâ- nııı dilemesi ile olmaktadır. Hayır ve şer ezelde takdir edilmiş, yazılmıştır. Böyle olunca, insanın ihtiyân, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdir edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?”

Cevap: “Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki takdir; “Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır” şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdir, insanda ihtiyâr, ya’rıî seçmek hakkı bulunmadığım değil, ihtiyânn bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklannda, yaptıklannda ihtiyârsız olması, mecbur olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdire uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtardır. Diler, seçer, dilediğini ve seçtiğini yaratır.”

 

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*