ŞEMSEDDÎN-İ TEBRİZÎ

ŞEMSEDDÎN-İ TEBRİZÎ (K.S.)Şemsi Tebrizî’nin ismi Muhammed bin Ali bin Melikdad’tır. Ebû Bekir Selebaf adındaki sepetçilik yapan bir zâttan tövbe, Baba Kemal’den telkin, zamanın en büyük velîsi Rükneddin Necâşî’den sohbet yolu ile tarikat alan bu büyük ve meşhur velînin doğum ve vefatı hakkında açık bir malûmat yoktur. Bununla beraber, Hicrî 642 – Milâdî 1244 yılında Konya’ya geldiği bilinmekte ve o zaman yaşının, altmış civarında olduğu zannedilmektedir.Bir gün Cenâb-ı Hakk’a niyaz ederken:- “Acaba Allahü Teâlâ’ya en yakın, has âşıklarından kendisi ile konuşa­bilecek kimse var mıdır?” diye ilticâda bulundu.Hâtiften bir ses:- “Ey Şemseddin! Mert biri ile konuşmak istersen, Rûm diyârına git”dedi.İşte Şemsi Tebrizî, bu emir üzerine Konya’ya gitti; Pirinççiler hanına inip, yerleşti. Bu yolculuğu yaya olarak yaptığı için, bir hayli yorgun düşmüştü. Bu handa bir miktar dinlendi. Bu arada, Mevlânâ’nın kalender edâh, pejmürde kılıklı kimselerden hoşlanmadığını, o gibileri sevmediğini işitti. Aynı kılık ve şekle bürünüp, kalender bir ifâde tarzı ile, bir katır üzerinde, etrafını seçkin insanların çevirdiği Mevlânâ’nın önüne geçti ve şöyle dedi:- Ey müslümanların efendisi! Bana söyler misin, Bâyezid-i Bistâmî midaha büyüktür, Hz. Peygamber mi?Mevlânâ, bu suâlin dehşetinden sarsıldı, atından düşecek gibi oldu. Balmumu gibi sarardı ve engin denizler gibi olan gözlerini, bu garib adama çevirerek cevap verdi:Bâyezid, ümmetten bir ferttir; Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Âlemlerin Efendisi! O’nun yanında, Bâyezid kim olabilir? Şems devam etti:Ya niçin, Hz. Peygamber (s.a.v.): “Subhane ma arefnake Hakk’a marifetike ya ma’ruf diyerek, her an Allah’tan mârifet isterken, Bâyezid: “Sübhane ma azama şani – Sultanların sultanı benim, en büyük şan benim” demiştir.Mevlânâ cevâben:- Çünkü Bâyezid, susuzluğunu ve sarhoşluğunu bir damla su ilegiderirken; Âlemler’in Fahri, Allah’ın şakkettiği göğsündeki sonsuz tahammülile, her an ayrı bir tecellîye mazhâr oluyordu. Hiç bir derecede kalmıyor daima,biraz daha yakınlık diliyordu. Bu eşsiz derecenin, temkîn makamına çıkmışbulunuyordu.HZ. MUHAMMED (S.A.S.)’IN VARİSLERİ347Bu cevaba tahammül edemeyen Şems, bir sayhâ atarak kendinden geçti ve toprağa yığıldı. Bu hâl üzerine katırından inen Mevlânâ, düşen o mübârek başı dizlerine koydu ve ayılmasını bekledi. Farka gelince, kendisini evinin bahçesindeki havuzun kenarına getirtti. Etrafına bakan Şemsi Tebrizî, bir sürü kitap görünce:Bunlar nedir? diye sordu. Mevlânâ:Ey sır nurları saçan güneş! Bunlara’ ‘Kîl-ü kâl – dedikodu” derler, dedi. Şemsi Tebrizî, bu söz üzerine kitapları alıp, teker teker suya attı. Mevlânâhz. biraz da şaşırmış olduğundan, hiç ses çıkarmadı. Fakat sıra, babasının el yazması ile olan kitabına ve Ferideddin-i Attâr hz.’nin yazmış olduğu “Mantık-ut Tayr” adlı kitaba gelince, durumu değişti ve gücendi. Birisi sevgili babasının eseri, diğeri hediye idi. Belh’den Konya’ya gelirken, kendilerine rastlayan Şeyh Ferideddin-i Attâr hz. tarafından verilmişti. Bu kitapların zây’ine üzülen Mevlânâ hz.:- Ne yaptın, Ya Şeyh? dedi.Şems de:- Meraklanma Yâ Mevlânâ! Bu kolay bir iştir, diyerek havuza eğildi veiçinde bulunan bütün kitapları çıkarıp tozlarını silkerek, Mevlânâ’ya takdimetti. Suya atılan bunca kitabın ıslanmamasına hayret eden ve bu hayretinisaklayamayan Celâleddin-i Rûmî:Ey kerâmet sahibi! Bu ne hâldir, bu ne hikmettir?, dedi. Şemsi Tebrizî şöyle dedi:Ey basîret gözümün ışığı! Buna, kudretin tecelli hâli ve zevki, derler.Bu iki bahr-i muhit, bu iki bahâdır pehlivan hâlvet olup tam üç ay, başbaşa oruç tutarak, namaz kılarak ve sohbet ederek vakit geçirdiler. İki yıl birbirlerinden ayrılmadılar. Bir anlık ayrılığa tahammülleri yoktu. Bu yüzden, Mevlânâ hz.’nin aşk ve muhabbet hâllerini inkâr edenler, Şems hakkında ileri geri konuşmaya başladılar.Bu kerîh sözler sebebiyle, Şems hz. Şâm-ı Şerife gitti. Fakat Mevlânâ hz., oğlu Veled’i, bir mektupla birlikte Şam’a gönderdi. Şems ile Veled tekrar yola koyulup, Konya’ya vâsıl oldular. Böylece Rûm ile Fars diyarlarının iki ummânı tekrar buluştu. Tenleri ayrı, canlan bir veya suları aynı olan iki deniz tekrar kavuşmuş; sohbet, muhabbet ve aşk tekrar başlamıştı.Bu sohbetlerin birinde Şems, “Ben kayıplara karışacağım, kimse beni bulamayacak” şeklinde bir söz söylemiş ise de; Mevlânâ bu söz üzerinde pek durmamış, durmak da işine gelmemişti. İşte günün birinde, Hicretin 645. yılında bir sohbet sonrası Şemsi Tebrizî hz., ortadan sır olup kayboldu. Mevlânâ348ŞEMSEDDIN-İ TEBRİZI (K.S.)hz. âşıkını bulmak için, Tebriz’e kadar gitti; fakat bulamadı. Madde dünyası­nda, iki insanın birbirine karşı bu derece muhabbet göstermesi mümkün olmamıştır.Mevlânâ hz. ” Ya Mevlânâ! Şemsi gördüm, geliyor” diyen bir yahudiye, üzerinde bulunan kıymetli kaftanını hediye etmiştir. Diğer yahudilerin bu işi çekemeyip: “Ya Mevlânâ! Yalan söylüyor; ne Şems’i gördü, ne de Şems geliyor” demeleri üzerine: “Evet, biliyorum. Bunu onun yalanına verdim; doğru olsa, canımı vermem gerekirdi!” mukabelesinde bulunmuştur.Şemsi Tebrizî hz., Konya’ya gelmeden önce, bir hakikat ehli, bir gönül eri, bağlanacağı bir mürşîd ararken, yolu Bağdat’a uğramıştı. Tanınmış suflier­den Şeyh Evhâdüddin Kirmânî’yi ziyaret etti, ne âlemde olduğunu sordu. Şeyh Evhadüddin”Güzellerde, Cemâl-i Mutlak’ı görüyorum” manâsını kastederek:- Ayı, leğendeki suda seyrediyorum, dedi.Bu cevap üzerine Şems:- Ense kökünde çıban yoksa, başını kaldır da göğe bak!.. O zaman ayıleğende değil, kendi zât’ında seyretmiş olursun. Bu iş varken, ne diye leğenlereabanıp, kendini aradığın şeyin aslından mahrum edersin, deyince, Evhâdüddin,Şems’in ellerine sarıldı ve müridi olmak istedi. Şems:- Bizim sohbetimize dayanamazsın, dedi.Evhâdüddin ısrar edince, bu kez Şems:Pekâlâ, bir şartla! Bağdat pazarında, halkın karşısında şarap içebilir misin?Estağfırullah, bunu yapamam.Peki, bundan vazgeçtim. Pazardan şarap alır, ben içerken benimle sohbet edebilir misin?Bunu da yapamam.O halde, uzaklaş erenlerin yanından. Benimle arkadaşlık edemezsin sen. Şunu da bil ki; ben mürîd değil, mürşîd arıyorum. Hem de rastgele mürşîd değil! Gerçekten, gerçekleri bilen olgun bir şeyh, bir yol gösterici!Şemsi Tebrizî hz.’nin hikmetli sözleri- Herkes kendinden, kendi şeyhinden bahseder; ona nisbet iddiâ ederekhakikat yolunda, kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize bizzat Allah Resulü,mânâ âleminde, hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan,yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil! Bu hırka, sohbet ve hakikathırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde! Ne dünüvar, ne bugünü, ne de yarını! Aşkın, zarnanla ve mekânla ne işi var?HZ. MUHAMMED (S.A.S.)’İN VÂRİSLERİ349Filozofcuk: “On akıl vardır. Bunlar kâinatı kaplamıştır” der. Sonra da hiç bir aklın, gerçeği bulamaması karşısında, sersem sersem başını kaşır; yine de ders almaz.Herşey insana fedâdır; insan ise kendisine, kendi hakikatine fedâ! Allah “İnsanoğlunu ululadığını söylediği halde, gökleri ve arşı ululadığını” buyur-madı. Arşa varsan da, onun üstüne çıksan da fayda yok. Kezâ, yedi kat yerin dibine geçsen de faydasız. Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak gerek! Bütün Peygamberlerin gâyesi, gönüldür. Ve “İnsan kendini bilince, her şeyi bildi” demektir.Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi Hak erenlerine, semâda daha çok vâki olur. Semâ edenler, kendi varlık âlemlerinden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır, Hakk’ın likâsına ulaştırır.Semânın halka haram olması, onların nefis hevâsı ile meşgul olmala­rındandır. Onlar, semâ ettikleri zaman, nefisleri kabarır. Hak ve hakikatten gâfıl olarak hareket ettikleri için, semâ kendilerine haram olur. Halbuki Hakk’ı isteyen ve O’na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman, aşkları ve mânevî hâlleri çoğalır.- Arif kişi odur ki; dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğunadoymaz. Rızâ sofrasında, yakîn ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemekyoktur.Mânevî ilim üç şeyle elde edilir: Zikreden dil, şükreden gönül, sabreden ten. İlimsiz bir vücut, susuz bir şehre benzer; nihayet kuru bir kalıptır. Vücûdu perhizle, ahlâkla, cehd ve gayretle sulamalı ve bezemelidir.Zâhidlere mahsus olan, mal cömertliği; cihâd edenlere mahsus olan, ten cömertliği; gâzilere mahsus olan da, can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise, gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından, daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkasının elinde bulunan şeyden ümidinizi kesiniz.
Peygamberlerin izzeti, Peygamberlikte; bilginlerin izzeti, tevâzûda; velîlerin izzeti, ilimde; fakirlerin izzeti, kanaatte; zenginlerin izzeti, cömertlik­te; ibâdet edenlerin izzeti de halvettedir.Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huyla!Gerçek dost, Mevlâ gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hâllerine tahammül etmeli, hatâsından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemeli, dosta itirâz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allahü Teâlâ, kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlara yüz çevir­mez. Tam bir inâyet ve şevkâtle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivâzsız dostluk budur!Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*