wiki

İSTANBUL

Beşinci kapı, Odunkapı idi (Xylo Porta). Altıncı kapı, Ayazma Kapısı’dır (Fontaine Sainte, Ayasma Kapoussi). Bu kapının yeri, keresteci mağazalarının karşısında, Kantarcılar Caddesi’ne geçilen yerde hâlâ durmaktadır. Kapının bitişiğinde vaktiyle bir askerî karakol vardı ki kapısının üst tarafında Sultan İkinci Mahmud’un tuğrası mevcuttu. Bu merkez, daha sonraları yıktırılmış, arsası satılarak yerine şahsa ait bir bina yaptırılmıştır. Bu kapının bu isimle şöhret bulmasının sebebi, civarda demirci ve kömürcü mağazalarının arasında ve kale dibinde çukurca bir yerde bir su kaynağının olmasıdır ki çok eski tarihlerde de ayazma olarak kullanılması m u h t e m e ld ir .433 Bundan dolayı, kapının böyle anılmış olması gerekir. Bu ayazmanın yanında, dört köşeli burcun yukarısında, sokağa bakan tarafındaki uzun mermer üzerinde şu ibare yazılıdır:
Tercümesi: Aftokraturos (Autocrate), yani imparator, kayser demektir.
Yedinci kapı, Unkapanı Kapısı’dır (P. Plate, Mese). Bu kapı civarındaki dükkânlar arasında, Horoz Baba ile Eskici^ Dede’nin ayrı ayrı yerlerdeki kabirleri vardır. Rivayete göre Horoz Baba, Sultan İkinci Mehmed ile beraber gelen savaşçılardan olup, her gün seherde kalkarak askerleri sabah namazına davet edermiş. Bu da, tevatür yoluyla* sabittir. Adı, buradan gelir.Unkapanı Köprüsü’ne karşı, Zeyrek-Vefa’dan köprüye inen caddenin köşesinde, yani dört yol ağzında (Ayazma Kapısı-Cibali Caddesi) Unkapanı Köprüsü’ne ve Subaşı Süleyman Ağa Camii’ne karşı burç üzerinde şu kitabe parçası kalabilmiş, baş ve son tarafları düşmüştür. Bu kitabe, Theophilos zamanına ait olacak.
VENXW AXTOKPATOPOC….
Anlamı: “En Hristo Aftokraturos”dur.
Unkapanı ile Cibali Kapısı arasında tuğla kemerli bir kapı daha görüyoruz ki, bugün kapalıdır. Bu kapının üzerinde vaktiyle bir cumba olduğu, duvarındaki enkaz izlerinden anlaşılıyor.
Mescidin önüne Araba Meydanı deniliyor. Yük arabaları burada durur… Orada medfun Horoz De- de’ye izafeten Horoz Kapısı da denilen Unkapanı Kapısı’ndan Cibali’ye giderken karşımıza çıktığını söylediğimiz kapının arka tarafında Tüfenkhane ve bitişiğinde, surun dışında bir de mescit varmış. Şimdi yeri tahtalarla çevrilmiş ve hurda demir satan Yahudilere kiralanmıştır. Bu kapıya bugün Tüfenkhane Kapısı diyorlar. Unkapanı’nda, atlama taşının yanında kârgir ve yüksek kubbeli bir cami daha vardır. Sağrıcılar Camii adıyla bilinen bu camiyi yaptıran kişi Fatih’in mîr-i alem ağalarından Yavuz Sinan Çelebi’dir. Mihrabı önündeki kabir taşında, “Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin kapıcılarından merhum Yavuz Er Sinan rûhu için fatiha” ve yanlış olarak 725 tarihi yazılıdır. Mahallesinde yaptığım araştırmalara göre bu zat, Unkapanı Kalesi muhafızıymış. Padişahın emri üzerine akşam ezanında kale kapıları kapanır, bir kimse ne içeri girebilir, ne de dışarı çıkabilirmiş. Bir akşam Fatih Hazretleri, zamanından sonra kale kapısından içeri girmek istemiş, ısrar da ettiği hâlde Sinan, Padişahın emri olduğunu söyleyerek kesinlikle içeri almamış. Bunun üzerine padişah muhafıza, “sen ne yavuz er imişsin” demiş. Sinan da bundan sonra ‘Yavuz Er Sinan’ lâkabıyla şöhret bulmuş. Yavuz Sinan, camiin mihrabı önünde yatmaktadır. Cami mamurdur ve beş vakit namaz kılınmaktadır.Sekizinci kapı, Cibali K ap ısı’d ır435 (La Porte aux Verres).
Dokuzuncu kapı, Aya Kapısı’dır^ 6 (Bâbü’l-aziz, Porte Ste. Theodosia). Bu kapının bu isimle şöhret bulmasının sebebi, yanında Aya Theodosia’nm bir kilisesinin bulunmasıdır. Bizans tarihçilerinden Michel Ducas bu mabet hakkında diyor ki: “İstanbul’un fethi, İstanbullu Martir, Azize Theodosia’nm yortusunun olduğu güne denk gelmişti. Büyük bir kalabalık geceyi bu kilisede geçirdiler. Ertesi gün bu kalabalık karı-koca ellerinde mumlar ve tütsüler adı geçen azizeyi kutsamaya giderlerken birdenbire esir düştüler. Çünkü İstanbul o gün güneş doğmadan az önce fethedilmişti.”
Tercümesini vereceğimiz ibare, bu kilisenin Haliç civarında olduğunu ispat ediyor: “Ey Theodosia! Seni zulüm ve işkenceye sürüklemiş olan teke boynuzu senin için yeni bir Amalthee437 boynuzu hükmünde olmuştur.” Bazı Avrupa tarihçilerinin, bu kilisenin Haliç’in karşı tarafında, yani Kasımpaşa civarında olduğunu ve Piyale Paşa Camii’nin de bu kiliseden çevrildiğini ispat etme yolundaki inatları boşunadır. Çünkü Bizans devrinde büyük bir şöhreti olan Theodosia Kilisesi bugün sur içinde ve Aya Kapısı civarında olup, Rumlar buna ‘hiçbir zaman solmayan gül, anlamına gelen Rodon Amaranton derler. Bazıları bu mabedin Aya Theodosia Kilisesi olduğu fikrindedir. Daha önce söylediğimiz gibi Musevî M. J. Rizo, Yunan edebiyatından bahseden eserinde yanlışlıkla zikredip, Şark İmparatorluğu adlı tarihinde onun fikir ve değerlendirmesini alan Hammer de Aya Kapısı yakınlarında olup dışının güzelliğinden dolayı Türklerin Gül Camii dedikleri Aya Theodosia Kilisesi’ni İmparator İkinci Romanos Argyrus (Roma- in Argyrus le Triacontaphyle : otuz yapraklı gül) (1028-1034)’un yaptırdığını zannetmişlerdir. Yine söylüyoruz ki bu açık bir hatadır. Zira Tria Kontafilos adı verilen kişi bu imparator değildi. Fakat Perivlepte Kilisesi’ni yaptırmadan önce Tria Kontafilos adında bir adamın evini satın alarak yıktırdıktan sonra, bu geniş alan üzerine Perivlepite Kilisesi’ni yaptırmıştı ki, bunun böyle olduğunu Bizans tarihçilerinden Skylit- zi de şöyle teyit ediyor: “İmparator Romanos, Tria Kontafilos’un evini satın alarak oraya Hazret-i Meryem adına bir kilise yaptırdı ve güzelliğini sağlamak noktasında hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı.” Glycas, Zonaras, Manasses, Joel ile Pachymere de bu manastırdan bahsetmişlerdir. Osmanlıların burasını Gül Camii diye adlandırmaları, gül anlamına gelen Tria Kontafilos tabirinden ileri geliyorsa da tarihçi Skylitzi’nin rivayetine bakılırsa, anılan imparator, Tria Kontafilos’un evini satın alarak orasını Hazret-i Meryem adına gayet muhteşem bir kiliseye çevirmiştir. Hâlbuki yukarıda ismi geçen Anastasia Kilisesi, Samatya ile Altımermer arasında olup, bugün Ermenilere ait Sulu Manastır’dır.Gül Camii’nin iç kısmında ve mihrabın sağındaki kemerin içerisinde, yukarıya çıkılan küçük kapının üzerinde: “Merkad-i havâriyyûn-ı İsâ es-selâm” levhası asılıdır. Yukarıda, medfenin hizasında da “ve kâ- le’l-havâriyyûn…”* ayeti yazılıdır. Bu medfene, sekiz, dokuz basamaklı bir merdivenle çıkılır. Medfenin bir kısmı duvarın içine girmiş olup bu kısmın üzeri kemerlidir. Muhtemelen buradan, bitişiğindeki tabakaya çıkılırdı. Arası sonradan örülmüştür. Burada gömülü kişi, mahalle halkınca Gül Baba diye bilinmektedir. Rumlar zamanında da burası, ‘hiç solmayan gül’ anlamına gelen Rodon Amaranton tabiriyle bilinmekteydi. Bu sebeple bu ifade ile Gül Baba ifadesi arasındaki ilişki dikkate değerdir. Kilisenin adına izafe edilen Aya Theodosia’nm katledilerek buraya gömüldüğünü daha önce söylemiştim.438 Mabedin altı bazı Bizans kiliseleri gibi çok sayıda hücrelere bölünmüş bir mahzen olup, buraya bazı havarilerle Mar- tir bazı muteber aileler gömülmüştü. Aya Kapısı’nın dış tarafında ve bitişiğinde büyük bir mescit vardır ki Ahmed Çelebi tarafından yaptırılmıştır. Bu kişinin kabri belli değildir. Altında yer alan türbede Sekbanbaşı Abdurrahman Ağa medfun- dur (Hadîkatii’l-Cevâmi’) ve şehrin fethi esnasında şehit olmuştur. Daha sonra Hadîkatü’l-Cevâmi’ adlı eserin yazarı Ayvansaraylı Hafız Hüseyin bin el-Hac İsmail Efendi nin çağdaşı olan (H. 1182) Sadrazam Şehlâ Ahmed Paşa, tamir ederek altındaki kolluğu mescide vakfetmiştir. Sekbanbaşı Ağa’nın mezar taşında bugün, “Cennet-mekân Fatih Sultan Mehmed Han’ın sekbanbaşısı (Seyyid Mehmed eş-Şühedâ)” yazılıdır (tarihi: H. 857). Doğrusu Hadîkatü’l-Cevâmi”in verdiği malûmat, bilgilendirmeden ibarettir, çünkü bu tarih kaynağı daha eskidir. Kitabedeki isim yanlışlığının, söz konusu mescit tamir edilirken eski kitabenin bir tarafa atılarak yenisinin yazılacağı sırada, yanlış zapt edilip yanlış yazıldığından ileri geldiğine hiç şüphe yoktur. İhmal ve kayıtsızlığı ve tarihe bağlı olmayışı gösteren bu örnekler çoktur. Hâlâ böyle kayıtsızlıklarda bulunuyoruz… Sicill i Osmanî (c. 4, s. 1 70)’de okunduğuna göre, İstanbul’un fethinde ilk sekbanbaşı olanlar Haşan Ağa ve sonra Abdurrahman Ağa’dır. Daha sonra Balaban Ağa sekbanbaşı olmuştur ki, Direklerarası’nın arka tarafında bulunan ve eski bir kiliseden bozma olan Balaban Ağa Camii, bu kişiye izafe edilmek suretiyle şöhret bulmuştur. Aya Kapısı, Evliya Çelebi’nin mahallesidir. Hatta birinci ciltte (s. 99) Kostantiniye’nin Sultan Mehmed tarafından kuşatılmasından bahsederken diyor ki: “Molla Fenarî Hazretleri Kızkapısı’ndan sarıldığında kâfirler orada bir gecede bir küçük hisar yaparak kaleyi sağlamlaştırdılar ki zamanımızın padişahları o kaleyi hâlâ tamamlayamadılar. Hâlâ mamur bir kaledir. Petro adındaki bir rahip, yanında bulunan üç yüz keşişle birlikte bu kaleden kaçmış, hepsi Müslüman olmuş ve Mehmed Petro oradan kaleye saldırmış olduğundan Petro Kapısı, yani Taşkapı demişlerdir. O gece yeni yapılan bu kaleyi ilk kez Mehmed Petro fethettiğinden kendisine sancak ihsan edilmiştir. Aya Dede, Nakşibendî dervişlerinden üç yüz kişiyle birlikte Aya Kapısı’ndan sarıldı ve şehit olup kale kapısının iç tarafında eski mahkememiz olan Sirkeci İskelesi’ne gömüldü.
ekran-alintisi
Onuncu kapı, Yeni Kapı’ (Yeni Kapou)dır ki, İstanbul’un fethinden sonra açılmıştır. Bugün bu kapı, Cibali Yeni Kapısı439 diye bilinir ve tam vapur iskelesinde son bulan yolun karşısındadır. Tarihçi Meleti- us bu kapı hakkında bilgi veriyor. İstanbul hakkında eser yayımlayan Avrupalıların verdikleri bilgiler o kadar kapalı, o kadar yüzeyseldir ki, haber verdikleri şeylerin çoğu dikkate ve itimada değer değildir. On birinci kapı, Petrion Kapısı’dır (Demiıkapı, Porta de Petrion, Cidero). Bugün de bu adla bilinir (Petro Kapısı). Petrion Kapısı’ndan itibaren ikinci bir sur daha vardır ki yuvarlak’ anlamında Strovilon (Strobylos) derlerdi. Rum patriklerinin ikametine mahsus daire ile Patrikhane Kilisesi, bu ikinci surun içindedir. Bu surun üç kapısı vardı: Biri Petrion, diğeri Fener, üçüncüsü de Diplophanar (yani Çifte Fener) Kapısı’dır. Cibali Yeni Kapısı’ndan Fener’e doğru giderken karşımıza iki yol gelir. Biı i sağda, sahili takip ederek Fener, Ayvansaray, Defterdar, Eyüp Caddesi; diğeri solda, Patrikhane’nin önünden geçen yoldur. Petrion veya Petri Kapısı, soldaki yolun ağzındaydı. Burada yol adeta bir üçlü kavşağın başlangıç noktasını meydana getirirdi. Bu yolun ağzında vakıflara ait bir attar barakası ve sol taraftaki burcun altında da bir meyhane vardır. Petri Kapısı yakın zaman önce yıktırılmıştır. Diplophanar Kapısı; Fener İskelesi’nden doğruca Patrikhane’ye giderken Eyüp ana caddesini geçtik ten sonra bu yola paralel ikinci bir sokağa gelinir ki, sağ tarafı Ayvansaray’a, sol tarafı Cibali’ye gider. Bu yoldan Cibali’ye gitmek için Petrion Kapısı’ndan geçmek gerekir. İşte bu sokakta, Ayvansaray’a giden yolun ağzında, patrikhane dairelerinin bitişiğinde Diplophanar Kapısı vardı. Bugün burada sebzeci, eczacı dükkânları vardı. Patrikhane dairelerini içine alan bu ikinci sur, İstanbul’un fethinden önce Pet- riler Kulesi (Petri Kulesi, Chateau des Petriens, de Petrion) adlarıyla anılırdı. Bu tarife göre, Petrion Kapısı solda, Diplophanar Kapısı sağda, Fener Kapısı da iskelenin karşısındaydı. Bu kapının bulunduğu surun üzerinde ve sağ tarafında büyükçe, minaresi de ahşap bir mescit, altında bir çeşme vardır. Bizans tarihçilerinden Nicetas Choniate, Kayser Alkisius Comnenos’a dair yazdığı üçüncü kitapta Petri Kulesi’nden şu şekilde bahsediyor: “Bu Petrion’un iç tarafında vaktiyle azizlerden St. Prodrome rahibelerinin manastırı vardı. Bu manastıra Bizans tarihçileri Petriler veya Petra Manastırı diyorlar. Bu manastırı Kay ser MakedonyalI Basile (866-886) kurmuştu.” Anna Comnenos’un rivayetine bakılırsa (ikinci kitapta) Üçüncü Nicephore Botaniate (1078-1081) Comnenos’un annesi Anna Dalassinee ile kızlarını ve torunlarını bu manastıra hapsettirmişti. Çünkü oğlu Alexius, ordugâhta asker tarafından kayser ilân edilmişti. İmparatoriçe Zoe’nin kız kardeşi Theodora, rahibeliği tercih ettikten sonra Kayser Birinci Romanos Lacapenus^0 (919-944)’un emriyle sözü edilen Petriler Kulesi’ne hapsedilmişti (hapsi: 856, vefatı: 922).
Tarihçilerden Couropalate Codinus diyor ki: “Bizans imparatorlarının yılda iki kez, biri azizlerden St. J. le Prodromos’un doğum gününe, diğeri de başının kesildiği^ güne rastlayan günlerde büyük bir merasim düzenlemeleri ve görkemli alaylarıyla bu manastıra gelmeleri âdettendi. Gerek bu manastırdan ve gerekse bunun gibi diğer müesseselerden şimdi eser kalmamıştır.” Bizans tarihçilerinin ifadelerine bakılırsa, bu manastırı, Fatih Sultan Mehmed, eniştesi ve sadrazamı Mahmud Paşa’nın annesine ihsan etmiş. Bu bilgiyi veren Kostantiniad diyor ki: “Mahmud Paşa, Rumların Zağnos dedikleri Satrap (vali)’ın ikinci kızını almıştı. Mahmud Paşa, Mihaloğlu diye bilinirdi. Chalko Condilos’a göre babası Rum, annesi Sırp imiş. Mihaloğlu henüz gençken, Makedonya’daki savaşlardan birinde Türklerin eline düşmüş, Sultan İkinci Murad’a takdim edilerek Saray-ı Hümayun’a alınmış ve orada terbiye edilerek hazinedarlığa kadar yükselmiştir. Bu memuriyetteyken zekâ ve dirayeti, güzel vasıfları ve özellikle Arapça ve Farsça öğrenmeye olan isteği ve kabiliyeti sebebiyle hem İkinci Murad’ın, hem de hizmetinde bulunduğu İkinci Mehmed’in dikkatini çekmeyi başararak Rumeli Beylerbeyi payesiyle ödüllendirilmiş ve padişahın yakın dostu olmuştur. İstanbul’un fethinden üç ay sonra vefat eden Çandarlı Halil Paşa’nın442 yerine sadrazam olmuş ise de milâdî 1474 yılında Bosna’nın, Sırbistan’ın ve Eğriboz’un fatihi olan Mahmud Paşa, vezirlerin çoğunun uğradığı elim ve feci akıbete uğrayarak kaza fermanının kurbanı olmuştur. Yedikule’de öldürülmesinden önce vasîyetnamesini yazmış ve burada demiştir ki: “Padişahın kapısına geldiğim zaman bir atımdan, bir kılıcımdan ve beş yüz asperon (as- pre)dan443 başka bir şeyim yoktu. O zamandan beri ne kazandımsa hepsi padişahımındır. Fakat son arzum şudur ki, oğlum Mehmed Bey’in hayatı bağışlansın, belki bir gün benim halkın yararlanması için kurduğum o hayır müesseselerinin mamur bir şekilde varlıklarını sürdürmeleri noktasında başarılı olur.” Gerçekten gerek İstanbul’da gerekse Sofya’da bundan dört asır önce yapılmış olan bunca hayır eserinin pek çoğu hâlâ mevcut olup, yaptıran kişinin adını anmaya vesile olmaktadır. On ikinci kapı, Fener (Phanar), on üçüncü kapı, Balat Kapısı’dır (Porte Palatienne, Porte du Palais, Bacilica Porta). Bu kapıya bir zamanlar İmparator Kostantin’in sarayından dolayı Bâb-ı Hümayun (Porta Palatien, Porta Vasilika) derlerdi. Bu saray o civarda olup bugün Tekfur Sarayı adıyla bilinmektedir. Kayserlerin deniz yoluyla geldikleri zaman resmî iskelesi de yine Balat Kapısı’ndaydı. Bu kapı, hâlâ bile bir dereceye kadar bozulmuş olarak Balat Kapısı444 diye anılmaktadır. Kapının dışında bir zamanlar tersane vardı. Tersanenin yeri, ya Balat İskelesi’nin bulunduğu yer ya da Ayvansaray’da, deniz kenarındaki Musevî hastanesinin hemen bitişiğindeki gemi ziftlenen yer olacak…

Balat civarında, İstanbul’un meşhur mahallelerinden Molla Aşkî Mahallesi ve Camii vardır. Bu caminin, Fatma Hanım adında hayırsever bir kimsenin vakfettiği nakit paranın nemasından H. 1238 yılında eskisi tamir edilip yenilenerek inşa ettirilmiş olduğu, kapısı üzerindeki kemerde bulunan kitabeden anlaşılmıştır. Mihrabının önünde padişahın hekimbaşısı Feyzullah Efendi’nin gömülü olduğu, duvara yaslanmış duran serpuşsuz, uzunca mezar taşından anlaşılıyor (1901). Molla Aşkî Mahallesi’nden Balat’a inen yokuşun başında ‘Macarlar Yokuşu’ yazılı bir sokak tabelası gözüme ilişti. Şehremaneti, H. 1333 yılı içinde Saraçhane’den Fatih’deki Kazasker Feyzullah Efendi Medresesi nin bulunduğu yere kadar olan caddeye ‘Macar Kardeşler Caddesi’ ismini vererek, o günlerde İstanbul’da bulunan Macar yetkililerinin ve Osmanlı ricalinin katılımıyla görkemli bir devlet töreni düzenlemişti. Her iki taraftan da alışık olunan konuşmalar yapıldı. Garip olan şu ki, bizim taraftan, Ma- carlarla kardeş olduğumuz hararetle söylendiği hâlde, Macar heyeti tarafından buna dair tek bir harf söylenmemiştir.
Memleketimizin güzel ve sıcak şivesine hiç uymayan ‘Macar Kardeşler’ tabirinin imla tarzına dikkat çekmeden geçemeyeceğim gibi şehrimizde eskiden beri bir Macarlar Yokuşu bulunduğundan haberdar olmayan şehremanetini, tarih önündeki şu gafletinden dolayı suçlamaktan geri duramam. Balat Kapısı’ndan sonra gelen Avcı Kapısı (Cynegion, Kynigos), fetihten sonra kapatılmıştır. Balat Kapısı ile Ayvansaray Kapısı dışındaki yerlere vaktiyle ‘Avcılar Mahallesi’ denilirdi. Blacherna Limanı (Körfezi) (Port de Blacherna) bu semtte, Ayvansaray İskelesi’nden Yavedud İskelesi’ne kadar uzayan sahadaydı. Sözkonusu kapı, Ayvansaray yönünde, Musevîlerin oturduğu evlerin arka tarafında olup, tâkının üzerinde meleklerin büyüklerinden Mikail’i (Archange Michel) bir elinde kılıçla gösteren kabartma bir resmi vardı. Bu resim, yakın zamana kadar kale duvarında durmaktaydı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir