Genel

Reşat Nuri Güntekin

Reşat Nuri Güntekin

ÎŞAT NURİ GÜNTEKtN
* YEŞİL GECE»

Romanından
(Romanın konusu:

Romanın kahramanı, Ali Şahin. Bir köy çocuğu. Okumak için İstanbul’a gelir. Medreseye girer, imam bütün, dürüst bir öğrencidir. Bir ideali var. «Bir gün cihanı gölgesiyle kaplayacak olan yeşil sancağın» gönüllüleri arasında, yeşil orduda, «İslâm Birliği» için çalışmak. Zaman, genç mollanın düşlerini altüst eder. Girdiği kurum, içten çökmüştür. Din, zulme, fesada, çıkarcılığa araç edilmektedir. Bel bağladığı müderrisler, bilim adamı geçinenler, bilgisiz ve korkaktır Halife-i Resulullah (Abdülhamit), zalimdir.

Ali Şahin, birçok din sorunlarına, hiç bir din bilgininden inandırıcı yanıt alamaz. Sarsılan inançları, onu, kuşkulara düşürür. Bu bunalımla bitirmek üzere olduğu medreseyi bırakıp Darülmuallimin’e (Erkek Öğrenmen Okuluna) girer. Kendini «müspet bilim»e verir. Yurdun kurtuluşunu «yeni mektep»te arar. Okulu bitirmiştir. Kendi isteğiyle İzmir’in Sarıova ilçesine gider. Emir Dede ilkokulu başöğretmenidir. Bilgisizliğin, bağnazlığın karanlık içinde kalmış Sarıovalıla-nn çoğu sarıklıdır. Otuz Bir Mart olayından sonra, dini, kendi çıkar-lannaaraç yapan sinsi kişilerin, bilgisiz din adamlarının, softaların «oğul arılan» gibi kaynaştığı bir yer Sarıova.

Ali Şahin, okuldan, kasabadan, kendi düşüncesine yardımcı kişiler bulur. El ele çalışırlar. Fakat softalar ve onlann baskısı altında kalanlar, her yönden karşı çıkarlar? Çocuklar, «mektep»ten alınmakta, Kur’an okutan .mahalle mekteplerine verilmektedir. Genç öğretmeni kasabadan attırmak için her tuzağa baş vurulur. Ali Şahin, yolunda, çekinmeden yürür.

Bir gün, Kelâmî Baba türbesinde yangın çıkar. Kelâmî Baba, kasabanın ruhu, koruyucusu sayılmaktadır. Softalar, bunu, ilkin Tan-n’nın bir gazabı olarak kabul ederler. Sonra bir suçlu araştmr vc bulurlar: İdadi Mektebinin Fransızca ve Matematik öğretmeni Nihat Efendi. Birkaç uydurma tanıkla öğretmen tutuklanır. «Şeriat düşmanı» olarak duyurulur. Korkunç bir kalabalık, üzerine yürür. Başına boynuzlu bir külâh geçirilir, tenekeler çalınır. Linç edilmek üzere, iken, mert, yürekli, uyanık komiser Kâzım Efendi tarafından, ölüm j’ö/.c alınarak, kurtanlır. Türbenin, türbe bekçisinin oğlu tarafından yakıldığı; bu suçu, daha önce türbede yaptığı soyguııluğu örtmek İçin işlediği anlaşılır. Öğretmen kurtulur.

Birinci Dünya Savaşı sonudur. Anadolu, düşman saldınsınn ııft rar. İzmir’e, bu arada Sanova’ya Yunanlılar girmiştir. Al! Şııhln, on kıra dost görünerek kasabaya, Millî Mücadelc’ve t*1 altındım ynnlıtıı eder. Kasabada kalmış, çıkamamış subayları, din ndnmı kılıftın» «okura V r«nhwv« oünderlr. r.nlumnaının InvtİTİl anlnaılmt-a «ml«l»m« Yu

cumhuriyet ilân edilmiş, Atatürk devrimler! başlamıştır. Öğretme Şahin, tutsaklıktan kurtulur, yurda döner, Sanova’ya gelir. Büyük bil coşkuyla görevine başlayacaktır; fakat Sanova’da her şey tersine düfl müş gibi. «Mektep» ve «bilim» düşmanı olan softalar, düşmanla birliği yapmış, onlara sığınmış, onlardan medet ummuş kişiler, şimd başlarında şapka, sırtlarında caketatay, sakallan tıraşlı birer inkılâp çı kesilmişlerdir. Kasaba, yine onlann elindedir. Başöğretmen Ali hin ise, düşmanla iş birliği yapmış; yurdun, Milli Mücadele’nin ale hinde çalışmış bir hain olarak tanıtılmıştır. Görev almak için gittijj Maarif Müdürlüğünden bir bakıma kovulur. Sanova’dan aynlır. Ka bi kmk, üzgün; fakat umutludur; Ankara’ya gidecektir. Gerçekler, hl şey, orada aydınlığa çıkacaktır.)
BOLUM III
Yalnız, şu var ki Şahin Efendi, hakikatin açık açık söylenmesir taraftar olduğu halde din hakkmdaki fikirlerini pek uluorta söyleyemej di. İnsanların hu noktada ne kadar titiz olduklarını yine medrese on öğretmişti.

Bununla beraber insanları kısa hayatlarında mesut etmek onun vali tiyle en büyük ideal ile genişlemiş ruhunu tamamıyle tatmin edemez Eski hastalığın nükseder gibi olduğu bazı mahzunluk saatlannda düşü nürdü:

— Saadetlerin geçici olduğunu bilmemiz bizi onların lâyıkıyle tad m tatmaktan, zevkine varmaktan menetmeyecek mi? Bir bahçem var içinde dolaşıyorum, bir ağacım var ki yemişini yiyorum, bir pencere var ki zaman zaman açıp, önümdeki sokağı, yahut karşıdaki deniz manzarasını seyrediyorum. Hepsi güzel, hepsi âlâ. Fakat ne çare ki blj zaman sonra ölüp gideceğim. Bu saadetleri artık tadamayacağım. Eva bunu bilirken tam surette mesut olmama imkân var mı?

Eyvelâ bu, Şahin Efendi’ye halledilmez bir muamma, önüne geçi mez bir felâket gibi görünüyordu. Fakat yavaş yavaş ona da tesellili aramağa başladı;

— Benim yerime bana benzeyen, benim gibi düşünen, benim git duyan ve söyleyen insanlar bırakırsam bu, beni acaba bir dereceye dar müteselli etmez mi? Yüz sene sonra bu spkakta yine benim dilil konuşulur, karşıdaki denizde yine benim bayrağımı taşıyan gemiler dd laşırsa kendimi daha az mahvolmuş sayamaz mıyım? Evet, dilimin, dı gulanmm benden sonra yaşaması, hatta mümkünse bugünkü arzular mm hakikat haline gelmiş olması benim için bir dereceye kadar başlı insanlarda yaşamağa devam etmek sayılmaz mı?

Eski softaya evvelâ safsata ve fikir oyuncağı gibi gelen bu düşü* celcfj inanmağa muhtaç ruhunda yavaş yavaş bir hakikat şekline gij

i söyleyen bir cemaatte —hatta ölümünden sonra— kendini tluy-… Bu duyguya sahip olduktan sonra o cemaat için kendini ve huş-fertleri feda etmek bile artık bir felâket sayılamazdı.

Bu son inkılâp, tamam olduğu gün Şahin Efendi artık ferdî lıayu-ebedı, yahut fânî olmasına o kadar fazla ehemmiyet vermeyen, keıı-‘bi duyan, kendi diliyle söyleyen cemaat yaşadığı müddetçe —um-daki damla gibi— daima mevcut olacağına inanan bir ateşli milii-

i haline gelmiş oldu.

; Muallimin hemen hemen eksiği kalmamıştı. Artık büyük ve kat’î bir sükûnetiyle kendini mesleğine verebilir, hiç bir fedakârlıktan çekin-i.

