wiki

SU KİRLENMESİ

Su kirlenmesi, suyun niteliğini bozan ve içinde yaşayan
canlıları etkileyen kimyasal, fiziksel ya da biyolojik
maddelerin tatlı sulara ya da deniz sularına bırakılmasıyla
oluşur. Bu süreç, erimiş ya da asıltı halindeki katiların
basitçe karışmasından, en sinsi ve kalıcı zehirli kirleticilerin
(sözgelimi, böceköldürücülerin, ağır metallerinve canlılarda biriken kimyasal bileşiklerin) boşaltımına
kadar uzanır.
Geleneksel kirleticiler. Geleneksel ya da klasik kirleticiler
genellikle, atık ürünlerin (en çok insanlara ait) dolaysız
üretimiyle ilişkilidir. Hızlı kentleşme ve hızlı nüfus artışı,
atık işleme tesisleri gereksinmelerin gerisinde kaldığı
için kanalizasyon sorunları doğurmuştur. Atıksu sistemlerinden
ve kanalizasyon olmayan yörelerdeki foseptiklerden
gelen işlenmemiş ya da yalnızca bir bölüm
işlenmiş lağım, önemli miktarda besin öğesinin, katı
asıltının, erimiş katının, yağın, metalin (arsenik, cıva,
krom, kurşun, demir, manganez) ve canlılar tarafından
parçalanabilen organik karbonun çevredeki sulara karışmasına
neden olur.
Geleneksel kirleticiler çok çeşitli su kirliliği sorunlarına
yol açabilir. Aşırı miktarda katı asıltı, güneşten gelen
enerjiyi engelleyerek, biyolojik besin zincirinin sürmesi
zorunlu olan jkarbonldioksit-oksijen dönüşüm sürecini
etkiler. Ayrıca, yüksek yoğunluklardaki katı asıltılar, ırmakların
ve ulaşım kanallarının çamurla dolmasına yol
açarak, sık sık taranarak temizlenmelerini gerektirir.
Aşırı miktarda erimiş katı madde, suyun içme ve ürün
sulama amacıyla kulanılabilme niteliğini azaltır.
Azot ve fosfor gibi besin öğeleri, suda yaşayan canlılar
içinçerekli olmakla birlikte, aşırı besin öğesi birikimine
de neden olabilir ve göllerin doğal yaşlanma sürecini
hızlandırabilir. Bu hızlanmaysa, su bitkilerinin aşırı
büyümesine, suyosunlarının aşırı çoğalmasına ve biyolojik
toplumun genel bir değişiklik geçirmesine (üretkenliği
az olan birçok farklı türden, üretkenliği fazla
olan ve pek istenir nitelik taşımayan az sayıda türün aşırı
çoğalmasına doğru bir değişikliğe) yol açar. Bakteriler,
canlıların parçalayabildikleri organik karbonu oksitleyerek
sudaki erimiş oksijeni tüketir. Organik karbon
yüklenmesinin fazla olduğu uç durumlardaki oksijen
tüketimi, oksijenin aşırı azalmasına neden olabilir: Oksijenin
litrede 2 mg’ın altına düşmesi (sağlıklı bir akarsuda
bu miktar 5-7 mg/l arasındadır), balıkları öldürebilir
ve onlarla ilişkili canlıların gelişmesini ciddi ölçüde engelleyebilir.
………………….
Geleneksel olmayan kirleticiler. Sanayi yan urunu olarak
ya da pazardaki ürünlerin bütünleyici parçası olarak
suya karışan,¡gerek zehirli gerek,zehirli olmayan enmiş
ve parçacık halindeki metaller, parçalanabilen ve dayanıklı
karbon bileşikleri, geleneksel olmayan kirleticiler,
arasında sayılabilir. Çevre açısından denenmemiş binlerce kimyasal madde, çok eski yıllardan bu yana suyollarına
boşaltılmaktadır; her yıl yaklaşık 400-500 yeni bileşik
pazara sunulmaktadır. Üstelik, açık tavanlı kömür
ocakları, çevredeki suların niteliğini bozan asitli atıklar
salmaktadır. Geleneksel olmayan kirleticiler yelpazesi,
kil ve demir kalıntıları gibi biyolojik etkinliği bulunmayan
maddelerden, halojenli hidrokarbonlar (DDT, kepon,
mireks ve poliklorlu bifeniller: PCB) gibi en zehirli
ve sinsi maddelere kadar uzanır. İkinci gruba giren
maddeler (zehirli maddeler) apansız biyolojik etkilerden
(suyolunun bazı bölümlerinin bütünüyle verimsizleşmesi),
yıllarca gözden kaçabilen süreğen, yavaş yavaş
öldüren etkilere kadar çeşitli zararlara neden olabilir.
Önlenmesi ve azaltılması en zor kirleticiler her yerde
bulunmaları ve kimyasal kararlılıkları nedeniyle süreğen
düşük düzeyli kirleticilerdir.
Kirleticilerin azaltılması. Geleneksel kirleticiler, yeterli
atıksu işleme tesisleri kurularak kolayca işlenebilir ve
azaltılabilir. Sanayileşmiş ülkelerin çoğu, geleneksel
atık kaynaklarından gelen kirleticileri azaltmak için günümüzde
yeni tesisler kurmakta ya da eski tesisleri genişletmektedirler.
Geleneksel olmayan kirleticilerin
azaltılması daha ciddi ve çetin bir sorundur. Birçok ülkede
hükümetler, suyollarına atık boşaltan sanayi kuruluşlarının
boşalttıkları atıklarla ilgili katı sınırlamalar getirmekte,
böylece, atıkların azaltılması yönünde ilk
adım atılmaktadır. Ayrıca, birçok ülkede yetkili,tescil
kuruluşları, yeni ürünlerin ya da kimyasal ürünlerin pazara
verilmeden önce, biyolojik çevre üstünde apansız
ve süreğen etki olasılıkları yönünden araştırılmalarını
şart koşmaktadır.ISIL KİRLENME
Isıl kirlenme, soğutma sularına, dolayısıyla da yakındaki
suyollarına enerji yayılması aracılığıyla atık ısının boşaltılmasıdır.
Fosil yakıtla ve nükleer enerjiyle çalışan elektrik
santralları, daha küçük çaplı olarak da soğutma işlemleri
uygulayan çelik dökümevleri, öbür birincil metal
imalatçıları, kimyasal ve petrokimyasal maddeler
üreticileri gibi sanayi üreticileri, ısıl kirlenmenin başlıca
kaynaklarıdır.
Elektrik santrallarından boşaltılan suyun sıcaklığı,
çevredeki su sıcaklığının genellikle 5-11 °C üstündedir.
Tarım amaçlı kullanım dışında kalan su tüketiminin yaklaşık
% 90’ı, soğutma ya da enerji yayma amacına yöneliktir.
Isıtılmış suyun bir suyoluna boşaltılması, çoğunlukla
çevre dengesinin bozulmasına neden olur; bu da bazen
boşaltım kaynağı yakınında geniş çaplı balık ölümleriyle
sonuçlanır. Sıcaklığın artması, kimyasal-biyolojik
süreçleri hızlandırır ve suyun erimiş oksijeni tutma yeteneğini
azaltır. Isıl değişiklikler, sularda gelişebilen ya da
üreyebilen balık ya da su canlısı türlerini kısıtlayarak ya
da değiştirerek su sistemini etkiler. Bu nedenle, ısı boşaltımının
olduğu yerlerin yakınında yaşayan biyolojik
topluluklarda çoğu kez hızlı ve çarpıcı değişiklikler oluşur.
TOPRAK KİRLENMESİ
Yanlış tarım uygulamaları, maden işletmeciliği, sanayi
atıklarının boşaltılması ve kentsel atıkların gelişigüzel
dökülmesi nedeniyle toprağın kötü kullanılması sonucunda
dünyanın kara yüzeyinin yozlaşmasına “toprak
kirlenmesi” denir.
Toprağın kötü kullanılması. Yanlış tarım uygulamalarının
sonucu olan toprak aşınması, bitkilerin çürümesi ve
mikropların parçalanması yoluyla uzun yıllar içinde
oluşan zengin hümüslü üst tabakasını yok ederek, toprağı
ürün yetişmesi için gerekli besin öğelerinden yoksun
bırakır. Açık tavanlı maden ve kömür işletmeciliği,her yıl binlerce dönüm araziyi çoraklaştırarak yeryüzünü
çıplaklaştırmakta ve bölgeyi yaygın aşınma sorunlarıyla
karşı karşıya bırakmaktadır. Nüfus baskıları nedeniyle
kentleşmenin artması, toprak aşınması sorunlarına
yenilerini eklemektedir; yakındaki akarsuların taşıdığı
tortular, yine yakınlarda bulunan, ama çevresi gelişmemiş
akarsulara oranla 500 -1 000 kat artış gösterebilir.
Toprak aşınması, dünyada çiftçilik, vb. amaçlarla
kullanılabilecektoprakları ortadan kaldırmakla kalmaz;
suyolunun asılı katı madde yükünü de artırır. Bu artış,
çevredeki yaşama ortamını bozar ve su ulaşımı kanallarında
tortu birikimi sorunları yaratarak, bu suların ticari
amaçlı kullanımını engeller.
Katı atıklar. ABD Çevre Koruma Kurumu’nun yayınladığı
verilere göre, 1988’de ABD’de yalnızca beldesel
atıklar, yani evlerden, iş kuruluşlarından ve belediyelerden
yöredeki gömme yerlerine ve öbür atık dökme;teslslerine
gelen katı atıklar,163 milyon ton olmuştur.jBu
miktara, madencilik, sanayi üretimi ve tarım uygulamalarından
kaynaklanan ek katı atıkları da eklemek gerekir.
Beldesel atıklar en çok göze çarpanlar olmakla birlikte,
öbür atık türlerinin oluşturduğu birikimler çok daha
fazladır, üstelik, çoğunlukla daha zor ortadan kaldırılır
ve çevreye daha büyük zarar verirler.
Ama çoğunlukla, içeriği bilinmeyen sanayi atıkları da
ev atıklarına karışmaktadır. Zehirli kimyasal maddelerin
yeraltı su kaynaklarına sızması, yakın dönemde, çeşitli
ülkelerde gömme yerlerinin ve sanayi atıklarının daha
etkili olarak denetlenmesine yol açmıştır. Sağlıklı atık
gömme yerlerinin dikkatli yönetimi, sözgelimi kimyasal
özütlerin ve yağmur sularının işlenmesi, atıkların üstünün
hergüntopraklaörtülmesi, açık çöplüklerden kaynaklanan
sorunların çoğunu hafifletmiştir. Ne var ki birçok
bölgede, gömme alanları tükenmektedir ve başka
seçeneklerin bulunması gereklidir.
Maddelerin geri kazanılması, pek çok beldesel atık
ve bazı sanayi atıkları için bir ölçüde pratik bir yöntemdir;
pek çok katı atıkların küçük, ama gün geçtikçe artan
bir bölümü geri kazanılmaktadır. Cam, plastik ve kâğıt
atıkların geri kazanılmasında oldukça başarılı sonuçlar
alınmıştır. Daha iyi işleme yöntemlerinin geliştirilmesi,
geri kazanılmış maddelerden yapılabilecek yeni ürünler
ve bunlar için yeni pazarlar bulunması, geri kazanma
alanının en önemli konularıdır.
Katı atıkları gidermek için başka bir yöntem de yakmadır.
Yakıt olarak katı atıkları kullanan gelişmiş çöpyakarlar,
çok miktarda atığı yakar ve ortaya çıkan ısıdan
yararlanarak elektrik üretimi için buhar oluşturur. AtıkAtıkların
çok yüksek sıcaklıklarda yakılması gerekir; ayrıca
çöpyakarın egzozu, dioksinleri ve öbür zehirli kirleticileri
gideren gelişmiş temizleyiciler, vb. aygıtlarla donatılmış
olmalıdır. Üstelik günümüzde çeşitli ülkelerde
kullanılan çöpyakarların külleri, ağır metalleri yüksek
oranda içerdikleri için, başlı başına zararlı bir atık haline
gelmektedir.
Beldesel atıkların yanı sıra yaprak ve çalı gibi bazı tarımsal
atıkları da işlemek için gübreleştirme yönteminin
kullanımı gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır. Gübreleştirme
sistemleri, birkaç ay içinde toprağın verimini artıracak
maddeler ya da hümüs oluşturabilir.
BÖCEKÖLDÜRÜCÜLERİN YOL AÇTIĞI KİRLENME
Böceköldürücüler aslında, bakteriler, zararlı böcekler
ya da daha büyük hayvanlar (fare, vb.) gibi istenmeyen
canlıları denetim altına alarak insanın çevresini daha iyi
hale getirmek için geliştirilen ve ilk başlarda etkili biçimde
kullanılan organik ve inorganik kimyasal maddelerdir.
Ama zaman içinde, önemli ölçüde kirlenmeye yol
açmışlardır. Ayrıca, nispeten tepkimesiz olan ve kimyasal
ya da biyolojik etkilerle parçalanamayan kalıcı böceköldürücüler,
canlıların bedeninde birikebilir; yani,
tüketici organizmanın bedeninde tutulurlar ve biyolojik
besin zincirinin birbirini izleyen her düzeyinde yoğunlukları
artar. DDT, biriken etkilerin kusursuz bir örneğini
oluşturur. Bazı ülkelerde yasak olmasına karşın, dünyanın
pek çok bölgesinde hâlâ yaygın olarak kullanılan
DDT, çevredeki yoğunluğu bir milyarda birden az olacak
düzeyde bir bölgeye uygulanabilir. Bakteriler ya da
öbür mikroskopik canlılar, bu böceköldürücüyü alıp
tutacağı için, yoğunluk birkaç yüz-bin kat arasında artabilir.
Söz konusu organizmalar da daha yüksek yaşam
biçimleri (suyosunları, balıklar, yumuşakçalar, kuşlar ya
da insanlar) tarafından tüketildikçe, yoğunluk artışı sürer.
Sonuçta daha yüksek yaşam biçimlerinde oluşan
yoğunluk, bir milyar bölümle) binlerce, milyonlarca
bölüm arasında değişen düzeylere ulaşabilir.
Böceköldürücülerin birçoğu ayrım gözetmez niteliktedir;
yani etkileri yalnızca belirli bir organizmayla sınırlı
değildir. Bu etkinin çarpıcı bir örneği, DDT’nin parçalanmasıyla
oluşan DDE’dir. DDE, kuşların yumurtaları
için yeterli kalsiyum biriktirme yeteneğini etkili biçimde
engeller; sonuçta yumurtaların kabukları kırılgan
olur ve kuluçkadaki yumurtaların büyük çoğunluğu erken çatlar. Böceköldürücülerle ilgili bildirilen başka bir
yan etki de, çeşitli hayvanların ve balıkların sinir sistemleri
üstündeki etkisidir; bu etki dengesizliğe, yönelim
bozukluğuna, bazen de ölüme neden olabilir. Bu
örenkler, apansız etki örnekleridir.
Kalıcı böceköldürücülerin uzun dönemli (süreğen)
etkileriyse, neredeyse hiç bilinmemektedir; ama birçok
bilim adamı, bunların da apansız etkiler kadar çevreye
zararlı olduklarını düşünmektedirler. Kalıcı böceköldürücüler
yerine kalıcı olmayan (kolayca parçalanabilen)
böceköldürücüler (ya da benzer maddeler) kullanılması,
erkekleri kısırlaştırma teknikleri, olgunlaşma
aşamalarını denetleyen ya da engelleyen hormon benzeri
maddelerden ve zararlıları yiyerek beslenen hayvanlardan
yararlanılması, zararlılarla savaşımda çevreyle
ilgili zararlı sonuçları önemli ölçüde azaltacak
yöntemlerdir.
RADYASYON KİRLİLİĞİ
Işınım (radyasyon) kirliliği, insan etkinliklerinden kaynaklanan
İyonlaştırıcı ya da İyonlaştırıcı olmayan herhangi
bir ışınım biçimidir. Nükleer bombaların deneme
amaçlı patlatılması ve nükleer elektrik santralarından
denetimli olarak enerji salınması (Bk. NÜKLEER ENER-
|h en iyi bilinen ışınım kaynaklarıdır. Öbür ışınım kaynakları
arasında, kullanılmış yakıtları yeniden işleyen
tesisler, maden işletmelerinin yan ürünleri ve deneyselaraştırma laboratuvarları yeralır. Gün geçtikçe daha
yaygın biçimde kullanılan tıbbi röntgen ışınları ve mikrodalga
fırınları, vb. ev aletlerinden yayılan ışınım da,
oldukça küçük çaplı olmalarına karşın, birer çevre kirletici
ışınım kaynağı oluşturur.
1980 yıllarından başlayarak kaygı konusu olmaya
başlayan bir başka kaynak da radondur; radon, birçok
kayaç türünün içinde bulunan küçük uranyum damarlarının
parçalanması ve radyum ile uranyumun bozunması
sırasında salınan radyoaktif bir gazdır. Bu gaz,
bodrumlardan ve temellerden evlere sızar ve iyi havalandırılmayan
evlerde birikmesine göz yumulursa,
uzun dönemde akciğer kanseri gibi hastalıklara neden
olabilir. Radon üreten kayaç bölgeleri, özellikle
ABD’nin her yanında bulunur; günümüze kadar en
yüksek radon düzeyleri, Pennsylvania eyaletinin doğu
kesiminde saptanmıştır.
Nükleer silah denemelerinin olası zararlı etkilerinin
ortaya çıkarılmasından, Harrisburg (ABD, Pennsylvania)
yakınlarındaki Three Mile island nükleer enerji
santralındaki kazadan (1979) ve Rusya’daki Çernobil
nükleer enerji santralında 1986’da yaşanan korkunç
patlamadan sonra, kamuoyunun ışınım yayımı konusundaki
kaygısı büyük ölçüde artmıştır. 1980 yıllarının
sonlarında, ABD’nin nükleer silah reaktörlerindeki büyük
kirlenme sorunlarının açığa çıkması, kaygıları daha
da artırmıştır.
Yüksek düzeyde İyonlaştırıcı ışınım etkisinde kalmanın
etkileri, Japonya’da nükleer ışınıma uğramış kişiler
üstünde İkinci Dünya Savaşindan sonra yapılan incelemelerle
geniş biçimde belgelenmiştir. Bazı kanser biçimleri
hemen ortaya çıkar; ama ışınım alınmasından
10-30 yıl sonra bile ışınım zehirlenmesine bağlı gizli
hastalıklar ortaya çıkabilmektedir. Düşük düzeyli ışınım
etkisinde kalmanın etkileri henüz bilinmemekte, ama
kalıtımsal hasarlara yol açabileceği düşünülmektedir.
Radyoaktif nükleer atıkların, derin mağaralar ya da
terkedilmiş tuz madenleri gibi biyolojik yaşam ortamından
uzak yerlerde çok iyi zırhlanmış, son derece dayanıklı
konteynırlarda saklanması gerekir. Ne var ki, radyoaktif
atıkların çoğunun yarılanma süresi (yarı ömrü)
yüzlerce – binlerce yıl arasında değişir ve yüzde yüz güvenli
bir saklama yöntemi henüz bulunamamıştır.
GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ
Gürültünün yol açtığı kirliliğin geçmişi oldukça yenidir.
Sağır edici stereo müzik sistemlerinden, sesüstü jet
uçaklarının gürültüsüne kadar uzanan, insan etkinliklerinin ürettiği pek çok sesten oluşur. Gürültünün frekansı
çok önemli olabilmekle birlikte, gürültü kaynaklarının
çoğu, ses alanının şiddetiyle ya da gücüyle ölçülür.
Standart ölçü birimi olan desibel (dB), normal bir insanın
ancak duyabileceği ses miktarıdır. Desibel ölçeği
aslında biraz yanıltıcıdır; çünkü doğrusal değil logaritmiktir;
sözgelimi, 70 dB olarak ölçülen bir gürültü kaynağı,
60 dB olarak ölçülen bir ses kaynağından 10 kat,
50 dB olarak ölçülen bir kaynaktansa 100 kat daha yüksek
seslidir. Genelde gürültü, ağır makinelerin, motorlu
araçların ve uçakların günlük yaşamın parçası durumuna
geldiği sanayi toplumuyla ilişkilendirilebilir. Çevre
gürültüsünün 1980 yıllarında her yıl ortalama 1 dB artmış
olmasına karşın, gürültü kirliliği, çalışma ortamında
genel ortamdan daha yoğundur. Günümüzde bir evdeki
ortalama fon gürültüsü 40-50 desibel arasındadır.
Çevredeki yüksek gürültü kaynaklarından bazıları, ağır
kamyonlar (15 m’de 90 dB), yük trenleri (15 m’de 75
dB) ve klima aygıtlarıdır (6 m’de 60 dB).
Gürültü kirliliğinin en kolay ölçülebilen fizyolojik etkisi,
işitmeye verdiği zarardır. Bu etki, bireyin duyarlılığına,
gürültü etkisinde kalma süresine, gürültünün niteliğine
(yüksekliğine) ve gürültü etkisinde kalma süresinin
dağılımına (sözgelimi, sürekli ya da aralıklı olmasına)
bağlı olarak değişiklik gösterir. 75-80 dB’lik gürültü
düzeylerinin etkisinde birkaç saat kalan bir kişide eşik
değişikliği olur (yani, bireyin işitebileceği sesin üst sınırı
yükselir). Gürültü kirliliğinin kaynağı ortadan kalktığında,
bu eşik değişikliği yalnızca birkaç saat sürer. Fizyolojik
olarak ikinci önemli düzey, acı eşiğidir; bu eşikte,
kısa süre gürültü etkisinde kalmak bile fiziksel acı duymaya
neden olur (130-140 dB). Bu düzeyde süren herhangi
bir gürültü, sürekli eşik değişikliğine ya da başka
bir deyişle sürekli kısmi işitme yitimine neden olur. En
üst (150 dB’den yüksek) gürültü düzeyinin bir kez kısa
süre etkisinde kalınması bile, travma kökenli işitme yitimine
ve kulağın içinde fiziksel hasara yol açabilir.
Artan gürültü düzeylerinin ruhsal yan etkilerine ilişkin
somut bilgilerin çok az olmasına karşın, birçok araştırmacı
sinirlilikteki artışı, üretkenliğin düşmesini, hoşgörünün
azalmasını, migren tipi baş ağrılarını, bitkinliği
ve alerji tepkilerini, sürekli olarak yüksek düzeyde gürültü
etkisinde kalınmasına bağlamaktadırlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir