wiki

sultan 2. murat zamanı

ekran-alintisiSultan İkinci Murad, vakfiyesinde “bahçe-i latîfim” diyerek bahçesinin sınırlarını açık bir şekilde belirtiyor. Satılan kısmın ortasında, vakfiyede açıkça belirtilen mermer havuz bile duruyor. Yine bu bahçenin türbeye bitişik olan yerinde Lütfi Bey ibn Savcı Bey (756) ve Musahib İbrahim Paşa (1069) gömülüdür. Bu kabirlerin ve havuzun işaretine ve vakfiyesinin apaçık ifadesine rağmen burayı gaspedenler hâlâ bahçenin bu kısmının sahipleri olduklarını iddia ediyorlar. Aslı batıl bir davayı ispata gerek var mı? Türbe, cami ve İkinci Murad’ın hanımının türbesi arasında bazı dükkânlar vardır ki bunların, suiistimal sonucunda sonraları satıldığı besbellidir. Bereket versin ki, mahallî Evkâf İdaresi, mahkemeye başvurarak, dükkânlardan çoğunu geri almış, bahçe için de uğraşmıştır. Böyle hayırlı işler için başarılar dileriz.
Özür ve Düzeltme: Kitabımızın Şehzade Küçük Mustafa’dan bahseden bölümünde “Şehzade’nin henüz türbe yapılmadan annesiyle, kardeşi Mahmud Çelebi’nin oğlu Süleyman Bey’in dışarıya gömülmüş olmaları ihtimal dışı değildir” demiştim. Hâlbuki Mahmud Bey’in oğlu Süleyman Çelebi’nin, Şehzade Sultan Mustafa’nın kardeşi olduğuna dair verilen bilgi bir dalgınlık eseridir. Bu sebeple burada konu edilen Süleyman Çelebi’nin, Çandarlı ailesinden İzladi Derbendi Bozgunu’nda esir düşen Mahmud Çelebi’nin oğlu olduğunu tashih gereklidir. Kıymetli araştırmacı Ahmed Tevhid Bey de Nevsâl-i Osmanî’nin 1328’de yayımlanan nüshasında (s. 138), “Mahmud Bey’in oğlu Süleyman Çelebi İzladi Bozgunu’nda esir düşen Çandarlızade Mahmud Çelebi’nin oğlu olmalıdır” ve Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nın on yedinci cüzünün 1054. sayfasında “Çandarlı ailesinden İzladi Derbendi Bozgunu’nda esir düşen Mahmud Çelebi’nin oğlu Süleyman Çelebi’nin 860 tarihli kabrinden başkasının taşları kırılmıştır” diyor. Kabir taşındaki tarih H. 860 olup daha önce yazdığım gibi 800 değildir. Mahmud Çelebi ve diğer Çan- darlıların, Fatih’in katlettiği Halil Paşa’nın türbeleri İznik’teymiş. Çelebi Sultan Mehmed’in oğlu Şehzade Mahmud Çelebi’nin ölümü ise H. 832’dedir.
Gelelim sadede: İstanbul surunun Topkapı isminde iki kapısı vardı:
TOPKAPI Biri Sarayburnu’nda Aya Barbara (Ste. Barbe) adıyla bilinen, diğeri de Şehremini semtinin ilerisinde tramvay hattının son bulduğu noktada, bugün de bilinen yerdeydi. Sarayburnu’ndaki kapının yanında, eskiden büyük bir ahşap saray varmış. Sultan İkinci Mahmud devrinde tamir edilmişti. Tamamen doğu mimarîsi tarzında inşa edildiği için dışardan bakıldığında manzarası çok güzel, içinin süsleme ve döşemesi de çok kıymetli ve zarifti. Köşkün denize bakan büyük kapısı Topkapı olduğundan Topkapı Sarayı diye meşhurdu. Sultan Abdülaziz’in saltanatının ilk yıllarında tamamen yanmış (1279), kapısının üzerindeki güzel kitabe kurtulmuş ve ortada kalmıştı. Kaside, Keçecizade İzzet Molla’nın; yazı da Yesarîza- de’nindir. Kitabenin metnini aşağıda veriyorum:
Bânî-i sânî-i devlet olalı Hân Mahmûd Kıldı her köhneyi tecdîd ü harâbı âbâd
Verilir zât-ı hümâyûnuna bi’l-istihkâk Etse Mevlâ yeniden âlem-i diğer îcâd
Leb-i deryâda yapıp böyle sarây-ı dil-cû Şehr-i İstanbul’u kıldı yine mahsûd-ı bilâd
Yazıla bâbına İzzet kulunun târîhi Kıldı hâkân-ı cihân Topkapı’yı nev bünyâd 1233

Yalıköşkü semti askerî erzak deposunda son bulup Sarayburnu sınırı başladığından, o kısma dair tarihî bilgi sırası gelince verilecektir. Yalıköşkü’nün bulunduğu civarda, bugün erzak deposu, geride büyük ahşap bir misafirhane, askerî vesaire daireler, barakalar, deniz kenarında eski odun deposu – günümüzde buraya askeriye tarafından büyük bir rıhtım yapılarak sahil, denize doğru biraz daha genişletilip uzatılmıştır-, kayıkhane, Sepetçiler Köşkü, Sevkiyat Dairesi, Rumeli demiryolunun eski kârgir bir fabrikası (eski Yalıköşkü Fabrikası) vardır. Buradan itibaren Sirkeci’ye kadar sahil boyunca bina yoktur. İstanbul’un en güzel yerlerindeki bu sığıntı binaların manzarayı ne derece bozduğunu anlamak için karşıdan bir bakmak yeterlidir. İstanbul’umuzun imarı ve güzelleştirilmesi için encümenler, komisyonlar oluşturuluyor. Bunların çalışmalarının temelini İstanbul’un bu güzel yeri teşkil etmelidir. Vaktiyle yabancı elçilerin yanında buraya gelen ressamların resmettikleri levhalara hasretle bakılacak olursa, bu yerlerin ne büyük bir kıymete ve ne güzel bir manzaraya sahip oldukları görülür. İstanbul, o zaman bütün anlamıyla bir doğu ülkesiymiş; payitahtımızın eski güzelliklerini bizlere tanıtan bu adamlara teşekkür borçlu olsak yeridir. Bu yerlerde tarihimizin eski hatıralarını canlandıran Osmanlı eserleri, Rumeli demiryolu yapılırken tahrip edilmiştir. Muhterem hocam Abdurrahman Şeref Efendi’nin Encümen Mecmuası’nda yazdığı gibi, “Rumeli şimendiferinin saray içinden geçerek Sirkeci’de son bulması, vaktiyle vekiller arasında ihtilâf sebebi olup, Mütercim Mahmud Rüşdü Paşa, şehrin böylesine güzide bir yerinin istasyon yapılmasına ve özellikle demiryolunun saray içinden geçirilmesine şiddetle itiraz etmişse de, Sultan Abdülaziz’in, demiryolu gibi bir imar müessesesinin yapılması için her türlü fedakârlığa razı ve Sadrazam Ali Paşa’nın da padişahın fikrine yakın durması sebebiyle itirazlara kulak asılmayarak Baron Hirsch’e izin verilmiştir. Şimendifere başka bir güzergâh bulunsaydı elbette daha uygun olurdu. Sultan Mahmud’un berberbaşılığından emekli Memiş Efendi adındaki seksenlik bir ihtiyar, Yalıköşkü civarında bulunan şimşirliğin bozulacağını haber alınca “Eyvah! O şimşirlikte her Çarşamba gecesi cin padişahı meclis kurardı; şimdi nerede kuracak?” diye üzülür dururmuş.
BAHÇEKAP|423
İstanbul’un çok eski ikinci kapısı, Tersane Kapısı’dır ki bozularak Güzelkapı424 diye adlandırılmıştı. Bu kapının yakınında küçük bir liman vardı. Padişahların saltanat kayıkları burada bulundurulurdu. Tersane Kapısı’na günümüzde Bahçekapı diyoruz. Eskilerden duyduğuma göre, bir zamanlar burada bir gemi inşa edilip denize indirilirken batmış. Eski plânların incelenmesinden anlaşıldığına göre, BizanslIların ‘Portus Prosforius’ dedikleri Sirkeci İskelesi’nden Bahçekapı’ya kadar sahil, bir koy meydana getirirdi. Kısaca Sirkeci İskelesi yakınında, günümüzde Polis Müdürlüğü’nün bulunduğu sokağın (Büyük Demirkapı Caddesi) Sirkeci yönündeki köşesinde tek başına kalmış olan Giritli Mustafa Nailî Paşa’nın mühürdarı Halil Rami Bey’in nohudî boyalı ahşap konağının arka tarafında, Arnavud Rüstem Paşa’nın kullanımındayken Sultan İkinci Abdülha- mid’in tütüncüsü Ali Bey’e hediye edilen dükkânlara bitişik sur enkazının içeri doğru girmiş olması zaten sahil tarafındaki surların durumunu gösteriyor. Anılan konağın karşısında Musa Safvetî Paşa’nın büyükçe bir bahçesi vardı ki yerine Köprülü Han diye bilinen han inşa ettirilmiştir. Han yapılmadan önce,
423 Celâl Esad Bey’in İstanbul Plânı’nın Fransızca baskısında Neorion Limanı (Port de Neorion) Sirkeci İskelesi’nin olduğu yerde, Porta Prosphorius ve Bahçekapı’nın bulunduğu yerde de Evreiki Kapısı (Porta Evreiki) gösteriliyor.
424 Bu tahrifin sebebini anlamak için şunu hatırlatalım ki, Rum- cada tersaneye Neorion ve Güzel Orea ve Belle deniliyordu. Artık bu iki isimden birinin diğeri yerine bozularak konması kolaylıkla olabilecek bir şeydir.
I stanbul ve
burası geniş bir sebze bahçesiydi. İçinde suyu bol bir de kuyu vardı. Bu civarda otuz, otuz beş yıl önce tamamen Müslüman evleri bulunduğundan, akşamları komşular, çoluk çocuk, erkek kadın bu bahçeye gelir; hem vakit geçirirler, hem de incir, salatalık, dut, erik gibi mevsim meyveleri yerlerdi. Ben de komşu olduğum için bu bahçeye defalarca gelmiş ve taze meyve yemiştim. Köprülü Han’ın karşısında da Bağdat valiliğinde bulunmuş olan Necip Paşa’nın büyük oğlu Sağır Ahmed Bey’in konağı vardı ki, günümüzde Osmaniye Oteli olmak üzere mevcut ve mamurdur. Sirkeci İskelesi’ne zamanımızda Vezir İskelesi de derlerdi. Böyle adlandırılmasının sebebi, vekillerin görevlerine gitmeleri ve akşam yalılarına dönmeleri için, kendilerine tahsis edilen vapura bu iskeleden bin- melerindendir. Büyük Demirkapı Caddesi’nin karşısındaki cami de Emirler Camii’dir. Ayrıntısı şöyledir: Sultan Abdülmecid’e Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın takdim ettiği Sulhiyye Vapuru, devrin sadrazamı Reşid Paşa’yı Emirgân’daki yalısına götürürmüş. Bu vapurun makinesinde muzıka varmış. Sultan Abdülaziz devrinde de Şirket-i Hayriyye, vapurlarından yirmi üç numaralı İhsan Vapuru’nu hükümete satmıştı. Bu vapur, vekilleri Sirkeci’den getirir, götürürdü. Hatta Ali Paşa’nın cenazesini Bebek’ten getiren vapur, budur. Şimdiki Polis Müdürlüğü’nün olduğu büyük ve mükellef Sanasarian Hanı’nın bulunduğu yer, vaktiyle Hüsrev Pekran-alintisiaşa’nın konağının arsasıydı. H. 1293 yılından sonra burası Şehremaneti Dairesi olmuştu. Bu hanın bitişiğinde Rauf Paşa’nın damadı İhsan Bey’in babası İsmail Paşa’nın konağı vardı. Daha sonraları konağın yerine büyük bir han yaptırıldı. Bahçekapı’da bugün Gümrük Dairesi’nin depo kısmıyla Hidayet Camii’nin bulunduğu yer, bundan yirmi beş, otuz yıl öncesine kadar iskeleydi. Boğaziçi’nden, Üsküdar’dan, Marmara Denizi’ndeki iskelelerden gelen kayıklar, küçük yelkenliler sebze, meyve, kömür, odun vs. nevinden yüklerini bu iskeleye çıkarırlardı. Çıkarılan üzüm ve sebze küfelerinden bırakılan sap, saz vesaire çöp genellikle iskeleden denize atıldığından burası adeta bataklık hâlindeydi. Bu durumu gördük, biliyoruz… Günümüzde Köprübaşı’nda Eminönü’ne yanaşan kayıklar o tarihte Bahçekapı İskelesi’ne yanaştığından civarın en işlek yeri yine burasıydı. Buradaki kayıkhanelerin üzerleri işsiz, güçsüz takımının odalarıydı. Fuhşiyat icra edildiği ortaya çıkınca Sultan İkinci Mahmud’un emriyle başyazıcılıktan sekbanbaşı ve daha sonra yeniçeri ağası olan Mahmud Efendi burayı bastı. Gerçekten bazı fahişe kadınlarla fuhuş yapıldığı anlaşıldığından yıkılıp yerine ahşap olarak Hidayet Camii inşa ettirildi. H. 1229 yılı Şaban ayının ilk Cuma gününde İkinci Mahmud, karadan gelip Meyyit İskelesi’nden (köprünün İstanbul tarafındaki Eminönü İskelesi’dir) sandalla Gümrük Dairesi önüne çıkıp Cuma namazını kılmıştır. Hidayet Camii’nin bulunduğu yerdeki işsiz kimselerin odalarına ‘Melek Girmez’ derlerdi. Bugün dahi caminin yakınında dar bir sokak vardır ki, sağlı sollu yağcı dükkânları buradadır. Bu sokağa da ‘Melek Girmez Sokağı’ diyorlar. Bu odaları yıkmakla görevli yeniçeri kâtipliğinden gelmiş Rüşdü Paşa, orada iskemle atarak yıkım işinin başında bulunmuştu. Hidayet Camii’nin civarı Pirinççiler Çarşısı imiş. Hatta yeniçeri ağası Vefalı Mehmed Paşa, ayrıntısı aşağıda verilecek olan büyük bir hadisenin çıkması üzerine azledilmiştir. Şöyle ki: “Mısır’dan getirtilmesi âdet olan pirinç, havaların kötü gitmesi üzerine zamanında İstanbul’a ulaştırılamadığından, piyasada olup olmadığı hakkında tedbirli davranılması gerektiğine dair kapan naibi efendi tarafından yazılan ikaz yazısı üzerine çıkarılan hüküm, halk arasında telâş ve heyecana sebep olarak herkes fazla miktarda pirinç almaya teşebbüs edince pirinç kıtlığı olacak diye Kasımpaşa’dan takım başı hotozlu, eli maşalı kadınlar kayıklarla İstanbul’a geçerek Hidayet Camii civarındaki pirinççi dükkânlarına hücum edip taşkınlıklara başladıkları sırada kadınlardan biri, bir pi- rinççiyi yere yatırıp, bir kadın da feracesinin altında gizlediği palayı adamın göğsüne dayayıp, diğerlerinin de öteki pirinççileri yağmaya koyulmaları üzerine, olay saraya aksetmekle, adı geçen Mehmed Paşa hemen olay yerine gelmişse de, fitneyi bastıramadığından azledilmişti.”
MEHMED ZİYA
Hidayet Camii’nin, batı süsleme tarzında, geniş saçaklı avlu kapısı üzerindeki kitabe şudur:
Şâh Gâzî Hân Mahmûd dürr-i bahr-i himmet ü cûd O Hidiv-i Rabb-i Ma’bûd kerem etti bî-nihâye
Hak o şâh-ı ser-efrâzı keremiyle kıldı gâzî O şehin dahi niyâzı bu idi hemân Hüdâ’ya
Himmetiyle mülk ü millet bulur emn ü zevk u râhat O hidiv-i âlî-himmet eder âlemi himâye
Ne kemâl-i hûb-meşrep keremin görür cihânı hep Kerem eyle sen de yâ Rab o şeh-i melek-likâya
Şeh-i kâmrân-ı kâmil keremi cihâna şâmil Hasenât ü hayra mâil hem de sa’y eder rızâya
O yegâne şeh-i vâlâ yeni ma’bed etti inşâ Ne güzel yapıldı ammâ bu mahall-i dil-güşâya
Gele beş vakit cemâat ede sıdkıla ibâdet O şehinşehe nihâyet kıla ref’-i yed-i duâ
Olup avn-i Hakk’a mazhar ola dâimâ muzaffer Kıla düşmeni müdemmer o şeh-i gazâ hikâye
Biri çıktı Vâsıf-âsâ dedi yaz bu târîh-i a’lâ Ne güzîde hayır hakkâ yeni Camiü’l-Hidâye
Harrerehü’l-fakîrü’d-dâî Yesârîzâde Mustafa İzzet. Gufire lehümâ 1229
Hidayet Camii, Sultan İkinci Abdülhamid zamanında Mimar Valori tarafından günümüzdeki şekliyle kârgir ve büyükçe inşa edilmiş, batı mimarî tarzındaki saçaklı avlu kapısı da şimdiki yerine konulmuştur. Hidayet Camii’ne sekiz, dokuz basamak merdivenle çıkılır. Caminin bitişiğinde gümrük depoları vardır. Depoların yer aldığı sırada Arpaemini Selim Efendi tarafından yaptırılan ve bugün mevcut olan mescidin kapısı üzerindeki kitabe şudur:
Gönlü gibi ismi Selîm Arpaemîni fi’l-kadîm Kılmıştı işbu mescidi İnşâya lütfün râygân
Kalmıştı bir müddet harb İhyâsına kıldı şitâb Şâhenşeh-i âlî-cenâb Sultan Hâmîd-i kâmrân
Târîh-i cevher-dârını Yazdı kulu Muhtâr-ı zâr Lutf etti tecdîd eyledi Bu mescidi şâh-ı zamân 1305
Bahçekapı’daki bekâr odalarında yapılan fuhşiyata dair Tarih-i Cevdet’de görülen ayrıntılı bilgiler ibret verici olduğundan aşağıya alıyorum; ancak bir giriş olması bakımından şunu hatırlatmalı ki, kapılar bahsinde beşinci askerî kapıda demiştim ki: “H. 1281 tarihinde ortaya çıkan büyük kolera salgınında bir günde birkaç bin cenaze kaldırılmasından dolayı uğursuzluk sayılarak bir daha bu kapıdan cenaze geçirilmemesi için mil yerleri arasına boylu boyunca yatay ve düşey demir çubuklar geçirilmiştir.”
H. 1207’de ortaya çıkan ve yayılan taun esnasında İstanbul kapılarından geçirilen cenazeler Ramazanın ortalarında bin beş yüzü bulmuş ve bazen iki bine dayanmıştı. Ayrıntısı şöyledir: “Taunun ortaya çıkışı ve yayılışı: H. 1207 yılı başlarında Mısır’a geliş gidişler sebebiyle İzmir’e taun hastalığı bulaşmıştı. İzmir’den İstanbul’a bir ticaret gemisi gelirken içinde taundan birkaç kişi ölmüş, gemicilerden bazıları da hastalanmışlardı. Böyle olduğu hâlde İstanbul’a gelindiğinde gemiden çıkanlar Galata, Beyoğlu ve Tatavla’ya dağıldılar, böylece hastalık önce bu bölgelerde ortaya çıktı, sonra İstanbul’a geçti. Birçok insan ölmeye başladı. Bazıları, insanlarla ülfet ve ilişkilerini kesip evlerinde inzivaya çekilerek korunmaya çalıştılar.” Şânizade, olayı bu şekilde hikâye ettikten sonra der ki, H. 1216 yılında ortaya çıkan iki gezegenin yakınlaşması hadisesi esnasında Utarit (Merkür), Zuhal (Satürn)’in karşısına gelip aralarında yaklaşık on derece olmakla “Ve kezâ yedüllü alâ mevti kesîren min emrâzi menfûretin husûsen mine’l-vebâ” ahkâmı bu iki gezegenin yakınlaştığı yıldan tahminen on yıl sonra, yani H. 1227 yılı başlarında girip taun salgını olacağını hâkimler ta o zaman iddia ederlerdi. El-uhdetü alâ men ya’tekudü ve alâ zu’mi men yed- daî. İnteha.
Daha sonra Şânizade der ki, birbirleriyle sık görüşen kimselerden az veya çok musibete uğramış hiç kimse kalmamışken hâkimane bir öngörü ile korunan tedbirli bir kimsenin evine Allah’ın koruması sayesinde hiç taun bulaşmamıştı. Aile fertlerimden on beş kadar erkek ve kadın da kendini Allah’ın lütfü ile koruyarak hastalıktan emin olduk. Fakat bazı art niyetli kimselerin nifakından incindikse de “Gördüm zamâne halkı nifâk üzre sâbitâ / Nâçâr cümleden kesilip uzlet eyledim” tesellisiyle gönül sıkıntısını teskin ettik. Bununla beraber gerek hukukçu, gerek doktor hiç kimse bu hastalığın da diğer bazı bulaşıcı hastalıklar gibi yayıldığında ihtilâf etmemiş, din âlimleri de ‘Allah’ın izniyle bulaşan bir hastalık’ kaydıy- la gerçeği söylemişlerdir. Özellikle yüz sene zarfında bu iltihap hummasının defalarca yok edildiği Avrupa ülkelerinden sonra Müslüman şehirlerindeyken taun ve veba ara ara halkı öldüren Kırım, Özi ve bu civardaki şehirleri istilâ ettikten sonra iyi korunulmasından dolayı tamamen kesilip yok olduğu, aşılama icat edildikten sonra oralarda çiçek hastalığının da kesilme aşamasına geldiği bilenlerin malûmudur. Bu maddelerin hakimlerin görüşü ve doktorların tedbirine dair hususları, benim tıbba dair olup birinci cildi basılan fakat ikinci cildi hasbelkader basılamayan eserimin beşinci cildinde yer almıştır. Kaldı ki vebadan sakınmanın cevazında ve belki varolmasının gerekliliğinde, Sultan Birinci Selim’in tarihçisi olup Heşt Behişt adlı tarih kitabının ve daha birçok Arapça ve Farsça eserin tasnif edicisi İdris-i Bitlisî’nin H. 917 yılında ortaya çıkan taun sırasında hacdan İstanbul’a dönerken Şam ve Konya’da bazı âlimlerle bu konuya dair görüş alış verişiyle yazdığı risalesine önyargılardan uzak bir bakış yeterlidir. (İntehâ). Kısacası o zamanın şartları gereği yeterince korunma sağlanamadığından taun, yukarıda anlatıldığı gibi İstanbul’da şiddetini gittikçe artırarak yayılmakta ve can almaktaydı. Şöyle ki: Bâb-ı Âlî tarafından İstanbul’un kapılarına yazıcılar tayin edilmiş ve kale kapılarından dışarıya taşınan mevtaları yazmaları telkin edilmiştir. İstanbul içinde bazı cami, mescit ve türbe civarındaki kabirlere ve bunlara benzer
yerlere defnedilenlerden başka İstanbul kapılarından geçirilen cenazelerin sayısı Ramazan ortalarında bazen günde bin beş yüz, bazen iki bin sınırına dayanıyor; Galata, Üsküdar ve Boğaziçi ile beraber günde bazen iki bin iki yüz, hatta üç bini geçtiği oluyordu. Şânizade der ki, Allah’ın izni ve isteğiyle olduğu gibi, pek çok kimsenin ölmesine sebep olduğundan yatsı namazı kılındıktan sonra minarelerde Ahkaf Suresi’nin okunması bazı temiz kalpli kimselerin görüşü olmakla sure-i şerife süratle okunduğunda bunu işiten büyük küçük herkes bir kat daha dehşete düştüler. Fakat Ramazan Bayramı’nm yaklaşmasıyla birlikte halkın birbiriyle daha fazla yakınlaşması yüzünden bu bulaşıcı hastalık Allah’ın izniyle Şevval ayının ortalarına doğru gittikçe yaygınlaşmış ve sadece İstanbul’da günde üç bin kadar kişinin ölümüne sebep olmuştur. Ahkaf Suresi Âd kavminin nasıl helâk edildiğini anlattığından böyle günlerde okunması Allah’ın gazabını defeder demeye cesaret eden bazı sahte âlimlerin sözüne uyularak yine üç beş gün okundu, sonra kesildi.