BÖLÜM VII

Belediye meclisi bir hafta sonra Necip’in projesini kabul ediyordu. Fakat inşaat başlayacağı zaman birincisinden çok daha zorlu bir ele çıktı. Evkafın Maarife verdiği arsanın bir köşesinde eski bir ■ese vardı. Bu medrese, çok haraptı. Barınılacak halde değildi. Ru-t, güneşsizlik ve pislik sebebiyle içindeki softalar hastalıktan kırı-du. Bundan başka bu bina, yeni açılmağa başlayan hükümet cadde’ n ortasına kadar ilerliyordu. Bu iki sebepten medresenin yıkılması-e talebenin başka yerlere dağıtılmasına beş, altı ay evvel karar veril-i. Fakat bir sabah yıkıcılar omuzlarında kazma, kürekleriyle medre-n önünde görününce içeride bir isyandır kopuverdi. Softalar mek-yol gibi bahanelerle böyle mübarek bir tarihî binanın yıkılmasına olamayacaklarını, hükümetin isterse binayı başlarına yıkabileceğini, rinden kıpırdamamağa, enkaz altında gömülüp gitmeğe ahdettikle-söylüyorlar, korkunç seslerle ezanlar okuyorlar, tekbir alıyorlardı. Vakayı duyan, işini, gücünü bırakıp koşuyordu. Medresenin önü ya-saat içinde mahşer yerine dönmüştü. Softalar, yine, azgın ve coşkun, T tabur dolaşıyorlar, ihtiyar kadınlar, çocuklar heybetten ağlaşı-fardı. Ortada nereden çıktığı belli olmayan bir şayia dolaşmağa baş-, Gûya medresede himmeti hazır, nazır olsun, evliyadan büyük bir yatıyormuş… Softalar -bir zamandan beri sabahlara kadar derinden ne tekbir ve İlâhi sesleri işitiyorlar, karanlık taşlıklarda yeşil nur-a parlayıp söndüğünü görüyorlarmış… Veliyyullah bir haftadan beri gece Örfi Baba’nm rüyasına giriyor, «kemiklerimi nâpâk ayaklara etmeyin. Kasabayı başınıza yıkar, yuvalarınızı tarümar ederim» diye bar bağınyormuş… Hem himmeti hazır, nazır olsun sade örfi De-değil, daha başka kimselere de görünüyormuş…

Mutasarrıf Müfit Bey, araba ile medreseye geldi; softalara uzun lu nasihatler etti. Gittikleri medreselerde fevkalâde rahat edecekle-dair teminat verdi. Fakat onlar, bir türlü lakırdı anlamıyorlar. «Hll-ete karşı boynumuz kıldan ince… Medreseyi yıktırın. Biz, burudan

çıkmayız. Enkaz altımda parçalanıp şehit olmak, huzur-ı İlâhîye ahunu-zın kaniyle çıkmak isteriz» diye ayak diriyorlardı.

Mutasarrıfı fırka kâtib-i mesulü takip etti. Cabir Bey, yine kürk yakalı avcı elbisesini giyinmiş, çizmelerini çekmiş, eline kamçısını almıştı. Biraz evvel jandarma kumandanından kendisine refakat etmesini rica etmişti. Fakat Ubeyt Bey: «Beni mazur görünüz… Maneviyatımın kuvvetli olduğu malumumuzdur. îcap ederse bir tabura bir başıma meydan okumakta tereddüt etmem. Ancak evliya kuvvetinden korkarım… Bahusus hükümete isyan da mevzubahis değil… Adamcağızlar, medresenin yıkılmasına mümanaat etmiyorlar… «Enkazı başımıza indirin. Biz, şehit olmak isteriz» demek bir suç mudur?» diye reddetmişti.
Mutasarrıf, kâtib-i mesulden yüz bulamayınca polis müdürü ihtiyar Hacı Reşit Efendi’ye bir polis müfrezesiyle kendisini takip etmesini emretti ve tekrar arabasına binerek vaka mahalline geldi. Medresenin önü yine eskisi gibi kalabalık olduğu halde, heyecan epeyce yatışmıştı. Yorgunluktan yerlere, duvar diplerine, kapı eşiklerine çömelen ahalinin arasında sucular, şerbetçiler, yemişçiler gezmiyordu.

Mutasarrıfın arabası görününce sokakta bir kıyamettir koptu: İkinci perde açılıyordu.

Yemişçiler alışverişe fasıla vererek tablalarını —ne olur, ne olmaz— siper köşelere çekiyorlar, analar sokakta ayak altında çiğnenmesinden korktukları çocuklarım haykıra haykıra pencerelerden çağırıyorlardı.

Heybetli mutasarrıfın elleri, ayakları karıncalanıyor, senelerden beri mesane iltihabı çeken ihtiyar polis müdürü, mutasarrıftan emir alır almaz hemen tulumba başına koşup tazelediği apdestini kaçırmamak için elleriyle kasıklarım sıkıyordu. Bir Veliyyullah türbesine kazma vur* mak isteyenlerle beraber hareket etmek Hacı Reşit Efendi gibi bütün ömrünü taat ve ibadetle geçirmiş müttakî, musallî bir adama düşer miydi?
Müfit Bey, bu defa arabadan inmedi. Fakat emrini polis müdürü vasıtasıyle softalara tebliğ etti.

Hacı Reşit Efendi on dakikadan ziyade bir zaman medresede kaldı, sonra kapının önündeki kalabalığı yararak arabaya doğru gelmeğe bay ladı.

Adamcağızın çehresi fena halde bozulmuştu. Polis müdürü, ağzını açmadan mutasarrıf, neticeyi anladı. Sakin ve çekingen tabiatine rağmen Müfit Bey de artık kızmıştı. Ne olursa olsun bu rezalete bir nihayet ver* mek lâzımdı. Kazma kürekleriyle yıkıcılara derhal işe başlamalarını, po* lise de medreseyi kordon altma almasını ve ameleyi işten men’e cür’öt edecek kimselerin tevkif edilmesini emretti.

Softalar, ıbu emri haber alır almaz medresenin (kapılarını kapatmış

ir mezardan gelir gibi korkunç seslerle içeride tekbir almağa başlamış-rdı. Sokakta gürültü kesilmişti.

Yalnız, kalabalığın içinde hafif bir dalgalanma hissediliyor, hıçkırı-aha benzer sesler duyuluyordu.

Yıkıcıların en önünde iri boylu, yeşil mintanlı bir sakallı vardı. Bu ı, her nedense işe başlamak, ilk kazmayı vuran kendisi olmak için îlâş ediyordu. Koşar gibi süratle medresenin pencerelerinden birisine ağru ilerledi, kazmasını kaldırdı. Fakat indireceği vakit dik bir sesle l’Aman Allah…» diye bağırdı ve düşüp bayıldı. Yıkıcılar kazmalarını, kü-sklerini fırlatıyorlar, bağırarak, töbve istiğfar ederek etrafa kaçışıyor-rdı.

Yerde baygın yatan, arasıra «Aman Allah» diye bağıran sakallı ame-Bnin yanma kimse yaklaşamıyordu. Mutasarrıf, bu adamın bir echaza-sye gönderilmesini emretti ve artık yapılacak bir iş kalmadığı için geri 5ndü.

Bir dakika sonra meydanlığı dolduran ahali, pencerelerdeki kadın-r, gözleri dehşetten büyümüş, tüyleri diken diken olmuş, vakayı birbirine anlatıyorlardı. Beş, on kuruş hatırı için, bir Veliyyullah türbesini layı göze alan bu adam, tam kazmasmı indireceği vakit karşısında ıranî yüzlü, yeşil sarıklı Pîr-i Fâniyi görmüş, bir elinde yeşil bayrak, elinde bir kocaman asâ tutan bu ihtiyar; ameleye beddua etmiş ve Jpasını başına indirerek bayıltmış…

Amele, daha ayılmamıştı. Kendisini kaldırıp götürmeğe çalışan po-siere vücudunun olanca ağırlığıyle abanıyor, gözler kapalı, saç, sakal, »irbirine karışmış, boğuk ve korkunç sesler çıkarıyordu.

Şahin Efendi, vakayı Belediye Reisinin yeni mektep için gönderdiği lir taş yığının üstünden seyrediyordu. Yanında deli Necip ile Rasim |ardı. Bir softa iki,köylüyle tafsilât veriyor, onlar gözlerini açarak, arası-hayretle başlarım sallayarak dinliyorlardı.

Şahin Efendi dayanamadı:

— Birader Efendi… Pîr-i fâninin sopasıyle bayılan amele daha ayı-iadı. Acaba bu malumatı ne vakit verdi? diye sordu.

Softa, ona yalnız aksi aksi bakmakla iktifa etti, sonra arkasını döküp uzaklaştı.

Deli Necip —Nasıl, softa oyununu beğendin mi Doğan Bey? Avrupa-artistler komedyanın böylesini tertip edip oynayabilirler mi? Eminim komedyanın muharrir ve mürettibi Eyüp Efendi’dir.

Şahin Efendi, her zaman her şeyi hoş gören nikbin mizacını» rnft-len, dalgın ve meyus, sükût ediyordu. Arkadaşını sadece başını ıtnlİM-lak suretiyle tasdik etti.

Rasim derin derin içini çekiyor:

— Bunlarla başa çıkmağa imkân yok. Korkum *u ki memleket dahi

Şahin Efendi, arkadaşını bu kadar ümitsiz görünce canlandı:

— Akideni bozma Rasim, dedi, şuraya kuracağımız mektepte sade şu benim biraz evvel sorduğum suali, «Baygın adamdan bu kadar tafsilât ne vakit, nasıl almdı, nasıl yayıldı?» sualini soracak kadar mülâha-zalı bir nesil yetiştirirsek kârdayız.

BÖLÜM VIII

Vakadan bir hafta sonra bir gün belediye mühendisi deli Necip, yolların tesviyesine bizzaıt nezaret etmeğe gelmişti. Hezarfen ve içi titiz bir adamdı. Elinden dülgerlik, duvarcılık, sıvacılık, nakkaşlık… Her şey gelirdi. Amelenin istediği gibi çalışmadığını görürse derhal damlara, iskelelere tırmanır, ellerinden aletlerini alarak ateş gibi çalışmağa, onlara bilmediklerini öğretmeğe başlardı.

O gün arkasına bir amele gömleği giyerek belediyenin yeni silindirine binmiş, yolun tesviyesine uğraşıyordu.

Tam öğle ezanı okunurken bir kaza oldu. Belediye mühendisi yanlış ı bir manevra neticesinde silindiri bütün dehşetli ağırlığıyle medresenin payandalarla ayakta duran çürük duvarına bindirmişti. Bina korkunç bir gürültüyle sarsıldı. Duvarın bir tarafı göçtü, camlar patladı, çarpılan] damdan kiremitler dökülmeğe başladı. Bereket versin ki talebenin büyük bir kısmı öğle namazmı eda için camiye gitmişlerdi, içeride bulunan I üç, beş softa korkunç seslerle «Allah Allah» diye bağırıyor, binayı saran] keşif toz, toprak bulutu içinde cüppelerinin etekleri yaralı kanatlar gibi] çırpınarak kaçışıyorlardı. Gürültüyü duyanlar yine etraftan koşuşup geldiler. Bu arada yanımda beş, altı genç polis neferiyle bir komiser peyda | oldu.

Müsademe esnasında çenesini bir demir parçasına çarpıp yaralayan] Deli Necip, kanlı mendilini komisere sallayarak bağırdı:

— Tehlike var. Bina yıkılmak üzeredir… Ahaliyi yaklaştırmayınız.]

Polisler, kasaturalarını çekerek derhal bir kordon yaptılar. Telâş ile I

camiden koşup gelen birkaç softa «Aman eşyalarımız… kitaplarımız… paralarımız…» diye bu kordonu yarmak istiyorliardı. Fakat polisler onları göğüslerinden iterek geri püskürttüler. Belediye mühendisi alelacele bir rapor yazdı. Bir kaza neticesinde bina esaslı surette sarsılmış, kıs* men yıkılmıştı. Hali üzere bırakılırsa büsbütün yıkılmak tehlikesi vardı, Bu yüzden maazallah nüfusça da zayiat olabilirdi. Binaenaleyh derhal yıktırmak lâzımdı. Bu rapor üzerine hemen işe başlandı. Akşam olmadan medresenin camlan, kapılan indirilmiş bulunuyordu.
Şahin Efendi, hocalar hakkındaki bazı düşüncelerini ve görüşlerir

— Birader, billahi ben de bunları seziyordum amma senin gibi der-‘p toparlayamıyordum, açık açık söyleyemiyordum, diyordu.

Bu komiser Kâzım Efendi, Şahin Efendi’nin bazı kanaatlerini daha ade kuvvetlendirmiş, ümitlerini arttırmıştı. Kendi kendine diyordu

Yüreğimizin acısı bizi bazen haksız ve bedbin yapıyor, softalığın İleti baştan başa çürüttüğünü, söylüyoruz. Fakat hastalık, sandığımız dar derin ve geniş değil… Softalar, okur yazar takımını ve kendi arlarına aldıkları bir kısım çocuklarımızı berbat ettiler… Fakat işi, cü, çoluğu, çocuğu, hâsılı, kendi dünya gailesiyle meşgul asıl halk üze-de derin tesirleri olmadı… «Asırların yaptığı bir zihniyeti yıkmak ve lıisini yapmak için yine asırlar lâzım» diyenlere pek hak vermemeli. İletin asıl büyük bir kısmı bu komiser Kâzım Efendi’ye benziyor. On-ı yataklarında sayıklayıp terleten kâbuslarından uyandırmak için müş-bir elle hafifçe silkeleyip sarsmak kâfidir. Gün ışığı, dünya ışığı göz–klerine değdiği gibi gönülleri, beyinleri de çabucak aydınlanıyor… memleketin halkı hiç bir zaman —görünüşe aldanarak zannettiği-gibi— tam mutaassıp, tam hurafe ve Israiliyat hastası olmadı. Sof-a karşı daima emniyetsizlik ve nefret gösterdi… Gûya türbe kandil-sönerse gönüller asırlarca karanlık kalırmış… Teslim ederim, türbe dilleri sönerse karanlık basar. Fakat zannettikleri gibi asırlarca de-

O gecenin sabahına kadar… Sabah güneşiyle beraber gözler, gönül-yeniden aydınlanır… Eski vehimler, korkular, hastalık gecelerinin lan gibi bir bulanık hatıradan ibaret kalır… îşte hayatında softalar-ek az alışverişi olmuş bir halk ve toprak adamı olan bu Kâzım Efen-îşte hatta ben. Kâzım Efendi öyle bir adam ‘ki birçok yalanlar ara-îa hakikati görecek olursa derhal tanıyor.’ Nerede gördüğünü hatır-adığı bir eski aşina gibi hemen elini uzatıyor. Demek ki istidatlı bir letin çocuklarına «Doğru» yu buldurmak için onları mutlaka yüksek ve muhakeme yollarından geçirmek şart değil. İyi bir rehber, basit at müspet bir iptidaî tahsiliyle de onu hak ve hakikati görecek hale irebilir, zamanının adamı yapar.

(Yeşil Gece, yeni ikinci basılış, 1963)
Reşat Nuri Güntekin, edebiyatımızda ilk ününü «Çalıkifr şu» romamyle sağladı. Bu roman da, Yeşil Gece’de olduğu gibi, başka bir açıdan, özverili yurtsever bir öğretmeni ele alıyor: Çalıkuşu Feride. O da Ali Şahin gibi. O da Alt* ‘da çalıştı. O da yeniliğin «deneysel, gerçekçi bililme dayanan eğitimin to> inü yaptı.

Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu’ndan sonra kaleme aldığı «Dudaktan Knlha», im Güneşi», «Damga», «Acımak» gibi romanlarında, daha çok, dııygulanıun ndır. Yurt sorunlarına, İlkin, «Yeşil Gece» İle girer (1928); topHımaal nlnylfr onların nedenlerine, sonuçlarına eğilir. «Yaprak Dtikllmü», «Mlaklnler TakkaaU lar araaındadır.

ımlımulmM Mal
Yctrdma

Bilgiler:

ve bu yapıtının, bir çeşit sosyal polemik romanı olduğunu söyler. Romanın hı lanışı sırasında yazar, Emile Zola (Emil Zola, 1840 – 1902 )’nm «Hakikat» rom nı Türkçeye çeviriyor; suçsuz olduğu halde hain olarak yargılanan ve hüküm yen Fransız subayı Dreyfus (Dreyfüs, 1859 – 1935)’le ilgileniyordu; «Dreyfus da sına fiilen karışmış olan Zola, o vakit Fransa’nın altım üstüne getirmiş olan vanın heyecanı içinde bir nevi idealist polemik romanı yazmıştır. Ben Yeşil ce’de, itikadını, onunla beraber de ebedî hayat ümidini, uzun ve acı savaş! sonra, kaybeden, kendi ölümsüzlüğüne, milletinin ölümsüzlüğü fikrinde bir selli arayan bir insanın romanım yazmak istiyordum. Atatürk inkılâbı ve lft öğretim zamanına rastladı. Bu da, uyandırdığı heyecan bakımından, bizim k Dreyfus meselemiz gibi bir şeydi.» diyor. (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar: M. dar, 1960).

Yeşil Gece, iki bölüm ve bir sonuçtan meydana gelmiştir.

r—j 1 — Ali Şahin, mutluluğu ilkin nasıl anlıyor? Onu köt

Metin Üzerinde i serliğe götüren nedir?

1 İnceleme: I 2 — Bütün mutlulukları gölgeleyen ölüm karşısında selliyi, hatta mutluluğu nerede arıyor? Onun bu düş” sini, yurt ve ulus açısından değerlendiriniz.

3 — Öldükten sonra «Düşünce ve duygusuyle, diliyle, başka insanlarda d etmek» sözünü açıklayınız.

4 — Hiç bir değer taşımayan, köhne, sağlığa zararlı bir medrese binası yıkılıp yerine okul yapılmak istenmesi karşısındaki gereksiz direnişi neye yor smız? Bunu, «yeni mektep» ve onu oluşturacak olan «bilimsel düşünce»ye bir direniş olarak değerlendiremez miyiz?

5 — Medresenin yıkılmaması için neler uydurulmuştur?

6 — Medreseye ilk kazmayı vuran sakallı işçinin oynadığı komediye k ler inanmıştır? Bunu düzenleyenler hangi düşünceye saplanmışlardır? Bu ol

o çağdaki Sanova’yı bize hangi yönden tanıtmış oluyor?

7 — Sakallı işçinin ağzından, henüz daha baygmken (!), neler uydurul tur? Ali Şahin’in sorusuna, softa neden yanıt verememiştir?

8 — Belediye Mühendisi Deli Necip, silindiri, bütün gücüyle medresenin rük duvarına bindirir, binanın bir yanı çöker; sonuç olarak, yıkılan köhne m resenin yerine yeni mektep kurulur. Roman yazarının, bu olayla anlatmak il diği nedir? Buradan çıkaracağınız ana düşünceyi söyleyiniz.

9 — Son paragraftan anladığınızı anlatınız.

1 — Reşat Nuri Güntekln’in açık, duru, akıcı bir dili v Yeşil Gece, Birinci Dünya Savaşı sıralarından cumhur! dönemine kadar olan bir zamanı kapsıyor. Metinde g yabancı sözcük ve tamlamalar, o çağın konuşma dilin olacaktır. Bunların birkaçı kalıplaşmış sözlerdir: Pîr-i fâni (pek yaşlı, çok İh yar), huzur-ı İlâhî (Tanrı katı), veliyullah (ermiş kişi), tevbe istiğfar gibi.

Birkaçının Türkçeleri o çağda yoktu:,Mekteb-i iptidaî (ilkokul), idadi (II gibi. Bununla birlikte, dil devrimimizin çok hızlı gelişmesi, Reşat Nuri’de de b çok sözcükleri eskitmiştir. Okuduğunuz metinden gelişigüzel çıkardığımız ayıt daki sözcükler gibi.

Enkaz (yıkıntı), şayia (yaygın söz, söylenti), taat (ibadet), müttakl (dini bağlı, günahtan sakınan kişi), tebliğ (duyuru), tevkif (tutuklama, durdurma), tlfa (yetinme), mizaç (huy), meyus (umutsuz, üzüntülü), akide (inanç), mülAhn (İyi düşünme, düşünme, yorum), müsademe (çarpışma), zihniyet (düşlinmc y hlrlm) düaünüaL («evecen, aevsl dolu) ntirM»» (iyÜnMJT),

2 — «îsrailiyyat», İsrail oğullarının, söylene söylene çağımıza değin gelmiş», ^kitaplara geçmiş birtakım masalımsı öyküleri. «Tam hurafe ve îsrailiyyat hastası ‘olmak» sözünün anlamını açıklayınız.

3 — Son paragrafta okuduğunuz «Teslim ederim, türbe kendileri sönerse karanlık basar» tümcesindeki «teslim ederim» sözü hangi anlamda kullanılmıştır.
REŞAT NURİ GÜNTEKİN (1889 • 1956)

İstanbul’da doğmuştur. Babası binbaşılıktan emekli Doktor Nuri Bey. llkoku^ lu Çanakkale’de bitirdi. İdadide, İzmir Frerler Mektebinde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi (1912). Bursa Sultanisinde, İstanbul liselerinde Türkçe, Fransızca, Edebiyat dersleri okuttu, okul müdürlüğü yaptı. Millî Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi, Paris Kültür Ataşesi olarak çalıştı.

Reşat Nuri Güntekin, «Diken» dergisinde yayımlanan «Eski Ahbap» öyküsü ile yazıya başlar (1917). Kendisi ilk çalışmalarını şöyle anlatıyor:

«İki seneye yakın, bir zaman muntazaman her hafta Z a m a n ’ a tiyatro ‘kritiği yazdım. Sonra kendim piyesler yazmağa heveslendim. Bunlar pek fena ‘karşılanmadılar. Artık yolumu bulmuştum… Fakat bir iki sene sonra yine bir rota değişikliği icap etti. İstanbul Kızı diye bir piyes yazmıştım. Edebî Heyet (ki içinde kendim de vardım), iki perdenin Anadolu’da fakir bir köy mektebinde geçmesinden hoşlanmadı. O zaman Darülbedayi piyeslerinin lüks salonlarda geçmeleri âdetti. Psaltl Mağazasının mobilyalarından köy mektebi sıralarına düşmek Darülbedayiin âdeta haysiyetine dokunuyordu. Piyesi geri aldım ve Çalıkuşu diye bir romana çevirdim… Tiyatrodan romana atlayışınım sebebi bir parça da ilk romanımın fena karşılanmamış olmasıdır.» (Edebiyatçılarımız Konuşuyor, 1953).

Çalıkuşu, yazarına yalnız ün sağlamış olmakla kalmaz; Türk romanına, ilk olarak, çağma göre oldukça geniş çapta Anadolu’yu, köyü de getirmiş olur. Roman, bir aşk kırgmlığıyle de olsa, Anadolu’ya gidip oranın halkıyle yazgı birliği etmiş, viran köylerde, kasabalarda öğretmenlik yapmış; yaşamın acılarını, bütün yarliğiyle bağlandığı öğrencilerinin eğitiminde unutmaya çalışmış bir genç kızın fre bu arada Anadolu’nun öyküsüdür. Çalıkuşu Feride, içinde aynı ideali taşıyan genç kızlarımıza öncülük eder; onlara öğretmenliği, onun yüklenmesi gereken sorumluluğunu sevdirir. Bu bakımdan yapıt, belirli bir çağın romanı olmuştur. Daha sonraları verdiği güçlü romanlarına karşın, Reşat Nuri Güntekin’in «Çalıkuşu Yazan» diye anılması, bu etkiden ileri gelir.

Güntekin’in romanlannı, sanat anlayışı yönünden, bireyci – duygusal ve toplumcu olarak iki kümede ele almak gerekir. Birinci tipte olanlann başında Çal* kuşu gelir. Bundan sonrakiler (Akşam Güneşi, Dudaktan Kalbe, Damga gibi) bu duygusallık içinde yazılmışlardır. Aşk, insan sevgisi, acıma temalan bu tip roman» larda temel örgüdür; toplumsal olaylar ve sorunlar, arka planda görünürler, ikinci tip romanlannda, yazar, yurt sorunlanna doğrudan eğilir. «Yeşil Gece» İle bnş-layan bu çalışmalannda bakışlannı sosyal sorunlar üzerinde toplar.

Reşat Nuri Güntekln’in yazılannda ince ve zeki bir görüşün; gdzrl, duru bir Türkçenin, sürükleyici bir anlatışın kazandırdığı değer vnr. Çok »ezip Anadolu’yu iyi tanımış, yapıtlannda ustalıkla yaşatmıştır. Elr aldığı klıjller vp (ilayı lar toplumdan çevreden alınmışlardır. Bu bakımdan, nanntının nna gl*|ll«rlyl| gercekcllltte hattlı bir
Dil:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir