Öğrenci’nin riâyet edeceği bir çok âdâb ve vazifeleri vardır ki
bunlar, on kısımda toplanabilir.
1 — Her şeyden evvel, kalbini bütün fenâ hâllerden ve kötü vasıflardan
temizlemektir. Çünkü ilim öğrenmek, kalbin ibâdeti, sırr’ın
namâzı ve iç hasselerin Ailahu Teâlâ’ya yaklaşmasıdır. A’zâlar’m vazifesi
olan namaz, a’zâları her türlü pislikten temizlemeden kabûl olmadığı
gibi, bâtını ibâdet ve kalbi ilim ile tezyin de, ancak kaibi her
türlü kötü sıfat ve vasıflardan ve fenâ lıûylardan temizledikten sonra
kabûl olur. Nitekim Peygamber Efendimiz:
«Dîn, temizlik üzerine kurulmuştur.» (119) buyurdu.
Temizlik, zâhir ve bâtın temizliğidir. Allahu Teâlâ K u r’ân-ı Kerîm
’de :
«Müşrikler pisdir.» (9 – Tevbe : 28)
buyuruyor ve şu gerçeği ifâde ediyor ki, pislik ve temizlik yalnız dış’a
bağlı değil, iç ile de alâkalıdır. Müşrik, yeni hamâmdan çıkmış ve temiz
elbise giymiş olması bakımından temiz olabilir, fakat cevheri vema’neviyâtı pistir. Pislik, nefret edilen ve kendisinden uzaklaşılan bir
şey’olduğuna göre iç pisliklerden kaçınmak daha mühimdir. Çünkü
bâtın pisliği, burada pislik olmakla berâber, âhirette de insanı helâke
götürür. Bunun için Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfde :
« llj â s o m j i »
«Köpek bulunan eve melek girmez.» (120) buyurmuştur.
Kalb, meleklerin indiği ve eğlendiği bir evdir. Gazab, şehvet, kin,
hased, kibir, ucb ve benzerî kötü hûylar üren köpeklerdir. Bu gibi kö
peklerle dolu bir kalb’e melekler nasıl girsin? (Çünkü temiz olanlar,
temiz yerde bulunur, pisliğe karışmazlar.) Allahu Teâlâ ilim
nûrunu melekler vâsıtasiyle kalbe akıtır. Nitekim âyet-i celîlede :
‘ ‘ O o? . ^ o ^ i , , A f- 0 £ ^ X ‘
I I M I . . . I< T -.1 =. t – . 1 ^ – 1 ,) ‘¿ s ‘A C S j VI ‘ ¿ i Î Ü 2 ; j î o ı r U j
« ¿U o U -?* I
«Ya bir vahiy ile, yâ bir perde arkasından, yalıud bir elçi gönderil)
de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça Allahın hiç
bir beşere kelâm söylemesi (vaakî) olmamışdır.» (42 – Ş û râ : 51)
buyurulmuştur. Bunun gibi kalb’e gönderdiği ilmin rahmetlerine de
müvekkel melekler vardır. Bunlar kötü sıfatlardan uzak, temiz ve
mukaddes kimselerdir. Bunlar ancak temiz yerlere inerler. Kendilerinde
olan rahm et hazîneleriyle ancak iyi ve temiz yerleri ta’mîr ederler.
Bunu söylerken hadîs’deki «Beyt» kelimesinden murâd kalb,
«Kclb» kelimesinden murâd gazab ve dîğer kötü sıfatlardır demek
istemiyorum. Ancak bu Hadis’de buna da tenbîh ve işaret vardır derim.
Zâhir mânâyı, bâtın mânâya değiştirmekle, sözü, asıl mânâsında
kullandıktan sonra buna da tenbîh ediyor demek arasında büyük
fark vardır. Bâtmiyye fırkasının ayrıldıkları bu inceliktedir. (Onlar,
kelimeyi asıl mânâsından alır, başka mânâda kullanırlar.) Bizim anlattığımız
iyi âlimlerin kabûl ettikleri i’tibar yoludur. İ’tibar, ibret
almak demektir; yâni asıl mânâyı kabûl etmekle berâber ondan baş
ka bir mânâ da çıkarmaktır. Nitekim başkası bir belâya uğradığı vakit, dünyâ’nm inkılâb ve değişiklik dünyâsı olduğu için, bu belânın
kendisine de gelebileceğini düşünerek akıl sâhibinin ondan ibret alması
gibi. Başkasından kendisine, kendisinden de dünyânın esâsına
ibret alması öğülen bir ibretlikdir.
Sen de insânların inşâsı olan «Beyt» [Oda] kelimesinin mânâ
sından, Allahu Teâlâ’mn inşâsı olan kalbi i’tibar et. Sûreti için değil
de ahlâkı olan yırtıcılık ve pisliği bakımından yerilen «kelb» kelimesinin
mânâsından, bu sıfatlarda olan rûhu i’tibar et.
Bilmiş ol ki, gazab ile dolmuş, dünyâya dalmış ve dünyâlık peşinde
koşan, insânların şeref ve haysiyyetleri ile oynıyan kalbler, surette
kalb ise de mânâda kelptir. Halbuki basiret nûru, suretleri değil,
mânâları mülâhâza eder. Maddî âlemde sûretler, m ânâlara gâlibdir.
Mânâlar sûretlerin içindedir. Âhirette ■ bunun aksine olarak, sû
retler m ânâlara tâbi’ ve m ânâlar galibdir. Bunun içindir ki, her inşân,
mânevî sûreti üzerine haşrolacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz
şöyle buyuruyorlar :
«İnsânların şereflerini pâymâl etmeğe çalışanlar kelb sûretinde,
mâl düşkünleri kurt sûretinde, benlikçiler kaplan sûretinde, riyaset
âşıkları arslan sûretinde haşrolacaklardır.»
Bu husûsu ifâde eden daha bir çok haberler olduğu gibi, basar ve
basiret sâhipleri de buna şehâdet etmiştir.
Eğer : «Seviyeleri çok düşük kimseler var ki, bir çok ilimler elde
etmişlerdir.» dersen, cevâben deriz ki: Onların bilgisi âhirette faydası
■dokunacak, saâdeti sağlayacak gerçek ilim olmaktan çok uzaktır. Zî-
ra âhirette kârı dokunacak ilmin belirtilerinden biri, isyânm öldürü
cü bir zehir olduğunun bilinmesidir. Öldürücü olduğunu bilen kimsenin
zehir içtiğini hiç gördün mü? Böyle sûretâ âlim geçinenlerden
duyduğun bir hadîsi dilleriyle kabûl ederken kalblerinden tereddüd
-etmeleri, ilim n âm ın ahir şey değildir. Nitekim İ b n M e s ‘ û d (R.A.):
«İlim, fazla rivâyet etmek demek değil, belki Allahu Teâlâ’mn kalb’e
ilka ettiği bir nûrdur.» buyurmuştur. Dîğer bâzıları da: «İlim, haşyettir.»
dediler. Zîra Allahu Teâlâ :
« e iC p (y»’ «0)1 CkJj 9
«Allahu Teâlâ’dan (en çok) korkanlar, âlimlerdir.» (35 – Fâtır:
28)
buyurmuştur. «İlim, haşyet [korku]’dir» diyen, ilmin en mühim husû-
.siyetine işâret etmiştir. Bu sebepten bâzı gerçek âlimler, başkalarının:«Biz ilmi, başka gaye uğrunda okuduk, fakat ilim, başkası için olmaktan
îbâ etti ve ancak Allah için olmağı kabûl etti.» sözlerinin mânâsı,
«İlim, bizden yüz çevirdi, hakikati bize açıklanmadı, bizim elde edebildiğimiz,
ancak elfaz ve zâhir mânâsı oldu, demektir.» dediler.
Eğer dersen ki: «Usûl ve îürû’da ün almış âlimlerin fuhûlinden
sayılan nice muhakkik, fakîh âlimler tanırım ki, kötü ahlâklarından
temizlenmemişler, arınmamışlardır.»’Cevâbında deriz ki: İlimlerin derecelerini
ve âhiret ilmini bildikten sonra, bunların meşgûl oldukları,
ilim olması bakımından faydası çok az olan şeyler olup, bu gibi ilimlerin
kârının, -eğer Allah rızâsını niyyet ederse- daha ziyâde amel bakımından
olabileceğini anlarsın. Bu cihete yukarıda işaret edildi. İnşâallah
ileride daha geniş tafsilât verilecektir.
2 — Dür.yâ ile alâkasını azaltıp yurdundan ve âilesinden uzaklaşmalıdır.
Çünkü dünyâ alâkası ve âile gâilesi tahsîl’e mâni’dir. Halbuki
Allahu Teâlâ bir inşânın içinde iki kalb yaratm am ıştır (ki, iki tarafı
idâre etsin). Ne zamân aklını başka tarafa bölersen gerçekleri anlaman
azalır. Bu sebepten: «Bütün kuvvetini ilme bağlamadan, ilimden
bir şey alamazsın.» denilmiştir. Sen bütün varlığını ilme bağladı
ğın vakit onun bir cüz’ünü alman yine şüphelidir. Dağınık fikir, cuyu
bölünen bir dereye benzer ki, bir kısmını toprak içer dîğer bir kısmı
havaya karışır; derken bahçeyi sulamağa yetişmez, kurur gider.
3 — İlimle kibirlenip, hocaya ukalâlık etmemektir. Bilâkis bütün
mevcûdiyetiyle her husûsda hocanın emrine girip onun bütün öğütlerini,
câhil bir hastanın selâhiyyettâr tabibi dinleyip kabûl etmesi gibi,
dinlemeli ve kabûllenmelidir. Ve yakışan dâima hocasına karşı alçak
gönüllü olup ona hizmeti bir şeref telâkki etmektir. Ş a ‘ b î diyor k i :
«Bir cenâze namazım kıldıktan sonra binmesi için, Zeyd b. Sabi
t ’e katilım yaklaştırdım. O sırada A b d u l l a h b. A b b â s
gOlerek özengiyi tutm ak istedi. Bunu gören Zeyd: “Ey Resûlu’llah’ın
amcazâdesi, özengiyi bırak.” dedi. İbn Abbâs: “Biz, âlimlere bu şekilde
muâmele ile emrolunduk.” dedi. Bunun üzerine Zeyd, İbn Abb
â s ’m elini öptü ve: “Biz de, Resûl’ün ehl-i beytine böyle-yapmakla
emrolunduk.” diye mukaabelede bulundu.»
Bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır.
• o. t i , o ı a. **»<» y. /
• ¿ u ıı v ı ¿ j l a H ¿ r s u ı ¿ * J L i »
«Zillet, mü’minlerin ahlâkı değildir; ancak ilim talebinde olabilir.»
(121)
1 28 İHYÂU* ‘ULÛMİ’D – DÎN — Cilt : 1 — RUB’U’L – İBÂDAT
Hülâsa, talebelerin hocalarına karşı kibirlenmeleri doğru değildir.
Hocaya karşı kibrin belirtilerinden biri de, istifâde için yalnız meş-
hûrları seçmektir. Bu, ahmaklığın tâ kendisidir. Zira ilim, kurtuluş ve
saâdet’in sebebidir. Kendisine saldıran arslandan kaçıp sığınacak yer
arayan kimse, sığınağı gösterenin ünlü veyâ ünsüz olmasına bakma/.
Halbuki Cehennem ateşinin, Alıahu Teâlâ’yı bilmeyenlere saldırışı, her
nevi yırtıcı hayvan’ın saldırışından fenâdır. Hikmet, mü’minin yitiğidir.
Nerede eline geçerse onu ganimet bilir; kim olursa olsun, kendisini
o yitiğe ulaştıran’a teşekkürü, boynuna borç bilir. Bu sebebden
denildi ki;
«Sel, yükseklere düşmân olduğu gibi, ilim de kibr eden öğrencilerin
düşmânıdır.»
İlim, ancak tevâzu* göstermek ve dinlemek ile elde edilir. Ailahu
Teâlâ:
C
«Doğrusu bunda düşüncesi olanlara yahut akıllan başlarında
olarak kulak verenlere büyük öğüt var.» (50-Kâf : 37)
buyurmuştur. Kalb sâhibi demek, yaratılışta bilgiye kabiliyetli ve anlayışlı
olmak demektir. Bundan sonra yalnız anlayışlı olmak yetmez.
Tâ ki içinden hâzırlanıp, kendisine söylenenlere karşı teşekkür ve tevâzu‘
göstererek cân kulağı ile dinlemedikçe.
Talebe, hocasına karşı, yağan bol yağmuru tamâmiyle içine alan
yumuşak toprak gibi olmalı ve hocanın öğüdünü tamâmen kabûl etmelidir.
Hocanın, kendisine öğrettiği her şeyi hemen kabûllenmeli,
kendi kanâatini atmalıdır. Hocanın görünüşteki hatâsı, kendi doğrusundan
daha kârlıdır. Zira tecrübe, kulaklara garîb gelen bir çok inceliklere
inşânı ulaştırır. Çok ateşli hastalar vardır ki, tabıb ona evvelâ
yine hararetini daha da yükseltecek ilâç verir de sonra tedâvisine
gider. Şüphesiz tabâbetten haberi olmayan buna şaşar. F’akat tabibin
gâyesi, onu ilâcın sadmesine dayanabilecek bir hâle getirmektir.
Allahu Teâlâ, H ı z ı r ve M û s â (A.S.) kıssasiyle buna tenbîh
ederek şöyle buyuruyor. Hızır (A.S.) dedi k i :«Şüphesiz sen benimle sabredemezsiıı. Havsalanın almadığı şeye
nasıl sabredeceksin?.» (18-Kehf: 67-68)
Sonra da kendisi açıklaymcaya kadar sâkit durmasını şart koşarak
:
. 9 a O ‘ S ‘ _ i I C s a s ö * ^
« I J> .*> ¿JL! si-jJb -l
y y y » ‘“O- ^ t r
«Eğer bana tâbi4 olacaksan bana hiç bir şeyden sorma, tâ ben sana
ondan bir söz açıncaya kadar.» (18-Kehf: 70)
demiştir. Sonra ayrılmalarına sebep oluncaya kadar sabredemedi de
durmadan tekrar tekrar sordu.
Hülâsa: Kendi görüşünü hocasının görüşü üzerine tercih eden
her talebe mahrûmiyet ve hüsrândadır.
Eğer dersen ki : Allah u Teâlâ :
«o.jlİSv “pilr üi J tjjî ı^iU,u»
«Eğer bilmezseniz, bilenlerden sorun.» (16-Nahl: 43)
Buyurduğuna göre, soru sormak emr-i İlâhidir. (Buna göre hocaya
suâl neden mahzûrlu olsun?) Bilmiş ol ki bu, doğrudur. Fakat
hocanın izin verdiği kısımlarda sorulur. Henüz anlayamayacağın şeylerden
değil; bu gibi mes’elelerden sormak iyi değildir. Bu sebebdendir
ki, Hızır aleyhi’s – selâm, M û s â aleyhi’is – selâm’ı suâlden men’-
etmiştir. Yâni zamâm gelmeden suâl sorma. Hoca senin nereye kadar
selâhiyetli olduğunu ve onların sana ne zamân açıklanacağını bilir.
Henüz anlaşıiamıyacak şekilde olan şeyden sorulmaz. Hazret-i Ali
(R.A.) buyuruyor: «Kendisine fazla suâl sorulmamak, cevâbında inâd
etmemek, yorulduğu vakit zorlamamak, kalkacağı zamân eteğine sarılmamak,
gizli söylenenleri kendisine duyurmamak, yanında gıybet
etmemek, sürçmesini beklememek, bir hatâsı olursa ma’zûr kabûl etmek, âlim’in hakkıdır.’) Allah’ın emirlerine riâyet ettiği müddetçe,
kendisine Allah için saygı gösterilmesi ve şahsının üstün tanınması,
önünde oturulmaması ve ihtiyâcının halk tarafından giderilmesi,
âlım’in hakkıdır.
4 — İlim tahsilinde bulunan kimse, ilm’e ilk girdiğinde ister dünyevî
ister uhrevî olsun, insânların ihtilâflarına kulak asmamalıdır.
Çünkü bu gibi ihtilâflar, aklını bocalatır, zihnini kurcalar, kanâatini
şaşırtır, anlayışdan kendisini ümîdsizliğe düşürür. Bunun için yapacağı
ilk iş, hocası’nın kabûl ettiği doğru yolu iyice anlamak ve ondan
sonra diğer mezheb ve şüpheli şeyleri araştırmaktır. Eğer hocası müstakil
bir meziıeb’e bağlı olmayıp gelişi – güzel her mezheb’den ve aralarındaki
ayrılıklardan bahsederse ondan vaz geçsin. Çünkü onun sapıtması
düzeltmesinden çok olur. Zira kör’ün, körleri idâıe edip onlara
yol .göstermeğe selâhiyeti yoktur. Şahsiyeti böyle karışık olan kimseler,
hayret körlüğünde ve cehâlet sahrâsmda sayılırlar.
İlm’e yeni giren kimseyi şüpheli şeylerden men’ etmek, yeni Müs
lümân olanı kâfirler arasına girmekten men1 etmeğe benzer. Kuvvetli
bir âlimi şüpheli şeylere bakmağa teşvik ise, kuvvetli bir Müslümânı
(İslâmiyeti aşılamak için) kâfirler arasına girmeğe teşvike benzer.
Bunun için korkakların düşmân saflarına saldırması men’ edilir ve
cesûr olanlar buna teşvik edilir. Bu inceliği anlayamadıklarından bâzı
zayıf akıllılar, kuvvetli bilginlerden rivayet edilen bâzı müsâmahalarda
onlara uymanın câiz olduğunu zannettiler. Bilemediler ki kuvvetli
âlimlerin vazifeleri, zayıflarmkinden ayrıdır. İşte bundandır ki bâzı-
lan: «Beni hidâyette gören sıddik, sonraları gören ise zmdik olur.»
demiştir. Çünkü nihâyette farzlarından gayri ameller, zâhirden bâtına
intikal eder. Görenler de tenbelleştiğini ve ihmâl ettiğini zannederler.
Halbuki bu makaam, kalbini mâsivâdan çekip Allahu Teâlâ’ya rabt
etmek ve devâmlı olarak amellerin efdâli olan Allah’ı tezkîr makaamı-
dır.
Zayıfların, kendilerini kuvvetlilerin dış görünüşlerine benzetmeleri
boş bir şeydir. Bu bir bardağa bir parça pislik attıktan sonra: «Bü
tün pislikler denize atılırken ben şu küçük bardağa azıcık pislik atfımsa
ne lâzım gelir? Koca denize câiz olan, elbette bu bardağa da
caizdir.» diye özür dilemeğe benzer. Deniz bütün azametiyle o necaseti
suya çevirir ve o necaseti kaplamasiyle, necaset kendi sıfatını alır.
Fakat az necâsetin bir bardak suya galebe çalarak suyu kendi vasfına
çevirdiğini bilemez. İşte bu. gibi sebeblerden, başkasına câiz gö
rülmeyen çok şeyler. Peygamber Efendimize (S.A.) câiz görülmüştür.«Ilattâ kendisine dokuz kadın m übâh oldu.» (122)
Çünkü kendisinde, çok da olsalar kadınları arasında adalet edecek
kuvvet vardı. Fakat başkaları bu adalete güc getiremez; aralarında
haksızlık eder de- onların rızâsını ararken Allah’a isyan eder. Azâb
meleklerini, kamçı vuran insanlara benzeten aldanmıştır.
5 — Talebe öğülen ilimlerin hiç bir fennini ve nev’ini terk etmemelidir.
Hiç olmazsa gâye ve maksatlarını anlayacak kadar onlara
bakmalı ve sonra imkân bulduğu takdirde onlardaki bilgilerini geniş
letmelidir. Aksi hâlde ehemmi, mühim üzerine tercih etmeli, onunla
meşgül olmalı ve diğerlerinden lâzım olan kısmını almakla kifâyet
etmelidir. Çünkü ilimler birbirine bağlı ve yardımcıdır. Aynı zamanda
bu kadar bilgi ile o, ilm’e düşmânlık etmekten korunmuş olur.
Çünkü insânlar bilmediklerinin düşmânıdır. Nitekim Allahu Teâlâ
K ur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
■fl. & 6 S S S £ £ S
« wü> ¿Jjsj LLa < j j ))
«Muvaffak olamayınca da şöyle diyecekler: Bu eski bir yalan.»
(46 – Ahkâf : 11)
Şâir de şöyle diyor :
«Acı bulur ağzında tadı olmayan hasta;
İçtiği suyu, âb-ı hayat olsa da tasda.»
İlimler derecelerine göre ya, kişiyi Allahu Teâlâ’ya ulaştırır, veyâ
ulaştırmağa bir nevi yardımcı olur. Maksûd’a yakınlık ve uzaklığı bakımından
ilimlerin muayyen dereceleri vardır. İlim tahsilmde olanlar,
hudûd bekçileri gibi onun muhâfızlarıdır. Her biri için bir derece
ve Allah rızâsını kasd ettiği takdirde, derecesine göre âhirette mükâ
fat vardır.
6 -— Gelişi – güzel bir fenne dalmayıp, ehemmi tercih ederek tertibi
gözetmelidir. Şu kısa ömür bütün ilimleri elde etmeğe yetmediğine
göre, en doğrusu her fenden güzelini almak ve ondan bir koku ile
iktifâ ederek bütün kuvvetini, ilimlerin en makbûlü olan âhiret ilmine
bağlamaktır. Yâni muâmele ve mükâşefe kısımlarına çalışmalıdır.
Muâmelenin neticesi, mükâşefe, mükâşefenin gâyesi de Allahu Teâlâ’yıbilmektir. «Allahu Teâlâ’yı bilmektir.» derken: Avam kısmının ağızdan
aldığı veyâ veraset yoluyla sahip olduğu i’tikadı veyâ hasımlarma
karşı kelâmcıların takındıkları mücâdele yollarını değil, belki mücâ-
lıede ile bâtınını temizliyerek, hakkında Peygamberimizin: «Eğer âlem
lerin îınâniyle tartılayd ı ağır gelirdi.» buyurmak sûretiyle şehâdet ettiği
E b û Bekr’ in îmânî seviyyesine yükselen kişinin kalbine
Allahu Teâiâ’nm iika etiği nûrun semeresi olan bir nevi’ YAKİN’i
kasd ediyorum.
Buna göre avâm’ın i’tikadı ile, bu i’tikaddan farkı olmıyan ancak
söz san’atı ile KELÂM adını alan, kelâmcıların bu gibi tertiplerinden
Hazret-i Ömer, O s m â n, Ali ve diğer Sahâbe (R.A.) âciz
değillerdi. Hattâ E b û Bekir,, göğsüne yerleştirilen sır ile onlara
üstün idi (Fakat onlar bu gibi şeylerle uğraşmazlardı). Sâhib-i Şerî’at
Peygamber aleyhi’s-selâm’dan, bu (E b û Bekr ’in imânı ağır gelir)
gibi sözleri duyduğu hâlde, sonra rastgele duyduklarını küçümseyip
beğenmiyen, «Bunlar sofiyye’nin uydurmaları ve ma’kûl olmayan
boş sözleridir» diyenlere şaşarım. Sana yakışan bu makamda teenni
ile hareket edip ağır davranmaktır. Çünkü burada sermâyeyi kaybetmek
tehlikesi var, o hâlde fakîh ve kelâmcıların sermâyeleri hâricinde
kalan ve E b û B e k r ’in üstün sayıldığı o sırrı öğren. Seni o sırra
ulaştırabilecek olan senin ona olan hırsındır.
Hülâsa: İlimlerin en şereflisi ve gâyesi Allahu Teâlâ’yı bilmektir.”
Bu da dibi bulunmayan bir denizdir. İnsânlardan bu husûsda en üstün
mertebeye yükselenler Peygamberler, sonra veliler ve sonra bunları
ta‘kib edenlerdir.
Hikâye olundu ki, eski ma’bedlerin birinde ellerinde birer yazı bulunan
iki hakîm’in heykelleri var. Birisinde şöyle yazar. «Her şeyi en
güzel ve en mükemmel şekilde yapsan bile, Allahu Teâlâ’mn birliğine
ve her şeyi yaratan olduğuna inanmadıktan sonra bir şey yaptığını
sanma.» Diğerinde de : «Ben Allahu Teâlâ’yı bilmeden, içerdim fakat
kanmazdım. Allahu Teâlâ’yı bildikten sonradır ki içmeden kandım.»
7 — (Tertibe riâyet). Bir fenni bitirmeden ondan sonraki fenne
geçmemek. Zira ilimler zarûrî bir tertîb ve tasnife bağlıdır. Bâzıları,
diğer bâzılarma yoldur. Onlardan geçilmeden diğerlerine geçilmez.
Muvaffak olanlar tertîb’e riâyet edenlerdir. Nitekim Hak Teâlâ buyuruyor
:
x i <- fi* s j s Zj?
« jp – J jo <— ‘ j . ui >)
s s s ‘ s 1
«Kendilerine kitâb verdiklerim iz, onu halıkıyle okurlar.» (2 – Bakara : 121)Yâni ilim ve amel ile iyice anlayıp tatbik etmeden başka fenne
geçmezler. Okuyan kişinin, her okuduğu ilim ’dcn gayesi onun daha
üstüne çıkmak olmalıdır. Mcnsûpları arasında ihtilâfın bulunmasını
veyâ bâzılarının hatâsını veya ilminin gereğiyle amel etmediğini gö
rerek herhangi bir ilm’in bozukluğuna hüküm vermemelidir
Çok kimseler görürsün kı, «Bunların aslı olaydı erbâbı onları anlardı.»
diyerek aklî ve fıkhi ilimlere i‘tibar etmezler. Bu şüphelerin
halli «Mi’yaru’l-ilm» adlı eserimizde geçmiştir. Diğer bir kısmını gö
rürsün ki, bir tabibin hatâya düşmesi sebebiyle topyekûn tıbbı inkâr
ederler. Diğer bir zümreyi bulursun, bir müneccim’in dediği rastgeldi
diye müneccimlerin doğruluğuna inanır. Diğer bir kısmı da, bir tahmin
doğru çıkmadı diye ilm-i nüçûmu inkâr eder. Bunların hepsi de
hatâdır ve herhangi bir şeyin doğru ve yanlışlığını (başkalarının
cüz’î müşâhedeleriyle değil) kendi nefsinde bilmemektendir. Her ilmi
herkes lâyıkiyle anlayamaz. Bunun için Hazret-i Ali buyurur k i:
«Gerçeği bil ki ondan sonra ehlini bilmiş olasın.»
8 İlimleri şereflendiren, değerlendiren sebebleri bilmektir.
İlimlerin değeri iki şey ile ölçülür :■
Netîcesi’nin yüceliği,
Delilinin kuvvet ve sağlamlığı.
Neticesi ile ölçülere misâl din ve tıb ilimleridir. Dîn ilminin neticesi,
ebedi yaşayışı te’min, tıb ilminin neticesi ise muvakkat yaşayışı
sağlamaktır. Buna göre, din ilmi, tababetten üstündür.
Delilinin kuvvet ve sağlamiığiyle ölçülenlere misâl hisab ve nü~
cûm ilimleridir. Delil daha sağlam ve kuvvetli olduğu için, hisâb ilmi;
nücûm ilminden daha şereflidir. Hisâb tıb ile ölçülürse, gayesi bakı
mından tıb; delili bakımından ise, hisâb tıbdan şerefli gelir. Fakat neticeyi
düşünmek daha doğrudur. Bu sebebdendir ki, her ne kadar çoğu
tahmini ise de tıb ilmi, hisâbdan şereflidir.
Şu verdiğimiz izahattan anlaşıldı ki, ilimlerin en yücesi Allaha
Teâlâ’yı, Meleklerini, Kitâblaıını ve Peygamberlerini bildiren ilimlerle
bu ilimlere ulaştıran diğer ilimlerdir. Buna göre senin de rağbet ve
hevesin bu ilimlere olmalıdır.
9 Talebenin dokuzuncu vazifesi de okumaktan gâyesinin bu
ânda kalbini kötü hûylardan arıtıp, faziletlerle süslemek, gelecekto ise
mukarreb meleklerin civarına yükselmek ve Allahu Teâlâya tekarrüb
olmasıdır. Bilgisiyle ıiyâset, servet, makam, düşük adamlarla mücâ
dele ve emsâllerine üstünlük gayesini gütmemelidir. Gâyesi Allah rı
zâsı olunca, buna en elverişli olan ilmi aramalıdır, ki bu da âhiret ilmidir.
Bununla berâber mukaddimede farz-ı kifâye’den saydığımız,
lügat, nahv, fetvâ ve benzerî ilimleri de küçümsememelidir. Biz, âhiret
ilmini fazla eğerken, sakın bu ilimleri küçümsediğimiz anlaşılmasın.Bütün bu ilimlerin sahipleri olan âlimler, düşmân kargısında muhâfız
gözcü ve Allah yolunda mücâhede eden gâziler gibidir. Bunlardan bir
kısmı bi’lfi‘il düşmân ile döğüşür, diğer bir kısmı gözleyici ve yardımcı
olur, diğer bir kısmı yiyecek içeceklerini sağlar, diğer bir kısmı da
hayranları korur, ki gâyeleri ganimet olmayıp Allah rızâsı olduktan
sonra hepsi m ükâfat alır. Her bakımdan âlimler de bunlar gibidir. Allahu
Teâlâ âlimleri öğerek şöyle buyuruyor :
t””” ” *ı îr ı – ? : 1 i – • £ ‘* ’ • * ‘ 7 ” A ı f l ı
* 1 ûi ^ Cif
«Sizden îmân edenleri Allah yükseltir, ilim verilenleri ise, kat kat
dereceler ile yükseltir.» (58 – Mücâdele : 11)
Diğer bir âyet-i celilede de şöyle buyuruluyor :
\ ^ ‘ o f ^ s 0 a
« ¿Sİ »
«Onlar (Allah rızâsına tâbi’ olanlar) ise Allah indinde derece derecedir.»
(3-Âl-i İııırân: 163)
Fazilet, aralarında nisbîdir. Padişahlara nibetle sarrafları kü
çümserken süpürgecilere nisbet edildiklerinde de küçümsenmeleri lâ
zım gelmez. Yüksek rütbeden düşen kimsenin kıymetinin tamâmen
kaybolduğunu sanmamalı. Üstün rütbe, derecelerine göre, evvelâ Peygamberler,
sonra velîler, sonra gerçek âlimlerde daha sonra da iyi kim
seler içindir. Zerre kadar iyiliği olan mükâfatını, zerre kadar fenalığı
olan da karşılığını bulacaktır. Hangi ilim olursa olsun, kim ki ilmi ile
Allahu Teâlâ’yı kasd ederse ilmin kârını bulur ve o ilim, sâhibini yükseltir.
10 — İlimlfcrin, gâyeye olan nisbetlerini öğrenip ona göre okuyacağını
seçmektir. Yakın ve yüksekte olanı, uzakta olan üzerine ve
ehemmi mühim üzerine tercih gibi. «Ehemm» demek mutlak değil,
yâni hadd-i zâtında ehemmiyetli olan demek değil, senin için ehemmiyetli
olan demektir. Şüphesiz senin için ehemm olan, dünyâ ve âhiretini
alâkadar edendir. Vaktâ ki K u r’ân’ın açıkladığı ve ayan mertebesine
yükselecek derecede basiret nûru’na sâhip olanların şelıâdet ettiği
gibi, dünyâ ve âhiret’in ikisini bir arada toplamak senin için mümkün
olamıyacak. Gerçekde ehemm olan ebedi kalacak olan âhiret ilmidir.
O zamân dünyâ senin için bir misâfirhâne; bedenin merkep,
ilimlerin de seni maksadına ulaştıran bir vâsıta, maksadın herdar kadrini bilenler az ise de, Allahu Teâlâ’ya ulaşmak olur. Nimetlerin
hepsi aradadır