Rabbimizin bize emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez “namaz ibadetini hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmemiz için ilk şart, “namazın önemini çok iyi kavramak”tır.
Her şey önemi derecesinde vazgeçilmezdir. İslâm büyükleri, ölüm döşeğinde bile namazlarını kılmaktan vazgeçmemiştir. Ama biz, ahir zaman Müslümanları, hiçbir gerçek mazeretimiz olmadığı halde namazlarımızı terk edebiliyoruz.
Gereken önemi verseydik böyle durumlara düşer miydik? Yemekten, sudan, havadan vazgeçtiğiniz oldu mu hiç? Daha fazla imkâna kavuşabilmek için yapılan “açlık grevi” dışında hiçbir insan, yeyip içmeyi terk etmez, unutmaz, vazgeçmez.
Maddî hayatımızın devamı bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlıdır. Onların önemi ve değeri, onları vazgeçilmez kılmıştır. Mânevî hayatımızın canlılığının devamı da, başta namaz olmak üzere tüm ibadetlerimizi hakkıyla yerine getirmemize bağlı olacaktır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ve yüce sahabeleri, Bedir Savaşının en şiddetli ânında bile namaz kılmayı ihmal etmemişlerdi. Canlarını kurtarmayı değil, sonu ölüm de olsa namazı tercih etmişlerdi.
Niçin? Çünkü biliyorlardı ki, canı korumak, canı bağışlayanın elinde. Namaz ise, canı verenin emri. Canlar cananının emrini hiçe sayan candan hayır gelir mi? Hem bütün canları elinde tutanın emri hiçe sayılarak o can korunabilir mi?
Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.s.) Hazretleri, en şiddetli hastalık ânında dahi ibadetlerini ihmal etmemiş, hattâ rahatlaması için ayağının uzatılması üzerine hemen ayağını geri çekmiş:
- Rabbime saygısızlık yapamam, demişti.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, bir Ramazan ayında, çok şiddetli bir hastalık döneminde, beş gün boyunca, çok az yiyip içmiş, ama namazını ve orucunu asla ihmal etmemişti.
Îmanın en mükemmeli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir” buyuran Peygamberimiz (s.a.v.), hem bu âyeti, hem de huzur-u daimîyi açıklamış oluyor.
Huzur-u daimî, Allah’ın varlığını, isimlerini ve sıfatlarını öyle bir hissetmektir ki, her ânının Onun bir ihsanı ve her davranışının Onun kontrolü ve gözetiminde olduğunu bilmektir. Ayetlerde belirtilen, “Onun izni olmadan bir yaprak bile düşmez”, “O gönüllerinizdekini bilir”, “O, kişi ve kalbi arasına girer” gibi manalar, inandığımız, kabul ettiğimiz gerçeklerdir. Her mü’min bunu kabul ve tasdik eder. Ancak huzur-u daimî, “her an bu gerçeklerin farkında olduğunu bilerek yaşamak”tır.
Allah’ın kendisini görüp gözettiğini, bütün isim ve sıfatlarıyla her yerde tecelli ettiğini, her şeyiyle Ona teslim olduğunu bilen ve her an bu gerçekleri hisseden bir insan, günah işleyebilir mi? Haksızlık yapıp, yalan söyleyebilir mi? Huzur-u daimîyi bütün zerreleriyle hisseden bir mü’min, ezanlar asumanı çınlatırken namaza koşmak dışında bir başka işle meşgul olabilir mi? Hele ibadetlerini ihmal edebilir mi? Sabah namazı vakti geldiğinde uyumaya devam eder mi?
Mümkün değil. Onun varlığına yürekten inanan, her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, hayatının ve ölümünün, sevincinin ve üzüntüsünün ancak ve ancak Onun kudret ve iradesinde bulunduğunu tam kabul eden bir mü’min, Allah’ın emir ve yasaklan dışına çıkamaz.
İşte bu makama ulaşan maneviyat büyükleri, kalplerinden geçen düşüncelere bile dikkat etmişler, kötü bir şeyi hayalen bile olsun düşünme-meye gayret göstermişlerdir.
Bu yüce makamın yücelerinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayaklan yara olur. Talebesi Molla Resul böylesi takvayı akima sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten kendini alamaz:
— Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor.
O zat, huzur-u daimîyi anlatırken sık sık, bir Arap şairine ait olan şu ifadeyi zikreder: “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir âyet vardır.”
Evet, huzur-u daimî aynı zamanda her şeyle Allah’ı bulmak ve bilmektir. Hava, su, dağ, taş, orman, deniz, nehir hep Allah’ı anlatır. Atom, hücre, çekirdek, an, yumurta, çiçek, balık, meyve, ağaç Onun isim ve sıfatlarına ayna olur. İşte huzur-u daimî, bütün varlıklara bakıp Allah’ı hatırlamak, Onun isim ve sıfatlarını kavramaktır.