Yine Şânizade Efendi der ki, taun ve vebanın ortaya çıkmasının sebebi fuhuş ve zina olarak görüldüğünden eşkıyanın toplanma yeri olan bekâr odalarını yıkmak ve sefihleri dağıtmak üzere takva ehli kişilerin isabetli görüşleri doğrultusunda Şevval ayının on sekizi Cumartesi günü Kaymakam Paşa, Mimar Ağa ile ocaktan bir miktar asker ve çok sayıda ameleyi alarak Bahçekapı’ya gelip Melek Girmez Soka- ğı’nda ve kayıkhane üzerindeki odaların hepsini yıkmaya başlayıp birkaç saat içinde imha ettirdi. Kaptan Paşa da Galata ve Kasımpaşa taraflarındaki kalyoncu ve kalafatçılara ait yerleri temelinden yıktırdı. Hanlarda olan kârgir odaları her türlü rezillik ve fuhşiyattan temizletti. Gerek İstanbul’da, gerekse Gala- ta’da boşaltılan ve yıkılan odaların bazısında taundan ölmüş kimselerin cesetleri sokaklarda yıkattırıldı ve odalarda bazısı tauna tutulmuş, bazısı da yeni ölmüş birkaç kadın bile çıktı. (İntehâ).
Bekâr odalarının, Bahçekapı dışında yeniçerilerin otuz bir bölüğünün bulunduğu yerler ve eşkiyanın fısk u fücur yerleri olması sebebiyle Melek Girmez diye adlandırıldığını daha önce söylemiştik. Bu odaların yıkılmasına en başta Mabeyn-i Hümayun tarafından çok önem verilmiş, Kaymakam Rüşdü Paşa bunu kolayca başararak odaların yerine Hidayet Camii’ni yaptırdığından halk arasında daima hayırla anılmıştır.” Rumî takvimle 1328 yılı Nisan ayında, Bahçekapı’da yenilenen dondurma çimento ile ana lağım için çalışılırken köşe başında, kağıtçı ve gözlükçü Paluka’nm dükkânıyla karşısındaki börekçi ve simitçi fırını arasında, sahile paralel bir şekilde duran kale temellerini çıkmış gördüm. Bu enkazdan, sahil sınırının burası olduğu anlaşılıyor. Denizden buraya kadar olan alan sonraları denizin doldurulmasıyla meydana gelmiştir. Köprübaşı’nda Şam tatlıcısı Hacı Mustafa’nın dükkânıyla aynı hizada eski seraskerlerden Rıza Paşa’nın mağazası (İpekçi Kânî tarafından kiralanmıştır) arasında çifte merdiven ve bu merdivenin ortasında mihrabiyye hücreli bir çeşme vardı. Bu merdivenlerden çıkılınca bir düzlüğe gelinir ve buradan da bugün mevcut olan taş merdivenle Yeni Cami’ye çıkılırdı. İlk merdiven, köprü inşa edilirken kaldırılmıştır. O zamanlar deniz, tramvayın geçtiği yerin ortasındaki yuvarlak yere dikilen saat kulesine kadar gelirmiş. Yeni Cami önünün bu eski hâlini bilenler hâlâ hayatta olup, İstanbul’un yetmiş seksen önceki hâlini tasvir eden tablolarda da bu hâli görülüyor. Elimizde bulunan bazı eski resimler de bunu teyit ediyor. Yeni Cami bahsinde anlatılacaktır. Bazı eski eser kalıntılarına ve rivayetlere bakılırsa, Yeni Cami’nin hünkar mahfili de deniz kenarına çok yakınmış. Zaten bu mahfilin önündeki sağlam duvarların yönü, Balıkpazarı’nda Şam tatlıcısı Hacı Mustafa’nın köşedeki dükkânıyla, bu dükkânın arka tarafında ve sura yaslanmış Tunuslu fesçilerin sıra sıra dükkânlarının arkasından doğru uzayan küçük burçlu eski surun yönünden ve duruşundan gayet güzel anlaşılıyor. Bu surlar, özellikle Yeni Cami abdesthanelerinin bulunduğu yerden açıkça görülüyor. Vaktiyle hünkâr mahfilinden ta Beylerbeyi’ne kadar olan manzaraya engel hiçbir binanın olmadığını hatırlayanlar henüz hayattadırlar. Bir zamanlar ta Bahçekapı’dan Balıkpazarı’na ve daha öteye hiçbir engel bulunmadığı, daha sonraları yol yapım çalışmaları esnasında buradaki bazı dükkân ve mağazaların yıkılmasıyla ortaya çıkan temellerden, yağmur oluklarından, gereği gibi anlaşıldı. Bahçekapı altmış yetmiş yıl öncesine kadar mevcuttu. Yeni köprü yapılırken yıktırılmıştır. Diğer kale kapıları gibi, bu kapı da akşam ezanından sonra kapatılırdı. Sebzeciler ve etçiler şimdiki Hidayet Camii ile Sirkeci İskelesi arasındaydı. Burası, orta yerinden parmaklıkla ayrılmıştı. Sirkeci tarafı civardaki iskelelerden kayıklarla getirilen mahsullerin, Hidayet Camii tarafı da öküz ve sığır tulumlarıyla getirilen yağların konulmasına mahsustu. Hatta oraya getirilen yağlar bazen tamamen saklamadığından günlerce orada kalırmış. Garip bir şeydir ki, köpeklerin bu tulumları yırtıp yağları yedikleri de olurmuş. Melek Girmez Meydanı oldukça geniş bir meydanmış. İstanbul’un ihtiyacı için getirilen odunlar burada istiflenirmiş. Odunların yığıldığı yer, bugün Arpaemini Selim Efendi’nin mescidi ile Hazine-i Hassa’ya ait Mes’adet Hanı’nın (yapımı H. 1333) arasıdır. Bugün Köprübaşı’nda sebze ve etçilerin bulunduğu yerde Hamlacı Ali Pehlivan’ın çadırı varmış. Bu adam orada kahvecilik yaparmış. Günümüzde gümrük depolarının bulunduğu yerde de gümrük kolcuları oturur, gelen eşyayı kontrol ederlermiş. Buradaki iskeleye Üsküdar İskelesi derlermiş. Zamanımızda olduğu gibi o zaman da, yani elli beş, altmış yıl önce karşı yakaya buradan kayıklarla geçilirmiş. Bana bu bilgileri veren kişi, Gebze eşrafından Küçük Ah- med-zade Ahmed Efendi’dir ki anne tarafından yakın akrabamızdır. Yeni Cami civarında bir zamanlar Yahudiler otururlardı. Bu sebepten, -Yeni Cami bahsinde ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere- caminin önündeki kapıya vaktiyle Çıfut Kapısı (Porta Eraîka) derlerdi.^

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir