wiki

İSTANBUL’UN FETHİNDE YAŞANANLAR

Fatih'in resmi: Ressam Bellini tarafından hayattayken resmedilmiştir (1470). Sör Henry Layard'ın eserleri arasında saklıdır. Sör Henry Layard, İstanbul'da elçi iken bu resmi az bir ücret karşılığında satın almıştı. Resim Venedik'teki malikanesinde bulunuyordu. Hatta vefatından sonra dahi ailesine ait olmak üzere orada korunmasına, saklanmasına hassasiyet gösterilmiştir. Rivayetlere göre Fatih'in, sarayında sakladığı bu güzel eserler, halefi ve oğlu Sultan İkinci Bayezid zamanında ilgi gösterilmediğinden dağıtılmış, onun bunun eline geçmiştir. Fatih'in bu resmi her nasılsa mahvolmadan ortaya çıkmıştır.

İSTANBUL’UN FETHİNDE YAŞANANLARekran-alintisi

Padişahın emri altında ve defterdarlık hizmetinde bulunan Karıştıran Süleyman Bey’in kaynı Tûr-ı Sî- nâ Bey -ki tarihçiler Dursun Bey derler- İstanbul defterdarı tayin edilmişti. Onun ifadesine göre Galata’da bulunan Frenklerin “Padişah korktu, etrafı duvar ile çevrili olan sarayı korunmak için seçti” diye konuştukları padişaha ulaşınca, adı geçen sarayı kadınlara ayırdı. Kendisine Zeytinlik denilen bölgede (Saray- burnu’nda) mükemmel, yeni bir saray inşa ettirdi. Kadınlara bırakılan ‘Eski Saray’ namı bugünlere kadar gelmiştir. İstanbul’un fethi hakkında tarihçilerin ifadeleri ve beyânları birbirini tutmamaktadır. Fatih, İstanbul’da yirmi gün kadar kaldıktan sonra şehre bir subaşı tayinini gerekli görerek Karıştıran Süleyman Bey’i3°7 İstanbul muhafızı seçmiş ve kendisi eski başkent olan Edirne’ye geri dönmüştür.

Fatih, Molla Güranî’nin kaleme aldığı mektuplarla Mısır Azizi’ne, Mekke-i Mükerreme şerifine; Hoca Kerimî’nin yazdığı mektuplarla İran Şahı Cihan Şah Mirza’ya, Karamanoğlu İbrahim Bey’e, Mora, Eflâk, Macar, Sırp, Bosna ve Arnavut hükümetlerine İstanbul’un kendisi tarafından fethedildiğini, Doğu Memleketleri İmparatorluğu’nun tahtına kendilerinin oturduğunu açıkça bildirdirdi.

ekran-alintisi

ekran-alintisiPadişahın bu mektuplarında, kuşatmaya 26 Rebiülevvel’de başlandığını, elli dört gün savaştan sonra 20 Cemaziyelevvel Salı309 günü sabaha doğru tan yeri ağarmaya başladığı zaman hücum edilerek güneş doğmadan İstanbul’un fethedildiği yazılmıştır. İstanbul’un fethi, tarihte yeni bir çağın başlangıcı ola
rak kabul edilir.

Osmanlı, İstanbul’u fethetmekle istikrarla yükselip mükemmelliğe ulaşacağını anlayarak, beş defa İstanbul’u kuşatmıştır: İlki daha önce beyân edildiği üzere Sultan Yıldırım Bayezid Han döneminde, İkincisi Musa Çelebi, üçüncüsü Çelebi Sultan Mehmed Han, dördüncüsü ise Sultan İkinci Murad zamanlarında olmuştur. Beşinci ve başarıyla sonuçlanan son kuşatma ise Sultan İkinci Mehmed Han döneminde olmuştur. Rum cemaatine mezhep imtiyazları verilmesi ve patrik tayini: Aşağıda ayrıntılı bir şekilde belirtileceği gibi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın Rumlara gösterdiği iyi muamelelerin mecburiyetten değil, belki kendilerinin edindikleri güzel ahlâk ve iyi huylardan kaynaklandığı, o zamanki olayları araştıranlar tarafından bilinirken, Lagofet Theodori ile beldenin muhafızı Demetrius ve Birinci vezir Lucas için, Fatih hakkında iftiralar etmişlerdir. Eğer olay Rum tarihçilerinin bildirdikleri ve yaydıkları gibi ise, aşağıda belirtilen iyi muamelelere ihtiyaç kalmazdı. Fatih, yeni başkentini imar etmek ve süslemek için hiçbir şey esirgemedi. Fetih esnasında korku ve heyecanla kaçan Rumlarla, civar Rumlarını ve Müslüman halkı yerleştirerek^10 nüfusu arttırmaya gayret etti.

Fatih yeni teba’sına önemli bir siyasî mesele311 olduğu kadar âdil ve insaflıca bir hak bağışlayarak mevcut mabetleri ikiye bölerek Müslümanlarla Hristiyanlar arasında yarıyarıya taksim etmiştir.312 Kırk iki kilise camiye dönüştürülmüş, geri kalanlar ise kilise olarak şehrin eski halkına bırakılmıştı. Bilek gücü ve cesaretle fethedilen kale ve ülkelerde olduğu gibi, yağmanın sona ermesiyle esaret kesin şekilde yasaklandığından, öte beriye saklanmış veya gemilerle henüz şehirden kaçamamış olan insanlar geri dönmüşlerdi. Dışarıdan sonradan gelen Müslüman,313 Bulgar, Rum, Sırp ve Eflâk milleti mensupları da münasip yerlere yerleştirilmişlerdi. Ancak daha sonraları İstanbul’da Müslümanların çoğalması, mahallelerin ayrılmasını ve yeniden düzenlenmesini gerekli kılmış; Müslüman mahallesinin ortasında kalan kiliseler camiye dönüştürülmüştür. Bu konu ayrı bir bölümde anlatılacaktır. Mahallelerin bu şekilde ayrılması, Osmanlı sosyal hayatı için iyi bir netice vermemiştir. Çünkü ayrı bir cemaat hâlinde yaşamaya başlayan Hristiyanlar, özellikle Rumlar gerek dil olarak gerekse örf ve âdet olarak Osmanlı kültür yapısına bir dereceye kadar yabancı kalmış ve Osmanlı’yla benzeşememiştir. Biz bunun zararlarını hâlâ çekiyoruz. Bu durumu açık bir şekilde Musevîlerde de görürüz. Bize birçok konuda daha yakın olması gereken Musevîlerin arasında Osmanlı dili istenildiği ölçüde yaygınlaştırılama- mıştır. Ayrıca Osmanlı hayatına ait müşterek esaslarda bizden uzak durmuşlardır. Musevîleri Osmanlı sosyal hayatından uzak tutan sebeplerin ne olduğu herkes tarafından bilindiğinden burada tekrar ayrıntılarına girmeye gerek görmüyorum. Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra yaradılışında var olan merhamet, ihsanda ve iyilik duyguları ile hareket etmiştir. Şehrin asıl yerlisi olan halka birçok iltifatta ve ikramda bulunmuştur. Ayrıca eski durumlarını devam ettirmeleri için özel imtiyazlar vererek gönüllerini almıştır. Mezheplerinin reisi olan patrik seçimini de eskiden olduğu gibi, rahiplerin ve cemaatin ileri gelenlerinin tercihine bırakmıştır. Hristiyan cemaati arasındaki liderlerden en önemlisi Rumlarınki idi. Halkın çoğunluğu, fetihten birkaç gün sonra, kiliselerde Lâtinlik ve Ortodoksluk meselesinden dolayı bir süreden beri manastıra çekilerek inzivada bulunan Rahip Gennadius Scolarius’u patrik olarak seçtiklerini Osmanlı sultanına bildirdiler. Adı geçen rahip derhâl Saray-ı Hümayun’a davet edilerek, iltifatlarda bulunuldu.

ekran-alintisiTarihlerde uzun uzadıya anlatıldığı gibi patrikliğin verilmesi töreni, kayserler zamanındaki gibi protokol ve merasim dairesinde olmuştur. Patrik, padişahın huzuruna kabul edilerek memuriyeti resmen kendisine verilmiştir. Şöyle ki; saraydan gönderilen üzeri işlemeli örtü ile süslenmiş ata binip kilise rahipleriyle beraber Saray-ı Hümayun’a gelerek padişahın huzuruna kabul edildi. Hep bir ağızdan padişaha dua ettiler. Patrik ayakta duran padişahın ayağına kapanınca Fatih, pek çok iltifatta bulundu. Hükümetinin manevî gücüne delil olmak üzere kayserlerin hükümet alâmeti olarak kullandıkları asa gibi, gümüşten yapılmış bir asayı patriğe bizzat teslim etmiş ve bin altın da harçlık İhsan etmiştir. Bu esnada yine padişahın sıhhat ve afiyeti için bir dua okundu. Bu törenin bitmesiyle padişahın huzurundan çıkıldı. Hayrullah Efendi Tarihi’nde belirtildiğine göre, Fatih Hazretleri, asayı teslim ederken patriğe hitaben “Sen emniyet ve huzur içerisinde patriklik vazifeni yap ve işleri idare et. Danışılmasına ihtiyaç duyulan meseleleri bizzat bana arz ederek yerine getiresin” demiştir. Yeni Os- manlı Tarihi’nin ikinci cildinde de “Seni Rum milletine patrik yaptım. Allah’ın rehberliğine mazhar ol. Her durumda himayemde bulunacaksın, seleflerinin benden önceki imparatorlar zamanında kazandıkları ayrıcalıklara ve yardımlara yine sahip olacaksın” şeklinde patriğe iltifat ettiği yazılmaktadır. Bu ayrıcalıkların tanındığına dair patriğe bir de hatt-ı şerîf verildikten sonra devlet ileri gelenleri, yeniçeri ağası ve refakatindeki birçok askerle beraber at üzerinde, kendisine ayrılan Havariyyun Kilisesi’ne (Fatih Camii’nin yerinde idi) gönderildi. İki yıl geçtikten sonra sözkonusu kilise civarında Müslüman halkın yerleşmesi ve nüfuslarının çoğalması üzerine patriğin isteği ile bu kilise yıktırılmıştır.31** Fatih, bu kilisenin yerine, şimdiki camiden önce mevcut olup Sultan Üçüncü Mustafa döneminde meydana gelen bir depremde yıkılan camii yaptırmıştır. O zamanlar henüz kilise hâlinde bulunan Fethiye’yi de patrikhane olarak Rumlara vermiştir.

Yeri gelmişken arz edeyim ki, Sultan Fatih’in patriğe verdiği hattı-ı şerîf yanmış olduğundan Yavuz Sultan Selim Han döneminde ortaya çıkan bir mesele üzerine, fermanın görülmesine Şeyhülislâm Cemali Ali Efendi (Zembilli Hoca) tarafından gerek duyulmuştu. Bunun üzerine patrik hatt-ı şerîfin yanmış olduğunu ifade edince dava meselesini şeriata göre uygulamak için şahit istemiş, patrik de şahit olarak iki ihtiyar yeniçeri götürmüş, böylece eski ayrıcalıkları Sultan Selim Hazretleri tarafından mecburen sürekli kılınmıştır.
1453 Yılı Nisan ve Mayıs Aylarında Gerçekleşen
İstanbul Kuşatmasında Fatih Sultan Mehmed’in T o p la r ı3 15
Fatih Sultan Mehmed, babası Sultan İkinci Murad’ın, hicrî 855 senesine tesadüf eden milâdî 1449 yılı Mart ayında ölmesi üzerine, tahta oturmuştur. O günden beri tek amacı olan İstanbul’un kuşatılmasıyla311 ilgili hazırlıkları 1452 ve 1453 yıllarının kış aylarında Edirne Sarayı’nda gerçekleştirmekle meşguldü. Fatih’in sınırsız askerî donanımı aylardan beri, Rum Devleti’nin başkentinde dehşet saçıyordu. Özellikle sonradan Müslüman olmuş mühendisler tarafından döktürülen heybetli ve müthiş topların haberi Bizans halkının düşüncelerini alt üst ediyordu. Barutun icadı, büyük ve küçük çapta birçok ateşli silahın üretimi asırlardan beri devam eden harp usullerinin durumunu ve eski hareket tarzlarını alt üst etmek kabiliyetini gösteriyordu. Fatih Sultan Mehmed’in babası Sultan İkinci Murad, bu kadar müthiş ateşli silâhları daha evvelden hazırlamıştı. Savaş hazırlıklarında bu yeni keşifler sayesinde yeni bir devir açma şerefi oğluna nasip olmuştu. 3*7 Edirne’de büyük bir havan topunun (bombarde monstre) döküldüğü haberi 1453 yılı Ocak ayının ilk haftalarında duyulmuştu. Bu hayalî alete, bu büyük çaptaki topa o tarihlerde ilk olarak Türklerin sahip olmaları hakkında o zamanın tarihçilerinden Ducas şöyle der: “1452 yılı sonbaharında Bizans ordusundan kaçan bir asker Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkarıldı. İstanbul surlarının durumu hakkında bu askerden çok kıymetli bilgiler elde edildi.

ekran-alintisiAskerlerine talim yaptırır, top attırır ve henüz dökülmemiş havan toplarının (ejder ağızlı toplar) denemesini yaptırırdı. Bu aletlerin en müthişi Urban’ın döktürdüğü toptur. Bu harp aleti senelerce doğu memleketlerinin ve belki bütün Avrupa’nın yegane savaş aleti hükmünde kalmıştır. Üretimi ve kalıba dökülmesi bir dönüm noktası olmuştur. Bu topa ‘Hümayun’ anlamına gelen ‘Vasiliki’ lâkabı verilmişti. Tarihçi Ducas “Bu topun, müthiş ve dev gibi büyük kalıbı vardı” diyor. Urban, topun kalıbını hazırlamak ve sonra içerisine tuncunu dökmek için tam üç ay uğraştı. Tarihçi Phrantzes3*9 bu toptan bahsederken hacmi on iki spithames’ten32° aşağı değildi, yaklaşık dokuz adım çevresinde üç adım çapında olmuş oluyor” diyor. Edirne’de bu topun ilk denemesi yapılacağı zaman Fatih, patlamanın şiddet ve dehşetinden ahaliyi önceden haberdar etmiştir. Bu şekilde tedbir alınması, vak’anüvisin dediği gibi hamile olan kadınların dehşete düşüp sakat doğum yapmalarına engel olmak amacına yönelikti. Gerçekten de patlamanın şiddeti on üç mil çevresine kadar işitilmişti. Bazılarının takdir ve tahminine göre bin iki yüz, bazılarına göre de bin beş yüz libre* ağırlığında olan taş gülleler bir mil mesafeye kadar giderek toprağa altı adım derinliğinde gömülmüştür ve bu asla mübalağa değildir. 321 Bu büyük güllelerden bir kısmının İstanbul’un surlara yakın bölgelerinde Galata’da, Topkapı Saray-ı Hümayun’u çevresinde, Tersane’de hâlâ var olmaları insanı hayrete düşürüyor. (Bazı kale kapılarında ve çevresinde görülen gülleler fetihten kalmadır). Bu gülleler kuşatma esnasında nasıl düşmüşlerse yerlerinde öylece duruyorlar. Mösyö Pears bu güllelerden ikisini ölçmüş, Midilli piskoposu’nun dediği gibi tamı tamına seksen beş pouce** genişliğinde olduğunu tespit etmiştir. Bu gülleleri Karadeniz sahilinden getirilen kara taştan, granitten veya bir alet vasıtasıyla yuvarlatılmış mermerden yaptıkları muhtemeldir. Hoca Efendi (Hoca Tarihi olacak) Fatih tarafından otuz kental,322 yani otuz millier323 ağırlığında toplar döktürüldüğünü söylüyor.
İstanbul kuşatmasında yukarıda adı geçen piskopostan önce Midilli Piskoposu olan Leonard, surların üzerinden içeriye fırlatılan büyük bir topun güllesini ölçerek on bir palmes* yahut spithames çapında olduğunu, yani pouce ile index (işaret parmağı) kadar açıldığı hâlde aralarındaki açıklığın on bir kat büyük, diğer bir tabirle seksen sekiz pouce olduğunu anlatıyor. Kuşatmadan bahseden Monstrelet en büyük topun on iki karış ve dört parmak çapında ve bin sekiz yüz libre ağırlığında olduğunu bildiriyor. Bu eski rivayette abartı ve tezat olduğu kesindir. Bununla beraber, dehşet ve korkuya sebep olan o zamana kadar benzeri görülmemiş büyük toplardan bahsedildiği de aşikardır. Çakmaklı tüfek (arquebuses), camcı borusu (sarbacene), ateşli silâh (escopette), Tatar yayı (ar- balete)325 gibi kökleri bir olan ve sonradan ortaya çıkan silâhlara, devasa ateşli silah topçularına, okçularına ve sapancılarına yardım ediyordu. Ocak ayının son g ü n le r in d e 3 2 6 Edirne’den yola çıkan bu dehşetli ‘Vasiliki’ ejder ağızlı topları İstanbul’a ancak iki ay sonra getirilebildi. Bu topun önü sıra Karaca Bey327 kumandasında on bin akıncı süvariden oluşan bir kol gidiyordu. Topu, bazı insanlara göre otuz, bazılarına göre elli, yahut altmış, hatta bin beş yüz çift öküz büyük zorluklarla ağır ağır çekiyordu. Ucu bucağı gözükmeyen, ıssız, viran çöllerden geçen bu hayret verici, korkunç asker alayının büyüklüğü kolaylıkla hayal e d ile b ilir . 328 Bu devasa topun dengesini sağlamak amacıyla her iki yanında iki yüz kişi yürüyordu. Ayrıca iki yüz amele de yolun arızalı ve geçilmesi zor olan kısımlarını düzeltmek üzere önden gidiyordu. Meydana gelebilecek kazalara karşı tedbir almak ve köprü kurmak gibi işleri yapmak üzere elli kişi de topun arkasından yürüyordu. Bazı tarihî kaynaklar iki bin amelenin yürüdüğünü tahmin ediyorlar. Mart ayının sonuna doğru, Phrantzes’e göre 2 Nisan’da bu müthiş harp alayı “Allah’ın koruması altında bulunan İstanbul” surlarına beş mil mesafeye kadar yaklaşmıştı. Trakya ovalarından geçen böyle bir harp aleti, korku ve dehşete kapılan halkın nazarında uğursuz bir hatıra bırakmıştır. Bununla beraber söylendiği gibi bu top diğer birçok topların arasında benzersiz bir toptu. Gerçekte halkın dilinde dolaşan hikâyelerde bu derece şöhretli olan Urban’ın döktüğü bu topun yalnız başına bu büyük tahrip vazifesini yerine getirmiş olduğuna inanmak doğru değildir. Fatih’in güçlü topları da tahribatta yardımcı olmuştur.
İlk Kuşatma: Tarihte, belki de en dehşetlisi olan bu kuşatma, Nisanın beşinde başladı ve son hücum tarihi olan Mayısın yirmi dokuzuna kadar tam elli dört gün devam etti. Ben burada yalnız Sultan Mehmed’in büyük bir başarı göstererek kullandığı toplardan bahsedeceğim. İstanbul’un alınmasıyla sonuçlanan bu büyük askerî hareketten bahseden bütün tarihçiler, harekâtın en bariz ve en önemli özelliği olarak kuşatma ordusu tarafından topların fevkalâde bir surette kullanıldığı noktasında birleşmişlerdir. Gerçekten bu hususta elde edilen netice büyük olmuştu. Tarihte Fatih Sultan Mehmed Han, hizmet ve emrine amade bir “topçu parkına” sahip ilk hükümdar olarak zikrediliyor. O zamana kadar ele geçirilmesinin imkansızlığı ile şöhret bulan Hristiyan doğunun ve Roma imparatorlarının son haleflerinin yüzyıllardır başkenti olan İstanbul (Capitale medievale), yeni doğan bu askerî kuvvetin dehşetli çalışmalarının önünde sessiz kalan ilk şehir olmuştur. Bu askerî kuvvetin dehşet verici görüntülerinden ve sonsuza dek hatıralardan silinmeyecek olan bu tarihî olaydan sonra askerî ilimler temelinden değişecek ve hadiselerin seyri alt üst olacaktı. Velhasıl 1453 yılı Mayıs ayında meydana gelen İstanbul’un fethi, harp tarihine büyük ve yeni bir aletin birdenbire itibarlı bir şekilde dahil olduğu tarihi de gösterir. Otuz kilometre civarında güçlü, sağlam surları ve savunma hatlarıyla Basile’lerin bu muazzam başkenti, çok üstün olan Fatih askerlerinin baskılarına asla sessiz kalmamıştır. Doğu ve batıdan yüz değişik milletin saldırısına göğüs germiş olan iki sıra ve kuvvetli surlar; ta kemerlere kadar büyük taş gülleler atan ve surlarda yer yer meydana getirdiği tahriplerle kesin hücumu başarıyla taçlandıran bu yeni tahrip aleti büyük toplar tarafından bombardıman edilmemiş, üzerinde gedikler açılmamış ve altı üstüne getirilmemiş olsaydı, bu son kuşatmada da (o surlar) Bizanslılar için güvenli sığınak olabilirdi. Hakikaten, bir şehre saldırmak için topun kullanımı ilk defa gerçekleşmiş bir şey değildi. Yalnız bugüne kadar top gerek çapı ve gerek miktarı itibarıyla çok sınırlı bir şekilde kullanıldığından bu silâhın kıymetinin ikinci derecede önemli olduğu kabul ediliyordu. Yukarıda bahsedildiği üzere bütün yazarların ve vak’anüvislerin özellikle kuşatmayı bizzat görmüş olanların değerlendirmelerine sebep olan nedenlerden dolayı, bir şehrin zaptı ile topçuluğun önemi ani bir şekilde artmış ve kuşatmalarda aranılan bir silâh hâline gelmişti. Aslen Rum, fakat Fatih Sultan Mehmed’in sadık bir kölesi, zamanın tarihçilerinden Kritovulos “ne yazık ki!” doğuştan Hristiyan olan mühendislerin genç padişah için döktükleri bu dehşetli top hakkında düşündürücü bir makale yazmıştır.329 Tarihçi Kritovulos diyor ki: “Bütün askerini sancak hizası cephesine dizdikten sonra, Fatih Sultan Mehmed, bütün çalışanları huzuruna getirterek, topların durumuna ve surların ne hâlde bulunduklarına dair müzakerelerde bulundu. Bu meşhur ve çok güçlü surları kolaylıkla devirebilmek için topların ne süratle üretilmesi gerektiğine dair onlardan bilgiler aldı. Mühendisler mevcut toplardan daha büyükleri imal edildiği takdirde surları devirmenin kolay bir iş olduğunu, fakat gayet büyük taş gülleler atabilecek büyük topların imalâtı için pek çok gümüşe ve özellikle tunca ihtiyaç olduğunu söylediler. Fatih, mühendislere istediklerini derhâl verdi. Onlar da hemen işe koyularak gözle görülmemiş olsalar, mevcudiyetlerinden şüphe edilecek, bu korkunç devasa topları döktüler.”

 

Fatih'in resmi: Ressam Bellini tarafından hayattayken resmedilmiştir (1470). Sör Henry Layard'ın eserleri arasında saklıdır. Sör Henry Layard, İstanbul'da elçi iken bu resmi az bir ücret karşılığında satın almıştı. Resim Venedik'teki malikanesinde bulunuyordu. Hatta vefatından sonra dahi ailesine ait olmak üzere orada korunmasına, saklanmasına hassasiyet gösterilmiştir. Rivayetlere göre Fatih'in, sarayında sakladığı bu güzel eserler, halefi ve oğlu Sultan İkinci Bayezid zamanında ilgi gösterilmediğinden dağıtılmış, onun bunun eline geçmiştir. Fatih'in bu resmi her nasılsa mahvolmadan ortaya çıkmıştır.

Fatih’in resmi: Ressam Bellini tarafından hayattayken resmedilmiştir (1470). Sör Henry Layard’ın eserleri arasında saklıdır. Sör Henry Layard, İstanbul’da elçi iken bu resmi az bir ücret karşılığında satın almıştı. Resim Venedik’teki malikanesinde bulunuyordu. Hatta vefatından sonra dahi ailesine ait olmak üzere orada korunmasına, saklanmasına hassasiyet gösterilmiştir. Rivayetlere göre Fatih’in, sarayında sakladığı bu güzel eserler, halefi ve oğlu Sultan İkinci Bayezid zamanında ilgi gösterilmediğinden dağıtılmış, onun bunun eline geçmiştir. Fatih’in bu resmi her nasılsa mahvolmadan ortaya çıkmıştır.

Bundan sonra Kritovulos, mühendislerin havan topunun kalıbını nasıl hazırladıklarını ayrıntılı bir şekilde tarif ediyor: “Bu kalıp, en halis, en yağlı ve mümkün olduğu kadar en hafif balçıktan yapılır ve birkaç gün iyice yoğrulur; sonra dağlaması için içerisine keten ve kenevir ve ince ince doğranmış çeşitli bitki lifleri karıştırılırdı. Evvelâ topun temelini teşkil eden direğin modeli yapılırdı. Bu model, gerisinden ağzına doğru daralarak silindir şeklini alırdı; barut bunun içine konulurdu. Bundan sonra, birincisine kılıf olacak olan dış kalıbı imal ederlerdi. İki kılıf arasına erimiş tunç dökülürdü. Bu akıcı madde katılaşınca topun şeklini alırdı. Bu dış kılıf da, aynı balçıktan yapılırdı, fakat demir ve ağaç çemberlerle sımsıkı sarıldığı gibi etrafına tahta ve taştan adeta bir duvar, daha doğrusu destekler yapılırdı. Kılıfların içine dökülen tuncun ağırlığının balçıktan yapılan kalıbı dağıtmaması ve topa verilen şekli bozmaması bu şekilde sağlanırdı.” Kritovulos, kalıbın hazırlanışını bu şekilde anlattıktan sonra çamur kalıbın hemen yanında inşa edilen iki büyük ve güçlü fırında tuncun dökülme şeklini tarif ediyor. Dökülmek üzere fırına konulan tuncun ağırlığını bin beş yüz talent* tahmin ediyor ki, yaklaşık dört kantar** eder. “Tunçla dolu olan kazanın etrafına odun ve kömür istif edilerek üç gün üç gece erimesi sağlanırdı. Tunç su gibi tamamıyla eriyince, özel bir şekilde hazırlanan toprak künkler ve borular vasıtasıyla kalıbın içerisine tamamıyla doldurulur, hatta otuz pouce kadar da taşması sağlanırdı. İşte bu suretle top dökülmüş olurdu. Tunç tamamıyla katılaştıktan sonra iç ve dış kalıpları parçalanarak çekilirdi. Topun üzeri törpülenerek parlatılırdı.”

ekran-alintisi

Kritovulos, sonra bu şeytanî tahrip aletinin ne şekilde üretildiğini ayrıntılı bir şekilde anlatır: Bu top dayanaksız olduğundan evvelâ kerestelerle ve büyük taş parçaları ile desteklemeye başlarlar ve içine yeterli miktarda sıkıştırılmış barut koyarlardı. Barutun önüne ağaçtan bir tıpa ve bu tıpanın ön tarafına da büyük taş gülleyi yerleştirirlerdi. Bu da bittikten sonra barut fitillenirdi. Barut ateş alırken evvelâ korkunç bir sarsıntı ve işitilmemiş bir gürültü ile beraber dehşetli bir inilti duyulurdu. Bununla beraber şimşek gibi bir parıltı, bir gürültü ve bunları takiben koyu bir duman arasında dehşetli bir ateş çıkardı. Bu ateşle beraber topun ağzından fırlayan taş gülle, hava boşluğunda şimşek hızıyla mesafe kat ederek hakikaten şiddetli bir şekilde surlara çarpar, böylece geldiği yeri dehşetli bir şekilde devirir, gedikler açar, duvarları alt üst eder, bin parça eder ve civarında ne kadar adam varsa hepsini mahvederdi. Kazandığı kuvvetle etkisi yüz misli artan mermer veya taş kütlesi gibi surların büyük bir kısmını devirirdi. Bazen de bir kalenin tamamını veya yarısını yahut da iki burcu birbirine kavuşturan, suru alt üst ederdi. Surların en sağlam kısımları bile böyle müthiş çarpmalara karşı koyabilecek güçte değildi. Manzarası bile görenleri dehşete düşürmeye yeterli olan bu topun gücü işte bu derece inanılmazdı. Eski hükümdarlarla kaptanlar böyle bir topu hiç bilmiyorlardı. Eğer bu adamlar Fatih’in topları gibi toplara sahip olsalardı, bir şehrin kuşatılma anında kendilerine hiçbir şey karşı koyamazdı ve surları devirmek için bu kadar zorluklara düşmezlerdi. Öküzlerin zorlukla çekerek Edirne’den İstanbul’a getirdikleri toplardan en dehşetlisi olan, dökümcü Urban’ın meşhur havan topu hakkında bilgi verilmişti. Halkın düşünce ve hayalini en çok meşgul eden işte bu devasa toptur. Hatırası, İstanbul’un bu son dehşetli kuşatması tarihine asırlardan beri sıkı bir surette bağlanmıştır. Fakat tekrar ediyoruz, birçok top arasında bu top, yalnız bir tane idi. Bu toplardan günde birkaç defa bir gülle atılır ve o büyük gülle mesafeler kat ederek tahrip vazifesini yerine getirmek için hızla giderdi. Güllenin patlamasından sonra meydana getirdiği tesirleri görmek için Fatih’in topçuları33® koşar, hendeğin yanına kadar yaklaşırlardı. Şayet, güllenin atılması sırasında kaleyi savunanlar, şaşırıp kaçmamışlarsa, koşup gelen topçuları okla uzaklaştırırlardı. O dönemin vakayinamelerinde, bu topların gerçek sayısıyla, surlara karşı yakınlıklarını bir dereceye kadar tayin etmek zordur. Çünkü kuşatmanın devam ettiği elli dört gün zarfında topların düzeni ve belki de sayıları epey değişmiş olabilir. Phrantzes bütün sur boyunca her biri dört büyük toptan oluşan on dört gruptan, daha doğrusu on dört bataryadan bahseder. Tarihçilerin çoğu Phrantzes’in bu ifadesini kabul etmişlerdir. Kuşatma esnasında cereyan eden hadiseleri görmüş olan Venedikli Barbara, her biri gayet büyük bir topla takviye edilmiş dokuz bataryadan sözediyor. Türklerin toplam iki yüz top ve havanı bulunduğunu Montaldo tasdik ve itiraf ediyor. Aynı anda surların değişik bölgelerinde gedikler açma fikrinde olan Fatih, toplarının olanca kuvvetini siperlerin başlıca üç kıtasına karşı yönlendirmiş, bu suretle oralarda çok sayıda gedik açmıştı. Büyük havan toplarının birinci grubu Tekfur Sarayı ile Edirnekapı arasındaki surları yıktı. En önemlisi olan ikinci grup Bayrampaşa Deresi Vadisi’nde bulunan Topkapı’nın karşısına yerleştirildi. Üçüncüsü de Marmara’ya daha yakın bir bölgeye yerleştirildi. Bugün dahi bu üç mevkideki surların son derece harap olmuş hâli Fatih’in toplarının başlıca merkez faaliyetlerinin buralarda olduğunu gösteriyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir