SEÇME METİNLER
SEÇMET METİNLER:
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL (1898 – 1973) GURBET
Bir kuş tanıyordum ki, baharda,
Salkımlar açan bahçemin üstünde uçar da Akşamların ürperdiği bir sesle öterdi.
Besbelli, bu iklime yabancı,
Nerden koparak geldiği meçhul,
Endâmı uzun, tüyleri parlak, sesi vahşî Bir kuş.
Akşamla yatan ıköyde sadâlar durulunca,
Mehtâba yakm, gölgeli bir nokta bulunca, Hicranla kısılmış, heyecanlarla boğulmuş Bir sesle öterdi.
Öttükçe uğuldardı sesinde
Âvâre kuşun duyduğu hasret
Bir bilmediğim kıt’ada, bir dağ tepesinde,
Binbir çölün ardında kalan yurduna dair.
Öttükçe o, hasretle genişlerdi, duyardım, Korkunç uçurumlar gibi ruhumda derinlik.
Her gün daha bir parça yakından sevişirdik:
Ben şâir, o şâir.
Bir gün camı açtım ki, ufuk bir kara perde; Sahrayı beyazlar bürümüş, yollar uyuşmuş; Gördüm ki, o gurbet kuşunun gezdiği yerde Cansız bir avuç tüy yatıyor… Baktım; 0 kuşmuşl
(Heyecan ve Sükûn, 18!
KEMALETTİN KAMU (1901 – 1948) GURBET
Gurbet o kadar acı Ki, ne varsa içimde Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde
Eriyorum gitgide;
Elveda her ümide.
Gurbet benliğimi de Bitirmiş bir içimde.
Ne arzum ne emelim…
Yaralanmış bir elim.
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde.
t
(Yeni Şiirimiz, Antoloji; S. Batur, 1965) CAHİT SITKI TARANCI ((1910 – 1956)
GENÇLÎK BÖYLEDÎR ÎŞTE
îçimi titreten bir sestir her gün Saat her çalışında tekrar eder:
«Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye?
Bir düşünsen! Yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işte, gelir gider;
Ve kırılır sonra kolun kanadın;
Koşarsın pencereden pencereye.»
Ah o kadrini bilmediğim günler,
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgârl Gel gör ki sular batıya meyleder,
Aftaçta bülbülün sesi deftistl.
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hatıralar.
(Cahit Sıtkı Tarancı; Hayatı, Sanatı, Eseri, M. Uy
ORHAN VELÎ KANIK
(1914 – 1950)
GALATA KÖPRÜSÜ
Dikilir köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz kürek çeker, siya siya ;
Kiminiz midye çıkarır dubalardan;
Kiminiz dümen tutar mavnalarda;
Kiminiz çımacıdır halat başında;
Kiminiz kuştur, uçar, şâirâne;
Kiminiz badiktir, pırıl pırıl;
Kominiz vapur, kiminiz şamandıra;
Kiminiz bulut, havalarda;
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı Şıp diye geçer köprünün altından;
Kiminiz dumandır, tüter;
Ama hepiniz hepiniz…
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın, gün olur, ben de Bir şiir söylerim belki sizlere dair;
Elime üç beş kuruş geçer;
Kamım doyar benim de.
(Bütün Şiirleri,
CAHİT KÜLEBİ
(Doğ. 1917)
ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA
Bu toprak bizim yurdumuzundur!
Deli gönül yücesine çıkar!
Bir üveyik olur uçar gider.
Ardahan’dan Edirne’ye,
Kuşun kanadında türküler Kemal İPaşa’nın gönlüne vardı,
Cevabından önce kendi geldi.
VI
Bir gemi yanaştı Samsun’a sabaha karşı Selâm durdu kayığı, çapan, taikası,
Selâm durdu tayfası.
Bir duman tüterdi bu geminin bacasından bir duman Duman değildi bu!
Memleketin uçup giden kaygılarıydı.
Samsun limanına bir gemiden atılan Demir değil!
Sarılan anayurda Kemal Paşa’nm kollarıydı.
Selâm vererek Anadolu çocuklarına Çıkarken yüce komutan Karadeniz’in halini görmeliydi.
Kalkıp ayağa ardı sıra baktı dağlar Kalktı takalar, îzin verseydi Kemal Paşa Ardından gürleyip giderlerdi,
Erzurum’a kadar.
VIII
Biz biliriz ibizim işlerimizi işimiz kimseden sorulmamıştır.
Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle Başımız bir kere eğilmemiştir.
. Kuzumuz var, yaylalarda meleşir,
Çeşmemiz var, gece gündüz söyleşir.
Yazımız var, pehlivanlar güreşir,
Bu toprağa kimse girememişrlir.
Davranı da deli gönül davranıl Kemal Paşa dinlemiyor formanı!
Anası, bacısı, kızı, kızanı
İnönü’ne İM kılıç gibiydik düşmanla biz.
IX
İnönü’de iki kılıç karşı karşıya Aşkolsun birinciye su veren kılıççıya!
İnönü’de iki kılıç karşı karşıya Aşkolsun birincinin yapıldığı çarşıya!
Birinci kılıca su veren usta
Hakkı, yiğitliği, sevgiyi
Bu kılıcın kabzasına işlemiş tek nakışta.
Birinci kılıçla döğüşen yiğit vur ki!
Anandan emdiğin süt helâl ola!
Birinci kılıçla döğüşen yiğit vur ki!
Gelinler, çocuklar ağlamaya!
Birinci kılıçla döğüşen yiğit vur iki!
Önü al önlüklü yüzü peçeli Hanım kızlar nişanlısız kalmaya.
Vur ki anam babam, vur ki kardaşım!
Hayın düşman yurdumuzu almaya!
YUNAN VE LATİN EDEBİYATINDAN :
EURIPÎDES
VERGÎLÎUS
TACITUS
FRANSIZ EDEBİYATINDAN :
ANATOLE FRANCE GUY DE MAUPASSANT
BATI EDEBİYATINDAN BAŞKA ÖRNEKLER:
A.de LAMARTINE’den.
PAUL VALERY’den.
GOETHE’den.
H. HElNE’den.
Şimdi gam-ı intizâra düştüm Bülbül gibi nev-bahâra düştüm Çok nân geçüp kenâra düştüm Sâgar gibi pâre pâre düştüm Mey-nûş-ı itâb-ı yâr idim ben
Cânân ile ayş ü nûş ©derdim Girdâb gibi hurûş ederdim Bezm-i meyi şu’le-pûş ederdim Bülbüllerini hamûş ederdim Galip gibi kâm-kâr idim ben
4
Tarz-ı selefe takaddüm ettim Bir başka lügat tekellüm ettim
Zannetme ki şöyle böyle bir söz Gel sen dahi söyle böyle bir söz Erbâb-ı sühan temâm ma’lum îşte kalem işte kişver-i Rum
Gencînede resm-i nev gözettim Ben açtım o genci ben tükettim
(Bugünün diliyle:
1. Hüsn’ün Aşk’a mektubu:
Bu mektup o can sevgiliye gitsin; bu, öyle bir «ah» ki, gökyüzüne yükselsl [Gönülden gelen ve gönül ateşiyle tutuşarak çıkan «ah»ın gökyüzüne y‘ selmesiyle, çekilen acının büyüklüğü anlatılıyor. Burada Aşk’ın gökyüzünde, çeliklerde olduğunu düşündürecek bir anlam da seziliyor. Öte yandan mektu «ah» arasında, yakıcılık bakımından, benzerlik kurulmuştur.]
Gönül acısı, gerçi anlatılmaz, ama o, ateş gibidir, gizli de tutulamaz.
Bu mektup, bir yoksulundur; onun kâğıdı da, gönlü gibi perişan, kırık’ küktiir.
Nazlım, sana yalvarıp yakarıyorum, fakat kafesteyim, elden ne gelir. Yıllarca baharının gülü oldum; ne yazık ki güz erişti, sararıp soldum. Sen de, bir âfete düşer, ona tutulursan ve «ah»ım gibi alevler içinde kalırsın.
2. Aşk’ın mektubu:
Mektubun bu inleyen yaralı gönlüme ulaştı, ok değdi ve yara meydana «ol Cehennem dediğin şey, cana minnet; mektubunda bir söz var ki adı ayrıl |Ayrı]/k üleşinin cehenncm ateşinden daha yakıcı olduğu belirti1iyor.| Sanma ki gamdan harap olan scnsin, aydınlık günün güneşi semin.
Ferman senin, yerine getirilmesi senden; can verme benden, kabul il hmkIoii
3. Tardiyye:
Bu canın yurdu, öyle bir bahçe idi ki, oranın her goncası cenneti andırırdı; fakat fırsatı çıkınca hepsi yağmalandı gitti. Gönlümde hâlâ onun neşesi var. İti’ bar, saygı görme şarabının sarhoşu idim ben.
Şimdi bekleyiş kaygısına, bülbül gibi ilkbahar peşine düştüm; çok ateşleri çip kıyıya ulaştım, bir kadeh gibi düşüp parça parça oldum; sevgilinin darılıp ’arabım içendim ben. *
Sevgili ile birlikte yer, içer eğlenirdim; girdap gibi coşup taşardım; şarap edişini alevle örter, o meclisin bülbüllerini sustururdum; ben, Galip gibi, dileği ! eren kişiydim.
4. Benden öncekilerin tuttukları yolu aştım, onları geçmiş, bir başka dil ko uştum.
Bunu, şöyle böyle bir söz sanma, gel kolaysa sen de böyle bir söz söyle. Güzel söz söyleyenlerin [şairlerin] hepsi ortada; işte kalem, işte Rum di n [Türk ülkesi].
Hazînede [söz söyleme hâzinesinde, kaynağında] yeni bir yol, yeni bir an tim gözettim; o hâzineyi ben açtım, ben tükettim.
[Şeyh Galip, burada, çağının sanatçılarım, yarışmaya çağırıyor ve «Hüsn ü c» gibi bir yapıtın bir daha yazılamayacağını, benzerinin meydana getirileme eğini; bu alanda yeni bir dil yarattığını söylüyor.])
«Hüsn ii Aşk» mesnevisini Şeyh Galip 1782’de yazmıştır İçinde bulunan dört «tardiyye» ile birlikte 2101 beyitten meydana gelen mesnevi, bir edebiyat tartışması sonucu
Yardmcı
Bilgiler:
NM«İ
kaleme alınmıştır. Kendisinin de bulunduğu bir toplantı genç sanatçılar, sanat olaylarından söz ederler, kendi yapıtlarından parçalar «•lar. Arada Nâbi (1642 – 1712)’den söz açılır; onun «Hayrâbâd» adlı mesnevisi ‘ere çıkarılır; o kadar ki, ona nazire bile yazılamayacağını söylerler. Bu söz-Şeyh Galip’e dokunur. O da Nâbi’de bulduğu kusurları sayıp döker; İran şairi Attartn (1119 – 130) sözüne söz katarak ortaya koyduğu bu yapıtın Nâbi’ye kazandıramayacağînı, üstelik, dilinin de ağır olduğunu söyler. Bu tartışma, GalipH, mesnevi türünde bir şeyler yazmağa götürür. «Hüsn ü Aşk», böylece Emaya dayalı bir yapıt- olarak doğar.
Şeyh Galip’in bu mesnevisi; hayalleri, mazmunları ve üslûbuyle gerçekten bir yapıt, yeni bir görünüş olmakla beraber, konusu bakımından kendinden İd
Türk ve İran şairlerinin yazdıklan mesnevilerden etkiler taşır. Mevlâna Sdin’in (1207 – 1273), o kadar hayvanı olduğu ve birçok kez okuduğu «Mes-Hİnden nasıl etkilendiğini şu dizelerle belirtir:
Feyz erdi cenab-ı Mevlevi’den Aldım nice ders Mesnevî’den
Esrârnu Mesnevî’den aldım
»•nevinin konusu, Leylâ ve Mecnun, Ferhad ve Şirin öyküleri gibi, (oplıııi! kfundan doğup gelmiş bir olayı andırır; fakat olayın kişileri ve (ji’HlnlI* kendi iç dünyasını ve tasavvuf görüşünü yansıtarak »<>ytı(ln«ıi’lıır<
_y bir mecaz, bir sembol olur. Bunlarla şair, mlutlk nşkı İşler. ı1 *r gtiriiş ve bakışın ittiği çetin yollarda gcrçeftl «rnıtıııgıt ile, «kenret» (çokluk)’ten «vahdet» (birlik)‘o yOıınllfi, tordun, felâketlerden sonra onu ulaşır,
rl), Diyar-ı Kalb (Gönül Ülkesi) gibi. «Hüsün», kavuşulması gereken «Hüsn-i Mutlak», yani Tann’dır. «Aşk», ona ermek isteyen mürittir. «Molla-yi Cünun», «mürşid»i simgeler. Sonuç olarak Aşk, fenafillah düzeyine ulaşır; anlar ki «Hü-sün»le kendisi ayrı varlıklar değil, bir bütündürler.
C«Hüsn ü Aşk», Divan edebiyatının son büyük mesnevisidir. Değerini, tasavvuf konusunu başanyle işlemiş olmasına değil; hayal yeniliğine, üslûbuna, duygularım anlatmadaki gücüne, yoğun anlatımına, çizdiği renkli minyatürlere borçludur.
II
SEÇMELER
l ı Efendimsin cihanda i’tibârım varsa semdendir Miyân-ı âşıkanda iştihârım varsa şendendir
Metin Üzerinde İnceleme:
Dil:
Benim feyz-î hayâtım hâsılı rûh-ı revâmmsm Eğer sermâye-î ömrümde kârım varsa şendendir
Verem bu sûret-î mevh ma revnak reng-i hüsnündür Gülistânn hayâlim nev-bahârım varsa şendendir
Felekten zerre mikdâr olmadım devrinde rencide Ger ey mihr-i münevver âh ü zânm varsa şendendir
Senin pervâne-î hicrânımm sen şem’-i vuslatsın Be-her şeb hahiş-i bûl û kinânm varsa şendendir
Şehîd-î aşkın oldum lâle-zâr-ı dâğdır sînem Çerâğ-ı türbetim şem-’î mezârım varsa şendendir
Gören ser-geştelikte gird-bâd-ı deşt zanneyler Fenâ ender-fenâyım her ne vânm varsa şendendir
Niçin âvâre kıldın gevher-î galtânm olmuşken Gönül âyînesinde bir gubârım varsa şendendir
Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâki Sabâh-ı sohbet-î meyde humânm varsa şendendir
Sanâdır ilticası Galib’in yâ Hazret-i Molla Başımda bir külâh-ı iftihânm varsa şendendir
Bir şûlesi var ki şem’-i cânm Fânûsuna sığmaz âsmâmn Bu sîne-i berk-âşiyanın Sînâ dahi-görmemiş nişânm
Erişip bahâra bülbül yemlendi sohbet-î gül Yine nevbet-î tahammül dil-i bî-karâre düştü
Bana dûzahtan ey meh dem urur gülzârlar sensiz Diraht âteş nihâi âteş gül âteş berk ü bâr âteş
Gele bir devr ki bu Galib’i yâd eylerler Fırsat-ı sohbeti ahbâp ganimet bilsin
(1757 – 1799)
İstanbul’da doğmuştur. Mevlevi tarikatından Mustafa Reşit Efendi’nin oftlu* dur. îyi bir öğrenim görmüştür. Yetişmesinde babasmın da büyük payı olduğu mi «Hüsn ü Aşk» mesnevisinde söyler.
Şeyh Galip, bir süre Divan-ı Hümâyun kaleminde çalışmış, bu sıralarda, yir mi dört yaşında iken «divamım; iki yıl sonra «Hüsn ü Aşk» mesnevisini bitirml ve genç yaşta, sayılıp sevilen, büyük değeri bütün edebiyat çervrelerince kabul edilen bir sanatçı olmuştur.
Şeyh Galip, mevlevî tarikatının havası içinde, yetişmişti. Çokkez okuduft «Mesnevî»ye hayrandı. Mevlâna Celâleddin Rumî’ye duyduğu büyük sevgiyle, bir gün, ansızın, Konya’nın yolunu tuttu, Mevlâna Dergâhında «çile»ye girdi (1784) Babasının, üzerine çok düşmesi, ayrılığına dayanamaması ve çağırışı üzerine çil» sini Konya’da yarım bırakmak zorunda kaldı ve Isanbul’a döndü. Bin bir günlülı çilesinin geriye kalanını Yenikapı Mevlevîhanesinde tamamladıktan sonra (1787), Sütlüce’deki evlerine çekilerek kendini okumaya, tasavvufa verdi; yazılarım yat mayı sürdürdü. Birkaç yıl sonra, Galata Mevlevîhanesine şeyh oldu (179i). B radaki görevi ölümüne kadar sekiz yıl sürmüştür. Şair Sürurî, kırk iki yaşınd ölen genç şaire «Geçti Galip Dede candan yahu» dizesini tarih düşürmüştür.
Şeyh Galip’in asıl adı Mehmet’tir. Manzumelerinde kullandığı Es’at adını kc dişine, hocası Mevlevî Neş’et Efendi vermiştir. Şair, sonradan kendine Galip adı m aldı ve şiirlerinde bu adı kullandı.
Şeyh Galip’in şeyhliğini yaptığı Galata Dergâhı, aynı zamanda bir kültür v sanat ocağı, bir şür ve musiki mahfili idi. Şeyh Galip, yalnız sanat ve tasavvu çevrelerince değil, Saray tarafından da beğeniliyor, seviliyordu. Şair ve musikişl nas hükümdar III. Selim ve kız kardeşi Beyhan Sultan’m da takdir ve sevgilerin kazanmıştır.
Divan edebiyatı Şeyh Galip’le son büyük sanatçısını, «Hüsn ü Aşk»la son b’ yük mesnevisini vermiş olur. Yoğun anlatımı, zengin buluşları; ince, renkli, dır gulu hayalleri; mısralanna verdiği ahenkle Şeyh Galip, Divan şiirine yeni bir söy. leyiş getirmiştir. Bu gücü daha belirgin olarak «Hüsn ü Aşk»ta görünür.
Yapıtları: Divan, Hüsn ü Aşk.
Şairin ayrıca tasavvufla ilgili yapıtları ve sonradan Esrar Dede tarafından tu. marnlanan Mevlevî şairlerine ait bir «tezkire»si vardır.
İŞLİ EMRAH
SEMAİ
I
Gönül gurbet ile çıkma Ya gelinir ya geHnmez Her dilbere gönül verme Ya sevilir ya sevilmez
Yüğrüktür bizim atımız Yardan atlandı zatımız Gurbet ilde kıymetimiz Ya bilinir ya bilinmez
Bahçelerde nar ağacı Kimi tatlı ikimi acı Gönlümdeki dert ilâcı Ya bulunur ya bulunmaz
Deryalarda olur bahri Doldur da ver içem zehri Suna’m gurbet ilin kahrı Ya çekilir ya çekilmez
Emrah der ki düştüm idile Bülbül figan eder güle Güzel sevmek bir sarp kale Ya almır ya alınmaz.
II
Tutam yâr elinden tutam Çıkam dağlara dağlara Olam bir yaralı bülbül înem bağlara bağlara
Birin bilir binin bilmez Bu dünya kimseye kalma» Yâr ismini desem olma* Düşer dillere dillere
Emrah eder bu ünüındür Arşa çıkan tütiinümdür Yâre gidecek gününıdür Düşem yollara yollara
1 — I. manzumede işlenmiş olan temayı söyleyiniz.
2 — Gurbet, şaire neler düşündürüyor? Şair, nelerin uı|-sını seziyor? Sanatçının, en çok üzerinde durduğu nelc dir?
3 — «Bulunup bulunmayacağı bilinmeyen dert ilâcı» ne olabilir? Bunun «gır bete çıkma» ile ilgisi olabilir mi?
4 — Bu manzumenin son dörtlüğündeki bülbül ve gül motifi, şiirin temasın uygun düşüyor mu? Şairin, bundan söz etmesi nedendir?
5 — Emrah’ı dile düşüren nedir? Manzumede açıklanmış mı?
6 — Halk manzumelerinde, dörtlüklerin birinci ve ikinci dizeleri, konu i ilgisiz olabilir. Burada okuduğunuz semaide bu tip dizeler var mıdır? Bunları kendilerinden sonraki dizelere az çok bağlanıp bağlanamayacağını araştırınız.
7 — İkinci semaide neye karşı bir özleyiş anlatılıyor?
8 — Şairin, yaralı bülbül olmak isteyişi nedendir? Ona, bunu düşündüren olabilir.
9 — «Bağlara inme» isteği, yaralı bülbül motifinden sonra bir «gül» özlemi duyuruyor mu?
10 — Semai, varsağı, koşma gibi halk şiir türleri, birbirlerinden ezgilerind’* başlıklarla ayrılır. Bunların kendilerine özgü besteleri olur. Aldıkları adlar, bu bağlanır. Buradaki semaileri, nazım biçimleri bakımından daha önce gördüğün Karacaoğlan’m koşmalanyle karşılaştırınız.
1 —■ «Dile düşmek» deyiminin anlamı nedir? Türkçeınl de, «dîl» sözcüğünün çeşitli çekimleriyle kimi fiillerin l>t leşmesinden zengin anlamlı deyimler meydana gelmişll Siz bunlardan neler biliyorsunuz?
2 — «Yollara düşmek» sözüyle, «yola çıkmak» sözü arasında nasıl bir anl;ı ayrılığı var?
3 — Gelinir, sevilir, bilinir, bulunur, çekilir ne çeşit fiillerdir? Bunları ça lan bakımından inceleyiniz ve bu gibi fiillerin gelmek, sevmek, bilmek, bulma çekmek fulleriyle, özneleri bakımından, ayrılıklarını söyleyiniz.
ERCİŞLİ EMRAH
Halk edebiyatımızda tanınmış iki Emrah var: Ercişli Emrah, Erzurumlu 11
rah.
İkincisi Erzurum yakınlarında, Tambura köyünde doğmuştur. XIX. yy. şu lerindendir. iyi bir öğrenim görmüş, Divan ve tasavvuf alanında şiirler yazmıştı fakat daha çok halk şiiri geleneğine uyarak yazdığı koşma ve semaileriyle iin iniştir. Niksar’da ölmüştür (1854).
Öteki Emrah, Van’ın Erciş ilçesinde doğmuştur. Halk öyükülerimizden «H vi ile Emrah»m kahramanıdır. Bu öykü, Osmanlı – İran savaşları sırasında lıl sak edilerek İran’a götürülen Selvi Han’la şair arasındaki serüveni anlatır. II halk şairi gibi, Emrah için de çağının edebiyat tarihlerinde kesin bir bilgi yııkl öukiklfln orılumlılıttına, Hüre. Emrah. Aıık Mehmet adında birinin oiludur. 13»
Metin Üzerinde İnceleme:
Dîl:
‘ ’ş: Emrah, bu beyin kızı Selvi Han’a âşık olmuştur. Bey, kızım Emrah’a ver-e razı olmuş, fakat Selvi Han, savaş sırasında tutsak edilerek Şah’a götürül-kızm güzelliğine vurulan Şah, onunla evlenmek istemiştir. Emrah’a gönlü-.eren kız, Şah’tan yedi sene mühlet alır. Bu sırada Emrah, yollara düşer, Is-’a varır. Yedi yıl olmuştur. Düğün zamanıdır. Selvi, Şah Abbas’la evlenecek-Emrah, fırsatını bulup düğüne girer, sazını çalar, şiirlerini okur, derdini dö-, Şah, her şeyi anlamıştır. Emrah’ın acısını duyar. İki sevgiliyi birleştirmek , Bu kez, Selvi Han’ın kardeşleri işe engel olurlar. Selvi’yi kaçırırlar. Emrah, yedi yü bu aşkın çilesini çeker. Tutsak edilir. Boynu vurulacaktır. Babası, Şahı’nın yardımını sağlar. Arada savaş başlar. Şah’m askerleri karşısındaki-yener; Emrah, ölümden kurtularak Selvi ile evlenir.
Ercişli Emrah’ın XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı sanılıyor. Manzumele-çağında, bir kitapta toplanmamış olması, şiirlerinin öteki Emrah’mkilerlo şmış olmasına yol açmış, birinin şiiri ötekinin sanılmıştır. Çektiği acıları, özleri, gurbet duygularım ustalıkla dile getiren Ercişli Emrah, Türk halk şiiri-usta sanatçılarmdandır. Dizelerine verdiği ses güzelliği, içtenlik, işlediği te-ra ayrı, kendine özgü bir güç katar.
BAYBURTLU ZÎHNÎ
KOŞMA
Vardım ki yurdumdan ayak çekilmiş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sâkiler meclisten çekmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben o marali Hangi yerde görsem çeşm-i gazali Avcılardan kaçmış ceylân misali Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı-
Lâleyi sümbülü gülü hâr almış Zevk ü şevk ehlini ah ü zâr almış Süleyman tahtım sanki mâr almış Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Zihni dert elinden her zaman ağlar Vardım ,ki bağ ağlar bağban ağlar Sümbüller perişan güller kan ağlar Şeyda bülbül terk edeli bu bağı
(Saz Şiiri Antolojisi, V. M. Kocatürk, 1963
î — Okuduğunuz koşmayı şair, 1828’da, Rus istilâsmdı sonra, memleketi olan Bayburt’un düştüğü durumu gÖ rek yazmıştır. Manzumede, yurdun perişanlığından duy lan acı var. Şair, bunu, yalm bir duygu diliyle değil; m cazlarla, yer yer küçük tablolar vererek anlatıyor: «Kınlan kadehler, dökülen ş raplar, meclisten ayağı çekmiş sakiler; avcılardan, ceylan misali kaçmış, dağda dağa göçüp gitmiş güzeller; lâle ve gül bahçelerini saran dikenler; Süleyman t tma saldıran yılanlar; ağlayan bağlar, bahçıvanlar» gibi.
Bu sözlerin mecaz anlamlan nedir? Şair ne anlatmak istiyor?
2 — Şair, yansız, objektif bir gözle değil, kendi iç dünyasından, sızlayan y reğiyle bakmış yurda; ona gönül acılanın katmış. Bayburtlu Zihni’nin bu ruh ! dirginliğini duyuran söyleyişleri bulup gösteriniz.
3 — Şairde bir aranış var. Bu, neleri arayıştır?
4 — Birinci dörtlüğün «Sâkiler meclisten çekmiş ayağı» dizesindeki son sı i elikte tevriye sanatı var. Bu sözcük kadeh ve ayak anlamlarına gelir. Dizeyi 1» iki anUımıyle düşününüz ve hangi anlamın, ınan/.umcniıı taşıdığı huvaya dalıa ıı
Metin Üzerinde İnceleme:
ner. Gördüğü korkunçtur. Yurdu yağmalanmıştır. Kara bağrı sarsılır, göz-kan yaş dolar. Aşağıya alman küçük ağıtı, Zihni’nin koşmasıyle karşılaştıra-Saralarındaki duygu yakınlığım söyleyiniz ve benzer söyleyişleri gösteriniz:
Kulan (yaban eşeği) ile sığın (yabanî) geyiğe konşu yurdum Seni yağı (düşman) nereden darımış (dalamış) güzel yurdum Ağ ban evim (ağ, süslü otağım) dikilende yurdu kalmış Kançuk (yaşlı) anam oluranda (oturanda) yeri kalmış Oğlum Uruz oh (ok) atanda, puta (hedef) kalmış Oğuz Beyleri at çapanda meydan kalmış Kara mudbak dikilende ocak kalmış
6 — Bayburtlu Zihni, manzumelerini çoğunlukla Divan yolunda yazmış ve bir ‘van meydana getirmiş. Çabası daha çok o yolda. Buradaki koşmasında da o Meri, sözcükleri, söyleyiş biçimleri var. Bunlan bulup gösteriniz.
1 — Koşmada Divan şiirinden gelme ne gibi yabancı sözcükler var? Buna karşın manzume kolayca anlaşılıyor mu?
Dil:
2 — Üçüncü dörtlükte redif olarak yinelenen almış fiili-dizelerdeki değişik anlamlarını söyleyiniz.
– Ceylan, gazal, maral sözcükleri aynı varlığın adı olduğu halde neden bun-biri kullanılmakla yetinilmemiş?
BAYBURTLU ZİHNİ
XIX. yüzyılın ilk yansında yaşamıştır. Divan yolunda manzumeler yazmış, sahibi olmuş bir şair olmakla beraber edebiyatımızda bir halk şairi ola-‘teninmiş, sevilmiştir. Erzurum ve Trabzon’da medrese öğrenimi görmüş, uzun İstanbul’da kalmış, Anadolu’da, birçok yerlerde memurluk yapmış, memle-. olan Bayburt’a giderken yolda ölmüştür (1B89?).
MEKTUP
Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan, Gözletme yollan, gel deyi yazmış;
Sivralan köyünden, bizim diyardan Dağlar mor menevşe, gül deyi yazmış.
Beserek’te lâle sümbül yürüdü,
Güldede’yi çayır çimen bürüdü.
Karataş’ta kar (kalmadı eridi,
Akar gözüm yaşı, sel deyi yazmış.
Eğlenme gurbette yayla zamanı,
Mevlâ’yı seversen ağlatma beni.
Benek benek mektuptadır nişanı,
Göz yaşım mektupta pul deyi yazmış.
Kokuyor burnuma Sivralan köyü,
Serindir dağlan, soğuktur suyu,
Yâr mendil göndermiş yadigâr deyi Gözünün yaşını sil deyi yazmış.
Veysel, bu gurbetlik kâr etti cana.
Karıştır göçünü ulu ‘kervana;
Gün geçirip fırsat verme zamana Sakın uzamasın yol deyi yazmış.
(Deyişler,
II
TOPRAK
Dost dost diye nicesine sanldım Benim sadık yârim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım,
Ne bir vefa gördüm, ne fayda buldum, Her türlü isteğim topraktan aldım, Benim sadık yârim kara topraktır.
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi, Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi; Kazma ile döğmeyince kıt verdi,
Benim sadık yârim kara topraktır.
Adem’den bu deme neslim getirdi,
Bana türlü türlü meyva yetirdi Her gün beni tepesin/de götürdü,
Benim sadık yârim kara topraktır.
Karnın yardım kazmayman, belinen; Yüzün yırttım tımağınan, elinen,
Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim ıkara topraktır:
İşkence yaptıkça bana gülerdi,
Bunda yalan yoktur herkes de gördü. Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi; Benim sadık yârim kara topraktır.
Havaya bakarsam hava alırım,
Toprağa bakarsam dua alırım; Tçpraktan ayrılsam nerde kalırım? Benim sadık yârim kara topraktır.
Dileğin var ise, işte Allah’tan,
Almak için uzak gitme topraktan; Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan, Benim sadık yârim kara topraktır.
Hakikat ararsan açık bir nokta Allah kula yakın, kul da Allah’a. Hakk’ın gizli hâzinesi toprakta;
Benim sadık yârim kara topraktır.
Bütün kusurumu toprak gizliyor, Merhem çalıp yaralarım düzlüyor, Kolun acmıs yollarımı gözlüyor.
Her kim ki olursa bu sırra mazhar,
Dünyaya bırakır ölmez bir eser.
Gün geÜr Veysel’i bağrına basar;
Benim sadık yârim kara topraktır.
(Deyişler, 1944
1 — «Mektupsun konusu nedir? Kısaca anlatınız.
2 — Bu manzumede mektubu gönderenin duygulanyl şairinkini belirten sözleri bulup gösteriniz. Hangi dörtlü lerde şairin duygularına geçiliyor.
3 — Âşık Veysel’in, yedi yaşında, geçirdiği hastalık yüzünden gözleri görnr olmaştur. Aldığı mektupta, doğup büyüdüğü Sivralan köyüne baharın geldiği, e rafa lâle sümbül yürüdüğü, Güldede’yi çayır çimen bürüdüğü, Karataş’ta karlan eridiği anlatılıyor. Bunlar, gören bir kişi için söylenecek sözler. Oysa Veysel gö mekten yoksun. Öyleyse mektupta bunlardan nasıl söz edilebiliyor? Bunu nas yorumlarsınız?
4 — Sivralan köyü ve çevresinden Veysel’in hayalinde neler kalmış olabilir Bu, metinden az çok sezüiyor mu?
5 — Üçüncü dörtlüğün son iki dizesinde anlatılan özleyiş duygusunun içte ligine dikkat ediniz ve buradaki mecazları açıklayınız.
6 — İkinci metinde toprak sevgisini, ona bağlılığı anlatan sözleri bulup g” teriniz.
8 — Âşık Veysel, toprağı, dost bir insan gibi düşünmüş; toprakla insan smda sürekli bir ilişki kurmuş; şair, böylece «İnsan» görüşünü de açıklamı Şairin, buradaki görüşünün temel düşüncesi nedir? Onu bu görüşe iten ne gi nedenler olabilir? (Şairin yaşamım göz önünde tutunuz).
9 — «Hakk’ın gizli hâzinesi toprakta» dizesindeki gizli hazine sözüyle ne de mek istendiğini söyleyiniz.
10 — Manzumeleri nazım biçimi bakımından inceleyiniz.
1 — Bir köy çocuğu olan Âşık Veysel’in dilinde, çevre nin ağzı var. Bu iki manzumede gördüğünüz ağız baş lıklarım bulup gösteriniz.
2 — Kazma-yman, bel-inen, tımağ-man, el-inen, gül-ü sözcüklerindeki -yrnan, -inen, -man, -ünen takıları (-le, -ile) edatlarının halk ağ/.ı daki karşılığıdır. Bu edatlar, tümecde hangi sözcüklerle anlam ügisi kuruyo Bunlar ne zaman «bağlaç) görevinde olabilirler? Buna örnekler veriniz.
3 — Çoğu yerde, (-i) hal takısının görevi başka sesle sağlanmıştır: Kar yardım gibi. Buna başka örnekler bulunuz.
4 — «Lâle, sümbül yürüdü. Eğlenme gurbette. Merhem çalıp» sözlerinde yürüdü, eğlenme; çalıp sözcükleri hangi anlamlardadır?
5 — Kokuyor burnuma. Kâr etti cana. Gün geçirip deyimlerini açıklayım/.
AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU Sivai’m Şarkışla İlçesi, Agcakifla nahlyetlnln Sivralan köyünde dogmuşt
Metin Üzerinde – İnceleme:
Dil:
Genç yaşımda felek vurdu başıma, Aldırdım elimden iki gözümü.
Yeni değmiş idim yedi yaşıma, Kayıbettim baharımı, yazımı.
Yedi yaşında, doğayı, çevresini, ana babasını, her şeyi görmekten yoksun ka-küçük Veysel’e, babası, on yaşın gelince, avunsun diye bir saz ahp verir. Ço-İC, sazım, bir daha elinden bırakmaz. Alâ adlı bir âşıktan ders alır, bağlama çalasım öğrenir:
On, on beş yaşıma girince heman,
Yavaş yavaş düzen ettim sazımı.
İlk saz hocasından ve köyüne gelen âşıklardan Karacaoğlan, Emrah gibi ünlü şairlerim dinleyen Veysel’i, elinden tutsun, yaşam arkadaşı olsun diye Esma ıda bir kızla evlendirirler; fakat o da bir gün bahtsız Veysel’i bırakıp gider, acısını bir koşmasında dile getirmiştir:
Bir vefasız zalim yâre bağlandım Tarih üç yüz otuz üçte evlendim.
Sekiz sene bir arada eğlendim,
Zalim kâfir yetim kodu kuzumu.
t Bir süre sonra bir daha evlenir, altı çocuk babası olur.
1931’de, şair ve öğretmen Ahmet Kudsî Tecer’in öncülüğüyle Sivas’ta kurulan Şairlerini Koruma Demeği», birçok halk şairleri gibi Veysel’i de bulup çı-Bu tarihten sonra, daha geniş çevrelerde tanınmağa başlayan Âşık Veysel, arkadaşıyle birlikte, yürüyerek, Sivas’tan Ankara’ya gelir (1933). Cumhuri-onuncu yılında bulunur. Şiirleriyle kendini tanıtır. Daha sonra geniş bir yurt line çıkar. Hemen bütün Anadolu’yu dolaşarak sazmı ve sözünü dinletir. Bir yıl Arifiye, Hasanoğlan ve Eskişehir’in Çifteler Köy Enstitülerinde halk tür-öğretmenliği yapar.
|JLşık Veysel, içten duyan, duyduğunu verebilme gücüne sahip olan, düşünen, jlyı ve insanları seven, çağımızın en ünlü halk şairidir. Şürlerinin, sıcak, dü-ücü bir yanı; bununla birlikte kapalı dünyasından gelen ve için için duyu-Ir acılığı var.
Coşmalarını plaklara da okumuştur, kitapları:
eyişler (1944), Sazımdan Sesler (1950), Dostlar Beni Hatırlasın (bütün şiir-1970).
BATI UYGARLIĞINDA GELİŞEN TÜRK EDEBİYATI
TANZİMAT EDEBİYATI ;
TANZİMAT EDEBİYATI (Genel Bilgi) TİYATRO (Genel Bilgi)
NAMIK KEMAL
AHMET MİTHAT EFENDİ
RECAIZADE MAHMUT EKREM
1860 – 1895)
Tanzimat edebiyatı, Batı uygarlığında gelişen edebiyatımızın ilk dönemidir. Fermanından çok önce, Türk toplum unda, Batılı ‘anlamda yeni bir düzen e, devlet kuramlarında, orduda reform yapma çabalan görülür. XVIII. yüz-, Lâle Devri’nde sezilen bu eğilim; III. Selim, II. Mahmut gibi hükümdarla-Öncülüğüyle hızlanır. Parça parça ve bir sisteme bağlı olmadan yapılan bir-yenilikler; ayaklanmalar ve direnmelerle, sonuç alınmadan yıkılıp gider, k Reşit Paşa 1839’da, genç hükümdar Abdülmecit’in ağzıyle, Tanzimat Hatt-ı yunu’nu okuyarak yapılacak reform hareketlerini millete duyurur. Tarihi-:ki Siyasal Tanzimat budur.
anzimat Fermam, ana çizgileriyle şu yenilikleri getiriyordu:
Bundan böyle can, mal ve namus güvenlik altına alınacak; devlet, bunu •la sağlayacaktır.
Herkes, kendi gelirine göre vergi ödeyecektir.
Askerlik görevi bir düzene konacak ve belirli bir süreye bağlanacaktır. Mahkemece ve açık yargılama ile kesin bir karar verilmedikçe hiç kim-alandırılmayacak, idam edilmeyecektir.1 Bir kimsenin işlediği bir suçtan dolayı mirasçıları sorumlu tutulmayacak-
‘ Din ve mezhep ayrılığı gözetilmeden, herkes, yasalar karşısmda eşit işlem ektir.
rmandan sonra birçok yeniliklere girişilir. Batı görüşüne uygun okullar açı-retim ve eğitim işleri bir düzene konur. Medreselere karşılık bugünkü üni-lerin temeli olan darülfünun açılır; batıya öğrenim için öğrenciler gönderi-tıdan öğretim araçları getirtilir; ders kitapları yazılır ve batıdan bu alan-iriler yapılır. Tercüman-ı Ahval (1860) ve Tasvir-i Efkâr (1862) gibi özel ga-çıkar. ‘ ~ ’
19 – 1860 yıllan arasındaki süre içinde, batıya dönük yeni bir kuşak yetişir, şişağm, edebiyat türlerinde verdikleri ürünlerle yeni bir edebiyat başlamış Bu edebiyata «Tanzimat Edebiyatı» diyoruz.
zimat edebiyatı, öğrenimini Avrupa’da, Paris’te tamamlamış olan İbrahim İS, Agâh Efendi’vle birlikte, 1860’ta çıkarmağa başladığı «Tercüman-ı Ah-çetesiyle başlar. Şinasi’nin «ŞalrTivlemnesi» adlı tiyatrosuyle birçok makabil gazetede yayımlanır. Başlayan bu yeni akıma, daha sonra, başta Namık ‘ ve .Ziya Paşa olmak üzere birçok sanatçılar katılırlar.
Van edebiyatından kesin çizgilerle ayrılan Tanzimat edebiyatının başlıca “i:
Tanzimat sanatçıları halka dönük bir yol tuttular ve özellikle birinci dö-laçıları, «toplum için sanat» ilkesine bağlı kalarak, çoğunlukla jyurt. ulus, konularım işlediler; batı uygarlığının temeli olan özgür düşünce, insan ;a»a düşüncesi üzerinde durdular; seçimle ve ulusun istemesiyle” iş ba> lecek bir «meclis-i meb’usan»a dayalı meşrutiyet yönetiminin kurulmasını edindiler.
Yazı dilini Arapça ve Farsça sözcüklerden, tamlamalardan kurtarmak, sa-rerek halkın anlayabileceği bir açıklığa kavuşturmak istediler ve bu alanda
3. Düşünceyi ön plana alan; süsten, söz hünerlerinden olanakların sağladığı. kadar arınmış, kısa tümceli bir düzyazı getirdiler.
4. Nazımda da, düzyazıda olduğu gibi, duygu ve düşüncenin anlatımına önem | verdiler; Divan şiirinin kalıplaşmış söyleyişlerini, mazmunlarını atarak, daha ya. lın görünüşlü yeni bir şiir anlayışı getirdüer.
5. Gazel ve kaside gibi Divan’dan gelen nazım biçimlerini bırakmamakla be I ! raber, batı edebiyatından esinlenerek yeni nazım biçimleri de getirdiler; beyit j [birimi yanında konu ve tema bütünlüğü taşıyan manzumeler yazdılar.
6. Tiyatro, roman, öykü, makale, eleştiri gibi yeni türlerde ürünler verdiler |
1 «hece» ile ve ulusal nazım biçimleriyle de manzumeler yazdılar.
8. îslâmcılık ülküsü yanında ulusçuluk (milliyetçilik) düşüncesine de yeri yerdiler. Vefik Paşa. Şemsedriin .Sami. Süleyman Paşa gibi yazarlar, müslümanj ık öncesi Türk dünyasını, Türk uygarlığını, Türk”efsanelerini tanıtarak Türklii Mİincini uyandırmağa çalıştılar.
Tanzimat edebiyatını» yetiştirdiği başlıca sanatçılar: yŞlnasi (1826 – 1871), «Tamik Kemal (1840 – 1888), «iy a Paşa (1825 – 188P), . met Vefik Paşa (1823 – 1891)^ Direktör Âli Bey (1844 – 1889), AMGHıakJfomlt Tafl han (1852 – 1937), Sami Pagazider^ezai (1860 – 1936) vb.
1860’ta başlayan Tanzimat edebiyatı, 1895 yılma, Servet-i Fünun akımının foajj ladığı tarihe değin sürer.
Yaşam süreciniıi değişik yönlerini sahnede, canlı olarak, hareket halinde gös-ffie amacıyle yazılmış olan yanıtlara ve bunların oynadığı yere «Tiyatro» denir. Tiyatronun çok eski bir geçmişi vardır. Doğuda, Hint, Çin ve Türk ülkelerin-îsa’dan çok önceki yüzyıllarda tiyatro ya da tiyatroya benzer oyunlar olduğu niyor. Bugünkü Batı tiyatrosunun kaynağı ise- eski Yunanistan’dır.
Tiyatro denen dramatik tür, şarap ve bağ tanrısı Dionysos, öteki adiyle Ba-onuruna yapılan şenliklerden, din törenlerinden doğmuştur. Her yıl, ilkbahar* güz mevsimlerinde, özellikle bağbozumunda, şarap eğlenceleri düzenlenir; lirik “er, din şarkıları (dithyrambos) söylenir; Dionysos tapmaklarında koro halin-söylenen bu İlâhilerle birlikte dans edilir ve kurban kesilirdi. Bu törenlerden, anla, tiyatronun iki temel kolu olan «trajedi» ile «komedi» ve bunların arka-ın, bu iki türün karışımıyle meydana gelen «satirik dram» doğmuştur. îlkin , aktörle korodan meydana gelen tiyatro, giderek, aktör sayısını artırmış, bu Ja dünya tiyatro edebiyatının ilk büyük sanatçıları sayılan Aiskhylos (Eskhi-(Î.Ö. 525 – 456), Sofokles (t.Ö. 495? – 406), Euripides (Î.Ö. 480 – 406) gibi traje-ıtofanes (Î.Ö. 445? – 386?), Menandros (Î.Ö. 342 – 392) gibi ünlü komedi ya-yetişmiştir.
‘ ajedi:
‘’rku, acıma’, ölüm, kin, ve öç alma, sevgi, hayranlık gibi temaları işleyen ‘i, birtakım kurallara bağlı kalınarak yazılır ve kendine özgü nitelikler taşır: Konusu tarihten, mitoslardan alınır. Kişileri, tanrılar ve kral, kraliçe, prenses gibi toplumun seçkin kişileri olur.
■ Günlük yaşam olaylarına, çirkin sahnelere, kaba görünüşlere; öldürme, la gibi kanlı olaylara yer verilmez. Bu gibi olaylar, sahne dışında geçer; ‘ân oyunun kişilerden biri tarafından anlatılır, haber verilir.
■ Üç birlik kuralına uyulur: Konuda, yerde, zamanda birlik aranır.
U birliği: Oyunda bir tek olay ele alınır; olay, bu ana konu çevresinde İlir.
birliği: Olay, aynı yerde başlar ve biter; sahne değişmez.
»n birliği: Olay, yirmi dört saati aşmayan bir zaman süreci içinde geç-‘alıdır.
Manzum olarak yazılır.
Beş perde olur. (Eski Yunan tiyatrosunda perde olmadığı için korola-;i ve dansları perde aralarını gösterirdi.)
Seçkin sözcüklü bir dille; işlenmiş güzel, yüce bir üslûpla yazılır; gelişi uşmalara, kaba sözlere yer verilmez, şairi Tespis (î. Ö. VI. yy.), trajedinin kurucusu sayılır. Tespis, hem aktörmüş. Koro ile birlikte ilk kez sahneye çıkarak «diyaIog»u, dolayı aktör ve korodan oluşan ilk biçimiyle «trajedi»yi kurmuş olur.
yaşayışının, toplumun gülünç yanlarını konu olarak alan komedi ılr, W, Dionysos adına yapılan şenliklerden doğmuştur, k komediler de, trajedlier gibi, belirli kurallara bağlı olarak yıızılır
‘fctorl:
Konusu günlük yaşayıştan alınır. Kişilerde seçme yoktur; hor sınıf halt»,
girebilir.
2 — Güldürme amacıyle yazıldığı için yaşamm çeşitli görünüşlerine, kaba| söz ye davranışlara yer verilir.
3 — Üç birlik kuralına uyulur.
4 — Manzum olarak yazılır.
5 — Beş perde olur;
Klasik edebiyatın dışında kalan komedüer, düzyazıyle de yaztfır; zaman vjj yer birliğine uyma zorunluğu yoktur; perde sayısı sınırlanmaz. Fransız klasik ti<j yatrosunda beş perdeden az ve düzyazıyle yazılmış komediler de vardır.
Komediler, konularının nitelikleri yönünden çeşitlere aynlır. Başlıcalan şua lardır:
1 — Karakter komedisi: Kişilerin huylan, karakterleri üzerinde duran; onlaj rm gülünç yanlarını açığa vuran komedilerdir.
2 — Töre komedisi: Bir çağın, bir toplumun görenek ve geleneklerini, ahlâj kını; bunlann gülünç yanlannı ele alır.
3 — Entrika komedisi: Olayların karışıklığı, şaşırtıcılığı üzerinde duran, mj| rak ve coşku uyandıran komedilerdir.
4 — Vodvil: tikin şarkılı, müzikli oyunlara bu ad verilmiştir. Sonralan bd entrikalı, alaylı, çok hareketli; yanlış anlamalar ve kaba saba davranışlarla sürü| giden hafif komedilere denmiştir.
Dram:
Komik ve trajik olayların birleşiminden oluşan bir tiyatro türüdür. Burad yaşam, güzellik ve çirkinlikleri, acıklı ve gülünç yanlanyle bir bütün olarak e|j alınır.
Eski Yunan tiyatrosunda «satirik dram» vardı. Tiyatro yarışmalanna katilli sanatçılar, trajedilerin yanı sıra, dram da yazarak sahneye korlardı. O çağd^ zamanınuza sadece Euripides’in «Kyklop» adlı satirik dramı kalmıştır.
Tiyatro yönünden çok sönük olan ortaçağda, daha çok dinsel konular ele alı| mış, litürjik dramlar yazılıp sahneye konmuştur.
Avrupa’da dram, Rönesans’tan sonra, Ingiltere’de Elizabeth I. çağında (XV yy.), Shakespeare (Şekspir)’le; XVIII. yy.’da Almanya’da; daha sonra Fransa'< ve diğer Batı ülkelerinde doğup gelişmeğe başlar. Victor Hugo (Viktor Hü| 1802 – 1885 )nun Cromwell (Kromvel) adlı oyununun önsözüyle, romantik dra nitelikleri ortaya konur (1827). Buna göre dram, yaşamm aynıdır; iyi, kötü, ve gülünç, güzel ve çrikin, ince ve kaba olaylar yaşamda iç içe, karşı karşıyadlj bunlar tiyatroya, bir bütün olarak girer; biri, ötekinden ayrılmaz. Dramm başltl özellikleri:
1 — Konuda hiç bir sınırlama yoktur. Olaylar, günlük yaşayıştan ya da rihten alınır.
2 — Oyunun kişileri, toplumun her tabakasından olabilir.
3 —■ Zaman ve yer birliği kaldınlmıştır.
4 — Nazımla da düzyazı ile de yazılabilir.
5 — Gerçekliğe uygunluk arandığı için, yaşayışımızın bütün görünüşleri, dürme ve yaralama gibi olaylar, sahnede gösterilebilir.
Türk Edebiyatmda İlk Tiyatro Yapıtları:
Türkiye’de ilk tiyatro yapıtı verilmeden önce, sözlü ■ olarak ortaoyunu, Ki göz ve bunların yanı sıra meddahlık vardı ve bunlar, yazılı bir metne dayanıl dan, tulûat şeklinde sürüp giden türlerdi. Türk yaşayışının çeşitli yönleri, btı türün konusu olarak yüzyıllarca işlendi. Batılı anlamda tiyatronun oluşmiinıy bu ulusal oyunlarımız da, gittikçe eski gücünü yitirdi.
Tanrlmatton sonra (1839), İstanbul’a gelen yabancı tiyatro kumpanyaları,
İri oyunlar oynamakla işe başlarlar. Daha sonra, başta Namık Kemal olmak fere, Türk tiyatro yazarlarının oyunları sahneye konur.
|; ilk tiyatro yapıtımız, Şinasi’nin bir perdelik «Şair Evlenmesi» komedisidir. J’rîa yazılmış, 1860’da «Tercüman-ı Ahval» gazetesinde tefrika edilmiştir.
Son zamanlarda, «Şair Evlenmesi»nden çok önce yazıldıkları anlaşılan iki tıumuz ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri, Abdülhak Hâmit Tarhan’m babası illah Efendi’nin yazdığı «Hikâye-i İbrahim Paşa» adındaki tiyatro deneme-Bu yapıt, ancak cumhuriyet döneminde ele geçmiş ve Türklük dergisinde ’imlanmıştır (1939). ikinci yapıt son yıllarda bulunmuş olan «Pabuççu Ahmet’in İp Serüvenleri» (Havadisi Garibe-i Kefşger Ahmet) adlı oyundur.
Şinasi’den sonra Namık Kemal, «Vatan -yahut- Silistre» (1873), «Zavallı Ço-C» (1873), «Akif Bey» (1874), «Gülnihal» (1875); Âli Bey, «Kokona Yatıyor» (1870), isafiri istiskal» (1872), «Ayyar Hamza» (Moliere’den uyarlama, 1871); Ahmet at Efendi, «Açık Baş» «Eyvah» (1872); (Recaizade Mahmut Ekrem, «Afife An-(1870), «Vuslat -yahut- Süreksiz Sevinç» (1874); Abdülhak Hâmit Tarhan, icera-yi Aşk» (1873), «Sabr ü Sebat» (1873). «içli Kız» (1874); «Tarık» (1879), İşer» (1880); Şemseddin Sami, «Seyyid Yahya» (1875), «Besa -yahut- Ahde Ve-(1875), «Gâve» (1876), gibi ürünlerle; Ahmet Vefik Paşa, Moliere (Molyer)’den Ihtığı çeviri ve uyarlamalanyle Türk tiyatrosunun ilk dönemindeki gelişmesine şmışlardır.
NAMIK KEMAL
«VATAN -yahut- SİLİSTRE»den:
(Oyunun konusu:
Oyun, dört perdedir. îlki Manastır’da, öteki perdeler Silistre’d geçer. Olay, genç, duygulu, okumuş bir kız olan Zekiye ile İslâm B arasında geçen bir aşk sahnesiyle başlar. Zekiye, süt ninesiyle otu maktadır. Küçükken, babası kaybolmuş; sonra annesi ve erkek k-desi de ölünce kimsesiz kalmıştır.
Osmanlı Devleti, Tuna boylarında savaşta. îslâm Bey, gönüllü b subay; kendisi gibi gönüllü askerlerle savaşa katılacaktır. Zekiye’n’ evine yakın bir meydanda gönüllülere seslenir: «Vatanımız için öl ğe hazır mısınız? Biz ölmeyince düşman Tuna’dan geçemeyecek, çenler, bizi ya ölmüş, yahut yaralı bulacak… Beni seven bir vakit dundan ayrılmaz.» der.
İslâm Bey’in ardındaki gönüllüler içinde Zekiye de var. Er el sesi giymiş, kendini gizlemiş, «Âdem» adını almıştır.
Silistre, düşman tarafından sarılmış. Kale komutanı vurulup öl’ ce, yerini Miralay Sıtkı Bey alır. Çetin bir savaş başlamıştır. İsi Bey yaralanır. Zekiye, kendini tanıtmadan, ona hastabakıcılık cd Miralay Sıtkı Bey’in bir gizlilik yanı var: Asıl adı Ahmet’tir. Ş diki rütbesine, orduya ikinci gelişinde yükselmiştir. Yüzbaşı rüt sinde genç bir subayken, çok sevdiği Ali Bey adındaki asker ark şmı kurşuna dizmekle görevlendirilir. Ali Bey’in suçu, aile namus saldırıya yeltenen kötü ahlâklı bir asker arkadaşını öldürmek. Ah Bey, bu görevi yapamaz; bu yüzden rütbeleri sökülerek ordudan lir. Durumundan büyük üzüntü duyan yüzbaşı, evine de gidemez, süre saklanır. Çok sevdiği orduya yeniden, Sıtkı adiyle ve er ol girer. Mertliği, kahramanlığı onu yeniden yüceltir; bugünkü rüt ne ulaştınr. Çoluk çocuğunu arar, tek kızı kaldığını öğrenirse dc bulamaz.
Silistre, güç kurallar altında savaşmaktadır. Yardım kesilmiş, ra tükenmiş, yiyecek kalmamıştır. Düşman cephaneliğini ateşle onlann savaş gücünü kırmak gerek. Bu işe İslâm Bey, Abdullnh vuç gönüllü çıkar. Onlara Âdem de katılır. Cephanelik havaya UQ’ muştur. Düşman çekilmektedir. Üç kahraman, görevlerini yapmış rak kaleye dönerler. İslâm Bey ve Abdullah Çavuş yaralıdır. KüIp tulur. Âdem’in kim olduğu çözülür. O, Sıtkı Bey’in yıllarca arııd zı; İslâm Bey’in de sevgilisidir. Baba, kız birbirlerine sarılırlar. Bey’le düğünleri yapılacaktır. Uzaktan zafer marşları duyulur.)
İKİNCİ FASIL Üçüncü Meclis Evvelkiler -İslâm Bey
ISLÂM BEY — (Göğsünde birkaç yara olduğu halde koşarak) Bey!
1
ZEKÎYE — Ah!
ÎSLÂM BEY — Sudan geçtiler.
ZEKÎYE — Kanlı nişanları göğsünde duruyor.
ÎSLÂM BEY —On bin kadar vardılar. Üç yüz kişi ile karşıladık. Üç uğraştık. Üç saatta… Ah, üç saatta… Arkadaşların hepsi toprak , hepsi ahirete. gitti. Lâkin en ednası iki düşman olsun beraber gö-Ü. Cenazeleri yerde yatıyor. Hâlâ düşman uyur arslan görmüş kar-’bi birine yaklaşamıyor da yanlarından dolaşıyor. Bey! Üç yüz kişi On bin süngüye karşı durduk. Gülle arasında sektik. Başımıza do-<A kurşun yağdı. Akıbet süngü sünye geldik. Osmanh ne demek ol-u gösterdik. Hepimiz öldük… Ah! Hepsi öldü. Yedi kişi kaldık…
kalmayaydık. Allah da bilir ki, ben onlara kavuşmak istedim… da bilir ki ben herkesin önünde idim… Cephanem tükendi… Kılı-nldı. Kollarımdan tuttular. Kollarımı bir türlü kurtaramadım. lj^rla kaleye çektiler. Ne yapayım? Ben ölümü kovaladım, tutama-:ni kovalayanlar tuttular. Esir oldum. Bari vatandaşlarıma esir ydraı! Ah! Vatan, senin hayatın muhatarada, ben hâlâ sağ duru-
kiye bu sözler arasında yavaş yavaş İslâm Bey’e yaklaşır. îslâm yılır, Zekiye’nin kucağına düşer. Herkes etrafında toplanır).
Ki BEY — Abdullah buraya gel. Şimdi beyi alırsın. Doğru be-lîtıa götürürsün. Her hizmetine bakarsın. Cerrah çağırırsın. He-İrirsin. Ben gelinceye kadar bir dakika yanından ayrılmazsın, mı?
ULLAH — İyi’ amma ya düşman kavgaya başlarsa ben bulun-mıyım?
I BEY — Bulunmadığın vakit kıyamet öıi kopar?
*LLAH — Evet! Öyle ya… Kıyamet mi kopar? Kıyamet kop-*! Her ne ise… (Kendini toplayarak) Ben de kaleyi kurtarma-“ğima böyle kaleler değer bir yiğidi kurtarmaya çalışırsam kı-kopar?
DÖRDÜNCÜ FASIL Dördüncü Meclis Sıtkı Bey – Abdullah Çavuş
EY — Abdullah!
SITKI BEY — Çocuk nerede?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Çocuk mu? Nerede olacak? İslâm Bey’in yanında.
SITKI BEY — Ey İslâm nerede?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Dışarıda…
SITKI BEY — Sağ mı?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Ben bıraktığım zaman sağdı. İkisi de sağdı. Ama şimdi bilmem.
SITKI BEY — Söyle bakayım, ne yaptınız? Ne oldu?
ABDULLAH ÇAVUŞ — İslâm Bey midir, nedir? O adam değil Allah’ın gazabı. Çocuk âdeta gölge. O, bir yere gitti mi? bu, yanma yapışıyor. Az kaldı hem kendilerini telef edeceklerdi, hem beni. İşe göndermeye amma adam aramışsınız! Lâkin ben ikisinden de hoşnudum. Allah da hoşnut olsun. Arslan1 şeyler… Yiğit delikanlılar…
SITKI BEY — Ey ne yaptmız? Onu söyle! Ne yaptınız?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Buradan çıktık. Üç gece bir köyde yattık, Bir türlü ordunun yanma yanaşamadık. Sonra bir gizli yol bulduk. Sürüne sürüne tâ şu tepenin altına gittik. Orada bir mağara var. Ben avcılık zamanından bilirim. O mağarada saklandık. Düşman başladı gece yarısı çadırlarını yakmaya. İslâm Bey bunu gördü mü? Haddin varsa zaptet. O der: «Ben elbette çıkacağım.» Gölge: «Ben de elbette çıkacağım.» Ben: «Etmeyin» dedim olmadı, «lâzım değil» dedim olmadı. «Düş-man gidiyor» dedim olmadı. «Ee haydi çıkalım, kıyamet mi kopar?» dedim, çıktık, sürüne sürüne, gizlene gizlene cephanenin etrafını karako içinde karakol sarmış. Düşündük, çalıştık bir türlü istediğimiz yere s kulamadık. Ben: «Haydi selâmetle şuradan çıkalım» derken İslâm Be cephaneye karşı bir tabanca atmasm mı? Meğer kapının önüne bir ba rut sandığı indirmişler. Kurşun da tâ vardı onu buldu…
SITKI BEY — (sözünü keserek) Sonra?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Sonra ne olacak? Bir gürültüdür koptu. TÜ feğe sarılan sanlana… Başladı üzerimize dolu gibi kurşun yağmaya.. İslâm Bey sanki ölüme âşıkmış gibi kurşunlan kucaklamaya çalışıyo du. Gölgesi zati yanından ayrılmaz. Sanki ölümü gözümle gördüm sem inanın! Bereket versin İslâm Bey üç yerinden yaralandı da —o m barek de hep ön tarafından yaralanır—bayıldı, yere yıkıldı. Ben omu larmdan tuttum, çocuk da ayaklarından sarıldı, mağaranın kenarında çalılığa girdik onu da beraber çektik… Kargaşalıkta . izimizi bulama lar!… Yavaş yavaş mağaramıza sokulduk. O arada iki kurşun da beni kısmetime düştü. Biri sağ küreğimin üstündeydi çıkardım, öteki de b dumda. Hem ön tarafta hâlâ duruyor.
SITKI BEY — Mağaradan nasıl kurtuldunuz?
ABDULLAH ÇAVUŞ — O taraftaki düşman askeri Tuna’yı gece gö mİjL Ban aabahlevln mattaradan basımı çıkardım, etrafıma baktım kİ
gizlene gizlene kaleye yaklaştık. Sabah açılır açılmaz baktık ki Arap tabyasından asker çıkıyor. îslâm Bey bunları gördü mü? Yine yıldırım gibi sıçradı. «Allah’la ahtim olsun ki bir cephane sandığı daha yakmadan kaleye girmeyim» diye bir kere bağırdı, düştü askerin önüne… öteki zaten gölge dedik a… Ben de yanlarını bırakmamak istedim. Ya îs-ilâm Bey cehennemin ağzına atılıyor… Düşmana çattık. Bir elinde ta-ibanca, bir elinde kılıç… «Ya Allah!» dedi bir cephane arabasına doğru pırladı. Bir kurşunla ne araba kaldı, ne beygir, ne yanında asker… Her şirinin her parçası göğün bir köşesine fırladı. Vallahi bey araba ile İrası benimle sizin aramız kadar ya vardı, ya yoktu.
SITKI BEY — Arslan delikanlı!
ABDULLAH ÇAVUŞ — Onu da, bizi de Allah sakladı. «Bey elverir, di gidelim, Miralay bey bizi bekler» dedim. Kavga barut, o ateş… laAdin varsa birini birinden ayır, baktım olmayacak… Düşmanın za-yüzü dönmüş. «Bir adam eksilmekle kıyamet mi kopar?» dedim, si-haber vermeye geldim.
SITKI BEY — Aferin, Allah hepinizden razı olsun. Va;tanm ekme-hepinize helâl olsun…
ABDULLAH ÇAVUŞ — (Tabyadan dışarı bakarak) Bak bak bey, Açıyorlar be! Daha yarım saat olmadı. Aceleniz ne?
SITKI BEY — Düşmanın gittiğine mi kızıyorsun?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Bak ben düşmanın da o kadar korkağını fmem. Sanki bir saat daha ateş karşısında dururlarsa kıyamet mi kort Bey! îslâm Bey geliyor. Allah Allah! Yine elinde kılıcı kırılmış. Ka-gelirken sanki mezara gider gibi geliyor. (îslâm Bey’e bağırarak) |raya gelsene! Miralay Bey bekliyor. Sanki kaleye girersen kıyamet mi >ar?
SITKI BEY — Çocuk yanında yok mu?
ABDULLAH ÇAVUŞ’— Gölge arkasından ayrılır mı hiç? Hele içeri sildi! Mübarek ateşin ağzına giderken de biraz böyle yavaş yürüse-Ne olur, kıyamet mi kopar?
SITKI BEY — Cenab-ı Hakk’a bin kere şükrolsun… Şunlarm bey-yere telefine sebep olsaydım, elbette ya çıldırırdım, ya kendimi öl-jeye mecbur olundum. Hele yine Allah’ın inayeti yetişti. ı aralık îslâm Bey gelir).
*■ (Vatan -yahut- Silistre, 1289 – 1873)
Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik Bey’e gönderdiği bir mektupta «Vatan -yahut- Siliste» için şunları söylüyor: «Silta-tre’nin mevzuu, müellifinin (yazarının) hayali değildir. Benim yaptığım şey, Rumeli’de, Mahmud-ı Sanl (İkinci Mah-lamuunda Şumnu Muhasarasında naklolunan bir hikâyeyi bir dereceye ka Vll* (genişletme) için gördüğüm bir mecburiyet üzerine, Kırım mutlurvbeıl vuku bulan Slliatre muhaaaraıına nakletmekten İbarettir ve makaad>ı
Yardımcı
Bilgiler:
gizlene gizlene kaleye yaklaştık. Sabah açılır açılmaz baktık ki Arap tabyasından asker çıkıyor. îslâm Bey bunları gördü mü? Yine yıldırım gibi sıçradı. «Allah’la ahtim olsun ki bir cephane sandığı daha yakmadan kaleye girmeyim» diye bir kere bağırdı, düştü askerin önüne… öteki zaten gölge dedik a… Ben de yanlarını bırakmamak istedim. Ya îs-ilâm Bey cehennemin ağzına atılıyor… Düşmana çattık. Bir elinde ta-ibanca, bir elinde kılıç… «Ya Allah!» dedi bir cephane arabasına doğru pırladı. Bir kurşunla ne araba kaldı, ne beygir, ne yanında asker… Her şirinin her parçası göğün bir köşesine fırladı. Vallahi bey araba ile İrası benimle sizin aramız kadar ya vardı, ya yoktu.
SITKI BEY — Arslan delikanlı!
ABDULLAH ÇAVUŞ — Onu da, bizi de Allah sakladı. «Bey elverir, di gidelim, Miralay bey bizi bekler» dedim. Kavga barut, o ateş… laAdin varsa birini birinden ayır, baktım olmayacak… Düşmanın za-yüzü dönmüş. «Bir adam eksilmekle kıyamet mi kopar?» dedim, si-haber vermeye geldim.
SITKI BEY — Aferin, Allah hepinizden razı olsun. Va;tanm ekme-hepinize helâl olsun…
ABDULLAH ÇAVUŞ — (Tabyadan dışarı bakarak) Bak bak bey, Açıyorlar be! Daha yarım saat olmadı. Aceleniz ne?
SITKI BEY — Düşmanın gittiğine mi kızıyorsun?
ABDULLAH ÇAVUŞ — Bak ben düşmanın da o kadar korkağını fmem. Sanki bir saat daha ateş karşısında dururlarsa kıyamet mi kort Bey! îslâm Bey geliyor. Allah Allah! Yine elinde kılıcı kırılmış. Ka-gelirken sanki mezara gider gibi geliyor. (îslâm Bey’e bağırarak) |raya gelsene! Miralay Bey bekliyor. Sanki kaleye girersen kıyamet mi >ar?
SITKI BEY — Çocuk yanında yok mu?
ABDULLAH ÇAVUŞ’— Gölge arkasından ayrılır mı hiç? Hele içeri sildi! Mübarek ateşin ağzına giderken de biraz böyle yavaş yürüse-Ne olur, kıyamet mi kopar?
SITKI BEY — Cenab-ı Hakk’a bin kere şükrolsun… Şunlarm bey-yere telefine sebep olsaydım, elbette ya çıldırırdım, ya kendimi öl-jeye mecbur olundum. Hele yine Allah’ın inayeti yetişti. ı aralık îslâm Bey gelir).
*■ (Vatan -yahut- Silistre, 1289 – 1873)
Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik Bey’e gönderdiği bir mektupta «Vatan -yahut- Siliste» için şunları söylüyor: «Silta-tre’nin mevzuu, müellifinin (yazarının) hayali değildir. Benim yaptığım şey, Rumeli’de, Mahmud-ı Sanl (İkinci Mah-lamuunda Şumnu Muhasarasında naklolunan bir hikâyeyi bir dereceye ka Vll* (genişletme) için gördüğüm bir mecburiyet üzerine, Kırım mutlurvbeıl vuku bulan Slliatre muhaaaraıına nakletmekten İbarettir ve makaad>ı
Yardımcı
Bilgiler:
Görüldüğü gibi oyım, ana çizgileriyle, tarihe, gerçeklere dayanmaktadır.
Dört perde üzerinde kurulmuş olan «Vatan -yahut- Silistre», Gelibolu’da yazılmış, İstanbul’da, Gedikpaşa’daki Güllü Agop’un «Osmanlı Tiyatrosu»nda 1 nisan 1873’te sahneye konmuştur.
Oyunun kahramanlarından birisine «Vatan ki bir zaman kılıcının sayesinde birkaç devlet yaşarken şimdi birkaç devletin yardımıyle kendini muhafaza ede biliyor… Tuna kenarının neresini karıştırırsanız içinde babanızın, ya kardeşlerinizin bir kemiği bulunur… Tuna’nm suyu bulandıkça üzerine çıkan topraklar, muhafazasıyçün ölen vücutların eczasmdandır» dedirten Namık Kemal, oyununda, bu topraklar için, yurt için canlarım adamış yiğitlerin göğüs kabartıcı bahadırlıklarını dile getirmiştir.
