YILKI ATLARININ İZİNDE BOZKIRIN VE KARADAĞ’IN KEŞFİ
Sağlık sebeplerimden dolayı 8 aydır binemediğim motosiklet ile nihayet bu yıl ki ilk yolculuğuma çıkmaya hazırlanırken oldukça heyecanla idim.. Motosiklete başladım başlayalı hep farklı rotalara gaz açmışımdır. Bu defa ki güzergâhımızda Orta Asya bozkırlarından Anadolu bozkırlarına kadar atların üzerinde geçmedikleri yol, yurt kurup oturmadıkları yer kalmayan “Bozkırın efendileri” Türkmenler gibi “demir atlarımızın” üzerinde, Anadolu bozkırında yükselen Konya-Karaman sınırında, Karaman’a 35 km. uzaklıktaki Karadağ’ı keşfe çıkacağız.
TARİHTEN BİR KESİT ‘MADENŞEHRİ’
Karadağ’a çıkmadan önce kuzey eteğinde “Binbir Kilise” olarak anılan bölgede Madenşehir, Derbe ve Üçku- yu köyleri bulunuyor. Bölge Hititler döneminde de yoğun bir yerleşim alanıymış. Buradaki tüm kiliselere çevre köylerde yaşayanlar tarafından Binbir kilise adı verilmiş. En büyük olanı ise Maden- şehiri’nde bulunan kilise. Buradaki kiliseyi geziyor ve her zaman olduğu gibi bu eserlerin nasıl koruma altına alınmadığını düşünerek hayıflanıyoruz. Madenşehri’nde bizden önce Ada- na’dan araba ile gelip Karadağ’a çıkan Cezmi ve Alican ile haberleşiyoruz. Cezmi’nin verdiği tarif ile yola çıkacakken buraya kadar yolu şaşırmadan gelen bizleri köylüler bizi yanıltıp dağın öbür tarafına yönlendirdiler. Köyden Karaman yoluna inip 3-4 km. asfaltta yol aldıktan sonra adına Karadağ Dolomiti- leri demenin hiç abartı olmayacağı, o 45 derecelik virajlarda kafayı çevirip “yukarıdan gelen var mı?” denecek kadar vakit olmadığından kah içeriden, kah dışarıdan dönerek tırmanarak 2080m. Rakımda bulunan Hava Kuvvetlerimizin radar üssünün ve TRT vericisinin bulunduğu kuleye ulaştık. Neyse ki karşıdan gelen de olmadı.
ZİRVE YOLU TRT
vericisinin bulurduğu yere gelince volkan çukurunun yanından aşağıya inen toprak yola geliyoruz ama iniş ol
dukça bozuk ve gidip gitmemekte tereddüt yaşıyoruz. Cezmiler ile telefonun çektiği bir yerden konuşunca yanlış yoldan geldiğimizi anlıyoruz. Yine de şansımızı denemek için yaya olarak bir keşif yapıp geliyorum ve Cengiz ile önden inmeye karar veriyoruz. Cengiz önden iniyor ama giderek yol bozulmaya, iri iri kayalar çıkmaya başlayınca ben durmak zorunda kalıyorum. Yokuş aşağı o kayalık yolda yükleri ile birlikte 300-350 kilo gelen Capo ile inmek oldukça zor. Belki inilir ama çantaları çıkarıp, birkaç kez yatırmayı sonra da o yokuşu geri çıkıp çantaları aşağıya taşımayı göze alırsanız. Tabii ki ben alamadım…
VOLKAN ÇUKURUNDAN ZORLU İNİŞ
Cengiz, aşağıda kamp kurmuş Cezmiler ile buluşuyor ve sürekli telefonun çektiği bir yer arayıp kendisine inemeyeceğimi, o da bana yolun aşağıda daha da bozulduğunu gelmememi, kendisinin de yukarı çıkamayacağını söylüyor. Motor yüklü ve yokuş aşağı duruyorum ve bir yanım uçurum, motoru döndürmeye çalışıyorum ama nafile. Boşa alsam motoru tutmam mümkün değil, viteste debriyajı sıkınca bile aşağıya akıp gidiyor makine. Telefon yukarıda da zor çekiyor ve “yolda kaldım, Cengiz de yok dönemiyorum” diye mesaj atıyorum. Belki bir yerde çeker okurlar.
Bu sırada başlayan dolu ve yağmur yağışı ile zaten ter sırtımdan boşalırken bir de sırılsıklam ıslanıyorum. Biraz dolanıp telefonun çektiği bir yer bulup Mebrur ağabeyi arıyorum ve haber veriyorum. Onları beklerken de yapacak bir şey yok önce yerde yatan motorumun ve volkan çukurunun fotoğrafları çekiyorum. Yarım saate kadar Mebrur ağabey, Bülent ve Murat yağmurlukları çekmiş yaya olarak geliyorlar ve dört kişi birden motoru kaldırıyoruz. Murat motoru yukarı çıkarırken biz de yine yarım saatlik bir yürüyüşle yukarı çıkıyoruz. Cengiz ile telefonlaşıp volkan çukurunun bulunduğumuz yerin tam karşı tarafındaki yolun daha iyi olduğunu Maden- şehri’ne dönüp oradan gelmemizi söylemesi üzerine geldiğimiz yoldan geri dönüp köyde bizi bekleyen Alican’ın arabasının eskortluğu ile gecenin karanlığında kamp alanına ulaşıyoruz. Tekrar başlayan yağmur ile birlikte alelacele çadırlarımızı kurup üzerimizi değişip Cezmi’nin hazırladığı pirzola ve sucuklara saldırıyoruz. Öyle acıkmışız ki… Ertesi sabah çadırdan çıktığımızda sımsıcak bir güneş yüzümüzü okşasa da, sabah yine de soğuk. Benim gibi erken uyanan Murat ile birlikte volkan çukuruna doğru yürüyüş yapma düşüncemizden çukurdan bize doğru havlayarak gelen iki çoban köpeğini görünce vazgeçip kamp alanına dönüyoruz. 2008 yılında çıktığım Boklarlar gezimde gördüğüm yılkı atları bende hayranlık ve de saygı uyandırmıştı. Burada da 1930’lu yıllarda, yöre köylüleri tarafından işe yaramadığı için dağlara bırakılan atlar, 80 yılda çoğalmış ve koca bir koloni oluşturmuş. Bu defada onları görmeyi planlıyoruz.
GİZEMLİ DURUŞLARIYLA YILKI ATLARI
Sabah kahvaltısında Cezmi’nin Adana’dan getirdiği paça çorbasını içtikten sonra fotoğraf makinelerimizi alıp akşam geldiğimiz yoldan volkan çukuruna yürüyüşe gidiyoruz. Volkan çukuruna Yörükler gelmişler koyun-keçi sürüleri ile. Çukurdaki barakalarda yaşıyorlar. Yılkı atlarından bir grup koyun-keçi sürüleri arasında otluyorlar. Karadağ’ın vahşi ve çekici güzelliğine bir kat daha güzellik katıyor yaban atları. ÜÇ YAĞMURLARI Çukura gidiş-dönüşümüz 2 saate yakın sürüyor. Cezmi’ni Adana’dan ıslatıp getirdiği fasulyeleri tenekeye koyup haşlarken ben de bir taraftan kuru fasulye malzemelerini hazırlıyorum. Öğleden sonra Murat’ın çocuğunun rahatsızlanması nedeniyle Ankara’ya geri dönmesi içimizi burkuyor. Çeşme başına gelen köylülerin tarifi ile karşı taraftaki sırtlarda bulunan kiliseyi görmek için tırmanmaya başlıyoruz. Zirveye geldiğimizde kiliseyi ararken aniden bastıran yağmur ile açıkta kalakalıyoruz. Bu yağmurlara “Üç yağmurları’’ ismini koyduk. Çünkü her gün öğleden sonra üçte yağmaya başlıyor. Yağmurdan korunmak için kendimizi kayaların altına atıyoruz ama ne yapsak nafile. Yaklaşık yarım saat süren yağmur ile sırılsıklam oluyor ve üşüyoruz. O anda volkan çukurunun ortasında beliren 2 tane ayrı gökkuşağının görüntüsü içimizi ısıtıyor.
GÖKKUŞAĞININ BÜYÜSÜ
Çeşmeye indiğimizde herkesin çadırlara çekilmiş hem yağmurdan korunup hem de istirahat ettiklerini görüyoruz Dün gece arabada kalıp da üşüyen Cezmi benim çadırda kalmaya geliyor. Neyse ki ona da yedek uyku tulumu mat getirmiştim. Çadıra titreye tit- reye geliyor ve “Kubilay çeşmenin üzerinde sesler duyduk fenerleri tutunca bir sürü at gördük” diyor uykumun arasında.
Gecenin ortalarında ise tıkır tıkır sesler çıkarıp çadırın önünden ve üst taraflarından geçen ayak seslerini duyuyorum yılkı atlarının. Sabah kalktığımda gece duyduğum seslerin onlara ait olduğunu doğrularcasına görüyorum etraftaki taze at pislikleri ve ayak izlerini. Cezmi de erkenci bu sabah. Onunla çeşmeye inip bir şeyler içelim derken sol tarafa bakmamla ilk gün inemediğimiz yoldan yukarıya doğru çıkan at sürüsünü görüyorum.
Hemen Mebrur ağabeyin çadırına gidip telesi olan fotoğraf makinesini alıyor ve yanlarına gitmeye başlıyorum. Bayağı kalabalık bir sürü ve iki grup halindeler. Bir grup yoldan yukarı viraja dönüp kaybolurken diğerleri yolu artında yayılıyorlar. Zaman zaman kişnemeleri yankılanıyor volkan çukurunda ama sürekli benim gelişimi izleyerek bir taraftan uzaklaşıp yayılıyorlar. Ben de olabildiğinde ürkütmeden yaklaşıp devamlı fotoğraflarını çekiyorum. Üçüncü gün nihayet onları net bir şekilde görecek kadar yaklaşabildim onlara. Sabah yola çıkmak için hazırlanıyoruz. Kahvaltıyı Çumra’da yapacağız. Çadırlar toplanıyor, çantalar yerleştiriliyor
ve motorlar yükleniyor. Çatalhöyük’e hareket ediyoruz.
Tarihte bilinen ilk kentlerden biri, Çatalhöyük’te kurulmuş. Yaklaşık 9 000 yıl önce, insanoğlunun ilk kez yerleşik düzene geçtiği kent 10 000 kişilik nüfusuyla zamanın metropolü sayılıyor. İnsanoğlunun hayvanlarıyla birlikte, kendini de evcilleştirdiği kent çok ilginç bir yerleşim örneği. Evler arasında sokakların olmadığı, ulaşımın damlardan aşağı inen merdivenler ile sağlandığı, ev dışı yaşamın damlarda sürdüğü, ölülerin evlerin tabanına gömüldüğü, bir yerleşim düzeni. Yapılan kazılarda, evlerin birinde gömülü 70 ki-şi çıkarılmış. Evler yıkıldıkça, eski evlerin üzerine yenilerini inşa etmişler ve kent bir höyük şeklinde yükselmeye devam etmiş. Ve bu 9000 yıllık tarihi görmek ve hissetmek gerçekten heyecanlandırıyor insanı. Konya Ovası’ndaki volkanik Haşan Dağı’nın patlamasını anlatan ve MÖ 6200 yılına tarihlendirilen duvar resmi, “Guinness Rekorlar Kitabf’na, “Tarihteki ilk manzara resmi” olarak geçmiş. Çatalhöyük’ü tabiri caizse huşu içinde gezip çıkıyor ve yine” Üç yağmurları” ile Ankara’ya dönüyoruz. Bizim için bu yolculuk tam bir doğa ve tarih gezisi oldu. O kadar aksiliklere rağmen şunu söylemeye devam ettik. “Rutin sıkıcıdır, her şey yolunda gitse ne anlatacaktık. Aksilikler hayatın rengidir” Yola Çıkanlar: Bülent Uygur – BMW RI200GS, Cengiz ERTAÇ – Honda XRV750 Africa Twin, Kubilay KARACA – Aprilia ETVI000 Caponord, Mebrur HATUNOĞLU- Yamaha TDM900, Murat DUYMAZ – BMW RII00GS.