wiki

EMİNÖNÜ YENİ CAMİ

EMİNÖNÜ YENİ CAMİekran-alintisi

Bahçekapı’nın yakınında Kireç İskelesi ve Gümrük Meydanı’nda da Gümrük Önü mescitleri vardı. Her iki mescidi yaptıran da Sultan Fatih’tir. Kireç İskelesi, bugün Hazine-i Hâssa-i Şâhâne tarafından mimar Mehmed Vedat Bey’e yaptırılan Mes’adet Han’ının bulunduğu yerde, Gümrükönü Mescidi de Köp- rübaşı’nda, eski seraskerlerden Rıza Paşa’nın şimdi İplikçi Selânikli Kânî Efendi’de kirada olan köşedeki büyük mağazanın olduğu yerdeydi. Bu mescit ahşap ve büyükçeydi; altında tavukçu dükkânı vardı. Daha sonraları Evkâf Nezareti tarafında Rıza Paşa’ya satılarak yerine şimdiki bina yaptırılmış ve göz boyama kabilinden köşesine minareye benzer bir kule dikilmiştir. Bu tarihî kayıtlar ortadayken böyle tarihî bir binayı yıktıranlar ve yerine şimdiki binayı yaptıranlar tarih önünde elbette sorumludurlar ve cezalandırılacaklar, hatta nefreti haketmişlerdir. Eminönü’ndeki meydanda vaktiyle Şehremaneti vardı. H. 1242’de İhtisap Nezareti kurulmuştu. Asâ- kir-i Mansûre-i Muhammediye’ye gelir olmak üzere bir çeşit oktruva* vergisi alınmaya başlanmıştır. Anılan İhtisap Nezareti 1242’de Çardak İskelesi’ndeyken bir ara Eminönü’ne taşınmıştır. Eminönü tabiri, belki Rüsûm Emaneti veya İhtisap Ağası’nın ya da Emin’in önü olması sebebiyle isim olmuştur. H. 1271’de ise ‘ihtisap’ tabiri, ‘şehremaneti’ ne çevrilmiştir.
Üçüncü kapı, Balıkpazarı Kapısı (Porta Peramatis)427 idi ki çok eskiden beri Galata’ya geçişte kullanılırdı.
Dördüncü kapı, Zindankapı (Zindan Kapoussi), Gemiler Kapısı (Porta Drungarion, Porta Caraviön)’dır ki adını, borçlarını ödeyemeyenlerin hapsedildikleri bir kule ve bir zindandan alır. Kapının yeri bugün de mevcut olup, Baba Cafer Türbesi’nden kuruyemişçiler çarşısına bu kapıdan geçilir.

Evliya Çelebi’nin rivayetine bakılırsa, bu kule veya zindanda İmam Hüseyin’in evlâdından Seyyid Cafer medfundur. Yanında Çoban Ali D ede429 adında birinin kabri ve onun bitişiğinde de bir kuyu vardır. Bu ve arkadaşı Şeyh Maksud, yanlarında beş, altı yüz kişi ile beraber halife Harunü’r-reşid tarafından Kostantiniye’ye elçi olarak gönderilmişler. Gelmelerinden kısa bir süre önce eskiden beri Kocamustafa- paşa’da bir mahalle teşkil ederek yaşamakta olan Araplar ve Rumlar arasında kavga çıkmış ve çok sayıda Müslüman şehit düşmüştü. Şehitler günlerce sokak ortasında kalmışlar, usulünce defnedilememişler- di. Seyyid Cafer ile Şeyh Maksud’un Bizans’a gelmeleri işte bugünlere rastlar. Seyyid Cafer, arkadaşıyla beraber İstanbul İmparatoru Birinci Nikiforos’un (Nicephore I – 802-811 )43° huzuruna çıktığı zaman, şehitlerin böyle sokak ortasında hakaretle ayaklar altında bırakılmalarıyla ilgili cüretkârca konuşunca imparatorun emriyle bu zindana hapsedilmiş. Evliya Çelebi, Seyyid Cafer’in zehirlenerek öldürüldüğünü yazıyor, fakat bir rivayete göre Seyyid Cafer, kanlı basurdan vefat etmiş. Zindanın hava ve güneş almaz, rutubetli bir yer olduğu dikkate alınırsa, bu son rivayete inanmak lâzımdır. Seyyid Cafer, gönül incitecek kadar sert ve gazaplı biriymiş.

Zindankapı ile ilgili tamamlayıcı bilgi: Mecelle-i Belediyye gibi şehrimizin topoğrafik, coğrafî, ekonomik ve imar bakımından önemli ve gerçekten faydalı bir eseri bir araya getirip hazırlayan Şehremaneti Kuyûd-ı Umûmiyye ve Evrak Müdürü Osman Bey, Zindankapı hakkında önemli tarihî bilgiler toplayarak isteğim üzerine bana vermiş olduğundan teşekkürlerimle beraber aşağıya aynen alıyorum:
“Zindankapı: H. 1247 yılına gelinceye kadar zindan denilen genel hapishanenin, bu kapının iç tarafında ve bugün enkazı görülen burcun iki yanındaki binada bulunmasından dolayı Türkler tarafından da bu adla anılmıştır. Burasının Bizanslılar zamanında da hapishane olduğu anlaşılıyor. Hâlâ mevcut olan kısımlarının inşa tarzı da bu fikri destekliyor. Evliya Çelebi, Zindankapı hakkında, Şeyh Zindanî Abdurrauf Samadanî isminde ‘seyyidlerin büyüklerinden bir ulu sultan’ın, İstanbul kuşatmasına katılarak bu kapıdan şehre girdiği için Zindankapı denildiğini, Şeyh Zindanî’nin, Harunü’r-reşid zamanında elçi olarak İstanbul’a gelip bu zindanda zehirlenerek öldürülen Baba Cafer Sultan’ın neslinden olduğunu ve fetihten sonra kendi yeşil sarığını atası Baba Cafer Sultan’ın baş tarafına koyarak yetmiş yıl türbedarlık ettiğini söylüyor. İstanbul kadılığı sicillerini incelerken kopyasını alıp Mecelle-i Umûr-ı Belediyye’nin birinci cildine aynen koyduğum H. 1180 tarihli bir belgede bu zindan hakkında bir hayli önemli ve o zamanın hâlet-i ruhiyetini gösteren dikkate değer bilgiler verilmekte ve hapishane işlerinin düzelmesi için birçok tedbir sayılmaktadır. Bu tedbirler arasında, buradaki türbedarm toplanacak yardım malzemelerinin mahpuslara dağıtılmasını sağlaması da zikrediliyor. Yeniçeri ocağının kaldırılması ve yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’nin kurulması üzerine H. 1247 tarihinde asayiş ve güvenliğin sağlanması için İstanbul’un çeşitli yerlerine sağlam karakol binaları yapmaya karar verilmiştir. Bu sırada SultanAhmed’deki darüşşifanın genel hapishane hâline getirilmesi üzerine ‘zindan’ tabiri ‘karakolhane’ hâline dönüştürülmüştür. Gerek hapishanenin taşınması, gerekse karakolların içi ve inşaat şekli hakkında önemli ayrıntılar veren bir belge de yine Mecelle-i Umûr-ı Belediyye’nin birinci cildindedir. 25 Cemaziyelevvel 1247 tarihli bu belgede, “Söz konusu yerin önceleri yeniçerilere ait olduğu, fakat tuttukları yolun yanlışlığı sonucu orada yatan zata ‘Baba’ lâkabını taktıkları ve çevresini pis bir zindan hâline getirdikleri, burada mahremleriyle türlü çirkin işler yaptıkları, böylece rûhaniyetiyle medfun o yüce insana riayet etmedikleri” anlatılmaktadır. Ayrıca “türbe kapısının üzerine ashâb-ı kirâmdan Cafer el-Ensarî’nin adının yazıldığı, fakat İslâm şehirlerinin temizlenip nurlandırılmasımn Allah’ın gölgesi olan padişahların görevlerinden olması hasebiyle buranın temizlenip eski adı olan Zindankapı veya Ka- le-i Padişahî Kapısı’na çevrilmesi ve Hazret-i Cafer Türbesi ve kale kapılarının üzerlerine birer mermer levha üzerine künyesi (Hazret-i Cafer Kapısı) yazılması, kadılar ve vakıflarca da uygun görülmüş, adı geçen zatın ruhaniyetini kazandıracağı bildirilmiştir” diye yazmaktadır. Bu yüce emir, 907 sayılı ve 1247 tarihli Takvîm-i Vekâyi”de şöyle ilân edilmiştir:
“İstanbul’un kale kapılarından Zindankapı civarında olan zindanın içinde medfun ve Baba Cafer adıyla bilinen, fakat türbedarlarmın beratında Cafer-i Sadık diye yazılmış olan kişi, türbesinin kapısında yazılı manzumeden anlaşıldığı üzere tâbiînden olup, seyahat ederek İstanbul’a gelmiş ve bir süre medfun olduğu yer aslında zindan olmakla orada hapsedilmiş ve orada ölmüştür. Kendisi ve delâletiyle Müslüman olup ölünce yanına gömülen Ali adındaki kişinin ruhaniyetlerine hürmeten mezkur zindan, At- meydanı’ndaki darüşşifaya taşınıp yerine karakol yapılacağından, bundan böyle bu kapı Bâb-ı Cafer adıyla anılacaktır. Bu konuda padişahımızın iradesi ve emri vardır. Padişahımızın, keramet sahibi bu zatın civarında çirkin işli kişilerin bulunmasını uygun bulmadığından zindanı taşıtarak bu mübarek zata hürmet etmesinin, güzel işlerinden olduğuna şüphe yoktur.” Padişahın emri ile Takvîm-i Vekâyi”deki ilân arasında az çok fark olduğu görülüyor. Padişahın iradesi suretinde kapıya Hazret-i Cafer Kapısı adı verildiği söylendiği hâlde Takvim-i Vekayi”de Baba Cafer denilmektedir. Bâb-ı Alî arşivinden istinsah edip Takvim-i Vekayi’ nüshasıyla karşılaştırdığım diğer bir iki belgeden edindiğim kanaate dayanarak, Takvîm-i Vekâyi’ yazarının resmî ilânı kendi istediği şekilde ve resmî metnin büsbütün tersine yazdığını iddia ediyorum. Baba Cafer’in meçhul, daha doğrusu hayal mahsülü bir kişi olduğu bellidir. Evliya Çelebi’nin açık ifadelerine göıe Şeyh Zindanî’nin kendi yeşil sarığını koyduğu yerde Cafer denilen mevhum şahsın vefat etmiş olması gerekmediği gibi, H. 1247 tarihli belgede ‘bi’r-rûhaniyye medfûn’ kaydının varlığı da orada Cafer’in gömülü olmasının bir vehimden ibaret olduğunu göstermektedir. Şurası da dikkate değerdir ki, H. 1247 tarihli belgede bu hayalî kişinin türbe üzerindeki kitabeye bakılarak ashâb-ı kiramdan Cafer el-Ensarî olduğu yazıldığı hâlde, Takvîm-i Vekâyi”deki fıkrada türbedar- ların beratında Cafer-i Sadık kaydının bulunduğunun söylenmesi, bu konudaki belirsizliği büsbütün arttırmaktadır. Bundan dolayı, ister ashâbdan, ister tâbiînden, isterse Evliya Çelebi’nin beyânında olduğu gibi Abbasî Devleti’nin siyasî elçilerinden olsun; Cafer adında birinin Bizanslılar zamanında İstanbul’a gelmiş olduğu tarihî olarak sabit olmadıkça Baba Cafer’in, Anadolu’daki birçok yerde varlığı rivayet edilen Uzunkulak Hazretleri gibi bir şey olacağından şüphe edilemez. Sultan İkinci Mahmud zamanında bile devam eden bu belirsizlik ve bilinmezlik hâline rağmen, türbenin, adı geçen Padişah tarafından tamir ettirilmesinin sebebine gelince; yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra insanların zihinlerinde meydana gelen taassupkârane galeyana karşı siyasî ve İdarî – dinî değil – bir tedbir olmak üzere, İstanbul’un çeşitli yerlerinde varlığı bilinen veya öyle sanılan peygamber veya sahabe makamlarını ihya etmek yolu tutularak, o sırada bu türbe de mükemmel bir şekilde tamir ettirilmiş, görevliler tayin edilmiş ve bu, türbe kapısı üzerindeki manzum kitabede gösterilmiştir. H. 1298 yılında karakol binası Sultan İkinci Abdülhamid’in kuyumcubaşısı Harunaçi’ye verilmiş, o da türbe ile eski zindanın türbeden yüksek odasını ve burcu aynen bırakmak şartıyla burayı yıktırarak bugün görülen hanı yaptırmıştır.43* Burçla odaya girilirse, zindanın eski hâli hakkında bir fikir edinilebilir.
Şu anda hayal mahsulü olan bu kişi için beş türbedar görevli olup nöbetleşe vazifelerini yapmaktadırlar. İstanbullu kadınların türbeye bağlılıkları bir hayli fazladır. Bir kadın çocuk doğurmadan önce hediye için bir deste mum alarak oraya gidip okunmakta, teşbihten geçmekte ve çocuğun giyeceği çamaşır bohçası da uğur getireceğine inanıldığından doğacağı tarihe kadar türbede bırakılmaktadır. Çocuk doğup sekiz, dokuz yaşına gelinceye kadar yılda birkaç defa – özellikle haşarılık ve yaramazlık ettiği zamanlarda – mutlaka götürülüp teşbihten geçirilmedikçe; hastalıklara, kem gözlere karşı sigorta edilmiş sayılamaz. Değil Anadolu’da, İslâmiyet’in hilâfet merkezi olan İstanbul’da bile Hazret-i Peygamberi- miz’in getirdiği tertemiz dine karşı reva görülen böyle asılsız esassız itikatların ve varlığı bile belirsiz kimselere ait türbelerin tamamen kaldırılması noktasında, bütün Müslümanların birçok hizmet beklemeye hakkı olduğuna son zamanlarda kurulmuş olan Dârü’l-Hikmetü’l-İslâmiyye’nin dikkatini çekmeyi dînî ve toplumsal bir görev sayarını.”
Zindankapı’nın iç tarafında, çömlekçilerin bulunduğu dar sokağın sol tarafındaki testici dükkânının bodrumunda bir ayazma vardır ki, Christos Ayazması adıyla bilinmekte olup, Doktor Mordtmann’ın eserinde anlatılmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir