TECRÜBE KONUŞUYOR
Ülkemizdeki filoloji (dil bilimi) çalışmalarının önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Mertol Tulum, titizliği ile nam salmış bir akademisyen. Fatih devrinin ilim ve devlet adamlarından Sinan Paşa’nm Tazarruname ve Maarifname gibi “demir leblebi” metinlerinin üstesinden layıkıyla gelen Mertol Bey ile çalışma prensipleri ve tecrübelerini konuştuk…
Hocam, kendi sahanızda bitmek bilmeyen bir azimle çalışıyorsunuz.Yayınlarınıza devam ediyorsunuz Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercihiniz nasıl oldu?
Üniversiteye girişim 58-59 ders yılıdır. Türkoloji i bölümünü isteyerek seçmedim. Resme yatkındım. Bütün hevesim mimar-mühendis olmaktı. Derslerim de iyiydi. Fakat lise son sınıfta edebiyat ve fen sınıfları ayrıldı. Hayatımda yaşadığım enteresan dönüm noktalarından biridir. İlk uygulama bizim döneme denk geldi. Matematik hocam vardı; -Allah rahmet eylesin- Perihan Hanım… Aram bozuktu benim onunla. Ben fen kısmını seçmiştim. Çünkü Teknik Üniversiteye ancak oradan gidebilirim. İlk derste, matematik dersine Perihan Hanım gelmesin mi! Hemen dilekçe verdim ve edebiyata geçtim. İnsan hayatında ne kadar enteresan şeyler var. Mezun olduk, üniversiteye gireceğiz. Şimdiki gibi kılavuzlar falan hiçbir şey yok. Gidiyorsun taşradan İstanbul’a. Her şeye yabancısın. Edebiyat Fakültesi nin kaç bölümü var. Hiçbir şey bilmiyorsun. Orada bir bankta formu doldururken bir hukuk öğrencisi geldi yanıma. Ondan formu doldurmak için yardım istedim. Nereden mezun olduğumu sordu. Edebiyat bölümü. Sonra kâğıdıma baktı, gördü ki hep teknik üniversite, mühendislik falan yazmışım. Üstünü çizdi. At bunu, yeni bir tane al, dedi. Sen ancak edebiyata girebilirsin, dedi. Ne var edebiyatta? Tarih, Coğrafya, Türk Dili ve Edebiyatı ve saire var… Yazdım onları. Türk Dili Edebiyatına böyle girdim. Tamamen tesadüf. Şimdi sınıfa girdim. Benim yarı hafızlığım var, dini eğitimim var, aruz biliyorum… Baktım ki ilk sınıf Osmanlıca üzerine. Başka ders yok. Dört ana sertifikanın sınıf dersleri Osmanlıca. O bana o kadar basit geldi ki, imtihanlardan hep fevkalade yüksek notlar aldım. Ben buraya devam edeyim dedim; öyle başladık.
Öğrencilik yıllarınızda sahaflarla aranız nasıldı?
Sahaflardan çıkmadım. Sahaflarda Muzaffer (Ozak) Hoca vardı. Öğrenci dostuydu. Mehmed Çavuşoğlu da İstanbul’a çok erken yaşlarda gelmiş; basın çevrelerine girmiş. Peyami Safa başta olmak üzere Necip Fazıl vs. o devrin bütün eli kalem tutan insanlarıyla yakın ilişkileri olan bir adam. Girişken. Kendisi de şiir vs. yazıyor. Ben onun yakın arkadaşıyım. Muzaffer Hocayı da tanıyor. Biz her ikindide gideriz Muzaffer Hocanın yanına. Dolu bir insandı. Mesela gideriz: Hocam bize Kamus Tercümesi lazım deriz. O da, ‘Şuraya bir kadın bırakmıştı, alın onu götürün.’ derdi. Para almazdı. Birçok temel kitabı bize o hediye etmiştir. İkincisi, Necati Abi diye bir kitapçı vardı. O da öğrenci dostu. Gideriz, ona bize şunlar lazım diyerek bir liste bırakırız. O zamanlar ellerine çok kitap geçerdi. Ismarlananlara göre ayırırlar. Abi bize göre bir şey var mı?’ 50 tane kitap ayırmış. ‘Ne vereceğiz?’ ‘Ne verirsen ver.’ derdi. Çok kitap aldım ondan.
Sahafların en eski simalarından Raif Yelkenci vardı.Onunla da hatıranız vardır.
Raif Yelkenciyi de tanıdım. İstifade ettim.Raif Yelkenci’nin bir itirafı oldu. Bir keresinde bana ‘Oğlum, ben aile bakıyorum. Buradan para kazanacağım, aileme bakacağım. Bana kıymetli bir yazma geldiği zaman bunu para verene satmak zorundayım. Burada kütüphaneye versen para veren yok. Onun için yabancıya satıyorum.’ demişti. Mesela, Firdevsi’nin meşhur Süleymanname’si vardır، 76 veya 82 cilt olduğu rivayet edilir ki onların hepsini bütün dünya kitaplıklarından topladım. Birinci cildi kayıp. Chester Beatty Koleksiyonunda çıktı. Raif Bey oraya kendisinin sattığını itiraf etmişti. II. Bayezid döneminde yapılmış, hacmi büyük bir eserdi. Saray için iki nüsha olarak çoğaltılmış. İlk sayfası açıldığı zaman iki sayfayı kaplayan emsalsiz bir minyatür var. Hz. Süleyman’ın bütün tabiat kuvvetlerine hükmetmesini tasvir eden çok büyük bir minyatür. Chesterwild’in adamı gelmiş. Ne verdiyse almış, adam da götürmüş kitabı.
Siz eskiden beri kronik eserlerin yayınlanması işinin içindesiniz* Muhtelif kurum ve kuruluşların bu konudaki yaklaşımından kısaca bahseder misiniz?
Evet, bazı kurumlar var bu işi yapan ama bunlar henüz neyi nasıl yapacağına oturup da karar vermiş değil tam olarak. Doktora tezleri, master tezleri… Bu metinlerle alakalı çok ciddi problemler var hâlâ. Neden? Çünkü bugün Türkiye’de genel kanı şu: Ortaokullarda, liselerde Osmanlıca dersleri koyduğunuz zaman zannediliyor ki herkes Osmanlıca öğrenecek. Osmanlıcayı bazıları sadece Arapça zannediyor. İkincisi, daha dilin kültürle beraber son derece değişken bir müessese olduğunun farkında değiliz. Halbuki dil, hayatla beraber değişip gelişir. Üçüncüsü; sizin kültür dünyanız değişmiş. Yani neredeyse tamamen İslâmî ilimlere dayanan bir tahsil hayatı varken, bugün bu artık çok sınırlı seviyede kalmış. Dolayısıyla siz, bu İslâmî ilimleri tam anlamıyla bilen insanların yazdığı bu metinleri bugün yayınlarken eğer o kadar bilgi sahibi olamazsanız -ki bu pratik olarak mümkün değildir- sıkıntı yaşamak mukadderdir.
Şimdi, bunları yayınlıyoruz. Dediğim gibi yüksek lisans ve doktora tezleri olarak çalıştırılıyor bu tür kadim eserler. Benim ağır tenkitlerim vardır, meslektaşlarım bilir. Üniversiteler o hale geldi ki, bir hoca yaptırdığı yüksek lisansın, doktoranın sorumluluğunu artık duymuyor. Oyle bir kaygısı yok. Yani bana “Kimin yanında yaptın?”, “Falanın.” “Ya ayıp!” derler demiyor. Böyle bir şey kalmamış. Bilirsiniz, en meşhur yayınlarımdan biri, tarihi metinler üzerine bir usul kitabıdır. Bu kitap şimdi üniversitelerin yüksek lisans ve doktora programlarında senelerden beri okutuluyor.
Bir divan yayınlarsınız, mesnevi yayınlarsınız, üzerinde çalışırsınız, orada yapacağınız yanlışlar ikinci derecedendir bana göre. Neden? Çünkü doğrudan doğruya tarih bilgilerine dair değilse, doğrudan doğruya edebiyat üzerine söylenmiş sözlerse, yanlışı kısmen kaldırabilir. Ama o metin size bir tarih bilgisi aktarıyorsa -başta mesela kronikler olmak üzere- orada yaptığınız her yanlış bir tarihî bilgiyi tahrif demektir. Ben bunu şuna benzetiyorum, hep yazılarımda da belirtmişimdir: Arkeolojiyle filoloji -metin neşri dediğimiz asıl alan filolojidir- çalışması birbirine çok benzer. Arkeolojinin ne olduğunu anlamak için arkeolojik kazı yapılan bir bölgeye gitmenizi tavsiye ederim. Gittim, dolaştım merakımdan. Özellikle Orta Asya gezilerim sırasında… Kazakistan’da bir kazı alanına gittik. Gözlerime inanamadım, İtalyanların yaptığı bir kazıydı. Onlarca genç insan oranın çöllük bir bölgesinde yaz günü, kan ter içerisinde esen rüzgârın uçuşturduğu tozlar arasında çalışıyorlar ve bu çile yıllarca sürüyor. Şimdi bizim bu alanda uğraşanlarımız masa başında oturuyor. Çölde kırda falan çalışmıyor. Böyle mükellef masalar, bilgisayar başında falan… Yani bu emek isteyen bir şeydir. Çalakalem olmaz! Herkes ‘Osmanlıcayı ben de okurum’ diyor. Öyle değil; okuyamıyorsunuz.
Peki hocam, üniversiteler ve birtakım hocalar bu vaziyetteyken gerçek anlamda bilim üretilebilir mi?
ümkün değil! Şimdi, üniversitelerin iç disiplini bozulmuştur. Ne zaman? YÖK’ün kuruluşu ile birlikte. İlim dediğimiz şey bir birikimdir. Ve aynen bugün Batı’da 17. yüzyıldan sonra faaliyete geçen ve halen bu faaliyetini sürdüren ilim müesseseleri gibi, bizim eski medrese yapısında, yani hocanın, öğrencilerin hep bir arada bulunduğu ve o ilim havasının neredeyse 24 saat teneffüs edildiği mekânlar içinde yapılır ilim. Bu mekânda hocalar birinci dereceden önemlidir. Sonra da zaten en seçkin, en parlak öğrenciler alınır yetiştirilir. Sonra bunlar isterse hoca olur, isterse kadılık mesleğine geçer. Medreselerdeki bu sistem, özellikle Sahn^ı Semanın kuruluşundan sonra Kanuni döneminin sonuna kadar çok parlak bir dönem görmüştür. Ve bu adamlar da işte oralarda yetişmiş. Ama medreseler de kendi içinde düzeni bozulduktan sonra giderek zayıflamış ve sonunda ne hale geldiği de malumdur. Bizim üniversitelerimiz de aynı felaketi yaşamıştır. Türkiye’de İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere İTÜ vardı o zaman, bilirsiniz. Sonra Ankara Üniversitesi… Sonra Erzurum kuruldu. Erzurum’a Ankara ve İstanbul destek verdi. Erzurum da epeyce eleman yetiştirdi. Ama sonra bir furya halinde her şehirde, her kasabada üniversite kurulunca bunlar öğretim kadrosu olmayan bir bina olmaktan öteye geçmedi. Biz 28 Şubat sıkıntılarını da yaşamış bir aileyiz. Ben 97 yılında 57 yaşında emekli olmak zorunda kaldım.
O dönemdeki sıkıntıları, bir şahidi olarak anlatabilir misiniz?
O zamanki YÖK başkanı ile takıştık. Ben Türkiyat Enstitüsü müdürüydüm. Senato toplantısına gittik. Toplantıdan sonra ortak bir toplantı yapılacak diye beklettiler. Meğer, YÖK başkanı da oradaymış. Kemal Alemdaroğlu; o zaman rektör de değil üstelik. Yeni YOK Kanunu taslağı var elde. O taslak üzerine konuşulacak demişlerdi bize. Ben de enstitü ile alakalı maddelerine baktım. Meğerse, 28 Şubat’ta yaşanan o sürecin bir düğmesiymiş yaşayacaklarımız. İlk olarak rektör bey konuşma yaptı. Arkasından Alemdaroğlu yazılı bir metin okudu. O hazırlığın çok evvelce yapıldığı anlaşıldı. Alemdaroğlu, hangi üniversitelerde, hangi tarikatların, hangi dini grupların nasıl faaliyete geçtiği, nasıl üniversitelerin elden çıktığı vs. abuk subuk şeyler okudu… Sonra Haşan Gemici konuştu; eski bir sokak militanı; tanıyorum. Ben de yürekliyimdir; biraz da aileden gelir. Rumeliliyiz, serhat boylarında savaşmışız; akıncıların ruhunu taşıyoruz. ٠. Sıra bana gelinceye kadar adamakıllı şişmişim ben. Söz aldım; YÖK başkanı, Kemal Alemdaroğlu, Aysel Çelikel falan, lafımı esirgemeden söyleyeceğimi söyledim ve kalktım. Pardösümü alacaktım. YÖK başkanı söze girdi. ‘Bir dakika hocam’ dedi. Rektöre, İstanbul Üniversitesine ağır hakaretleri içeren bir konuşma yaptı. ‘Siz kendi aranızda bile anlaşmamışsınız. İstanbul Üniversitesi zaten geçmişinde de böyle geleceğinde de böyle’ vesaire dedi. Ben kalktım gittim.
Orada özet olarak ne söylemiştiniz?
Şunu söyledim: Burası ilmi bir müessese. Burada konuşulan şeyler ilmi konular olmalıdır. İkincisi, bize bugün YÖK tasarısı üzerine konuşacağımız söylendi. Burası bir istihbarat kuruluşuna döndü, bunlar istihbarat bilgileridir, dedim. Bu söylenenleri bize kabul ettirmek istiyorsunuz, biz ilim adamıyız; doğruluğunu bilmediğimiz şeye nasıl inanabiliriz, dedim. O gün Alemdaroğlu aradı, telefonda tartıştık; anladım ki soruşturma geçireceğiz. Sonra, bir proje için yurtdışmda iken, yerime Osman Fikri Sertkaya’yı atadıklarını öğrendim…
Hocam, günlük hayatta mücadeleci bir insan portresi çiziyorsunuz; bu heyecan ve disiplin anlayışı araştırmalarınıza da yansıyor olmalı
Benim bu mücadeleci ruhum, küçük yaşlarda spora olan meylimle gelişmiştir. Şimdi ben, yıllarca amatör ligde futbol oynadıktan sonra,
1963’te kurulup milli lige dâhil olduğunda Bursaspor’un kadrosunda yer alan bir elemandım. Fakat üniversitede 3. sınıftaydım o zaman. İyi bir öğrenciydim. Faruk Timurtaş hocam bana asistanlık teklif etti. Sporun da o zaman fazla getirisi yok.
Tam anlamıyla bıraktım futbolu. Ondan sonra da yöneldim ilme. Şimdi, ferdî spor yapan insanlarda gerçekten bir sporcu ruhu oluşur. Bu her şeyden önce bir mücadelecilik prensibine dayanır. İkincisi de hoşgörü… Çünkü özellikle bu ferdî sporlarda değil de kolektif sporlarda mücadele -işte bugün görüyoruz ki- seyirciye kadar giden kötü sonuçlar verebilir. Halbuki sporun asıl amacı uzlaşma, anlaşma, paylaşma olmalıdır. Ve mağlup olanın da mağlubiyeti kabullenmesi esas prensiptir. Sporculuk ruhu budur. Galip geleni tebrik edebilmelidir mağlup olan. Böyle bir ruh bende çok küçük yaşlardan beri oluşmuştur. İnatçı bir yapım da vardır benim. Onu itiraf ederim. İnatçılığımı bu ilmî çalışmalara yansıtmışımdır.
Çünkü bu inatçılığım yüzünden, çalışırken eğer karşıma bir problem çıkmış ve ben onu çözmeye çalışıyorsam sabaha kadar yatmam. Hâlâ da öyleyim. Hatta çok defa yattıktan sonra kalktığım
olmuştur. Biliyorsunuz, bir şey üzerinde devamlı düşünüyorsanız, yatsanız dahi beyin bir süre daha çalışır. İşte böyle çalışırken bulduğum çok şey olmuştur. Şimdi -ismini vermeyeceğim- bir hocam, değerli bir insan, bana bu konularda tartışırken demişti ki: “Mertol, her şey çözülmez. Bazen de görmeyip keseceksin; fazla zorlamayacaksın. Bir şeyin farkına, -o kadar emek vermene rağmen- sen varamıyorsan merak etme, başkası zaten varamaz.” E tabi ben o inadım yüzünden hiç böyle davranmadım. Eğer bulamadığım bir şey olduysa, zaten ilmî anlayışın da gereği odur, bir not koyacaksınız oraya. Bir soru işareti… Bu tür çalışmayı amatör sayarım. Kendisi beni çok severdi, ben de onu çok severdim. Ama çatışmam da oldu. Orhan Şaik Gökyay’dır örneği. Orhan Şaik Gökyay bu konularda öyle inatçı bir insandı ki, sokak sokak dolaşırdı. Mesela Katip Çelebi’den Seçmeler’i yayınlarken bana da gelmişti. “BeyneVsalâteyn” nedir bilmiyormuş mesela. ‘Beyne’s-salâteyn’ hangi iki namaz arasıdır?” dedi bana. Ben de Surname üzerine çalışıyordum o zamanlar. Surname’de çok geçiyor. Düğün şenlikleri yapılırken “beyne’s-salâteyn” ara veriliyor, namaz kılmıyor ve saire… Kendisine söylemiştim. Daha sonra, orada bulamadığı birçok şeyi, eğer bir esnaf terimi ise eski esnaf arar, onlara sorar. Mesela deniz eriştesini Bodrum’da soruşturarak bulmuş. Deniz eriştesi deniz makarnasıdır dersin, geçer j Ama öyle değil işte. Bir tür yosunmuş..٠ Hoca böyleydi.
Hocam, ilim yapabilmek için ferdin sizce ne gibi şart ve çevreye sahip olması lazım?
İkincisi..٠ Ben kabiliyetli öğrencilerimin ‘ki hemen her üniversite öğrencisi asistan olmayı hedef alır kendine^ çoğuna sormuşumdur paran var mı, diye. Ne olacak hocam para? Oğlum Türkiye’de doğru dürüst kütüphane yok. Üniversiteler yayınları doğru dürüst takip edip senin önüne koymuyor.Sosyologların ilim ve kültür için ortaya koyduğu şartlar vardır. Bunlardan birisi asayiştir. Osmanlı toplumu hiçbir zaman asayiş içinde bir toplum olamadı. İç isyanlar… Ta İkinci Bayezid döneminden beri. Sonra Kanuni döneminde büyük bir atılım yaşanıyor ama Kanuni’den hemen sonra aynı şeyler yine yaşanıyor. Toplum kaynayan bir toplum. Şimdi bir defa ilim ve kültür için asayiş lazım. İnsanların güven içinde olması lazım. Moğol istilasının İslam dünyasında sebep olduğu faciaları biliyorsunuz. Nice büyük âlimler, nice büyük insanlar para yüzünden alınıp satılmış, katledilmiş…
Bak bir hatıramı anlatayım. (Robert) Dankof o metni yayınlamadan önce bana gönderdi. Okudum, iade ettim. Yanlışların hepsini kırmızı kalemle işaretledim, yazdım. Gelincik bahçesi gibi oldu sayfalar. Oslo’da bir kongreye gittik. Kongreye o da geldi. Buluştuk. Daha ilk oturum başlamadan beni dışarı çağırdı. Üniversitenin bahçesine çıktık. ‘Mertol, gördüm.’ dedi. ‘Hiçbir şey söylemiyorum.
Bir sorum var. Bu soruya verdiğin cevap doğru çıkarsa o yaptığın düzeltmelerin hepsini doğru kabul edeceğim.’ Bir Arapça ibare gösterdi. ‘Bu ne demek?’ dedi. Bu, budur deyip açıkladım. ‘Ben bunu nereden teyit edebilirim?’ dedi. İki tane kaynak verdim. Biri Aksekili’nin Hacı Bayram Camiinde Hutbelerim kitabıdır. İkincisini de şimdi hatırlamıyorum.
Dedi ki; sen kitabın ismini ver, gerisine karışma. Kongre Kütüphanesi’nde ben o kitapları bulurum dedi. Bir kitap dünyanın neresinde yayınlanırsa yayınlasın, Amerika’ya anında gidiyor. Once Kongre Kütüphanesi’ne. Sonra belli başlı üniversite kütüphanelerine. Kaliforniya’da bulundum ben.Burada çıkan bir kitap daha bizim kitapçıya gitmeden oraya gidiyor. Çünkü burada ajanslar var، Her çıkan kitabı anında alıp postalıyorlar. Bizim üniversitelerde böyle bir hizmet yok. YÖK bunu Doğramacı zamanında yapmak istedi, merkezi bir kütüphane oluşturmak istedi. Ama olmadı. Sadece tezler var. Eski cumhurbaşkanı zamanında da bir sürü projeler yaptılar ama yine hiçbir işe yaramadı. Çünkü daha ilk açtığınız metinde besmele yanlış. Oradan başlıyor yanlışlar. Ben ne yapayım o metinleri…
Üniversitelerin mantar gibi türediğinden yakınılmakta♦ Kütüphane-kültür kısmının desteklenmediği dile getiriliyor* ilmin maden ocağı kütüphanelerden bahseder misiniz?
Süleymaniye’den çıkmadım ben. 20 sene çalışmışımdır. Arapça profesörü Ahmet Ateş Türkiye’de yetişmiş ilim adamlarından birisi idi. Günde en az 12 saatini ilmi faaliyete veren inanılmaz bir insandı. Arapça hocam oldu benim. Üniversiteden çıkar, haftanın 5 günü Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışırdık. Her saat başı kalkıp dışarı çıkıyor. Bende de dediğim gibi inat, hırs var. Kütüphanede bir gün omzuma dokundu; dışarı çağırdı, kahve içtik. Oğlum, insanın dikkati ilk 45 dakika içinde yoğundur. 45 dakika sonra dikkatin dağılmaya başlar. Evde de çalışsan, kütüphanede de çalışsan 45 dakika çalışacaksın, 15 dakika dışarıda bir hava alacaksın. Ancak böyle verimli olursun. Yoksa çok yanlış yaparsın.
Sizin, çalışmalarınızdaki titizliğiniz ve vukufiyetinizden sıkça bahsediliyor* Çalıştığınız konudaki kitapları da takip edebiliyor musunuz?
Maalesef yayın hayatını çok yakından takip edemiyorum, onu itiraf edeyim. Yazma kitaplıkları çok iyi bilirim. Ama yayınları çok iyi takip edemiyoruz; biraz maddi imkân meselesi bu.
Onun için seçerek alırım. Yıl içinde çıkan kitapları kataloglardan seçerek alırım. Çünkü benim asıl alanım dilcilik. Ama tarih çok ilgimi çekmiştir bütün meslek hayatım boyunca.
Dil, tarih, edebiyat. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değil. Disiplinlerarası bir koordinasyon yapamıyorsanız bu metinlerle uğraşmayın tek başınıza. Surname’yi neşrettiğim zaman Osmanlı saray teşkilatı ile ilgili çıkardığım notlar, inanır mısınız, 500 sayfaydı. Onlarca kitap ve makale okudum ki o metni anlayayım. Minyatüre baktığım zaman o minyatürlerdeki resimleri bir bir tanıyayım.
O kıyafet içindeki kişi hangi saray görevlisidir bileyim. Aksi takdirde metni anlayamam. Yanlış yaparım.
Özellikle emeklilikten sonra tarihî metinler üzerinde yoğun olarak çalıştığım için, bana yayınlanmakta olan kitaplardan daha zevkli ve önemli geliyor. Çünkü üretim yapıyorum, Allah a şükürler olsun.
Hocam özellikle emeklilikten sonra münzevi bir hayatı tercih etmiş gibisiniz; bu konuda ne söylemek istersiniz?
17 sene oldu emekli olalı. Son 8 senemi burada (Bursa) geçirdim. Bir defa İlahiyat Fakültesine, bir defa da Edebiyat Fakültesi’ne gittim, meslektaşlarımla görüşmeye. Onun dışında; Edebiyat’tan olsun, İlahiyat’tan olsun “özellikle gençlerden- bana yardım için gelenler oluyor, onlara yardım ederim. Yani sosyal bir hayatım yok benim.
Ama çalışmalarınıza ara vermeden devam ediyorsunuz; merak ediyoruz, çalışma odanız nasıl?
Şurada (masa ve kitaplıktan ibaret küçük bir odayı işaret ederek) küçücük bir odam var. Üretim merkezi orasıdır. Kitaplarım, başucu kitaplarım kapıların arkasında filan gizlidir. Hanımlar, malum, kitap meselesinde titizdir. Ama haksız da değiller. Benim asıl kütüphanem 5 sene oturduğum Altınşehir denen mahalde; müstakil bir evde…
Bizleri kırmayıp evinizde kabul ettiniz, fikir ve görüşlerinizi paylaştınız; çok teşekkür ediyoruz hocam*
Sizler buralara kadar geldiniz; asıl ben teşekkür ederim…
Mertol Tulum Kimdir?
Mertol Tulum, 19 Şubat 1940 yılında Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde doğdu. İlköğretimi ve liseyi Bursa’da tamamladı. İstanbul üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1963 yılında mezun olduktan sonra aynı bölümde Yeni Türk Dili asistanı olarak göreve
haşladı.
Fatih devrinin önemli isimlerinden olan Sinan ?aşanın Tazarrunâme’sinin tenkitli neşriyle doktorasını yaptı. Doçentlik tezi üzerindeki çalışmalarını 1978 yılına kadar sürdürdü, bu dönemde “Maârifnâme’Metin ve ki’li Birleşik Cümleler üzerinde Bir Araştırma” adlı doçentlik tezini yazdı;
1979 tarihinde doçent oldu،
1982-83 öğretim yılında Selçuk Üniversitesi, Feı>Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyeliği yaptı. 1983’84 öğretim yılında yeniden İstanbul Üniversitesindeki görevine döndü. Aynı zamanda bu anabilim dalının başkanlığı görevini üstlendi. 1989 yılında profesör oldu. 19996خ yılları arasında Türkiyat Araştırma Enstitüsü Müdürü olarak da görev yaptı. 1997 tarihinde kendi isteği üzerine emekli ،}İmasından bu yana çalışmalarına ara vermeden devam ediyor…