AHMED RIZÂ

İttihat ve Terakki Cemiyetinin ve Jön Türkler hareketinin ileri gelenlerinden. 1859 yılında İstanbul’da doğdu. Birinci Meşrûtiyetin Ayân Meclisi âzâsından ve Kırım Harbinde İngilizlerle yakından ilgilendiği için İngiliz Ali Bey diye meşhûr bir zâtın oğludur. Annesi ise, AvusturyalI bir kadındır. Ahmed Rızâ, âilesinden Avrupâî bir eğitim gördü. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Fransa’ya gitti ve zirâat tahsîli yaparak Türkiye’ye döndü. Bursa Maârif müdürlüğü vazifesine tâyin edildi. Bu sırada İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet gibi kişilerin tıbbiye talebesiyken gizlice kurdukları, daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan İttihâd-ı Osmânî Cemiyetine üye oldu. 1884’te merkezi Paris’te olan Societe des Positivistes’e (Pozitivistler Birliğine) üye olarak, onların fikir ve görüşlerini yeni Türk fikir hareketinin parolası hâline getirmeye çalıştı. 1889’da Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü sebebiyle Paris’te açılan meşhûr sergiyi gezmek bahânesiyle Avrupa’ya gitti. Yurda dönmeyerek Jön Türkler hareketinin başına geçti. Hayranı olduğu Fransız filozofu Auguste Comte’un: “Pozitif bilimden başka bilim yoktur. İnsanlığa, hiçbir insan üstü varlığa dayanmayan ve insan sevgisinden doğan yeni bir insanlık dîni gereklidir. Bu din pozitif (müsbet) sebeplerin üzerine kurulmalı, teolojiye (dînî ilimlere) olduğu kadar metafiziğe de sırt çevirmemelidir. İnsanlık dîni nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi düşünmeden, kısa hayâtımızı daha yaşanılır bir hâle (pozitif hâle) koyacaktır. Bu ise birbirimizi sevmekle, birbirimiz için yaşamakla gerçekleşecektir. İnsanlığı, bir insanı sevdiğiniz gibi seviniz.” diyerek peygamberleri ve vahyi inkâr eden, İslâm kardeşliğini ve İslâmiyetin cihâd emrini yok sayan felsefî fikirlerini yaymaya çalıştı. Avrupa’daki teşkîlâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan “Nizâm ve Terakkî” koymak istedi. Ancak Jön Türkler, bu ismi kabûl etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-i Os
Yeni Rehber Ansiklopedisi 287
AHMED RÎFÂI
Mısır’ın Kahire şehrindeki Ahmed Rıfaî Camii.
sıhata kavuşur. Her hayır işleyenin ameli*(ibâdeti) kendisine sunulacaktır. Her kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır.” buyurdu. Vefâtında binlerce insan mübârek cenâzesini taşımak için gayret gösterdi. Dedesinin türbesine defnedildi. Ahmed Rifâî, Allahü teâlânın emirlerini har- fiyyen yapar, yasaklarından titizlikle kaçardı. Namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. “Namaza kalktığım zaman, sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum.” buyururdu. Alçak gönüllü olup, meclislerde baş köşeye geçmezdi. Dâimâ az konuşur, konuştuğunda kalpleri harekete getirir, sohbetine doyulmazdı. Yolda rastladığı herkese hattâ çocuklara bile selâm verirdi. İnsanlara ve diğer varlıklara çok merhâmet ve şefkât gösterirdi. Bir gün paltosunun eteğinde evin kedisi gelip uyudu. Namaz vakti geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir müddet onu şefkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca, kedinin yattığı yeri kesti. O hâliyle kalkıp namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti. Öyle ki kestiği yer hiç belli değildi. Allahü teâlâ, Ahmed Rifâî hazretlerine pekçok hârika ve kerâmetler ihsân etmiştir. Kürsiye çıkıp konuşmaya başlayınca, uzaktakiler de yakındakiler gibi işitirlerdi. Hac dönüşü Medîne-i münev- verede Peygamber efendimizin mübârek türbesini ziyâreti esnâsında şu meâldeki manzûmeyi okudu.
Uzaktık, toprağını öpmek için efendim, Kendim gelmez, vekîl rûhumu gönderirdim. Şimdi seni ziyaret nîmeti oldu nasîp, Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!
pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir. Onun ilimdeki ve evliyâlıktaki yüksek derecesini çekemeyenler ve düşmanları, kerâmetle- rine çeşitli iftirâlar katmışlardır. Ateşe girenler, yılanlarla oynayanlar kendisince makbûl olmadığı gibi, böyleleriyle de alâkası yoktur. Buyurdu ki: “Herkes bilir ki, dünyâ hayâldir ve dünyâda ne varsa hepsi yok olmaya mahkûmdur. Şeytanın vesvesesine aldanmamalı, kötülerin dostluğundan şiddetle kaçınmalı, onlarla sohbet etmemelidir. Yoksa sonu dünyâda pişmanlık, âhirette ise üzüntü ve hasrettir. O hâlde bu kötü âkıbetten sakınmalıdır. Çünkü orada pişmân olmak fayda vermez, mâzeret ve bahâne de kabûl edilmez.” “Alimlere karşı hürmetli olmalı, onların hu- zûrunda edebi muhâfaza etmeli ve az konuşmalıdır. Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.” “Akıllı kimse, nefsini iyi idâre edebilendir. Nefsini idâre edemeyen ve insanlara güzel muâ- meleden uzak olan câhildir.” “Bizim hâlimizden (susmamızdan) anlamayan, istifâde edemeyen, kavlimizden (konuşmamızdan) hiç anlayıp istifâde edemez.” “Kulluğun birinci şartı, nefsi tanımaktır. Hâlbuki, onu tanıyan pek azdır. Allahü teâlâ, nefisten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfân sâhipleri için, ondan daha dar bir zindân düşünülemez. Nefsini tanıyabi- len, her tarafı emîn olan; tehlikelerden korunmuş bir kaleye sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir.” Eserleri: 1) El- Burhân-ül-Müeyyed, 2) Hâletü Ehl- il-Hakîka Maallah, 3) El-Hikem-ür-Rifâiyye,
f
V.‘
j , u – – •*i*’ – V- i ■
‘ ■ ’■ .
*j*Ul
is?’ W»? ts j
i l ‘
! Crul’tr s ***’ a-4′ ■>><>«« I S’J
Cl»*! «UVİ_,
Ubmdetvmü- Bû^
NOS\Wove*‘sV
• C D D İ N I V A R M A M *
numarada kayıtlıdır. Ayrıca talebelerine yazdığı mektupları vardır. Ahmed Sarban divan şâiri olmadığı hâlde Divan Edebiyâtı nazım şekillerinden birçok türde başarılı örnekler vermiştir. Şiirlerinde daha çok vahdet-i vücûd konusunu işler. Hece vezniyle yazdığı İlâhîlerinde ise samîmî bir lirizm görülür.
Şiirlerinden bir örnek:
İy tâlib olan âşık seyretmeğe cânânı Dikkatle temâşâ kıl her gördüğün insanı
Âyîne-i insânî bil sûret-i Rahmân’dır Bu âyineye gel bak gör anda o Sultanı
Sûretde görinmez can ger dirse münâfıklar Sen câna nazar kılsın görmek dileyen anı

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*