wiki

İSTANBUL’UN FETHİ

İSTANBUL’UN FETHİ
“Letüftehanne’l-Kostantiniye, feleni’me’l-emîru emîruhâ ve ni’me’l-ceyşü zâlike’l-ceyş”*
Osman Ertuğrul oğlusun Oğuz Karahan neslisin Hakkın bir kemter kulusun İstanbul’u aç gülzâr yap268
“Belde-i tayyibe” ayet-i kerimesi ebced hesabıyla 857 rakamına denk düşer.
Feth-i Kostantin’e fırsat bulmadılar evvelûn Feth edip Sultan Mehmed dedi târîh “âhirûn” 857
Bu beyit, İstanbul’un fethine dair Fatih Sultan Mehmed’in bizzat söylediği tarihmiş.

İstanbul kuşatması, müdafaası ve fethi harikalarla doludur. Heybetli ve bazen de heyecan verici serüveniyle, menkıbeleriyle başlı başına âlemin tarihidir. Bu büyük savaşta her iki tarafın gösterdiği büyük gayret, fedakârlık ve metanet herkese örnek olacak cinstendir. BizanslIların, asrın gözdesi ve kendi tabirleriyle “Tan- rı’nın koruyup gözettiği yer” olan şehirlerinin savunması için gösterdikleri azim ve sebat ne derece takdire şayan ise, Osmanlıların, Hazret-i Peygamberin İstanbul’un fethinin kudsiyeti hakkında vermiş olduğu müjdeye nail olmak, bu itibarla Allah’ın yanında ve Peygamberin nezdinde seçkin bir hâle gelmek için gösterdikleri yiğitlik ve kahramanlık da o derece takdire şayandır… Feth-i mübînin, bu mübeccel gazanın çeşitli safhalarında meydana gelen harikulade olaylara ve gösterilen cesarete insan hayran olur. Dünyanın bu güçlü kalesine karşı meydana gelen bu akın, dünya tarihinin en yüce safhasını meydana getirir desem abartmış olmam. Kötü fikirli, fesatçı, ayrılıkçı ve sübjektif yazan bazı tarihçiler ve vak’anüvisler dışında Kostantiniye’nin fethinde Fatih Sultan Mehmed’in meydana getirdiği irfan, uyanıklık, cesaret ve yiğitliği o asrın yazar ve tarihçileri de takdir etmektedirler. İstanbul’un fethinin heyecan verici yiğitlik menkıbelerini muhakkak okumalı ve bilmeliyiz; yüceliğini, önemini, ahlâka ve toplum hayatımıza olan etkilerini de anlatmalıyız. Tarih, atalarımızın karada ve denizde gösterdikleri büyüklükler ile birlikte o müjdelenmiş askerlerin, cen- gâverlerin, mücahitlerin “Letüftehanne’l-Kostantiniyeti, feleni’me’l-emîru emîruhâ ve ni’me’l-ceyşü zâlike’l- ceyş” diyen Peygamber Efendimiz’in medhiyesine hakkıyla mahzar olduklarına sonsuza kadar şahittir. Bunun için bu erlerin kudsî mezarlarının her zerre toprağı gözümüzün sürmesidir. İstanbul kuşatmasıyla uğraşmış olan tarihçiler fethe dair pek çok eser kaleme almışlardır. Bu kuşatmanın bölümleriyle tekrar tarif ve açıklanması gereksizdir denilebilir. Fakat bazı siyasî hadiseler vardır ki, defalarca anlatılsa, tekrar tekrar okunsa bile yine sevinç ve haz duyarak dinlenebilir, hatta yazarın esere verdiği ruha riayet etmek şartıyla, bir müzisyen tarafından ortaya konulan alelade bir icraya tahammül etmek gibi, onları da aynı şevk ve tahammülle işitmek mümkündür. Tarihçiler, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul surları altında topladığı askerin miktarı hakkında bir türlü anlaşamamışlardır. “İstanbul’un kuşatılmasında Fatih’in Topları” bahsinde açıklanacağı üzere orduda üç büyük toptan başka on dört batarya topu daha vardı. Osmanlı tarihçileri ordunun miktarını yüz binden fazlası başı bozuk olmak üzere, iki yüz bin kişiden ibaret gösteriyorlar. Ben burada İstanbul’un fethinin ayrıntılı tarihini yazacak değilim. Sadece Cihan Padişahı’mn bu büyük beldeyi alırken gösterdiği harikalar hakkında mühim noktaları göstermekle yetineceğim. Özellikle kara surlarıyla bu millî olay birbirine çok sıkı bağlı olduğundan açıklanması uygun ve övünç vericidir. Hayrullah Efendi’nin iddiasına göre ordunun mevcudu, tamamı savaşçı olmayıp iki yüz altmış beş bin neferden ibaretti. Bunun yarıya yakını da çapulcuydu. Birçok Babaî dervişi ve ordu amelesiyle birlikte asıl savaşanlar seksen binden fazla değildi. Hâlbuki bu rakam Chalko Condilis’in269 ifadesine göre dört yüz bin kişiymiş. Sakızlı Leonardo ile Kritovulos ve Georgie Dolfin kara ordusundaki askerin miktarını üç yüz bin olarak kaydediyorlar.

Ducas iki yüz altmış iki bin, Phrantzes iki yüz doksan sekiz bin, Barbara da yüz altmış bin gösteriyorlar.270 Fakat bu konu hakkında yaklaşık bir hesap yapmak neredeyse imkânsızdır. Ordu amelesi hariç tutulmak üzere bu rakamlara, bilfiil silâhlı askerler, bazen ordu ile birlikte gelen âlimler, dervişler ve imamlar da dahildir. Burada kesin bir rakam hesabı yapmadan şunu söylemekle yetineceğiz ki, o tarihte Osmanlı ülkesinin genişliği, Fatih Sultan Mehmed’in, Teselya’da ve Anadolu’da oldukça önemli bir askerî kuvvet bulundurmak hususundaki hassasiyeti göz önüne alınırsa asker sayısının yüz altmış bin nefer olduğunu söyleyebiliriz; zaten Barbaro’nun tahmini de bu yöndedir.271 Padişah otağ-ı hümayununu Maltepe denilen tepe üzerine272 kondurmuş ve genel karargâhını hendeklerle koruyup güçlendirmiştir. En seçkin yeniçeri askerlerinden on beş bin kişiyi de etrafına yerleştirmiştir. Eski Osmanlı âdetine uygun olarak sağ kanatta, Maltepe’den Marmara Denizi’ne kadar Anadolu ordusu, sol kanatta ise Maltepe’den Haliç sahillerine kadar Rumeli ordusu yerleştirilmişti. Karargâhın arkasına düşmandan gelecek yardım kuvvetlerinin her türlü saldırısına karşı hatırı sayılır bir kuvvet ikame edilmişti. Padişahın kayınpederi Zağanos Paşa da komutasındaki kuvvetlerle o tarihte henüz mamur olmayan Galata ile Kasımpaşa’nın arka sırtlarına yerleşmişti. Bütün bu sahaya on dört batarya konulmuş, surların değişik noktalarına karşı da en büyük çapta on iki top yerleştirilmişti ki en büyüğü Macar Ur- ban’ın erittiği meşhur toptu. Bu topla beraber iki top da karargâhın önünde bulunuyordu. Xylo Porta’dan Edirnekapı’ya kadar olan bölgeye yerleştirilen askere Karaca Bey, oradan Marmara Denizi’ne kadar olan sahadaki Osmanlı askerine de İshak273 ve Mahmudz7^ Beyler kumanda ediyorlardı.
ekran-alintisi

Barbaro’nun ifadesine göre Urban’ın döktüğü büyük top önce Eğrikapı’mn karşısına yerleştirilmiş, sonra iki havan topuyla birlikte Topkapı’nın karşısına nakledimiştir. Topkapı denmesi bu sebepten dolayı imiş. Büyük topu doldurmak için iki saat kadar süre lâzımdır. Bu sebeple topu günde sekiz, nihayet on defa atabiliyorlardı. Attığı güllelerse altı yüz kilogram ağırlığındaydı. Topkapı civarına yaklaştırılan yürüyen ahşap kule, surların bu kısmına epeyce bir hasar vermişse de Rumlar tarafından atılan Rum ateşiyle yakılmıştır. Büyük top da bir gün ani bir patlamayla yanında duran Macar usta Urban’ı öldürdü. Bu olay üzerine topları her atılıştan sonra zeytinyağıyla yağlamak ve soğuyuncaya kadar beklemek mecburiyeti ortaya çıktı. Lağımcılar, yer altından lağımlar açarak ve bu lağımları direklerle sağlamlaştırarak surların temellerine kadar yaklaştılar, fakat Bizanslılar lağımlara karşı yaptıkları yoldan askerleri dumana boğduklarından Türkler çekilmeye mecbur kaldılar. Askerler dışarıdan yürüyen kuleler vasıtasıyla surlar üstüne merdivenlerle çıkmaya çalışıyorlardı. Rumlar ise askerlerin üzerine büyük taşlar, Rum ateşi ve kaynar sular atıyorlardı. Yedikule cephesine şairlerin serdarı Ahmed Paşa, Silivrikapı’ya Haydar Paşa, Mevlevihane Kapısı önünde bulunan askere Adnî Paşa, Topkapı’ya Mevlâna sülâlesinden Karamam Mehmed Paşa, Edirnekapı tarafına İsfendiyaroğlu ve Sa’dî Paşa, Eğrikapı’ya da Hersekli Ahmed Paşa tayin edilmişlerdi. Donanma-yı hümayun on sekiz galer, çifte güverteli kırk sekiz gemi ve üç yüz tane küçük yelkenli harp kayığından ibaretti. Tarihçilerden Kont Secure Osmanlı donanmasında iki yüz seksen yelkenli gemi olduğunu kaydediyor. BizanslIların savunma kuvvetleri Hammer’e göre dokuz bin neferden ibaret olup bu miktarın üç bini Ceneviz askeridir. Fakat surların uzunluğu ve bundan dolayı savunma hattının genişliği göz önüne alınırsa savunma hattındaki asker sayısının mantıkî olarak elli binden aşağı olmadığına hükmedebiliriz. Deniz kuvvetlerine gelince; üç büyük kadırga ile üç Ceneviz, bir İspanyol, bir Fransız ve Girit’ten gönderilen altı adet gemiyle birlikte yirmi altı parça savaş gemisinden oluşmaktadır. Netâyicü’l-Vukûat’ın birinci cildinin yetmiş ikinci sayfasında deniliyor ki: “Rum tarihçilerinin ifadelerine göre kuşatma öncesinde İstanbul’un nüfusu yüz elli, yüz altmış bine yakın olup, sur içinde on dört kasaba ve bu sayıda belediye idaresi bulunmaktaydı. Kasabaların araları bağlık bahçelikti ki İbn Batuta’nın bizzat görüp rivayet ettikleri de bunu doğrulamaktadır.” Akdeniz’den gelecek düşman yardım gemilerinin saldırılarına hedef olmamak için Fatih Sultan Mehmed donanmayı Marmara tarafında bırakmayıp, Rumeli Hisarı’na koydurduğu topların himayesinde Balta Lima- nı’na aldırmıştı. Donanma kumandanı aslen Bulgar iken daha sonra Müslüman olan Baltaoğlu Süleyman Paşa idi.275 Donanma Bahçekapı ile Galata arasında gerilmiş olan zinciri zorlayıp Haliç’e giremediğinden, başlangıçta ne bu zincir arkasında savaş hâli almış Bizans gemilerine ne de nispeten zayıf olan bu taraftaki surlara saldırıda bulunulmuştur. Haliç tarafında Giritli ve Rumlardan oluşan askerlere Vezir Lucas Notaras kumanda ediyordu. Süleyman Paşa yalnız kalenin Marmara’ya bakan taraflarını zorlamak ve nakliyat yapmakla yetiniyordu. Bu sırada Çanakkale’den gelen küçük bir kayık, beş parça düşman gemisinin yardım için gelmekte olduğu haberini getirdi. Balta Limam’nda demir atmış olan Osmanlı donanması bu düşman gemilerini karşılamaya gitti. Düşmana karşı gönderilen Osmanlı savaş gemilerinin on sekiz parçadan ibaret olduğunu tarihî kaynaklar bildirmektedir. Ceneviz ve Venedik gemilerinden oluşan rakip donanmanın gerek büyük oluşu, gerekse hava şartlarının olumsuzluğu sebebiyle, küçük kuvvetlerden oluşan Osmanlı donanması düşman filosuna karşı gereken mukavemette bulunamamış ve gelen gemiler limana girmişlerdir.

Rum tarihçilerinin ifadelerine göre, düşman gemileri beş parça ve yüksek bordalıymış.* Bizim gemilerse alçakmış ve bir sıra kürekle idare ediliyormuş. Özellikle bu Rum gemilerinden atılan yanıcı maddeler ve Rum ateşi Osmanlı gemilerini tutuşturmuş. Marmara’daki deniz savaşı bu esnada, 27 Nisan tarihinde meydana gelmiştir. Şöyle ki: Zeytinburnu tarafından Yedikule Kalesi’ne on beş dakika mesafede meydana gelen deniz savaşı Nisanın yirmi yedisindedir. Bütün Bizans ileri gelenleri ve imparator Kostantin bizzat hazır bulundukları gibi Fatih Sultan Mehmed de bütün harp erkanıyla birlikte burada hazır bulunmuş ve halktan pek çok insan da sahile birikmişlerdi. Marmara sahilindeki surların mazgalları üzerinde her zaman az sayıda Bizans askeri bulunduğu hâlde çok heyecan verici olan bu olayda bütün şehir halkı surların üzerine çıkmışlardı. İmparatorun kadırgasına kumanda eden Phalantanelas, geminin içinde bir uçtan bir uca dolaşarak askerlerini cesaretlendiriyordu. Çarpışmanın başında Bizans gemileri toplarını kullanmışlarsa da, bir aralık Süleyman Bey bindiği amiral gemisinin mahmuzunu düşman gemisine saplamayı başarmış, birkaç Osmanlı savaş gemisi de bu düşman gemisini sarmıştı. Bu esnada savaş adeta denizden karaya intikal ederek gemiler yan yana gelmiş, her iki taraf kılıç ve baltalarla şiddetli bir mücadeleye başlamışlardı. Üç saat devam eden sonuçsuz bir deniz savaşından sonra zafer Hristiyanların tarafına gider gibi göründü. Osmanlı gemilerinden birçoğu ekran-alintisitutuşmuş, birçok asker şehitlik rütbesine ulaşmıştı. Bu sebeple, Osmanlı askerinde ümitsizlik belirmeye başlamıştı. Rumlarla Cenevizliler nispeten daha az kayıp vermiş olduklarından savaşa bütün şiddetiyle devam ediyorlardı. Kaptan Baltaoğlu Süleyman Bey (Paşa) bu savaşta gözünden yaralandığından azledildi. Yerine Gelibolu valiliği erkanından savaş tecrübesi bilinen Hamza, donanma kumandanı oldu. Şehir halkı, kazanılan zafer için surların üzerinde huşu ve huzur ile Tanrı’ya şükrediyorlar, Türkler ise Allah! Allah! gülbangıyla birbirlerini cesaretlendiriyorlardı.

ekran-alintisiPadişah, heyecan verici bu olayı sahilden izlerken askerlerini bazen tembihliyor, bazen de gayrete getiriyordu. Bir ara ansızın, tasviri mümkün olmayan bir hiddet ve şiddetle baştan aşağı kahraman bir ateş parçası kesilerek, sanki donanmasının yardımına yetişecekmiş gibi atını denize doğru sürmüştü. Emîrleri de aynı şekilde davrandılar. Yiğitlik göstergesi olan bu olay Zeytinburnu’nda meydana gelmişti ki, burada sular denizin bir yerine kadar sığdır. Padişahlarının kendilerine sunduğu bu tablo karşısında asker taze hayat bularak, daha bir şiddetle savaşa girmişlerdi. Fakat bir sonuç alınamadı, donanma oradan yine Beşiktaş önlerine geldi. Bu deniz savaşını gözleriyle görmüş olan Phrantzes’in ifadesine göre Osmanlılar burada on iki binden fazla asker kaybetmişler, Hristiyanlardan bir asker bile ölmemiş, sadece bir iki kişi yaralanmıştır. Bu rivayeti, olayı gören Barbara da doğruluyor. Bununla beraber padişah kolay kolay pes eden birisi olmadığından eli böğründe durmadı. Ertesi gün maiyetinde on bin süvari olduğu hâlde önemli projeler üzerinde düşünerek dört nala Beşiktaş’a koştu. Süleyman Bey’i huzuruna çağırdı ve onu uyardı.2?6 Yardım gemilerinin Rumlara fayda verdiğinin görüldüğü ve Türk askerinin manevî kuvvetinin sarsılmış olduğu sırada Kostantin yıllık vergi vermek şartıyla barış antlaşması için padişahın huzuruna bir elçi bile göndermişti. Bu meseleyi görüşmek üzere kurulan büyük mecliste, Sadrazam Halil Paşa, Avrupa’dan

ekran-alintisibaşka yardımların geleceğinden bahsederek barış anlaşması yapılması gerektiğini söylemişti. Halil Pa- şa’nın277 bu görüşüne yirmi bine yakın garip Babaî dervişiyle gelmiş olan Şeyh Akşemseddin ve Molla Gü- ranî278 Efendilerle, padişahın kayınpederi Zağanos Paşa razı olmayarak savaşa devam edilmesi hususunda ısrar ettiler. Bunun üzerine imparatorun ateşkes ve barış teklifleri şiddetle reddedildi. İşte donanma-yı hümayunun Haliç’e indirilmesi bu Zeytinburnu deniz savaşının sonucunda olmuştur. Bütün meşayih ve dervişan ile beraber Zağanos Paşa ve birçok komutan kuşatmanın devamında ısrar ettiklerinden gemilerin Haliç’e indirilmesi kararlaştırıldı.279 Gemileri Dolmabahçe’den Taksim Kışlası’na oradan da Kasımpaşa Deresi’ne indirebilmek için tahta kızaklı yollar yapılıp bunların üzerine yağ sürülerek bir gece içinde yetmiş kadar küçük gemi, binlerce hayvan ve insan tarafından çekilerek Haliç’e indirildi. Gece vakti meşaleler arasında olanca şevk ve kuvvetleriyle çalışan binlerce insanın, davullar, nakkareler ve kösler eşliğinde bu gemileri “Allah! Allah! gülbankıyla çekmeleri ulviyetli bir manzaraydı. Bu gürültülerin ne olduğunu başlangıçta anlayamayan Bizanslılar sabahleyin Osmanlı donanmasının Haliç’te olduğunu görünce şaşırıp kaldılar. Kara tarafındaki süvarileri koruyan askerlerin bir kısmını o ana kadar savunmaya gerek görmedikleri Haliç Surları’na çekmeye mecbur oldular… Oysa daha kuşatmanın başında İmparator Kostantin’in “…İstanbul’un bu gidişle kendilerine hayretmeyeceği- ni,28° fakat gitmeye gayreti, teslim etmeye hamiyeti bırakmayıp, son ana kadar savunmaya kararlı olduğunu” Lucas Notaras’a haber verdiği; aynı zamanda padişahın kendisine elçi olarak gönderdiği İsfendiyaroğlu Kasım Bey’e de aynı şeyleri söylediği tarihçiler tarafından kaydedilmiştir. İmparator ile İsfen- diyaroğlu’nun görüşmesi Tekfur Sarayı’nda olmuştur. 29 Mayıs günü güneş henüz doğmuştu.281 Üzerinde çifte başlı Kartal resmiyle birlikte imparator bandırası, Sen Romen Kapısı’na yönelmişti. İmparator büyük bir şevk ve sevinçle “Silâh arkadaşlarım, kardeşlerim, zafer bizim taraftadır. Tanrı bizim yardımcımızdır!”282 derken birden bire bir ok, Justiniani’yi kolundan, bazılarının rivayetine göre de göğsünden yaraladı. Bunun üzerine Justiniani yarasını sardırmak için çekilmeye mecbur kaldı. Bu çekilme, onun hakkında dört yüz yıldan bu yana esassız birtakım söylentilere sebep olmuştur. Venediklileri Cenevizliler aleyhine kışkırtan ve Rumlarla Lâtinlerin arasını açan kişi sayılmıştır. Sebepsiz yere bulunduğu yeri terk ettiğine inanılan Justiniani İstanbul’un kaybedilmesine sebep olan hain olarak suçlanmıştır. Gerçeklere vurulan bu darbe asrımıza kadar taşınmış, çağımızın birçok tarihçisi de aynı hataya düşmüştür. Justiniani’nin yaralanmasından bahsetmeyen Barbara, “Justiniani, Türklerin şehre girdiğini haber alıp kaçtı ve felâketin sebebi oldu” demektedir. Dolfin, daha mutedil olmakla beraber yarasının vahim olmadığını söylüyor ve geri çekilmesine kaçış anlamını yükleyerek, o zamana kadar gösterdiği cüret ve cesaretle taban tabana zıt bir alçaklık ortaya koyduğunu iddia ediyor. Phrantzes de yaranın ‘önemsiz bir şey’ olduğunu söylüyor. Chalcocondyle’ye göre, Justiniani Galata’ya gitmek için şehirden geçerken dostu imparatora rastlar. İmparator kendisine sorar, o da “Tanrı’nın Türkleri kudret eliyle yönlendirdiği yolu takip ettiğini” söyler. Cenevizlilere sevgisi olan Ducas, Justiniani’nin yaralarının sebep olduğu elemlere ve acılara artık dayanamadığını ve cesaretle karşı koymaya devam edeceği konusunda imparatoru razı ettikten sonra, yarasını sardırır sardırmaz döneceğini imparatora vadettiğini iddia ediyor. Kritovulos da Justinani’nin yarasının ağır olduğunu, yere düşüp ümitsiz bir hâlde çadırına taşındığını söylüyor. Burada bir mübalağa olmalıdır. Fakat şurası muhakkaktır ki yarası ağırdı. Eski tarihçilerin, İstanbul’un kuşatmasında ve fethinde Justiniani’nin şahsına fazlaca önem verdikleri anlaşılıyor. Bu adam büyük bir vatanperver, cesur bir cengâver olmak üzere tanınmış olduğundan yaralanması hakkında pek çok şey yazılmıştır. Meselenin aslı kısaca şu şekildedir: Justiniani İstanbul alındıktan bir ay kadar sonra Galata’dan Sakız’a gitmiş ve orada ölmüştür. Olay doğrudur; o, Kritovulos’un istediği gibi parlak cümlelerle övgüye lâyık birisi değildi. Kendisini şiddetli bir şekilde eleştirenlerden Phrantzes, onun imparatorun ısrarlı ricalarına karşı hiçbir cevap vermediğini ifade etmektedir. Yaralanma esnasında Osmanlılar şehre girmediği gibi başarılı bir şekilde geri püskürtülmüştü. Ayrıca Bar- baro’nun, onun yalan haber yaydığına dair verdiği bilgi de gerçeği yansıtmamaktadır. Böyle adi bir yalanı, kendisine dayandırmak için yaklaşık iki ay içinde Helenizm’in şeref ve namusu ve Hristiyanlığın selâmeti uğrunda hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri yapan ve Sultan Mehmed’in bütün tekliflerine karşı duran bir insana böyle bayağı bir yalanı isnat etmenin sefil bir hainlik ve alçaklık olduğuna inanmak gerekir.283 İnsanüstü bir fedakârlıkla, alçaklık ve hıyanet arasında büyük bir uçurum vardır. Bundan başka Justiniani’nin geri çekilmesi “şehrin düşmesine sebep oldu” sözü doğru değildir. Gerçekte bu çekiliş, onun yaralanmasından sonra, kumandası altındaki askerler arasında meydana gelen heyecan ve karışıklıktı. Fakat şehrin düşmesi tamamen farklı bir sebebe dayanıyordu. Türkler buradaki Hristiyanların sıkıntıda olduğunu görünce yeni bir hücumda bulundular. Haşan ismin- de28A kuvvetli ve iri cüsseli bir yeniçeri sol eli ile başı üzerine bir kalkan tuttuğu ve sağ elinde yalın kılıcı bulunduğu hâlde surlar üzerine atıldı, peşi sıra otuz kadar yeniçeriyi daha sürükledi. Bu yeniçerilerden on sekizi o anda aşağı yuvarlandı. Fakat Haşan sur üzerinde tutunabildi. Yeniçerilerden bazıları duvarın üstüne tekrar çıktılar. Surlar üzerinde dehşetli bir mücadele ve çarpışma başladı. Nihayet Haşan püskürtülerek hendeğe atıldı ve saldırıda bulunanların çoğu şehit düştü, geri kalanlar teşebbüslerinden vazgeçerek çekilmeye mecbur kaldılar. İşte böylece Justiniani’nin savaştan çekilmesinden sonra meydana gelen hücum, önceden yapılmış olan hücumlardan farklı bir sonuç vermedi. Başlıca hücumun Sen Romen Kapısı’nın karşısında meydana geldiğini yukarıda söylemiştik. Bu saldırı aynı zamanda bu kapıyla Hebdomon arasındaki surlara karşı da yapılıyordu. Edirnekapı’da askerleriyle birlikte bulunan Cenevizlilerin reisi Justiniani’nin yanındaki surlar, Theodor De Pharastos ile Brochiardi kardeşlerin idaresindeki kuvvetler tarafından korunurken imparatorun meşhur Tekfur Sarayı da Gyrulamno Minoto’nın kontrolü altında bulunan Venedik kuvvetlerince muhafaza ediliyordu.Silivrikapı’da Venedikli tarihçi Dolfin, Yedikule’de Venedikli Contarini bulunuyordu. Surlar boyunca Rumlardan başka Phabriçy Cornero, Leontari Bryennius gibi batılı reislerin idaresinde bulunan Venedik ve Ceneviz askerleri ekran-alintisisavunmaya gayret ediyorlardı. Ahırkapı semti, konsolosları Juliani idaresindeki Katalan askerlerince savunuluyordu. Haliç tarafında Rum Başveziri Lucas Notaras kumandası altında bulunan Giritli ve Rum askerleri bulunmaktaydı. Bu genel kuvvetlerden başka, şehir içinde ne kadar papaz varsa tamamı bir müfreze hâlinde ihtiyat kuvveti olmak üzere surların arkasında duruyorlar- dı.2®5 Bir hayli zaman geçtiği hâlde Osmanlılar fazlaca bir başarı elde edememişti. Fakat Rumların beklenmedik bir dikkatsizliği Türklerin şehre girmesini sağladı. Hebdomon Sarayı’nın aşağı tarafında birkaç yıl önce kapatılmış, toprak altında bir kapı vardı. Bu kapı, askerlerin çalışmalarını ve hareketlerini kolaylaştırmak için birkaç gün önce açılmıştı, küçük olduğundan kolayca görülemediği için hücum sabahı kapının tekrar kapatılması unutulmuştu. Saray civarında savaşan bazı Türk askerleri bir tesadüf eseri olarak bu gizli kapıyı keşfettiler. Öncelikle elli kadar asker içeri girdi; ardından birçoğu daha girdiler. Daha sonra ilk girenlerin yardımıyla diğerleri de surlar üzerine atladılar. Öyle ki kısa zaman içinde Charsi- us Kapısı, Edirnekapı ve özellikle Sen Romen Kapı- sı’na hücum edebilecek derecede çoğaldılar. Bu suretle imparatorun kumandası altında bulunan askeri arka tarafa aldılar. Hâlbuki olan bitenden tamamen haberdar olan Fatih Sultan Mehmed, karşı taraftan hücumlarına tekrar ediyordu. Dehşetli bir an! Dört buçuk saat zarfında dört büyük hücumu tam bir başarıyla savıp uzaklaştıran, Türklerin sebat ve mukavemetinin tamamıyla kırılmak üzere bulunduğunu zanneden Kostantin, düşmanın beklenmedik bir anda şehre baskın yaptığını ve ansızın her taraftan sarılmış olduğunu gördü. Ümitsizce hayvanını mahmuzlayıp yalın kılıç Türklerin ortasına atıldı. Alelâde bir nefer gibi savaşıyor ve Phrantzes’in tabiriyle “kan ayaklarından ve alnından oluk gibi akıyordu.”
İmparatorla beraber ümitsiz bir hâlde Francesco Toletino, Thephilos Paleologos ile Metochites ismiyle bilinen diğer Paleologoslar, pederle oğulları, Kantakuzenos, Dalmaçyalı loannes saldıranların şiddetini durdurmak ve azaltmak için surlar üzerine çıkanları devirerek savaşıyorlardı. Aynı olaylar Charsius Kapısı ve Edirnekapı civarında da cereyan etmekteydi. Charsius Kapısı’nın ihtiyar kumandanı Theodore Carystenos, Beruzardi kardeşler kahramanlıklarından dolayı Phrantzes ile Dolfin tarafından çok övülmüştür. Fakat her şeye rağmen hepsi gittikçe çoğalan Türklerin ortasında ölmüşlerdir. Büyük rütbeli zabitlerin hemen hepsi bu esnada öldürülmüşlerdir. Theophilos Paleologos ve bütün Paleologoslar, Metochiteler, Kantakuzenos, Dalmaçyalı loannes, bunlarla birlikte Rum ve Lâtin cengâverlerinin en seçkinlerinden sekiz yüzü savaş sırasında telef oldu. Diğerleri de her taraftan atılmış olan halk tarafından sürüklendiler. Tarihçi Hayrullah Efendi bu hususta; “29 Mayıs Pazar günü Odunkapı ekran-alintisitarafında güvende olan Venedikliler ile Rumların arasına çekememezlik düştüğünden Venedikliler, işlerinde gönülsüz davranıp gemilerine bile gitmeyi istedikleri esnada elli kadar yeniçeri şehre girip ellerinde kılıçla karşılarına çıkanları telef etmekte olduklarının haberi imparatora ulaşınca, telâş içinde meydana gelerek bir miktar atlı ile müdafaaya başladı. Diğer taraftan şehir alınmış haberleri yayılınca yerliler başlarının çaresine bakmak, herkes evlerine savuşarak ailelerini kurtarma sevdasına düştüler. Yirmi binden fazla insan, düşman şehrin yarısına kadar istilâ edecek ve sonra yine millî gayretin galeyanı ile duramayıp geriye dönecekler şayiasına güvenerek kiliselere, özellikle Ayosofya’ya toplanıp kapıları kapayarak ibadetle meşgul olmaya başlamışlardır. Böyle bir anda bile metropolitler ile halk arasında rütbe teşrifatına dair sandalye kavgasının meydana gelmesi oldukça gariptir. Odunkapı’yı muhafazayla görevli olan imparator ailesinden ^ ^ Kostantin Dragozas Theophilos Paleologos mukavemete dayanamayıp kaçarken yolda imparatora rastladığında, OsmanlIların kaleye girdiğini haber verip İmparator’un bir tarafa savuşup gitmesini söylemişse de imparator ‘Bundan sonra yaşamaktansa benim için ölmek daha şanlıdır’ demiştir. Türklerin Zeyrek Yokuşu’ndaki hücum gayretini gördüğü anda yanında bulunanlara ‘Hristiyan yok mu beni öldürsün!’ demişse de herkes kendi başının derdine düştüğünden zavallı kayserin başı iki yeniçerinin kılıçları arasında – ki biri ensesine, diğeri yüzüne vurmakla – bedeninden ayrı düştü. Bu sırada Eğrikapı tarafında da imparatorun katledildiği haberi duyulunca askerle ahalinin pek çoğu Venedik gemilerine binip kaçmak için aceleyle Samatya, Ahırkapı ve Kadırga Limanı taraflarına koştuklarından diğer taraflarda çok az kimse kalmıştı.” İstanbul civarındaki küçük şehir ve kaleler de Karaca Paşa’nın28£ kumandasında bulunan askerlere savaşsız teslim olmuşlardı. Ducas’ın rivayetine göre bu esnada imparator, ‘Benim başımı alacak bir Hristiyan yok mu?’ ve Kritovulos’a göre, ‘Şehir alındı ve ben hâlâ yaşıyorum!’ diye bağırmıştır. Bu sözleri söyler söylemez bir Osmanlı askeri imparatoru yüzünden yaraladı. Kostantin derhâl karşılık verdi. Fakat başka bir asker sırtından öldürücü bir şekilde yaraladı. İmparator önünden vurulduğu zaman ölmedi, fakat sırtından vurulunca öldü. Bu suretle imparator da tıpkı şehir gibi düştü. Kuşatmanın başlangıcından bu yana savunduğu mevki de düşmüş oldu.Üzerinde sırma ile işlenmiş kartal resmi ve papuşları olmasına rağmen2®7 ganimet almak için şehre girme konusunda acele eden askerlerden hiçbirisinin dikkatini çekmeyerek cesetlerin ortasında serilip kaldı.
Vlasto, “Devletin enkazı altında defnedilmiş olmak, Kostantin’in temenni edebildiği ve bir Rum kayserine en lâyık ve en yakışır yegâne güzel bir sondu; bu sonu kavrayabilmiş olması onun için sonsuz bir şereftir. Onun bu şekilde ölümü, seleflerinin uzun süren mutlu ve rahat hayatından elbette daha şanlıdır” demektedir. Fatih Sultan Mehmed Ortaçağ’ın bütün savaşlarında olduğu gibi, şehir yağmalanırken içeriye girmek istemediği hâlde, sonradan büyük ve tantanalı bir alayla girmeye karar vererek yanında vezirleri, saray halkı, özel hizmetçileri bulunduğu hâlde, öğle vakti doğruca Ayosofya’ya geldi.289 Kilise’nin önüne gelince atından indi. İçeriye girerken adeta hayranlık denizine gark oldu. O sırada bir askerin, elindeki balta ile döşeme taşlarını kırmakta olduğunu görünce sebebini sordu. Asker, ‘Dinim gereği!’ cevabını verince onu, şiddetle c e z a la n d ır d ık ve ‘Mallar ve hazine size, şehrin binaları da bana aittir!’ diye azarladı. Askeri, yarı ölü bir hâlde dışarı çıkarırlarken Fatih, yanındaki imamlardan birine, minbere çıkarak ezan okumasını emretti ve ön safta namaz kıldı. İşte bu suretle o muhteşem mabet, o anda camiye çevrilmiş oldu. Osmanlı askerleri Ayosofya’ya kadar gidip içinde korunanları çıkarttılar, iç süslemelerini de paylaştılar. Aynı gün halkın elindeki silâhlar toplandı, boş kalan köşklere el konuldu. İkinci gün padişah şehre alayıyla girip çok eski bir mabet olan Ayosofya’yı mülk edinip cami yapmaya girişti (Hayrullah Efendi Tarihi, c. 8, s.7). Padişah Ayasofya’dan ayrılırken Notaras’ı sordu, yanına getirtti. Kendisine hitaben, “Hakikaten şehri bana teslim etmemekle iyi ettiniz. Bakınız ne felâket, ne harabe ve ne kadar esirler… Bunlar hep sizin direnmenizin sonucudur!” demesi üzerine Notaros, “Efendimiz! Şehri size teslim etmek ne bizim, ne de imparatorun elindeydi. Özellikle hizmetkârlarınızdan bazıları tarafından ‘korkulacak hiçbir şey olmadığına ve sizin bize karşı olan teşebbüslerinizden hiçbir sonuç alamayacağınıza dair’ imparatoru cesaretlendirmeye yönelik mektuplar geliyordu” cevabını verdi. Fatih Sultan Mehmed bu sözlerden Halil Pa- şa’nın kastedildiğini anlamıştı. Toplantı esnasında Halil Paşa da hazırdı. Bu sözlerden çok fenalaşıp, “Bunu söyletmeyip öldürmeli!” dediyse de padişah, Halil Paşa’nın kötü hareketini öğrenmeye çalıştığından sözünü dinlemedi, tam aksine aşağıda söylendiği gibi Lucas Notaras’a lütufta bulundu. O andan itibaren vezirin hakkından gelmeyi kafasına koymuştu. Fakat o an hiçbir şey sezdirmedi.

ekran-alintisiFatih Sultan Mehmed Notaras’tan imparatorun deniz yoluyla kaçıp kaçmadığını sordu. Notaras, “Bilmiyorum, zira ben saraydaydım, oysa imparator, Sen Romen Kapısı ile Charsius Kapısı arasında dövüşüyordu” dedi. Bunun üzerine Sultan Fatih bu bölgedeki cesetlerin arasında titiz bir araştırma yapılmasını emretti. Yapılan araştırmalar sonucunda imparatorun cesedi bulundu. Padişah, İmpara- tor’un başını getirtti.292 Notaras’a bu başın gerçekten imparatora ait olup olmadığını sordu.293 Nota
ras başı dikkatle inceledikten sonra, “Evet efendimiz, onun başıdır” dedi. Başın gerçekten imparatora ait olduğu birçok kişinin şehadetleriyle de onaylandıktan sonra, padişah bunun Augusteon denilen sütun üzerine konulup akşama kadar teşhir ve sonra da hükümdarlara mahsus bir törenle defnedilmesini emretti. Phrantzes, olayı sadece bu suretle hikâye ediyor, fakat nasıl bir tören yapıldığını bildirmiyor. Bugün mevcut ve son derece sade olan kabrinden anlaşıldığına göre imparatorluk hanedanına mensup kişilerin defni esnasında yapılması âdet olan tören yapılmıştır, fakat bunun öyle fevkalâde bir hürmet gösterilmeden icra edildiği sanılmaktadır. 294
Rivayete göre imparator, Vefa Meydanı yakınlarında, eskicilerin, saraçların ve başka bazı esnafın ikamet ettikleri bir evin avlusunda, dallarına yabanî bir asma ve gül ağacı sarılmış olan bir söğüt ağacının gölgesinde yatıyormuş. Mezarının üzerinde kitabesiz, sıradan bir taş varmış.

ekran-alintisiHâlâ bu mezarın baş tarafında, akşamları, yağı hükümet tarafından verilen bir kandil yakı11- yormuş. Bunu rivayet eden Mordtmann’dır. Hâlbuki bazı tarihçiler, On İkinci Kostantin’in mezarının daha basit olduğunu iddia ediyorlar. Fatih Sultan Mehmed, bu büyük fetihten dolayı çok mutlu oldu. Bu sevincinden İstanbul’un en uzak bir bölgesinde hâlâ savaşmakta olan cesur askerlerine ve esir düşmüş olanların en ünlülerine karşı cömertlik gösterdi. Sabahın altısından itibaren, şehrin bütün binaları, müesseseleri ve burçları üzerinde hilâl dalgalanıyordu. Yalnız bir kule kalmıştı ve bir türlü ele geçirilemiyordu. Bu kule, günümüzde Bahçekapı denilen kapı tarafındaki Basil Kulesi’dir.296
Vlasto diyor ki: “Girit’in buradaki cesur evlâtları hazırladıkları gemilere binerek kaçabilirlerdi. Bunlar bütün şehrin Osmanlı askerlerinin eline geçtiğini bildikleri hâlde ne kaçmışlar ne de teslim olmuşlardı. Hâlâ dalgalanmakta olan

imparatorluk bayrağı altında mevkilerini savunmaya son derece büyük bir azimle devam etmekteydiler. Öğleden sonra saat ikiye gelmişti. Fedakâr savunucuların cesaretini Fatih Sultan Mehmed’e bildirdiler. Bunun üzerine bu hareketlerini takdir ederek hücumun durdurulmasını emretti. Askerleriyle çıkmakta serbest olduklarını, yani silâhlarını ve neleri varsa hepsini rahat bir şekilde kadırgalarına nakledebileceklerini bir aracı ile kendilerine bildirdi.” Olayı nakleden Phrantzes “Bu tebligat üzerine bile, onlar, savunması kendilerine bırakılmış olan kaleyi terk etmeye bir türlü karar verememişlerdi.” diyor. Fatih, Notaras’ı tekrar huzuruna çağırarak teselli etti. Eşiyle çocuklarından her birine bin asperun (As- pres: 1 Osmanlı akçesi) verdi. Şehrin idaresini kendisine vermek niyetinde olduğunu, imparatorun zamanında elde ettiği mevkiden daha yüksek bir rütbe ve makam vermeye hazır olduğunu söyledi. İmparatorluk sarayında bulunan asilzade aileleriyle subayların isimlerini sordu. Bu konuşmadan sonra Nota-
ras müsaade alarak konağına döndü.

ekran-alintisiGerçekten, isimleri kendisince kaydedilmiş olan, karargâhta ve donanmada tutuklu bulunan meşhur kişileri arattırdı. Her bir savaş esiri için kendi kesesinden biner Osmanlı akçesi (aspre)297 diyet vererek hepsini kurtardı. İstanbul’un fethini anlatan Rum tarihçileri, millî amaç ve niyetlerini saklamayarak, “Savaş sırasında Osmanlı askerleri şöyle gaddarlık yaptı,298 reisleri böyle hunharlık etti” diyerek kendi içlerinde millî düşmanlığı güçlendirmeye hizmet etmek için meseleyi abarttılar. Çok doğal olan muameleleri merhametsizlikle bağdaştırarak beyân ettiler. Hâlbuki, bir şehir veya memleket savaş ve mücadelelerle fethedildi- ğinde, kendi arkadaşları tarafından dökülen kanların mükâfatı olarak o şehrin ve memleketin ahalisinin ve gayrimenkullerinin savaş ganimeti olarak alınması askerî usuldendir. Şayet kendi rızalarıyla şehri teslim ederler ve karşı gelmezlerse mal ve canlarına dokunulmaması ve ikramda bulunulması da askerî kanunlardandır. İstanbul’un fethi esnasında Ortaçağ’da her memlekette uygulanmakta olan usulden başka fazla bir şey yapılmamıştır. Bu durumu, medeniyetin yükseldiği iddia edilen asrımızda onların söylediği şekliyle cihan harbinde gözümüzle gördük. Bundan dolayı dört yüz sene kadar önce meydana gelen olayları değerlendirirken akıl ve mantık ölçüsü elden bırakılmamalıdır. Olaylar, tarafsız bir tarihçi gözüyle araştırılmalı ve tahlil edilmelidir. Ertesi Mayıs ayının otuzuncu Çarşamba günü Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a ikinci kez girdi. Asil, civanmert ve dostça299 düşüncelere sahip olarak, doğruca Başvezir Notaras’ın konağına gitti. Fethin sebep olduğu heyecan ve asabiyetten dolayı, vezirin eşini yatakta hasta buld Selâm vererek yanına yaklaştı ve dedi ki: “Valide! Geçmiş olsun, meydana gelen olaylara üzülme, Allah’ın take ri yerini bulacak… Ben sana kaybettiğin servet ve zengi daha çoğunu vermeye hazırım, yalnız sen sağlığına kavuş!”

Notaras’ın canı, ailesi, malı mülkü eskiden olduğu gibi, koruma altına alınarak, çocuklarına biner Os- manlı akçesi verildi. Eski ayrıcalıkları korunarak güçlendirildiği sırada imparatorun ve Şehzade Or- han’ın3°o kesik başları padişahın huzuruna getirildi.301 Padişahın iltifatları, verdiği ayrıcalıklar ve bulunduğu ihsanlardan dolayı Notaras’ın çocukları padişahın önünde eğildiler. Kendilerine gösterilen bu ilgi ve maddî destekten dolayı teşekkürlerini ve minnet duygularını saygıyla ifade ettiler. Fatih, konaktan ayrıldıktan sonra şehri gezmeye başladı. Halkın büyük bir kısmı ya karargâha ya da gemilere sevk edilmişlerdi. Şehrin içinde vatanını terk edenlerin ve esarete düşenlerin evleri, muharebe esnasında ölen emirlerin ve beylerin malikâneleri Osmanlı askerleri tarafından savaş ganimeti olarak yağmalandığı sırada hâlâ kargaşalık ve bazı üzücü olaylar meydana gelmekteydik2 Padişah, kayserin ikamet ettiği sarayın önüne gelince “adı geçen saray Çin ve Hint’in hakanlarının büyüklük taslama usullerine örnek olarak hayret verici birtakım şatafatla yapılmışken, her daim dönen feleğin bir kez daha dönmesi ile kemerlerinin bir anda ebem kuşağı gibi harap ve mukaddes kubbesinin eyvanlarının hadiselerin darbeleri ile yerle bir olduğu gözlemlenince” derhâl ve gayri ihtiyarî, Fatih’in hikmet saçan ağzından çıkan
Bûm nevbet mî zened ber-târem-i Efrâsiyâb Perde-dârî mî kuned der kasr-ı kayser ankebût
meşhur beyit teessür ve üzüntüleri ifade etmiştir. Orada hüküm süren, hüzünlü akşamlan andıran sessizlik ve ıssızlık Padişah’ı epey üzüntüye sevk etmişti. Hayrullah Efendi, Fatih’in görmek için gittiği sarayın Edirnekapı civarındaki meşhur Tekfur Sarayı olduğunu yazıyor. İstanbul, annesinin adı Eleni olan bir imparator tarafından kurulmuştu. Bu defa da annesi yine Eleni isminde bir kadın olan diğer bir Kostantin tarafından Osmanlı Türklerine terk edilmiş olması garip tesadüflerdendir.

ekran-alintisiFatih, fetihten üç gün sonra – Salı’yı takip eden Cuma’dır 3<>4- ilk cuma namazını yüce Ayasofya mabedinde eda etmiştir. Bu cumada Fatih’in bizzat minbere çıkarak hutbeyi okuduğu, sonraları yayımlanan eserlerde belirtilmektedir. Özellikle merhum Şakir Paşa’nın Yeni Osmanlı Tarihi’nin ikinci cildinin 288. sayfasında “Rivayete göre, selâlar okunup müezzinler ‘İnna’llâhe ve melâiketehü…’ ayetini okumaya başlayınca Akşemseddin, Fatih’in koluna girerek onu minbere çıkarmıştır” diye yazmaktadır.3°5 Ancak eski Osmanlı eserlerinde bu rivayeti doğrulayacak bilgi göremedim. Bundan sonra belde sakinlerine genel af ilan etmiş, esir ve köle durumuna düşenlerin çoğunu bunalım ve sıkıntılardan kurtarmıştır.3°6 Tekfur Sarayı’nı seyrettikten sonra ‘Rum’un büyüğü’ dedikleri, kayserler devletine takdimname ve hediye olarak çevre devletlerin hükümdarları tarafından gönderilen elçileri kabul etmiştir. Gösterişli ve muhteşem bir merasimin düzenlendiği sarayı önceden görmüş olan padişah, merkeze yakın olması, de
nizden yüksekliği ve manzarasının güzelliği sebebiyle kendisine tahsis etmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir