Balkanlarda Osmanlı Mirası Bosna Hersek’te Sefrebrenik Grandaçaç Ve Graçanica
Bosna Hersek’le Tuzla Kantonıı’nun merkezinde olduğu gibi, çevresinde de buraya bağlı bazı küçük şehirler, tahri- bata rağmen çok ciddî târihî izler taşımaktadır. Srebrenik,
Gradaçaç, Graçanica bu şehirlerden bazılarıdır.
Bosna Hersek’te Tuzla Kantonu’nun merkezinde olduğu gibi, çevresinde de buraya bağlı bazı küçük şehirler, tahribata rağmen çok ciddî târihî izler taşımaktadır. Srebrenik, Gradaçaç, Graçanica bu şehirlerden bazılarıdır. Tuzla’dan kuzeye doğru çıkarken küçük ama şirin bir şehir içinden geçersiniz. Bu şehir Srebrenik’tir. Srebrenik (gümüş) Osmanlı devrinde Izvornik Sancağı’na bağlı olup, İzvornik-Doboj yolunun ortasında köy mesabesinde bir İskan mahallidir. Gradaçaç’a yakın olduğundan önceleri buranın gölgesinde kalmış küçük bir iskân mahalliydi. Ancak bugün, gelişmiş ve daha da gelişmeye müsâit bir yerdir. Srebrenik Kalesi 1512-1526 yılları arasında OsmanlIların eline geçmiştir. 1718’den sonra buraya bir kale kumandanı (dizdar) tayin edilerek kale duvarları tamir ettirilmiştir. Bu tamirat muhtemelen 1720-1730 yılları arasında yapılmıştır. Bugün hâlâ ayakta olan kalenin etrafı Türk yapılarının izlerini taşımaktadır. 1850’den sonra bakımsız kalmışsa da Tuzlalılar kaleyi 1954 yılın da tamir ettirmişlerdir. Dolayısıyla bugün Bosna’nın en bakımlı ve en sağlam kalelerindendir diyebiliriz. Kalenin yakınında câmi ve bir de türbe bulunmaktadır. Türbe oldukça bakımlıdır.
Srebrenik’ten kuzeye doğru yolunuza devam ederseniz büyük bir bölümü ayakta duran kalesi ile sizi Gradaçaç şehri karşılar. 1870 (1287) târihli Bosna Salnâmesi’nde şehrin diğer bir adının da “Kal’a Kazası” olduğu yazılıdır. Şemseddin Sâmî Bey’in 1899 yılında basılan “Kamûsu’l-A’lâm” isimli eserinde Kal’a (Gradaçaç) Kazası’nın Izvomik Sancağı’na (izvornik bugün Bosna-Hersek Federasyonunun Sırp kısmındadır) bağlı olduğu yazılıdır. Buradan Sava, Bosna, ispereçe ve Tine ırmakları geçmektedir. OsmanlI devrinde bu nehirlerden Sava üzerinde AvusturyalIlar tarafından gemi işletildiği bilinmektedir. Diğer nehirlerde gemi işletmesi olmamakla beraber, salnâmede “Bosna Nehri üzerinde gemi işletilebileceği” yazılıdır. Şehirde ve etrafında iyi orman bulunduğunu yine salnâmeden anlıyoruz. Bugün de bölgede büyük bir ormanlık saha bulunmaktadır. Gradaçaç, Tuzla’nın 45 km. kuzeyindedir. Daha önce Graçanica Kazası’na bağlı iken bugün büyümüş ve mühim şehirlerden birisi olmuştur. Şehrin iç kalesi, dış kalenin üç kapısından sadece garp ve şark kapıları ile bazı câmiler ve saat kulesi hâlâ ayaktadır. Kale Gradaçaçlı Mehmed, Osman ve Murad kaptanlar tarafından 1807’de yaptırılmıştır.
Şehrin saat kulesi Hüseyin Kaptan tarafından 1240 (1824-1825) yılında yaptırılmıştır. Kesme taştan yapılmış 21.50 metre yüksekliğinde heybetli bir kuledir. Rivâyete göre kuleye bir hanımın vasiyeti üzerine 1923’te eskisi kaldırılarak yeni bir saat konulmuştur. Saat 1942’ye kadar çalışmıştır. Kule Almanlar tarafından benzin deposu yapılmış, saati ise bozulmuştur.
iç Kale’de Hüseyin Kaptan’a âit bir kule vardır. Fotoğraflarda görüldüğü gibi Sırp saldırganlığından bu kule de nasibini almıştır. Her tarafında kurşun izleri bulunmaktadır. Bugün yıkılmış olan dış kalenin girişine 40-50 metre mesâfede bulunan Hüseyin Kaptan Câmü şimdi ibâdete açıktır. Bu câmii ziyâretimiz sırasında birçok Müslüman çocuğun dinlerini öğrenmeye çalıştıklarını görerek çok sevindik. Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek ve öğretmek din tedrisatının temelini oluşturan mühim bir başlangıçtır. Savaştan yeni çıkmış bir ülkede câmiin içinde ve dışında, ellerinde Kur’ân-ı Kerîm ve Elif cüzleriyle dinlerini öğrenmeye çalışan çocuklar, gerçekten görülmeye değer bir manzara arz ediyorlardı. Buna yılların susamışlığı da diyebilirsiniz. Bu şehrin Osmanlı devrinde de okuma yazma durumunun Müslümanlar açısından iyi olduğunu söyleyebiliriz. Adı geçen salnâmeden öğrendiğimize göre 1870’li yıllarda kaza dâhilinde 82 adet İslâm mektebi bulunmaktadır. Müslümanlardan 1925 kız, 2779 erkek talebe mektebe gitmektedir.
Srebrenik’in batısında yer alan diğer mühim bir şehir ise Graçanica’dır. Graçanica da günümüzde Müslümanların çok kalabalık olarak yaşadığı bir şehirdir. Graçanica, ortasından bir dere akan etrafı yüksek tepelerle çevrili, vâdi içinde çok güzel ve şirin bir yer.
Osmanlı devrinde İzvornik Sancağı’na bağlı bir kadılıktı. Şemseddin Sâmî Bey buranın, OsmanlIların son zamanlarında da izvornik Sancağı’na bağlı bir kaza olduğunu meşhur eserinde yazmaktadır. Bugün İdarî olarak bağlı bulunduğu Tuzla’nın 35 km. kuzeybatı- sındadır. Şehirde Budinli (Boşnaklar Budimliya diyorlar) Ahmed Paşa Câmii (Çarşı Câmii), Şarena Câmii ve Pervane Câmii bulunmaktadır. 1291 târihi¡ salnâmede bunların dışında 18 câmi ve mescidden bahsedilmektedir. Ancak bugün bunların isimlerini bilemiyoruz. Osman Kaptan Medresesi günümüzde hâlâ ayaktadır. Medrese 1800 yılında yapılmıştır. 18 hücresi (odası), bir dershanesi ve bir müderris odası bulunmaktadır. Ekrem Hakkı Ayverdi, kitabında 1889 yılından beri kapalı olduğunu yazıyor. Gezimiz sırasında medresenin günümüzde çarşı olarak kullanıldığını müşâhede ettik.
Yine salnâmede 26 mektep ve 8 handan bahsedilmektedir, fakat bunların isimleri yazmamaktadır. Şehrin içerisinde 1686’dan sonra yapıldığı tahmin edilen bir saat kulesi bulunmaktadır ve bu kule 1800 târihindeki yangından sonra iyi bir tamir görmüştür. 2003 yılında ilk gittiğimde kulenin saati yerinde yoktu. Aynı yıl içindeki başka bir gezimde saatin yerine takıldığını gördüm. Müslümanların kalabalık olarak yaşadığı şehir, son savaş sırasında bu hususiyeti dolayısıyla etrafı kuşatılmakla beraber sonuna kadar direnmiş ve Sırpların soykırım teşebbüslerinden en az zayiatla çıkabilmiştir.
Gezdiğimiz bu yerler arasında Graçanica, bizi en çok tesir altında bırakan mahal oldu. Burada en çok dikkatimizi çeken şey, şehrin tabiî güzelliklerinden çok, anlatılan bazı yaşanmış hayat hikâyeleri idi. Bir Ramazan akşamı iftar için Tuzla Üniversitesi Felsefe Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tercümanlık yapan Diyana Şuşa’nın daveti üzerine Graça- nica’ya gittik. Annesi Râmize Flanım imiş. Râmize Flanım bize kendi dillerinde “dobro doşli (hoş geldiniz)” dedi. Balkanlarda komünist idârelerln emrinde yaşayan birçok Müslüman gibi Râmize Hanım’ın da bir hikâyesi vardı. Anlattıkları, imanlı bir Müslüma- nın bütün zorluklara rağmen neler yapabileceğinin müşahhas bir misali idi. Dolayısıyla bu hikâyeyi sizle- re anlatmadan geçemeyeceğim. Tercümanımız Diyana Şuşa annesini çok seviyordu. Onun anlattığına göre annesi eskiden beri beş vakit namazını kılıyor- muş. Kendisine de namaz kılmayı ve oruç tutmayı annesinin öğrettiğini söyledi. Kocası fanatik bir komünist olan Râmize Flanım, her türlü tehlikeyi göze alarak çocuklarına bilebildiği kadarıyla kendi imkanları içinde dînî eğitim vermeye çalışıyormuş. Komünizmin hüküm sürdüğü yıllarda, yatacakları zaman mutlaka çocuklarının yanlarına giderek bildiği kadarıyla bazı sûreleri önce kendisi okuyor, sonra da çocuklarına tekrarlatarak öğretmeye çalışıyormuş. Kızının anlattığına göre annesi hemen her gece babasından habersiz olarak sûre öğretmeyi sürdürüyor ve sonra uyuyorlarmış.
Râmize Flanım asil bir kadına benziyordu. Bu, âile- sinden gelen bir husûsiyet olsa gerek. Çünkü onun, aşağıda hazin hikâyesini anlatacağım babası Ömer Dede’yi tanıyınca bu kanâatim iyice pekişti. Sohbet sırasında dedesinden bahsedildi. Graçanicalı Ömer De- de’nin Osmanlı ve İstanbul hayranı olduğu anlatıldı. Torunu, Ömer Dede’nin Türkçe bilmediği halde konuştuğu kelimelerin çoğunun Türkçe olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine biz de dedeyi merak edip, nasıl görüşebileceğimizi sorduk. Ömer Dede, Graçanica’ya 4 km. uzaklıkta Piskavitsa (Piskavica) köyünde yaşıyormuş. Hep birlikte Ömer Dede’nin köyüne doğru yola çıktık. Köy dağlık-bayırlık bir yerdi. Ömer Dede’nin evi, köyün ortasında bir tepedeydi. Evinin önüne ulaştığımızda gördük ki dede, gecenin serinliğinde elinde bastonuyla kapının önünde bizi bekliyor. Selam verip elini öptük. O kadar çok sevindi ki tarifi imkânsız. O anı görmek ve yaşamak lâzım. Dedenin eşi vefât etmiş olduğundan evde tek başına yaşıyormuş. Oğlu Mu- hammed, evin yan tarafında oturuyor, babasına bakı yormuş. Tek odalı eve girdiğimizde dede, tek tek isimlerimizi öğrendi ve hâl hatır sordu. OsmanlIların buralarda uzun süre yaşadığından bahsetti, “Biz hepimiz aynıyız, Osmanlıyız” diyerek bize ortak bir târihimiz olduğunu hatırlattı ve sahip olduğu târih şuurunu gösterdi. Ondan sonra başladı, bildiği bütün Türkçe kelimeleri sıralamaya. Köşede betonla yapılmış bir bölmeyi göstererek “Bu hamamdır. Şimdikiler buna banyo diyorlar, ama bu hamam.” dedi. Kaşık, masa, tavan, sedir, çarşaf, yorgan, yastık, baba, dedo (dede), amca, dayı (dayıca diyorlar bazıları) gibi birçok kelimeyi bir anda arka arkaya sıraladı. Daha sonra hayat hikâyesini anlattı. “80 yaşındayım, 81‘e gireceğim” diyen Ömer Dede, 1922 doğumlu imiş, ikinci Dünya Sa- vaşı’nda Almanlar tarafından askere alınmış ve Rusla- ra karşı, 4 yıl Alman saflarında çarpışmış. Dede gülerek, “İkisi de gâvurdu. Ama mecburen birinin yanında ötekine karşı savaştık.” diyordu.
“Dört yılın sonunda Almanların elinden kurtuldum ve İtalya’ya geçtim. Niyetim, Balkanlardan koparılarak kaçmak mecburiyetinde bırakılan birçok Müslüman gibi Türkiye’ye gitmekti.” diye hayat hikâyesini hüzünlü bir şekilde anlatmaya devam etti. Ömer Dede biraz da heyecanlanmış, âdetâ eski günlere geri dönmüştü. Konuşmasını, “Her şeyi ayarladım, bilet, vapur her şey tamamdı. Artık gemiye binip Türkiye’ye doğru yola çıkacaktım. Ama bir taraftan da köydeki annemi düşünüyordum. Kafam karışıktı. Bir tarafta annem, diğer tarafta Türkiye. Türkiye’ye gidip hayatımı kurtaracak ve yeni bir hayata başlayacaktım. Ama bir tarafta da yıllardır göremediğim annem vardı. annemi görmeden gitmeye razı olmadı ve Türkiye, kalbimin bir tarafın- da olarak köye annemi görmek üzere döndüm. Bundan sonra kaderim de değişti. Bugünlere geldim. Ne yazık ki büyük bir hasretle görmek istediğim anneme de kavuşamadım. Bin bir ümitle köye geldim ama acı gerçekle kar- şılaştım. Zira annem ben gelmeden ¡kevvel vefât etmiş.yıkıldı. Yıllardır hasreti ile yandığım annemi göremediğim زاه’او gönlümün bir tara- fında yaşattığım Türkiye’ye de gidemedim. Hem anadan, hem de Türkiye’den olmuştum. başşehri Çarigrad’a (İstanbul) gitme hayâlim de böylece sönmüştü. Köyde kaldım. Bundan sonrası bildiğiniz gibi Yugoslavya devrinde yaşanan bir hayat. Hayat denilirse tabii” diye sürdürdü. Bu sözleri söyleyen Ömer Dede’nin gözleri dalıp itimtig uzaklara. 50-60 yıl öncesini yeniden yaşıyor gibiydi. Hüzünlü bir tablo idi. Dedenin hayat hikâyesiyle hepimizi büyük bir teessür ve hüzün kaplamıştı. Çok üzülmüş, gözlerimiz buğulanmıştı. Ben, hüzünlü havayı biraz dağıtmak için “Fotoğraf çektirelim.” dedim. Toplu ve tek tek fotoğraf çektirdik, o gece Ömer Dede bize çok dua etti. Çok sevindi. Biz de onu tanıdığımız için çok memnun olmuştuk. Veda edip ayrıldıktan sonra ki gelmişiz.” dedik. Ömer Dede’ye verilecek en güzel hediye bu ziyâret idi eminim. Bizi kapıya kadar uğurladı. Gecenin karanlığında ona vedâ edip hayır duasını alarak Tuzla’ya doğru yola çıktık.