Vatan -yahut- Silistre’ııin oynandığı gece, İstanbul, büyük coşkunluklara, büyük olaylara sahne olmuş;, bu, daha sonraki geceler de sürmüştür. Oyun ve yazarı için halk, büyük gösteride bulunmuş, sahne çılgınca alkışlanmış; gösteri, tiyatronun dışına da taşmış; halk, «Yaşasın Kemal, yaşasın milletin Kemal’i» haykınş-lanyle Namık Kemal’in başyazarlığını yaptığı «İbret» gazetesi idarehanesine kadar yürümüştür. Sultan Abdülaziz hükümdardı ve yurt için, meşrutiyet için çalışan «Yeni OsmanlIlar Cemiyeti»nden; veliaht Şehzade Murat’a karşı duyulan ilgi ve sevgiden; bu akımın önünde yürüyen Namık Kemal’den küşkulamyordu. O geceler, «Allah muradımızı versin» gibi oldukça anlamlı sözlerin de araya karışması, Saray’ı harekete geçirdi. Amaç, oyun değil; onun yazan ve onun çevresinde güçlenen düşüncelerdi. Bir buyrukla «İbret» kapatıldı, Namık Kemal ve arkadaşları (Ebüzziya Tevfik, Ahmet Mithat, Nuri Bey gibi) tutuklandılar. Namık Kemal, Magosa’ya sürgün edildi (10 nisan 1873).
Vatan -yahut- Silistre, sahnelerimizde en çok gösterilen oyunlardan biridir. Çeşitli baskılan yapılmış olan yapıt, yazann sağlığında, Henri Hart adında bir Alman tarafından Almancaya çevrilmiştir.
1 — «Vatan -yahut- Silistre»den iki sahne okîldunuz. Buralardaki konuşma ve davranışlar, bir ana düşünceyi geliştiriyor. Bu düşünceyi söyleyiniz.
2 —’Birinci perdeden (fasıl) alman metinde İslâm Bey’ in; dördüncüde Abdullah Çavuş’un konuşmaları, İslâm Bey’in kişiliği, yurt sevgisi, görev anlayışı üzerine yeteri kadar bir bilgi vermiş oluyor mu? İslâm Bey’i kısaca anlatınız.
3 — Abdullah Çavuş, İslâm Bey’i anlatırken kendini de bize, az çok, tanıtmış oluyor mu? Sizce, nasıl bir askerdir Abdullah Çavuş?
4 — Kaleye götürülmek istenen İslâm Bey, bu durumu neden «esirlik» sayar ya da «mezara gider gibi» görür?
5 — Namık Kemal, dört seneye yakın bir süre Avrupa’da kaldı; Fransız edebiyatını inceledi, özellikle bu edebiyattaki romantik akımın etkisinde kaldı. Yapıtlarında bu etki duyulur. Burada okuduğunuz metinde romantizmden gelen bir hava var: Duygusal coşkunluk, doğal davranışlan aşma eğilimi.
Bunlara metinde örnekler arayınız.
6 — «Vatan -yahut- Silistre» oyununun, çağında yarattığı hava ve ulaştığı değerin nedeni sizce, ne olabilir?
7 — «Kavga barut; o, ateş» sözünü açıklayınız.
Metin üzerinde İnceleme:
DİL
1 — Namık Kemal, burada kitap dilinden çıkıp doğal bir
sahne diline ulaşabilmiş midir? Nc ölçüde? Dil, o çağ İçin yeteri kadar sade midir?
3 — «Düşman, uyur arslan görmüş kartal gibi birine yaklaşamıyor da yanla-ıdan dolaşıyor» sözlerindeki «yanlarından» tümleci «-de» halinde olsaydı, tümle nasıl bir anlam değişikliği olurdu?
-4 _ «Bir kurşunla ne araba kaldı, ne beygir, ne de yanında asker» tümcesini, üklemi bakımından inceleyiniz. Tümce olumlu mu, olumsuz mu? Neden?
5 — «Sürüne sürüne, gizlene gizlene cephanenin yanına bir hayli yaklaştık»
tümcesini sözdizimi bakımından inceleyiniz; tümcenin öğelerini gösteriniz. «Sürü-e sürüne, gizlene gizlene» ikizlemelerinin buradaki görevlerini söyleyiniz.
II
HÜRRİYET İ EFKÂR
insanın hürriyyeti, muhtar olduğundan; ihtiyarı ise sahib-i fıkr bu-nduğundan gelir.
Bu bedahet göz önüne alınınca tamamıyle teslim olunmak iktiza ’er îa her türlü havasş-ı beşeriyyeye olduğu gibi hürriyyete dahi esas, üvve-i müfekkiredir.
Bir adamm’ velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdi-tı tağyir etmek kabil midir?
Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanmca tasdik ettiği muteka-tı gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, ıî, siyasî, İlmî, zevkî her nevi efkâr zaten serbest, zaten tabiîdir, ğişirse kimsenin icbarıyle değil, tabiatın ilcasıyle değişir.
İbret-bîn olacak vakayi-i meşhuredendir ki şemsin istikrarı, küre-devri hakkında Kopernik’in meydana koyduğu kavl-i hakîmaneyi âiM riyaziyye ile ispat eden meşhur Galile, bu itikadından dolayı er hakikati muhalif-i din suretinde göstermekle maruf olan— ruh-güruhu tarafmdan ilhad ile itham olunur. Eğer tâib ve müstağfir ‘azsa taun-ı İnsanî denilmeğe şayan olan mahut engizisyonun pençe-düşeceği kendine ihtar olunur. Akrabası, ahbabı, şakirdam, aşina-musallat olurlar. Tehdit ve ilhah kuvvetlerinin şevkiyle kiliseye gi-, Birtakım teşrifat-ı uzma arasında kavlinin hata olduğunu itiraf istedikleri gibi «taib ve müstağfir» olur. Fakat kiliseden çıkarken efkârında olan cihet-i tabiîyye galeyana başlar, bir türlü kendini laz, ayağım birkaç kere yere vurur da «Mamafih yine dönen küreden Pek kanlı, pek hatarlı, pek müteaddit tecrübelerle sâbit olmuş-ki fikre galebe yine mücerret fikrin şanmdandır. Maddiyyat, taaddiy-efkâr üzerine taslit olununca baruta dokunan ateş veyahut buhurıı den ziyade icra olunan tazyik hükmünü vermek mukarrerdir.
(Hadika, No. .1. 1H72)
Marduneı
■lilcr:
Okuduğunuz makale, Tanzimat yazar ve gnzetecllm’lruleıı Ebüzziya Tevfik (1849 – 1913)’ln çıkardığı ve Nuınık K» mal’ln de yazarlar karduaunda hıılıınduAıı 1 indik a adlı gündelik gazetede yayımlanmıştır. Makalenin
3 — «Düşman, uyur arslan görmüş kartal gibi birine yaklaşamıyor da yanla-ıdan dolaşıyor» sözlerindeki «yanlarından» tümleci «-de» halinde olsaydı, tümle nasıl bir anlam değişikliği olurdu?
-4 _ «Bir kurşunla ne araba kaldı, ne beygir, ne de yanında asker» tümcesini, üklemi bakımından inceleyiniz. Tümce olumlu mu, olumsuz mu? Neden?
5 — «Sürüne sürüne, gizlene gizlene cephanenin yanına bir hayli yaklaştık»
tümcesini sözdizimi bakımından inceleyiniz; tümcenin öğelerini gösteriniz. «Sürü-e sürüne, gizlene gizlene» ikizlemelerinin buradaki görevlerini söyleyiniz.
II
HÜRRİYET İ EFKÂR
insanın hürriyyeti, muhtar olduğundan; ihtiyarı ise sahib-i fıkr bu-nduğundan gelir.
Bu bedahet göz önüne alınınca tamamıyle teslim olunmak iktiza ’er îa her türlü havasş-ı beşeriyyeye olduğu gibi hürriyyete dahi esas, üvve-i müfekkiredir.
Bir adamm’ velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdi-tı tağyir etmek kabil midir?
Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanmca tasdik ettiği muteka-tı gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, ıî, siyasî, İlmî, zevkî her nevi efkâr zaten serbest, zaten tabiîdir, ğişirse kimsenin icbarıyle değil, tabiatın ilcasıyle değişir.
İbret-bîn olacak vakayi-i meşhuredendir ki şemsin istikrarı, küre-devri hakkında Kopernik’in meydana koyduğu kavl-i hakîmaneyi âiM riyaziyye ile ispat eden meşhur Galile, bu itikadından dolayı er hakikati muhalif-i din suretinde göstermekle maruf olan— ruh-güruhu tarafmdan ilhad ile itham olunur. Eğer tâib ve müstağfir ‘azsa taun-ı İnsanî denilmeğe şayan olan mahut engizisyonun pençe-düşeceği kendine ihtar olunur. Akrabası, ahbabı, şakirdam, aşina-musallat olurlar. Tehdit ve ilhah kuvvetlerinin şevkiyle kiliseye gi-, Birtakım teşrifat-ı uzma arasında kavlinin hata olduğunu itiraf istedikleri gibi «taib ve müstağfir» olur. Fakat kiliseden çıkarken efkârında olan cihet-i tabiîyye galeyana başlar, bir türlü kendini laz, ayağım birkaç kere yere vurur da «Mamafih yine dönen küreden Pek kanlı, pek hatarlı, pek müteaddit tecrübelerle sâbit olmuş-ki fikre galebe yine mücerret fikrin şanmdandır. Maddiyyat, taaddiy-efkâr üzerine taslit olununca baruta dokunan ateş veyahut buhurıı den ziyade icra olunan tazyik hükmünü vermek mukarrerdir.
(Hadika, No. .1. 1H72)
Marduneı
■lilcr:
Okuduğunuz makale, Tanzimat yazar ve gnzetecllm’lruleıı Ebüzziya Tevfik (1849 – 1913)’ln çıkardığı ve Nuınık K» mal’ln de yazarlar karduaunda hıılıınduAıı 1 indik a adlı gündelik gazetede yayımlanmıştır. Makalenin
III
GAZEL
Korkmam hâk olmadan ömrün necâtın rağmma Unsurumdan ihtirâz etmem memâtm rağmına
Bastığın hâk-î siyehten tutma alçak nefsini Sâbit ol azminde dehr-i bî-sebâtın rağmma
Hâke yüz sürmekle kaimse yer üstünde hayat îhtiyâr et altını hâkin hayâtın rağmma
Şerr idi gördüm de aynldım zehâb-ı kâinat Münferit kaldım bu yolda kâinâtm rağmma
Etmedim ikbâl-i dilcû-yî zamâna iltifat Tâliimden gördüğüm bin iltifâtm rağmma
tn’itâfıyle bak ne âl olmuş Serv-i sîmîn safâlı gerdenine.
Bu lâtefetle ol nihâl-i revan Giriyor göz yumunca rü’yâma. Benziyor aynı kendi hulyâma.
Bu tasavvur dokundu sevdâma.
Âh böyle gezer mi hiç cânan?
Gül değil arkasında kanlı kefen’. Sen misin sen misin garip vatan?
Bu güzellikte, hiç bu çağında Yakışır mıydı boynuna o kefen? Cisminin her mesâmı yare iken Tuttun evlâdını kucağında.
Sen gidersen bizi kalır sanma. Şühedan oldu mevt ile handan, Sağ kalanlar olur mu hiç giryan?
Manzumesinden:
Tende yaştan ziyâdedir al kan. Söyleyen söylesin sen aldanma. Sen gidersen bütün helak oluruz, Koynujıa can1 atar da hâk oluruz.
Git” vatan Kâbe’de siyâha bürün! Bir kolun Ravza-î Nebî’ye uzat! ‘Birini Kerbelâ’da Meşhed’e at! Kâinâta o hey’etmle görün!
O temâşaya Hak da âşık olur. Göze bir âlem eyliyor izhar Ki cihandan büyük letâfeti var.
O letâfet olunsa ger inkâr, Mezhebimce demek muvafık olur: Aç vatan göğsünü îlâh’ma aç! Şühedânı çıkar ıda ortaya saç!
«
(Bugünün diliyle:
Gazel:
Ömür sürmeği, esenlik içinde yaşamayı, [gerektiğinde], bir yana itip, toprı olmaktan [ölümden] korkmam, unsurumdan [bağlı bulunduğum temel öğeler ) lunda olmaktan], ölüm pahasına da olsa, çekinmem.
Bastığın kara topraktan ,nefsini alçak tutma, şu dünyanın her an değişe bir kararda durmayan, dönek tutumuna karşın, azminde ayal*, dire.
Eğer şu yer üstünde yaşamı sürdürme, toprağa yüz sürmeğe bağlı kaldıyj toprağın altını böyle bir yaşayışa üstün tut.
Dünyanın gidişindeki kötülüğü gördüm de ayrıldım; dünyaya, her şeye ki şm, tuttuğum bu yolda tek başıma kaldım.
Talihimden gördüğüm bin iltifata karşın, zamanın gönül çekici ikbaline (ba açıklığına, yüksek mevkilerine) hiç iltifat etmedim).
(Vaveylâ :
1. Ağzının rengi tenine [vücuduna] yansımış, yeni açmış güle örnek olnu Bir yana yönelmesiyle, servi simin gibi güzel olan gerdanına bak, ne al olnıı Bu güzellikle, o yürüyen fidan, göz yumunca rüyama giriyor, benim kendi di lerimdekine [hayalimde düşündüğüme] benziyor.
[Serv-i simûı, gümüş selvi, ay ışığının suda yansımasından meydaı gelen parıltıdır. Şair, vatan dediği sevgilinin yüzünü «ay»a, ay ışığın suda yansıyan parıltısını sevgilisinin gerdanına benzetiyor.]
2. Bu güzellikte, bu çağında boynuna o kefen hiç yakışır mıydı? Vücudum her yeri [gözenekleri] yara iken evlâdını kucağında tuttun. Sen gidersen bizi k hr sanma. Şehilerin, ölümü gjiler yüzle karşıladı (vatan için ölmeyi mullıılı bildi), sağ kalanlar göz yaşı döker mi hiç? Vücutta yaşan çok. al kan var. Srtyl yen söylesin sen aldanma. Sen gidersen biz de uğrunda yok olur, kendimizi IVı ederiz; koynuna can atar da toprak oluruz.
3. GU vatarij Kâbe’de siyaha bürllnl Bir kulunu Rıma-l Nebl’yo [Pcygunıb
] görün! O görünüşe Tann da âşık olur. [Bu görkemli görünüş] öyle bir âlem îr ki evrenden büyük bir güzelliği vardır. O güzellik eğer inkâr edilirse, ‘ima göre, şöyle demek uygun düşer: Aç vatan göğsünü, Tann’na aç! Şe-ini çıkar da ortaya saç.
[Kâbe: Mekke’de, müslümanlar için kutsal sayılan yapı. Müslü-manlar, namaz kılarken buraya yönelirler. Hac zamanı, hacı adayları bu yapı çevresinde toplanırlar.
Meşhed: Hazret-i Peygamber’in torunu, Hazret-i Ali’nin oğlu Haz-ret-i Hüseyin ve arkadaşlarının şehit edildikleri yer.])
Bir Tanzimat şairi olan ı Namık Kemal, ilkin, Divan edebiyatı yolunda manzumeler yazar, bir divan meydapa getirir. Edebiyata böyle başlar. Konu, nazım biçimi, sanat anlayışı, kullandığı mazmunlar bakımından bu manzumeler, edebiyatı geleneğini sürdürür. Batı uygarlığı etkisini taşıyan ve yeni bir görüşü getiren manzumelerini daha sonra yazdı. Bunların bir bölümü gazel, murabba gibi yine eski nazım biçimlerindedir; fakat yeni, sosyal bir dü-getirir. «Vaveylâ», «Hilâl-i Osmanî» gibi manzumelerinde Batı nazım biçimde dener.
ada eski ve yeni biçimlerde yazılmış manzumelerinden birer örnek gör-, Okuduğunuz «gazel»in bütünü (7) beyittir.
‘aveylâ», nazım biçimi bakımından Abdülhak Hâmit Tarhan’m «Sahra» adın-storal manzumelerine benzer. Abdülhak Hâmit Tarhan’a yazdığı bir mek-Namık Kemal «Sahra’ya nazire yapmak veya gerçek deyimiyle onu izle-;İstediğini söyleyerek bu etkiyi belirtir. «Sahra», (12) şer dizelik bentlerden yeni bir nazım biçimiyle yazılmıştı.
_veylâ», 1877 savaşının acılarım duyurur. Midilli’de yazılmıştır. Bütünü (4) r. Buraya ilk üçü alınmıştır.
Yardımcı
Bilgiler:
.. 1 — Şair, yurt hizmetinde ölümden korkmadığım; alçak-
Uzermde ça yaşamaktansa ölmeyi üstün gördüğünü; çağının gidişi-
i İnceleme: ni beğenmediği için o çevreden, mesleğinden ayrıldığını,
tek başına bile olsa yurt hizmetinde çalışmayı sürdüre-zamamn, kendisine açtığı mutluluk olanaklarından yararlanmayı düşün-îi anlatıyor. Gazelde, bu düşüncelerle ilgili söyleyişleri bulup gösteriniz.
– «Hâk-i siyehten nefsini alçak tutmamak, dehr-i bî sebât, hâke yüz sür-hâkin altmı ihtiyar etmek, ikbâl-i dilcû-yi zamana iltifat etmemek» sözlerin-
anladınız?
– Bu gazeli nazım biçimi, dil, sanat anlayışı, içerdiği düşünceler bakımın-adan önce okuduğunuz Divan gazellerinden biriyle karşılaştırınız, yeniliği-
•CSkiye bağlı yanlarmı gösteriniz. *
«Vaveylâ»da 1877 – 1878 (93 Harbi) savaşının acılarım duyuran dizeleri gösteriniz.
Bu manzumede vatan, genç ve güzel bir kadın, bir sevgilidir. îlkin yeni gül, serv-i simîn, nihâl-i revan sözleriyle anlatılmış; sonradan gül değil, ar-kanlı kefen deniyor. Bu, nedendir? Şâirin bakışının birdenbire dcğişnıc-sıl yorumlarsınız?
— Kanlı kefen, yurdun hangi durumunu anlatır? îkinci bentte, şair, yurt için ne düşünüyor? Ne yapmak İstiyor? Niçin?
— Üçüncü bentte, yurdun, kollarını
Vaveylâ’nm, dize kümelenişine ve uyak düzenine bakarak şemasını ziniz ve bu nazım biçiminin yeniliğini; Divan ve Halk edebiyatının nazım biçin lerinden ayn bir görünüşte olduğunu belirtiniz.
NAMIK KEMAL (1840-1888)
Tekirdağı’nda doğmuştur. Babası Âsim Efendi’dir. Sekiz yaşında iken anna ölen Namık Kemal, dedesi Abdullatif Paşa’nın yanında büyüdü. Kısa bir süre yazıt Rüştiyesinde, Valide Mektebinde okudu. Kaymakamlıklarda bulunan ded siyle birçok yerleri gezip dolaştı. Kars’ta, Sofya’da bulundu. Özel dersler alaral çoğu kendi kendine çalışarak yetişti. Farsça, Arapça, daha sonra Fransızca rendi. Sofya’da evlendi. Dedesinin işine son verilmesi üzerine (1856), İstanbul] gelerek Tercüme Odasına memur olarak girdi. Bir ara gümrük memurluğu yap İyi bir Divan edebiyatı kültürü alan Namık Kemal, edebiyata, Divan şairleri lunda manzumeler yazarak başlamıştı. Bu şiirlerini bir divanda topladı. İlk pıtı budur. Şinasi ile tanışması, «Tasvir-i Efkâr» gazetesine yazılar yazmaya lamasıyle sanat yaşamının ikinci dönemi başlar. Şinasi’nin Avrupa’ya gitmesi rine (1865), «Tasvir-i Efkâr»m başına geçer. «Milletin siyasî haklarını savu istibdat sistemine son vererek meşrutiyet idaresine kurmak» amacıyle, arkad^ larıyle birlikte «Yeni Osmanlılar Cemiyeti»ni kurarlar. Yazılarını ye davranışlı m dikkatle izleyen Saray, bu topluluğu haber alır, onları dağıtmak ister. Nan Kemal, Erzurum vali muavinliğine atanır. Özgürlük, istibdat yönetimine son mek, seçimle ve ulusun isteklerine dayalı olarak kurulacak bir“’millet meclisli egemenliğinde bir hükümeti iş başına getirmek için çalışan Namık Kemal, gllj tiği savaşı, yurt dışında da sürdürmek amacıyle yurt dışına kaçar (1867), Franl ya gider, Paris’te kalır. Londra’ya geçer. Orada, Ziya Paşa ile birlikte, düşüne^ rini yaymak için «Hürriyet» gazetesini çıkarırlar (1868).
Yurda döndükten sonra (1870), Namık Kemal, basın tarihimizde ve kend nin siyasal yaşamında çok önemli bir yer tutan ve yurdumuzda bir «düşünce resi» yarattığı bilinen «İbret» gazetesini çıkarır (1872). Hükümeti eleştiren yazılarından dolayı, bir süre sonra gazete kapatılır. Namık Kemal, Gelibolu^ mutasarrıf olarak gönderilir. Sonradan çıkmasına izin verilen gazeteye, orad yazılar gönderir. «Vatan -yahut- Silistre» oyununa yapılan gösteriler yüziinfl Kıbrıs’ta Magosa’ya sürülerek hapsedilir (1873). Abdülaziz’in düşmesi, V. Muf m tahta çıkmasıyle affa uğrayarak İstanbul’a döner (1876). Devlet Şûrasına, nun-i Esasiyi (anayasa) hazırlamak için kurulan komisyona üye seçilir. Bir jurnalcılarm harekete geçmesiyle, tutuklanır; mahkemece suçsuz görülmesine şın Midilli’ye sürülür (1877). iki buçuk yıl kadar sonra kendisine oranın mi! sarnflığı verilir. Rodos’ta (1884), daha sonra Sakız’da görev alır (1887) ve bir j kadar sonra bu adada zatürreeden ölür. Mezarı Ijolayır’dadır.
Namık Kemal, istibdat yönetimine karşı demokratik bir düzeni; insan ha nnı, özgürlüğü savunan ve bu yola sanatını, canını koyan bir ülkü adamı, bllj) bir yurtseverdir. Yapıtlarında, yurt ve ulus sorunlarını ele alır. Tanzimat <1(1 minde, Batı uygarlığının, Batı kültürünün yurtta yerleşmesi için çalışmış; li( VI, toplumcu bir edebiyatın gelişmesinde büyük payı olmuştur.
lYapıtlan:
gSiyatrolan; Vatan -yahut- Silistre (1873), Zavallı Çocuk (1873), Akif Bey (1874)
il (1875), Celâleddin Harzemşah (1881), Kara Belâ (1910, ölümünden son’ »yımlanmıştır).
alan: İntibah (1876), Cezmi (1SSO. Yalnız birinci cildi yazılmıştır.)
I’arih türünde: Barika-i Zafer (1862), Devr-i İstilâ (1866), Kanije (1874), O* Tarihi (1908. Ölümünden sonra yayım.) vb.
ştiri türünde: Tahrib-i Harabat (1886, Ziya Paşa’nm «Harabat» adlı şiir pjisini eleştirir), Takip (1886. Aynı eserin II. cildi), İrfan Paşa’ya Mektup ), Renan Müdafaanamesi (1908) vb.
teki yapıtları: Rüya, Divan. (Divanı ve bütün şiirleri Sadettin Nuzhet Argun ıdan toplamp yayımlanmıştır: Namık Kemal’in Şiirleri). Bir bölüm maka-«Müntahabat-ı Tasvir-i Efkâr» (1886), «Mahalât-ı Siyasiyye ve Edebiyye» S) adlarıyle yayımlanmıştır