YAVUZ SULTAN SELİM’İN KESKİN KILICI
Yavuz Sultan Selim Han devlet işlerinde kat’i programla hareket ederdi. Herhangi bir devlet işini kesin olarak meydana koymadan evvel vezirlerin ve sair alâkadarların mütâlâalarından istifade eder ve günlerce düşünür, vermiş olduğu karardan da asla geri dönmezdi.
Zekası, azim ve irade kudreti, uzak görüşlülüğü sayesinde her türlü tehlikeyi bertaraf etmeyi bilmişti. Sert mizaçına rağmen çok yumuşak kalpliydi. Kendisine muhalif söylenen açık sözleri dinler ve hatası varsa kabul ederdi. Meclislerinde edib ve sairler hazır bulunur, İlmî ve edebî sohbetler yapılırdı.
Gösterişten hoşlanmayan Yavuz, her türlü israf ve debdebeye karşıydı. Sadeliği sever, “mücevveze” denilen başlık yerine kendi adıyla anılan “selîmî” kavuk giyerdi. Niçin böyle giyindiği sorulduğunda “vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padişahlarına saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim padişahımız, vücudun dışına değil, içindeki cevhere bakar.” diye çok veciz bir cevap vermişti. Devlet adamları da saygıda kusur etmemek için padişahı taklit ederlerdi. Bir zaman geldi ki sadrazam dâhil bütün devlet erkânı, hiçbir gösterisi ve süsü olmayan kılıklara büründüler. Elbiseleri eskidikçe eskidi. Padişah yenilemeyince onlar da yenilemediler.
Derken bir gün Venedik Elçisi Antonio Justiniani’nin İstanbul’a geleceği ve huzura çıkacağı duyuldu. Sadrazam ve devlet erkânı bu halden çok sıkıldılar. Çünkü hem hünkârın, hem de kendilerinin kıyafetleri pek sadeydi. Bir yabancı devlet elçisinin onları bu halde görmesini istemezlerdi. Devlet adamlarının kendi aralarında ittifak ettikleri bu durumu padişaha kim söyleyecekti? O sırada sadrazam bulunan Hersekzade Ahmed Paşa, bir gün bütün cesaretini toplayıp bin dereden su getirerek durumu padişaha izah etti.
Ancak padişah, beklenenin aksine: “Doğru,” dedi. “Cümle yeni libaslar giymek münasiptir.” Padişahın bu müsaadesine pek sevinen vezirler ve devlet ricali, hemen ipekli ve sırmalı muhteşem elbiseler diktirdiler. Vezirler, elbiselerini yenilemelerine izin veren padişahın da elbisesini yenileyeceği zannına kapıldılar… Elçinin geleceği gün, Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı’nda divan toplandı. Sonra hep beraber arz odasına, padişahın yanına vardılar. Huzura girince dona kaldılar. Çünkü hünkâr, yine o sade elbiseleri içindeydi. Kendi muhteşem kılıklarından utanıp ve korkudan alt dudakları çatlayıp aksakalları gelincik çiçeğine dönüp şaşıra durdular.
Kılıcımızın Ağzı Kestikçe…
Yavuz ise arz odasındaki tahtına oturmuş, meşhur keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden gün ışığı vurdukça kılıcın parıltısından gözler kamaşıyordu. Onlar daha kendilerini toplamaya vakit bulamadan elçinin geldiği haber verildi. Bir müddet sonra huzura kabul olunan elçi, namesini takdim etti. Hünkâr, bir süre elçiyle konuştuktan sonra gitmesine izin verdi. Bulunduğu meclisin heybetinden serseme dönen elçi dışanya çıkınca padişah, Hersekzade Ahmed Paşa’ya:
“Paşa, var elçiye sor bakalım bizi nasıl bulmuş?” dedi. Hersekzade yer öperek çıktı. Herkes bekliyor, yalnız arz odasındaki, içeride konuşulanların dışarıdan duyulmasına engel olmak için kullanılan çeşmenin şırıltısı duyuluyordu. Sadrazam geri dönünce padişah: “Sordun mu paşa?” diye seslendi. Ahmed Paşa’nın cevabı şöyle oldu:
“Sordum saadetli hünkârım, “padişahın kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki. kendilerini göremedim bile!’ dedi.” Padişah gülümsedi, sonra ayağa kalkıp basamaktaki kılıcı göstererek:
“işte, kılıcımızın ağzı kestikçe düşmanın gözü bizi görmez… Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parıldamazsa, bizi hem görür ve hem de bize tepeden ”؛rakabdedi.
Kaynaklar: İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 2, TTK, Ankara 1983, s. 302; Feridun Emecen, “Selim I”, DİA, C. 36, İstanbul 2009, s. 407-414; Midhat Seı toğlu, “Kılıcımızın Ağzı Kestikçe Düşmanın Gözü Bizi Görmez”, Yıllar Boyu Tari