İslam

NEFSİNE SÖZ GEÇİREN SULTANLARDAN ÇEKİNMEZ

NEFSİNE SÖZ GEÇİREN SULTANLARDAN ÇEKİNMEZ

Abdullah îbnül Mübârek, söylenecek doğru bir sözün, bazan, ölümle karşılaşmak demek olduğunu” ifade ediyordu.

O nefsinin razı olmayacağı zor bir işe hemen girişmemiş, ev­velâ, onu terbiye ve ıslah ile razı etmiştir.

Buna rağmen o, sultanların kadrini takdir ederdi. Hârûn ur- Reşîd’in vezîri Fadl b. Rabî, Abdullah îbnü’l Mübârek’in şu şiirim, onun vefatından sonra Hârûn ur-Reşîd’e okumuştur:”- Allah ken­disinden bir rahmet ve nza olarak, dinimizin önüne çıkacak güç­lükleri sultanla defeder. Emirler olmasaydı, yollar bize emin ol­mazdı. En zayıflanınız en kuvvetlilerimiz tarafından yağma olu­nurdu.”

O: “Edep, dinin nerdeyse üçte ikisidir.” diyor ve edebe çok önem veriyordu. Gerçekten, edepli insanların çok olduğu bir devirde, edeb’e itiyad halinde riayet edilmekteydi. Lâkin edepli insanlar kalmayınca, edep, aranan kıymetli bir haslet olmuştur.

Bunun için, o: “Biz edebi, edepli insanlar bizi bırakıp git­tikten sonra arayıp bulmağa çalıştık.” demiştir.

bdebı, ahlakın dış yuzu olarak düşünürsek, Abdullah Ibnu Mübârek, “tç temizliği olan ahlâk’a” bu dışı düzeltecek hare ketlerle sahip olunacağını, şu sözüyle bize anlatıyor: “Güze ahlâk; güler yüzlülük, iyiliği saçıcı olmak, kimseyi incitme’ mektir. tyi olmak isteyen bir insanın ilk yapacağı iş, edepli ol mağa çalışmaktır.”

Bu sözünden, onun, “Edeb’i Allah’ı tanımaya götürecel bir vasıta olarak gördüğünü ve iç olgunluğuna dıştan girilece’ ğine inandığını” görüyoruz.

Daha evvelki sözlerinden de naklettiğimiz gibi o, “edeb’i’ “haddini bilmek” olarak kabul ediyordu.

Allah’a karşı olan edebini de, aıkadaşlanna söylediği şu ibreti sözünden öğreniyoruz: “-Dün gece, Allah’a(C.C.) karşı bir cü’retfc bulundum. Ondan cennetini istedim            ”

O, peygamberimiz(S.A.S.)in bile, günde 70 kere Allah’taı mağfiret dilediğine ait hadîsleri biliyordu.

İmtihan içindeyken de Allah’a karşı edebim muhafaza ettiğin şuradan anlıyoruz: Kûfe’de, hanımının vefatı sebebiyle Hafs b Ubeyd, Abdullah İbnül Mübârek’in yanında bulunuyordu. O’na “-Rıza nedir?” diye sormuştu. O da: Rıza, kendi haline zıt bir hal temenni etmemektir.” diye cevap vermiştir.

(Kendisini tâziyeye gelen Ebû Bekr b. Ayyâş’ın vefatı H. 17: senesinde olduğuna göre), bu hâdisenin de Kûfe’de bu senelerdeı az evvel olduğunu anlıyoruz.

CÖMERTLİKTEN DE ÜSTÜN

Cömertlikle nza arasındaki münasebeti de şöyle ifade ediyor

du:

“-İnsanların sahip olduklarına haset etmemek, razı ol­mak, onlara nefsin bol bol ihsan etmesinden daha fazla bir ik­ramdır.”

Bu sözün doğruluğuna, çok zaman şahid olunmaktadır. Zira nefis, bazan ihsan ederek karşısındakini minnet alünda bırakmak­tan zevk duyar. Bu da yapılan işin değerim azalür. Halbuki, insan­lann elindeki nimete hased duymayarak razı olmak, Allah’ın ihsa­nındaki takdirine karşı edepli olmaktır. Abdullah îbnü’l Mübârek, bu kadar inceliğine rağmen “tevazu nedir?” sorusuna: “Zengine karşı kibirdir” cevabım vermiş, böylece, kendinden varlıkça üs­tün olanlara karşı, kendi üstün tarafım bildirmek zaruretini ifade etmiştir. Bu ölçü onu şu sözü söylemeye götürmüştür: “Âlimler, peygamberlerin vârisidirler. Onlar tamah içinde olurlarsa, ki­me uyulacaktır?.. Hiyanet edecek olurlarsa, kime itimad olu­nur?

Zâhidler arzın melikleridirler. Eğer riya üzere olacak olurlarsa, insanlar kimin tebaası olacaklardır?

Valiler, insanların çobanlarıdır. Çoban, kurt olacak olur­sa, halkı kim koruyacaktır?”

İnsanlann kendi nefsine karşı da takınması gereken bir edebi olduğunu, Abdullah İbnü’l Mübârek’in “Allah’ın sana verdiği kıy­meti bil” sözünden anlıyoruz. O, böylece, “insana sıfaüna uyar şe­kilde hareket etmenin gereğini, lüzumsuz tezellül’ün (küçülmenin) terkedilmesini” öğretmiş oluyordu.

Meselâ o, yolda İlmî bir sual sorana, “Bu hareketin, ilmin veka- nna uymayacağım” söylediği gibi, hareketleri beğenilmiyen bir kimseye gidip de vaaz ve maruf ile emretmesini ona teklif ettik­leri zaman da “Onun yanına girenin değil, ancak ondan çeki­nenin, emir ve yasaklama vazifesini yapmış” olacağını söyle- iniştir. O, böylece, “yanlış hareket eden kimselerle düşü kalkmanın, onların kötülüklerinde devam etmelerine sebe olacağını ifade ediyordu.

İnsanın, sakınıcı olmasının da, anlayışlı oluşunun da devam olmasını gerekli kabul ederdi:

“İnsan, yüz şeyden sakınsa da bir şeyden sakınmasa, Allah’ta korkuyor sayılamaz. Onda cahillikten yana bir açık görülse, o yir cahillerden olabilir.” derdi.

Bir gün Abdullah İbnü’l Mübârek’e “Ribât” yani hudut beki mek nedir? diye soruldu. O da: “Hak üzere, nefsini tut ki or haksızlık yapmaktan korumuş olasın. Bu ribâtın en üstünüdüı dedi.

Bu şekilde, onun hudud bekçiliğini, hem hakiki sınır bek1 mek, hem de Allah’ın koyduğu yasaklar önündeki hudud nefsinin taarruzuna karşı korumak manasında anladığını f rüyoruz.

Riya ile şiık arasım da şöyle ayınyordu: “Yolculuk eden arkadaştan biri, iki rekât namazı arkadaşı sebebiyle terket bu, riya olur. Arkadaşının varlığı sebebiyle kılsa, bu şi olur.”

O’nun riya hususundaki şu sözünü de ilâve edelim: “-Zikir nasında sallanarak bağıranları, yüksek bir duvann üzerine o tasın, onlara (Allah’ın kelâmını) okuyasın ve bakasın; düşüyoı mı? O, bu sözüyle, herkes yanında böyle bir hareketin riya’ cağına işaretle, ancak şuur dışı böyle bir hareketin mazur rülebileceğini ifade etmiştir.

Abdullah İbnü’l Mübârek, Kûfe’de yalnızlığı esnasında bu çelikleri görebilme ve hissetme imkânını bulmuş ve şahsiyeti lişmişti. Kûfe’ye yeni geldiği zaman bir kıtlık vardı. Fuda>

Iyâz’m oğlu, o’nun gelişi üzerine, ziyaretine gitmişti. Abdullah İb- nül Mübârek, ona Fudayl’ı sordu. Sonra onun evine kadar gitti. Ev­de hiç bir şey olmadığını görerek, ona elbise ve iki bin dirtıem gön­derdi. Fudayl b. Iyâz, bu parayı Mekke’ye hicret ederken götür­müştür. Abdullah İbnü’l Mübârek’in müteakiben, Mekke’de Fu­dayl ile görüşmesinden ve Fudayl’ın orada uzun zaman mücavir kalmasından, onun Kûfe’deyken de birkaç defa hacca gittiğini anlı­yoruz

HADÎS ÖĞRETMEDEKİ TİTİZLİĞİ

Haşan b. Arafa, onun Basra’ya geldiğini öğrenince, kendisine giderek hadîs öğretmesini rica etmiştir. İbnü’l Mübârek ona: ” sen çocuksun” deyince, Haşan b. Arafa, Hammâd b. Zeyd’e giderek, ona İbnü’l Mübârek’in kendisine hadîs öğretmekten çekindiğini söylemiştir. Hammâd b. Zeyd, Haşan b. Arafa’ya dayanarak İbnü’l Mübârek’e kadar gitmiş, onunla bir divanda oturup, bir müddet sohbet etmiştir. Nihayet: “-Bu çocuğa niçin hadîs öğretmiyor­sun?” diye sormuştur. A. İbnü’l Mübârek de: “-0 sabîdir, öğrendi­ği hadîsle ne yapacağım bilemeyiz.” demiştir.

Hammâd b. Zeyd ise: “Ey Abdurrahmarun babası! Vallahi bel­ki de o, dünyada senden hadîs nakleden son kişi olacaktır.” diye­rek, onu teşvik etmiştir.

Hakikaten Hammâd ne güzel anlayışa sahipmiş ki, “Mâlik b. Miğvelden İbnü’l Mübârek’in en son hadîs nakledicisi benim” di­yerek Haşan b. Arafa, bu hâdisenin sonunu anlatmışür:

Abdullah İbnü’l Mübârek, hac için yola çıkınca, Haşan b. Ara­fa da beraber çıkmıştır. O Abdullah İbnül Mübârek’in hareketini şöyle anlauyor: “-Kâbe’ye geldi, yedi defa tavaf etti. Ben de onunla

 

beraber tavaf ettim. Sonra Makam’ı İbrahim’in arkasında iki rekâ namaz kıldı, ben de kıldım. Sonra zemzem’e geldi. Bir kova iste di.Deri bir kaba döktü. Çıkıp zemzem kapısında durdu. Sesinin eı yükseğiyle bağırdı: “-Ey ehli Mekke! Beni tanryan elbette tanrr Kim beni tanımryorsa bilsin ki ben, Merv’li Abdullah İbnül Mübâ rek’im, Câbir’den İbnü Zübeyr, ondan da İbnü Miğvel bana naklet! ki: ”Resûlullah(S.A.S.) buyurdu: “Zemzem suyu içildiği maksa da’dır” A. İbnül Mübârek bu hadîsi okuduktan sonra, “Allah’ım Şu, kıyamet gününün susuzluğu içindir.” dedi ve bol bol içti.

Kâbe’deyken kendisinden bazı meseleler hakkında fetvâ is tenmiş, o da hayrette kalarak: “-Ben, Mescid-i Harâm’ da fetvâ ver meğe ehil,miyim?” diye karşrlık vermiştir.

HİDAYETİNİ ALLAHTAN BİLEN, TEVAZU SAHİBİDİR

Abdullah İbnü’l Mübârek’in züht’ünün başlangıcı kendisin* soruldu. Şu hikâyeyle cevap verdi:

“İranlIlardan bir cemaatle bir bahçedeydik. Meyve zamamy dı. Yedik içtik. Ben saz çalmağa çok düşkündüm. Gecenin bir za mamnda kalktım, baktım ki başımın ucunda bir ağaç dalı titriyor Bir şeyler çalmak için ud’u aldım. Şöyle konuştuğunu duydum:

“İman edenler için kalplerinin Allahı anmak için yumuşamas (huşu içinde olması) zamanı gelmedi mi?” (el-Hadîd:16)

Derhal ud’u yere vurdum ve kırdım. İçinde bulunduğum ve ya nımda olan, her türlü Allah’tan ahkoyucu şeyi bıraktım. Allah’taı muvaffakiyet geldi. Hayır bize Allah’ın Fadl ve Rahmetiyle kolay laştı.” demiştir.

HAKKIYLA İNANAN

Abdullah ibnü’l Mübârek’in Allah’a dönüşünün neticesini ta­lebesi İbrahim b. Şemmâs da tasdik eder ve şöyle der:

“Eğer temenni etseydim, Abdullah îbnü’l Mübârek’in aklım ve verâım temenni ederdim.” “Vera”, haramdan ve şüphelilerden için yatmadığı, kalbinin kanmadığı şeyden çekinmek ve yaptığı iş­te de Allah’ı unutmamaktır.

Bu korku, onda o kadar kuvvetli ve açık görünüyordu ki, ken­disi vaaz kitaplanndan, meselâ “Züht ve Rekâik”den bir şey okuduğu zaman, ağıttan dolayı, kesilmiş inek haline gelir, kimse o anda ona yaklaşmaya ve birşey sormağa cesaret ede­mezdi; o anda ne istenirse verirdi.

Onun Allah yolunda böyle cömertce harcamasının , dâimâ ölümü hatırlamasından dolayı olduğu şüphe götürmez. Buna ne kadar inandığım şu rivayetler ispat etmektedir:

“Bir gün ona; “Mal azaldı, insanlara yardımım birazcık azalt.” dediler. Buna karşılık Abdullah îbnü’l Mübârek: “Mal azaldıysa, elbette ömür de bitmiştir” diye cevap verdi.”

El’Kâsım b. Muhammed de:

“-Çok zaman haünma gelirdi de kendi kendime, şu Abdullah îbnü’l Mübârek, hangi vasıfla bize üstün tutuluyor da, insanlar ara­sında meşhur oluyor? Namaz kılıyorsa, biz de kılıyoruz. Oruç tu­tuyorsa, biz de tutuyoruz. Gaza ediyorsa, biz de ediyoruz. Hacca gidiyorsa, biz de gidiyoruz.” derdim. Seferlerimizden birinde Şam yolunda, bir gece geç vakit yemek yiyorduk. Odadaki lamba sön-

dü. İçimizden birimiz kalktı, lambayı aldı ve yakmak için çıktı. Biı müddet eyleşti. Sonra lambayı getirdi. Abdullah İbnü’l mübârek’e baktım, yüzü ve sakalı gözyaşıyla ıslanmıştı. Kendi kendime: “-Şu haşyetiyle bu adam bize üstün kılınıyor.” dedim. Belki, lamba sön­düğü zamanki karanlıkta, kıyameti hatırlamıştı. Bu hal, kendisin­de tabiî olarak cereyan ediyor, hisler de sâri olduğu için, etrafında- kileri etkiliyordu. Onun hali, Efendimiz(S.A.S.)in: “Allah’ır dostları, görüldükleri zaman, Azız ve Çelil olan Allah hatırla­nan kimselerdir.” hadîsine bir örnek teşkil eder.

Abdullah İbnü’l Mübârek, Allahu teâlâ ile beraber, kıyameti de hatırlatıyordu. El-Halîlî, El-İrşâd’ında onun hakkında: “Sayıla­mayacak kadar kerametleri vardır. Onun ebdâldan olduğu söyle­nir.” demektedir.

Hasen İbnü Arafa, onun verâı (çekinmesi)ni şöyle hikâye eder: “Şam’da birisinden bir kalemi âriyet almıştı. Onu unuta rak, Horasan’a kadar götürmüştü. Merv’de farkedince. Şam’a dönüp sahibine vermişdi. O, maddî değeri çok az olan bi şeyde bile, gösterdiği böylesi bir ihtimamla, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Emaneti ehline iade” hususundaki emri, talebesine, meşakkatle de olsa öğretmiş oluyordu.

Kölesi ve talebesi Hasen b. îsâ da, “Abdullah İbnü’l Mübâ­rek’in duası kabul olunan bir insan” olduğunu söylüyor.

Ebû Vehb de bir âmânın: “-Senden gözümü iade etmesi için Allah’a dua etmeni isterim.” demesi üzerine, onun duasının kabul olduğuna şahid olduğunu anlatır.

Onun, bu hallerim, hocalan Süfyân ü’s-Sevrî gibi ashâba ben­zemeğe çalışan kimselerden aldığım anlıyoruz.

O, ibadetin tefekkür ve huşû içinde yapılmasını telkin ediyoı ve: “Ben dün sabaha kadar bir rekât’ta Kur’ân-ı Kerîm’i oku­dum.” divene: “-Ben de bir adam tanıvorum ki. dün sabaha

kadar Tekâsür sûresini okuyup, ondan öte geçmeğe muktedir olamadı.” diyordu.

Bu sûre: ” Sonra o gün, (kıyamette) nimetlerden sorula­caksınız.” âyetiyle bitiyordu. Kasdettiği adam, “kendisi olduğu­na ” göre, sabaha kadar bu sûrenin manasım düşünmekten fâriğ ol­mamıştı. Halbuki, kendisi için talebesi Ali b. el-Hasan b. Şakîk “- İnsanlann içinde, ondan daha fasîh ve güzel okuyup, daha çok na­maz kılanını görmedim. Seferde de hazarda da bütün gece, namaz kılarken, Kur’ân-ı Kerfm’i tertîl üzere okur ve medlerin hakkım ve­rirdi.” demiştir.

Onun bu hususiyeti, meşhur yedi kurrâdan biri olan Ebû Amr b. Alâ huzurunda, Kur’ân’ı okumuş olmasındandır. O, at veya deve üzerinde bile, etrafındakilerden gizliyerek namaz kılardı.

(Abdullah İbnü’l Mübârek’in başlangıçta ud’unu kmp, Allah’a dönmesi, ilmi aramasına bir sebep olmuştur.)

Babası ona, ticaret için, 30.000 dirhem vermişti. O, üim elde etmeğe çalışarak parayı bitirdi. Döndüğü zaman babasıyla karşı- laşüklannda, babası ona, “Ne getirdiğini” sordu. O da babasına, defterlerini çıkanp, “-İşte ticaretim!” diye cevap verdi. Babası, gi­dip otuz bin dirhem daha getirip verdi:

“-İşte, bununla ticaretini tamamlarsın.” dedi.

Abdullah İbnü’l Mübârek, bu parayı ilim ve edep yolunda harcadı. Bununla beraber o, edebi, ilimden üstün tuttuğunu bize şöyle anlatmaktadır: “Otuz sene edebi aradım, yirmi sene de il­mi. Kırk bin dirhem hadîs, altmış bin de edep için harcadım, bir ay ilmi tâlim ediniz, iki ay da edebi.” derdi.

Bununla, öğrenilen ilmin, edep haline gelmedikçe, öğrenil­miş sayılmıyacağını ve faydalı olamayacağını anlatmaktadır. O, edebi, sadece kitap ve ilim adamlarından değil, tecrübe sahibi

ınsanıarıa munaseoet ve sonDetierie de elde etmiştir.

EN UFAK İYİLİĞİ UNUTMAYAN İNSAN

Edeb’i nasıl elde ettiğini yazmıştık. Bunu kendisi şöyle hikâye eder: “Ayakkabımın bağı kopuk olduğu halde, bir dokumacıya uğ­ramıştım. Beni, ayakkabılarla karşıladı. Ona: “-Bunu sevap için mi yaptın?” dedim. “Evet” diye cevap verdi. Oradan geçerken sapa­rak, ona selâm verirdim. Sonra, onu kaybettim. Dükkânı kapan­mıştı. Komşulanndan birine sordum: “Eğer hastaysa, onu ziyaret edelim, meşgul ise yardım edelim, fakirse, imdat edelim.” de­dim.

“-Bilmiyoruz” dediler. Evine girmeğe izin istedim. Beni ken­disi karşıladı. “-Seni dükkândan alıkoyan nedir?” diye sordum. “Şensin Ey İbnü’l Mübârek!…İnsanlar seni bana meyleder görü­yorlar. Bana öyle bir gömlek giydirdin ki, ona göre bende birşey yok!” dedi.

Onu, kolundan tuttum, mezarlıklara götürdüm. “Şu filânın kabri, durumu şöyleydi, şu fılâncanın kabri, onun da işi şöyley- di…” dedim.

Bana: “-Ey İbnü’l Mübârek, senin ne dediğini ben anlamıyo­rum. “Kâmil insan”, dillerin anlattığı, gözlerin uzun zaman baktığı her insan değildir. “Kişi” Allah’ın, hayattayken örttü­ğü ve örtülü olarak da kabre koyduğu, sonra da kıyamet gü­nünde, üzerinde isyan zilleti olmadığı halde ortaya çıkardığı­dır. İşte, “Adam” budur!” dedi.

Abdullah İbnü’l Mübârek’in babası, yukanda anlaülan “kâmil kişiye” çok benzeyen biriydi. Bir kaç rivavet üzerine Yâfirnin ter-

 

Abdullah îbnü’l Mübârek’in babasının köle olduğunu bili­yorsunuz.

ABDULLAH İBNÜ’L MÜBÂREK’İN BABASINI TANIYALIM

Efendisi, onun bostan bekçiliğindeki emanete riayetim anla­dıktan sonra, birçok kişi tarafından istenilen kızının izdivacı husu­sunda onunla istişare etmişti ve: “-Ey Mübârek! Onu kiminle ev­lendirmemizi uygun görürsün?” diye sormuştu. O da: “-Efendim, insanlar, maksatlarda muhteliftirler. Cahiliyet ehli, “hasep” için evlendirirlerdi. Yahudiler “mal”, Hıristiyanlar ise, “güzellik” için evlendirirler. Şu ümmete gelince, “din” için, yani, dindarlardan hayırlılanyla evlendirirler. Bu dört sıfata, Peygamberimiz(S.A.S.) de şu sözüyle işaret etmiştin “Kadın dört şeyden dolayı nikahla­nır…” (yukandakileri saydıktan sonra) “Din sahibi olana zafer bul, buyurmuştur.” dedi.

Efendisi bunu işitince, onun aklım çok beğendi. Kızın anası­na: ”-Vallahi! Kızımızın, bundan başka eşi olamaz” dedi ve kızını onunla evlendirdi.

İbnü’l Mübârek “işte bu, iç ve dış güzelliğine sahip eşsiz inci” böyle bir ana-babadan dünyaya geldi. Böyle bir aileden, “zühd ve takvâ” mirasını almış ve “tasavvufun tabiî havasım” teneffüs ede­rek yaşamış olan İbnül Mübârek, devrinde de, “tasavvufun ilk mü- beşşirlerini” idrak etmiş, bazılanyla beraber yaşamış veya onlarla muâsır olmuştur. Meselâ; Belh’li İbrahim Ethem (v.H.160), Râbi- atü’l-Adeviyye(v.H.180 Basra)

Muâsırlanndan İbrahim Ethem’in talebesi Sakîk-i Belhî: (Ta-

 

savvuf ve ahval ilmi hususunda ilk konuşan kişi vekkül konusunda geniş bilgisi bulunduğu söyle köyü olan zengin bir kimseydi. Ölürken kefenimi mücahidlerin büyüklerinden olup, (H.194) de, K vefât ettiğini, zâhidlerin de büyüklerinden oldu, öğreniyoruz.

Belh, Horasan ülkelerinden biridir. Ebû A] Horasan ülkesinin büyük şeyhlerinden sayılıyo temayüz etmişti.

Fudayl b. İyâd (v.H.187), (Mekke’ye hicret eı Abdullah îbnü’l Mübârek’in arkadaşı olup, devrin rinden sayılırdı. O da Merv’liydi. Hadîsde, şayaı sandı. Buhârînin kaynaklarından olarak geçer.

Abdullah İbnü’l Mübârek, onun hakkında: topladım, bunlardan, benim için Fudayl b. İyâd’ı sevgilisi yoktur.” demiştir. Abdullah İbnü’l Müb daha meşhur, mevsuk kişilerin hadîslerini naklen duğu halde, onun üstün gördüğü “ilim”, bizim ba ğumuz “ilm’ül hal” olmalıdır. Zira o, bir sözünde Fudayl’dan daha faziletlisi kalmadı” demektedir, nü’l Mübârek’in yardımım kabul eder, devletinkir

İbnü’l Cevzî, Fudayl’in bir şiirim rivayet ec okuduğu zaman, etrafında bulunanlar, dinlediler:

“Seksen’e ulaştım, yahut da geçtim.

Şimdi, ne umulur veya beklenir?

Doğumumdan beri seksen yıl geçmiş!

Seksenden sonra, neler gözlenir?

 

Yıllar beni yıprattı ve dert sahibi etti. (îşte burada sözü etrafın­dakilere öyle tesir etmiş ve ibret vermişti ki, içlerinden birisi, beyti tamamladı): “Kemiklerim aynldı. Göz görmez oldu.”

Bu şiirden, Fudayl’ın Abdullah ibnü’l Mübârek’den (tarihlere göre) hiç olmazsa 10 yaş büyük olduğunu ve bu zafiyetinden dola­yı, ömrünün sonunu cihad edemeden, Mekke’de ibadetle geçirdi­ğini görüyoruz. Hârûn u’r-Reşîd’in hediyelerini kabul etmez, onu şiddetle ağlatırdı. Dâimâ şöyle derdi: “Allah’ım bizi dünyada zâhid kıl!”

İBADET VE CİHAT

Harem-i Şerifde, (H.177) senesinde Fudayl ibadet ederken, Abdullah İbnü’l Mübârek’in onu cihad’a teşvik edici manzum mek­tubu gelmişti. Mektubu okudu:

“Ey Haremeyn’in âbid’i, bir bizi görsen !”

Sen ibadetle zevkleniyorsun!

Kim boynunu gözyaşlanyla boyuyorsa, boyasın;

Bizim boyunlanmız, kanlanmızla boyanıyor.

Yahut, kim atim boş yere yoruyorsa, yorsun;

Bizim atlarımız , sabah saldınlannda yoruluyor.

Abîr kokulan sizin olsun.

Bizim amberlerimiz, atlann ayaklannm saçtığı ve en güzel tozlardır…

Bize, peygamberimizin, doğru olan ve yalanlanamayan şu sö­zü geldi:

 

“Allah yolunda savaşan atlann sıçrattığı tozlar, bir kişinin bur­nunda, cehennem ateşinin dumanıyla birleşmez.” İşte Allah’ın Ki­tabı aramızda konuşuyor… Onun: “Şehid ölü değildir..” sözü ya­lanlanamaz!…”

Fudayl, mektubu gözyaşlanyla bitirdi:

“Ebû Abdurrahman doğru söylüyor ve bana nasihat ediyor.” dedi. Mektubu getirene: “Hadîs yazanlardan mısın? diye sordu. “Evet” deyince, “Şu hadîsi yaz; Ebû Abdurrahman’ın mektubunu getirmenin mükâfatı olmak üzere..” dedi ve imlâ ettirdi:

Mansûr b. Mu’tamar bize, Ebû Sâlih’ten o da Ebû Hureyre’den rivayet etti ki:

“Bir adam, Yâ Resûlullah, bana onunla, Allah yolunda müca­dele edenlerin sevabına nail olacağım bir amel öğret”dedi. Pey­gamber (S.A.S.) buyurdu: “Hiç fütûr etmeden namaz kılmağa, if­tar etmeden oruç tutmağa gücün yeter mi?” Adam da: “Ya Resûlal- lah! Buna güç yetirmekten âcizim.” dedi. Efendimiz (S.A.S.) bu­yurdu: “Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki, buna gücün yet­seydi bile, Allah yolunda mücadele edenlerin faziletine ulaşamaz­dın. Bilmiyor musun ki mücahidin atı, gücüyle ileri geri gider de, bununla ona haseneler yazılır.”

Bundan anlaşılan; Fudayl b. İyâd, cihadın faziletim bilmiyor değildi. Fakat o, buna güç yetiremediğini idrak etmişti. Nihayet, bundan 2-4 sene sonra, Abdullah îbnü’l Mübârek, gaza dönüşü, bir rivayete göre, deniz savaşından dönüşte, şehid olmuştur.

ZÂHİDLER VE RÂHİBLER

Bu asırda, tasavvufun başlangıcı açılmış, daha sonra da geliş­miş ve olgunlaşmıştır. Abdullah İbnü’l Mübârek’in ömrünün sonu­na doğru: “Allah yolunda edinecek bir kardeş bulamamak ka­dar hiç bir şey, beni aciz bırakmadı” demek sûretiyle, bu yolda, Allah’tan gayri, kimsesiz kaldrğtnı ve ancak, normal olarak tasav­vufu, bu his içinde duyup ifade edebildiğim görüyoruz.

Bundan dolayı, tasavvufîeserlerde, onun “hayatıyla bir ör­nek ve sözleriyle misâl” olarak getirildiğini müşahede etmekte­yiz.

Abbâsiler devrinde (ruhbanlardan başka) dünyaya ve lezzetle­rine önem vermeyerek, ondan uzaklaşmayı tâlim eden bir zühd nev’i daha vardı: Bu, dinden aynlmış, Maniheizm’in tesiri altında kalmış, zındık denilen kimselerin zühdüydü.

tik bakışta bunlan İslâm zâhidlerinden ayıran taraf, bunlann, insanlardan dilenmek suretiyle geçimlerini temin etmeleriydi. Müsteşrikler, İslâm zâhidleriyle rahipler arasında irtibat kurmağa çalışırlar. Onlar İslâm zühtünün, insanlan hayattan kopardığını zannediyorlardı. Halbuki bilhassa ilk zâhidler, hayatlarını ka­zanmak, ilim elde etmek, düşüncelerini yaymak, doğruyu söy­lemek ve “cihad vazifeleri” ile, dâimâ hayat içinde mücadele ediyorlardı.

Fakat, “onlann az ile yetinmeleri, kanaatkârlıklan” hayatın onlara esir edici tesirlerini azaltıyordu. İlk bakışta bu, onlan hayat­tan kopmuş gibi gösteriyordu. Halbuki bu hal, onlara yaşayanlar üzerine tesir etmek imkânlannı veriyordu. Abdullah İbnül Mübâ­rek, Kitâb’ul-Cihad’ında: “Her ümmet için bir ruhbaniyet vardır. Bu ümmetin ruhbaniyetiyse cihad’dır.” hadîsini, iki rivayet halin­de kaydetmiştir.

Bizzat, Abdullah İbnü’l Mübârek’in, bir rahibe değil de, bir ashâp ve tâbiîne benzediğini gösterir şu rivayet vardın “Hârice, ar- kadaşlanna şöyle söylerdi: ” Kim Sahâbe gibi bir adam görmek isterse, Abdullah İbnü’l Mübârek’e baksın.” O, bir gün bir ra­hibe, yakındaki mezar ve mezbeleyi işaret ederek:

“Yanında iki hazine var, insanlann hâzinesi ve mallann hâzi­nesi. Her ikisinde de ibret alacak şey var.” diyerek, insanlann ve eşyanın âkibetini açıkça gösteriyordu. Onun kendi hayaündan ve devrindeki diğer zâhidlerden anladığımıza göre: Müslümanlar maişetlerini kendileri kazanmağa çalışıyorlar ve başkasına yük olmaktan sakınıyorlardı. O devirde, Sûfiye diye bilinen biı gruba arkadaş olmuştu. Onlann savaşa, kendi masraflanm kendi­leri çekerek gittiklerini bildiği için, infak edilmesine kızacaklanm büdiğinden, onlara yardımım bile gizlice yapmıştır.

ÂLİM, DEVLETİN HÜKMÜNE GİRMEMELİYDİ

Abdullah İbnü’l Mübârek, ticaretle meşgul olduğu için, devle­te de muhtaç olmuyor; böylece hakkı söylemek imkânım buluyor­du. Hattâ Ebû Amris-Sadafî’nin yazdığına göre: Hârûnu’r-Reşîd. hududa gelmişti. Arkadaşı el-Fizârî ve Ebû Süleyman, İbnü’l Mübârek’e gelerek: “Hârûn geldi; seninle görüşme istiyor.” dedik­leri zaman:

“-Öyleyse, onunla dilimin döndüğü kadar konuşacağım.” de­mişti. O zaman, iki arkadaş biribirlerine:” Kalk gidelim.. Olur ki birinden diğerine, bizim yüzümüzden hoşlanmıyacağı bir şey ge­lebilir” demişlerdi.

Abdullah İbnü’l Mübârek, kendisi gibi diğer âlimlerin de dev­let hükmü altına girmemelerim istiyor ve devlette vazife alanlan çıkışıyordu. Arkadaşlanndan İsmail b. Uleyye, Basra’da zekâtın toplanmasına tayin olunmuştu. Abdullah İbnü’l Mübârek’e yaza­rak durumu anlatmış ve “Kârilerden, kardeşlerimizi bize göndeı

de, onlara vazifeler verelim” diye teklifte bulunmuştu. Abdullah îbnü’l Mübârek de ona: “Kurrâ iki tiptir, bir kısmı bunu, Allah için elde etmişlerdir. Onların seninle karşılaşmağa ihtiyaçlan yoktur. Diğer kısım, dünyayı istediklerinden, insanlara tahsildarlardan da­ha zararlıdırlar.” diye yazmış ve şu şiirim de ilâve etmişti:

“Ey dini kendine bir doğan yapan!

Miskinlerin mallarını avlamak için”

Dünya ve lezzetleri için hile yapmışsın:

Öyle bir hile ki dini götürüyor…

Bir zaman, mecnunlan iyi ederken,

Şimdi sen, kendin, mecnun olmuşsun.

Nerede geçmişteki rivayetlerin!…

İbnü Avn’den, İbnü Sîrîn’den?

Nerede şimdiki rivayetlerin!

“Sultan kapışma bağlanın” diye?

Hem de diyorsun ki: “Zorlandım buna”

“İlmin merkebi çamura çöktü.”

Abdullah İbnü’l Mübârek’in şu sözü de söylediği rivayet edil­mektedir:

“İnsanlan görüyorsun. Dinin en azıyla yetiniyorlar. Fakat yaşamada azla yetindiklerini görmüyorum. Dine yapış ve dün­yayı Meliklere terket!..Nasıl ki Melikler, dünyaya yapışıp dini bırakmışlarsa. ” Hakîkaten, insanlar, dünyamn lezzetine kaprlr- yorlar, ona daldrkça daltyorlardr.

O, bu lezzetin arkasrndaki maksadr şöyle ifade ediyordu:

“Kederlerin yaşamakla bağlantılıdır Bu yolu ancak kederle geçe­bilirsin. Dünyanın lezzeti zehirlidir. Zehiri ancak tatlıyla yiyebi­lirsin.”

Bu düşüncelerle zâhidler, “belli bir ölçüde” dünyadaki nasip­lerini unutmuyorlardı. Maişetlerini temin dolayısıyla da, kendile­rini, istedikleri kadar ibadete veremiyorlardı.

Hududlarda düşmana karşı, bekçiler için “Ribât” denilen yer­ler yapılmıştı. Bu devrin meşhur âbidlerinden, Abdulvâhid b. Zeyd’in Abadan’da, Küfe yakınlannda ilk ribâtı veya savma’ayı, âbidler için inşa ettiği rivayet edilmektedir. Bu asırda, başka ribât – lar da kurulmuştur. Her sene, Atâ ül-Horasanî, Askalarîda 40 ge­ce murâbıt kalırdı. Fadl b. Yahya’l-Bermekî de, Horasan’da ribâi- lar inşa ettirmiştir. Merv yakınlarında Abdullah İbnü’l Mübârek adına bir ribâtın olduğu zikredilmektedir. Ribâtın ve hudud bekle­menin faziletine ait birçok hadîs, bizzat İbnü’l Mübârek’in Ki- tab’ül-Cihâd’ında rivayet edilmiştir. Yine ribât mevzuundaki bazı hadîsler, Sünen-i Saîd b. Mansûr’da zikredilmiştir. Kütüb-ü sitte ve diğer hadîs kitaplarında, ekseriya ribâta ait bölümler konul­muştur.

HADÎS RİVAYETİ VE CİHADI

Abdullah İbnü’l Mübârek’i suğur (hudud) vilayetlerinde de görüyoruz ve Tarsus’a gidip gelirken Rakka’ya uğradığım, Massî- sa (Misis) de kaldığını, Tarsus’ta hadîs rivayet ettiğini öğreniyo­ruz. Misis’de ikindi namazında Cuma Mescidine gelir, güneş bata­na kadar kıbleye doğru oturarak Allah’ı zikr ile meşgul olur ve kim­seyle konuşmazdı. “Kim, gündüzünü zikr ile bitirirse, o, bütün gününde zikretmiş olarak yazılır” derdi.

Görülüyor ki, Abdullah îbnü’l Mübârek, iş saatinin bitmesin­den sonraki zamanda, kendini zikr ile meşgul ediyor, bütün gün ise, çalışmaktan geri kalmıyordu. Burada Küfeli Ebû ts- hak’ül-Fizârî ile hatıraları bir yekûn teşkil eder. (Muhammed b. Abd’ur-Rahman. b. Sehm’den) rivayet edildiğine göre: O, Misis’de 17 bin hadîs rivayet etmiştir. (O, vefat ettikten sonra, arkadaşı Vekî îbnül Cerrah Misis’e gelmiştir.)

Misis’te, talebesi, çocuk yaştaki Abdet b. Süleymana hadîs yazdrnyordu. Buna karşılık vermesin diye, her sefer çocuğa bir lira verdi. Bu hareketle Abdullah îbnü’l Mübârek’in hadîs öğretirken maddî menfaatten ne kadar uzak olduğunu görüyoruz.

HUDUD BEKLEMESİ VE CİHADI

Tarihçi Vâkidîye göre; Hârûn (H.180) senelerinde Ayn’ü Zer- be şehrinin kurulmasını ve oranın korunmasım emretmiştir.

Horasan ve başka yerlerin ahalisinden bir kısım insanlann ora­ya göçmelerim teşvik etmiş ve evler tahsis etmiştir.

Buraya hicret, El-Mu’tasrm zamamnda devam etmiştir. Ab­dullah îbnül Mübârek, h. 181 senesinde vefat ettiğine göre, bu hâdiseler arifesinde orada bulunuyordu. Daha evvel bahsettiğimiz Hârûn ur-Reşîd’in “Ayn’ü Zerbe” de onu üç gün aramast, üç gün sonra ortaya çrkmasr, bunu tasdik eder.

i

îbn’ü Havkal: “Misis, esasta iki şehirdir. Birisi, Ceyhan nehri­nin bir taraftnda, diğeri öbür tarafindadtr. Birisine Misis, diğerine Kefer Beyya denilir. Aralannda bir taş köprü bulunur. Arazisi yüksek olup çok münbittir. Cuma mescidinde oturan bir insan, de­nize yakın, dört fersahlık bir mesafeyi görebilir.” demiştir.

O zaman Misis, Şam’ın hudud vilâyeti olup, Antakya ile Rum- lar arasında bulunmaktaydı. Tarsusdan yakındır. îslâm hudud vilâyetlerinin meşhurlanndandı.

Eskiden, burada, sâlih kimseler hudud bekçisi (Murâbıt) ola­rak kalırlardı. Orada Ceyhanın suladığı bir çok bostan bulunuyor­du.

Beş kapıh bir sûr’u vardı. Ehl-i Siyerin zannına göre: Orayı mâmûre haline getiren, Mesise b. Rum, İbnü’l Yemen, İbnü Sam, İbnü Nuh’dan, bu “Mesise” adını almıştı.

“Tarsus”, Antakya, Halep ve Rum beldeleri arasındadır. Ora­da iki sûr ve geniş bir hendek bulunuyordu. Sûrun alü kapısı vardı. Abdullah b. ür-Reşîd, el-Me’mun(Hârûnu’r-Reşîd’in oğlu) bir ga­za esnasında orada vefat etmiştir.

Tarsusta, normal hayat devam ederken gaza icab edince “Nefîr! Nefîr!” diye bağırılırdı. Abdullah İbnül Mübârek, Mûta- mer İbnü Süleyman, Abdullah İbnü Sînan da yamnda olarak hep beraber savaşa çtkarlardt.

Abdullah İbnü’l Mübârek, Rumlarla gazaların olduğu zaman­da, gazilerle gazaya çıkar ve büyük yararlıklar gösterirdi.

Bu sıralarda, Abdullah B. Sinan’ın naklettiğine göre: O, dâimâ yararlıklanm gizler ve tanınmak istemezdi. Bir defasında bir çok müslümam şehid eden, karşısına kimsenin çıkamadığı bir savaşçı­yı katletmiş, bunu müteakiben, beş savaşçıyı da öldürmüştü.

O, bu kahramanlıklarından dolayt, kendisini tanımak isteyen­lerden de kimliğini gizlemişti. Hattâ, Abdullah b. Sinan’a kendisi­ni tamyınca, kimseye söylememesi için yemin vermişti. Böyle bir cihaddan döndükten sonra, Fudayl İbnül lyâz’a, Mekke’ye yazdığı “manzum bir mektupta” cihadın, faziletlerini öğmüş, orada (iba­detle meşgul olmak için kalan) arkadaşına, gazanın faziletini anla-

 

 

 

 

 

 

 

ıt onlardan şe

unalanna rağn , şöhretten kaçn demişti: “İki dı ikût” ve “Sultar

Dİabilmeyi ne k anında birgün erine, Süfyân’ı:

ler, Merv’e uğr

m, orada bir ge iöylemiştik.Tar

gazada bulunar ncitmeden, yol

(adaşlık etmişi ize olan kimse ikten sonra, yi t, yanında bulu »un-” buyurdu ıı.

tasdan infakd aş için ayrılma

  • yirmi dinar •mi dirhem ve

‘diye itiraz n, gazinin na ediyorsun?”

Hadîs âlimleri ne uyarak yakl

Bunun için, Re • demeden arari asıl nakledenle irdi.

Nihayet, elde e nini, sahîhini, j ladîs âlimleri, 1 istifade ettiler lece, “hak”, sili uşken toplandı olanlar uyand

Filân, filânın : neder oldular, ketlerine uyara

’Allah’ü Azîm r’ânda açıkça t , ehli sünnetin

Abdullah İbnü’ imam”, ancak ‘. “Melekleri, P

 

“Kötü iş yapanlara da kızıyoruır yim.”

Gördüğümüz bütün cehidlerine ve böyle bir duyguya sahip olması, onu Sult ve susmağa sevkediyordu. Nitekim, şö} vardır ki kalpler, ondan dolayı uyanık kal pısından uzak durmak.”

Bilhassa, Süfyânü’s-Sevrfnin: “Onur isterdim” sözünden “sükûtunu” kastetti] rup, kalkıncaya kadar birşey söylemem sözü söylemesinden anlıyoruz.

Cihadlan esnasında, ara sıra Bağda<

Bir sene Haccedip, bir sene cihad e<

Tarsusa gider gelirken, Rakka’ya uğı de kendisinden hadîs naklettiğini daha e çok gidip geldiği, bilhassa kaydolunmal

Bu gidiş ve gelişlerde, kendisiyle beı türlü bahanelerle tasaddukta bulunur, or yaçlannı, kendisine vermeğe çalışırdı.

Bir defasmda ona, sûfiyeden bir gru Onlara: “Siz, nefsinizin yükü kendi üs niz. Size infak edilmesine kızarsınız.” daki bir çocuğa : “Bir tas getir” dedi. S lara: “Herkes, yanında bulunanı tasa misi on, kimisi de yirmi dirhem koyu:

Bağdad’dan Misis’e kadar onlara lundu. Mesis’e gelince onlara: “Burası, dir; kalanı taksim edelim.” dedi. Bir a yordu. O, “Ey Ebû Abdurrahman, be ı. u, Dumara şoyıe cevap verıyorau: tıda, Allah’ın bereket vermesini inkâr

t⪠VE İNANIŞI

ı araştınrlar, Allah’a, Resûlullah’m sün- ı gaye edinirlerdi.

izini ve haberlerini, deniz, kara, şark ve tâ bir tek haberi veya sünneti doğrulayıp, iabilmek için büyük meşakkatlere katla-

ini evvelâ gözden geçirip, evvelini, sonra a anlamak ve tasnif etmek için çalışırlar­la da kalmayıp, fakîhlerin de görüşlerin- ihayet, hadîsleri ve sünneti açıkladılar, n soma, tekrar bir yıldız gibi parladı. Da- tan uzaklaşanlar, boyun eğdiler. Ondan

le hükmedenler, Resûlullah’m sözüyle ce, “Peygamberimizin(S.A.S.) sözleri ve ayanlara” “Ehl-i Sünnet” denildi.

m, Kur’ân-ı Kerîmi , dini meseleleri, edildiği gibi” tevil etmeksizin kabul et- ıtıydı.

>ârek’in “Allah’ın zât-ı Kibriyâsı hakkın- ı-ı Kerihlin âyetlerinde tarif edildiği üze- îtrafından çevirir görürsün” âyetini, Ab-

 

dullah İbnü’l Mübârek şöyle tefsir ediyor:

“Melekler, ancak, Arşın etrafını çevirebilirler. Allah ise, şın fevkindedir. Melekler Arşı çevirir. Allah’ı teşbih ve tak ederler. Bir kısmı Arşı taşırlar. Arşı taşıyanlar ve etrafında olan Rablerine hamd ile, onu teşbih ederler.”

Ali b.Hasan b. Şakîk: “Rabbimizi nasıl tanınz?” diye sor ğumda İbnü’l Mübârek: “Yedinci kat gökte, -Arş üzerinde, m; lükatından ayn-” demişti. “Cehmiye de böyle söylüyor” deyiı Abdullah İbnü’l Mübârek: “O, şunla da, burda da bizimle beral dir” demiyoruz,diye cevap verdi.

(Cehm 128 h; Merv’de katledilmiştir. Kur’ân için mahlûk mişti.)

Abdullah İbnü’l Mübârek, “Sünneti” “doğru yol”, “ondan nlmayı” da “Bid’at” kabul ederek, şu âyet-i kerîmeyi delil olî gösteriyordu: “Dosdoğru yolum şudur! Ona uyunuz. Muhtelif lara uymayınız ki, sizi O’nun yolundan uzak aynlıklara düşül (En’âm:153)

Hocalanndan olan Süfyânü’s-Sevrî, El-Evzaî, Leys b. S a’ ondan başka sünnet âlimleri, Allah’ın müteşâbih sıfatlan hak da:

“Geldiği gibi, nasıl olduğunu düşünmeden tâbî olunuz’ mişlerdir.

Bunlar ve evvelden geçen selef âlimleri, Kur’ân’da geçe sünnette bulunan “Allah hakkındaki tabirleri” olduğu gibi k ederlerdi.

 

■^%y%

<J. 1; v. % % % ~ % ? %% ->*

* \ %\\ \ \’% “ifr %t\t

\ \ \ % X % \ \ vv%«

t ” % % * • ■% %

& \                                     J s.

o                                                    o»                                                                                                                                        ol

 

Kur’ân-ı Kerîm’in “Kadîm olup, zâil olmaması” bahis konusu olmuş, bunun üzerine de memleketi saran dedikodu ve münakaşa ortaya çıkınca, îbnü Hüzeyme, arkadaşlarını toplayıp, bundan sonra kelâmî meselelerle uğraşmayı men ettiğim hatırlatıp, onlara çıkışmıştır.

Abdullah İbnü’l Mübârek de “Kelâmla uğraşanın dinden uzak­laşıp, zındık olacağım” söyleyerek men etmiştir. Cehmüerden bi­risi yanına girmiş. O’nu tanıyarak: “Cehmî misin?” diye sormuş. “Evet” deyince de “yanından aynhnca, bir daha gelmemesini” ten- bih etmişti. Bu sefer adam: “Tevbe ediyorum” deyince de “Hayır! Yanlış inancın ve hareketlerin ortaya çıktığı gibi, tevben de ortaya Çıksın da” demiştir.

O, Peygamberimizin hanımıyla ilgili Cemel Vak’ası, Dâr Vak’ası, Hz. Ali’ye ait Sıffın Vak’ası, Ashâp hakkında, münakaşalı vak’alar hususunda yazılmış kitaplara bakmayı, yazmayı, birisin­den rivayet etmeyi veya okuyup dinlemeyi men edenlerdendi. Bu ümmetin âlimlerinin efendileri de bu hususta ittifak etmişlerdir. Hocası, Hammâd b. Zeyd de bu görüşteydi.

Abdullah îbnü’l Mübârek, yalnız Allah rızası için çalışanlar­dandı. Görünüşleri biribirine benzeyen iki meselede bile, insanla­rın kalbini kazanmak için olanla, Allah rızası için olam ayırırdı.

Meselâ, o zamanlarda bulunan, Fütüvve (gençlik teşkilâtının) yaptığıyla, “misafirperverliği” kıyas ederken: “Onunla Allah’ın vechi(nzast) murad olunur. Fütüvvedeyse, insanlann vechi ve meth-u senaları istenir.” derdi.

ALLAH İÇİN YAPILAN EN ÜSTÜN VAZİFE

O, âlimleri , hadîs toplayanlan takdir etmekle, hattâ kendisi de

 

Dizzat o yolda, bir hayli servet ve ömür harcamış olmakla beraber, Allah için yapılacak en üstün vazifenin, “Allah yolunda cihad” ol­duğunu kabul ederdi. “Allah yolunda öldürülenlerin ölü olmayıp, bilâkis hayat sahibi ve Allah yanında nzıklanmakta olduklarına” dair âyetle (Bakara: 154), “Bu yolda kanını vermenin en üstün bir vazife” olduğunu teyit ederdi. Fakat o, bu cihada, “takvâ” yani gü­nahlardan sakınmak ve dünya sevgisini kalbinden çıkarmakla gi­debileceğini anlamış olacak ki, (sözleriyle bunu ifade ettiği gibi) cihad dışındaki hayaünda da perhizkârâne, hattâ uzun zaman oruç­la yaşıyor, misafirlere ikram, ulemaya infak etmek sûretiyle mâne­vi azık hazırlıyordu.

Meselâ hacca çıkış sebebini şöyle izah etmektedir: ” İnsan, Allah’ın âhirette vereceğine karşılık, ancak nefsini satabilir. Allah’ın dünyadaki nimetleri de o kadar çoktur ki, onu satın alacak karşılık da yoktur.”

Abdullah İbnü’l Mübârek’in: “Dünya sevgisinin kötü sonucu, cihada teşvik, güzel ameller, edep ve İslâm ahlâkı konusunda” bir­çok şiirleri vardır.

Şimdiye kadar, Abdullah İbnü’l Mübârek’in şahsiyetini, şahsi­yetinin gelişmesi neticesi doğan kanaatlerim kısaca gözden geçir­dik.

Bu yetişmenin ana kaynaklan olan kıymetli hocalan, aynı za­manda onun hadîs ilmi hakkında görüş ve kararlannın da kaynak­lan olmuşlardır.

HADÎS İLMİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE KARARLARI

Hicrî ikinci asırda, hadîsin tedvini hareketi, Ömer b. Atx lazîz’le (v.H.101) daha da canlanmıştı.

O devirde, hadîs nakledenlerin önderi Zühıfydi (v.124). A âleminin diğer milletlerle teması ve şartlann değişmesiyle, hâfı lar zayıflamaya başladı. îsnad zinciri uzadı. Açık, kapalı birçok let, hadîslere ânz oldu. İslâm alimleri, bu zaruretler karşısu “zabtedici kanunlar” koydular.

Zühıî, hadîs istilahlannın da vâzıı (koyucusu) addedildi.

Bu asırda, hadîs ilmiyle nevîleri gelişti. Hemen hemen her vi hadîs için, hususî bir istilah bulabiliyoruz.

Fakat bu kaideler için, tedvin edilmiş özel bir eser henüz in dana gelmemişti. Ancak, bu isülahlar, âlimler arasında kulla maktaydı.

Bu devirde, devlet Emevîlerden Abbâsîlere geçmişti.

Bu arada birçok âlim öldürülmüş, Allahın bildiği, kimse henüz tanıyamadıkları nice kişiler de vefat etmişti.

Siyah elbiseli Horasan askeri, her türlü çirkin hareketleri i mişti.

Abbâsîler, İlmî hareketi kuvvetlendirdiler. Bilhassa Hârûı Reşîd devrinde, tasnifat daha da arttı.

Bu devirdeki tedvinatın özellikleri:

 

  • Hadîs âlimleri, tedvîne başlaymca, hadîsleri evvelâ bulduk­ları şekilde cem ettiler. Mevzu yani uydurma olarak bilinenler müstesna, ekseriya kendilerine ulaşandan bir şey eksiltmediler. Bunlan, bulduklan isnad üzere topladılar. Sonra, râvilerin (hadîsi nakledenlerin) halleri üzerinde araştırmağa başladılar.

Bu tenkid sonucu, kimin rivayeti kabul-olunur, kiminki red olunur, kimlerin üzerinde durulur, tamdılar.

Hem rivayet edilen, hem de rivayet edenin üzerinde duruyor­lardı. Her adalet ve zabt ehli diye isimlendirilenden “her hadîs” alı­nır demek değildi. Çünkü, onlara da hatâ, unutma, vehim, ânz ola­bilirdi.

  • Hadîs ilmi fıkıhtan ayrı değildi:

Fakflı, üzerine fikrini kuracağı hadîsleri rivayet ederdi. Bunla- n rivayet etmesi sebebiyle “Muhaddis”, bunlardan hüküm çıkar­ma sebebiyle de “Fakîh ” sayılırdı

Bu âlimlerin bazılarında fetvâ, bazılarında rivayet tarafı galip­ti. Bu hadîslerin sıhhaündan sonra, Kur’ân ve hadîsten hükümler çıkarmağa kim yönelirse fakihtir. Kim de yalnız rivayetin sahih olanını, hasta olanından ayırabilmekle yetinir ve başkalanmn bile­mediği (hadîs rivayet edenlerin=râvilerin) hususiyetini bilmeğe gayret sarfederse, muhaddis’dir.

Abbâsîler(m.750) devrinde, devlet işlerini şerîate göre düzen- emek icabediyordu. Şeriat ahkâmı toplandı, tedvîn edildi (bölüm- ere göre yazıldı).

Fıkhın da bu devirde iki yoldan geliştiğini görüyoruz:

a- “Ehl-i hadîs yolu”; Bunlar daha çok Hicaz ehli ve ona tâbî ilanlardır, b- “Rey ve kıyas yolu”: Irak ehli ve ona tâbî olanlar­ın

  • “Tâbiîn ve Etbâut-Tâbiîn” devrinde tedvîn:

“Sünnetin toplanması”, sadece Nebînin (S.A.S.) sözlerine h; kılınmamış, sahabenin ve tâbiînin sözleri ve fetvalan da fıkıh bal lan üzerine mürettep şekilde toplanmıştı.

Bunu, İmâm-ı Mâlik’in(v.H. 179) el-Muvatta’ isimli eserind de görüyoruz. Abdullah îbnü’l Mübârek’in elimizde olmayaı Kitâb’üs-Sünen fil fıkh isimli eseri de bu nevîden sayılmaktadır

  • îkinci asnn sonuna doğru, müsned’lerin sünen’den sonr başladığını görüyoruz:

Abdullah îbnü’l Mübârek’in Bakiyye’ye, Sâbit b. İclân’ın had’ lerini isnada göre tasnif etmesini emretmiş olması, bunun bir del li olmaktadır.

  1. İbnü’l Mübârek’in hadîsleri de talebesi tarafından, müsne hale getirilmiştir.

Müsned’i ilk tertip edenlerden olarak: Yahyâ b. Zekeriyâ, Eb Zâide Elvedi’î (v.H.184/m.800) zikredilmektedir.

Tâbiîn asnnın sonuna doğru, (h.150 senelerinde) “cerh ve ta dil” hususunda, konuşulmağa başlandı.

Meşhur Şu’be (v.h.160), ancak Sika olanlardan hadîs rivaye ediyordu.

Bu astrda sözü kabul edilen insanlar şunlardı: “Ma’me (v.H.153), Hişâm’üd-Destuvâyî(v.H.154), el-Evzaî(v.H.156) Süfyânü’s-Sevrî (v.H.161), Hammâd b. Seleme (v.H.167), Leys b Sa’d (v.H.177), İbnü’l-Macişûn (v.H.213)”

Bunlardan soma, tâbiîne tâbî olanlann devri gelmektedir Bunlardan bazılan:

Abdullah İbnü’l Mübârek (v.H.181), Hüşeym İbnt

aeşınv.n.iöö/, edu ısnasu ı-rızarı, ianya d. c>aıa aı-Jvaııan ;v.H.189), Abdurrahman b. Mehdî (v.H.198)

ESER SAHİPLERİ

Mâlik b. Enes (Medîne’li), İbnü Cüreyc (Mekke’li), Süfyj- nü’s-Sevrî (Küfeli), Rabî b.Sabîh (Basra’lı), El-Evzaî (Şam’lı), Hüşeym b. Beşîr (Vâsıtlı) olup Bağdad Muhaddisidir. Cerîr b. Ab- lulhamid (v.H.188) (Rey’li), Abdullah İbnü’l Mübârek (Hora­sanlı), Ma’mer b. Râşid, (Yemenli), Abdullah İbnü Vehb V.H.198) (Mısırlı), sünneti toplamışlar, eserlerinde Resûlullah efendimizin sözleriyle beraber, sahâbe ve tâbiînin de sözlerini ve fetvalanm fıkıh bablan üzerine tertiplemişlerdir. Bu tertip edilen îserlerin bir kısmına “Musannaf, bir kısmına “Câmî” veya ’Mecmü” yahut “Sünen” vs. gibi isimler veriliyordu.

İlk defa tasnif yapıp bablara ayıranın kim olduğu hususunda ihtilâf olunmuştur.

DOĞRULUĞA MUHTAÇ İLİM

İkinci asnn başlangıcında tâbiînin orta yaşlılanndan ” zayıf kimseler” bulunuyordu. Bunu İbnü Adî, “Kâmil”inde zikreder.

Bunların çoğunun, zayıf olmalannın sebebi, hadîs alıp zabtet- me usullerinden ileri geliyordu. Çok zaman “İrsal” yapıyorlardı. Yani İsnad’ı kaldırarak hadîsi naklediyorlardı.

“Mevkufu”, “ref” ediyorlar, yani “arada atlama olmasına rağ­men” böyle hadîsleri, daha yukandaki halkalara isnad edebiliyor-

lardı.

Bundan dolayı, yanlışlıklar hasd oluyordu. Bunun misali ola­rak (H.143) de vefat eden Hârûn ül-Abderî gösterilmektedir.

(Muhaddis; isnadlan, illetleri, ricalin isimlerini, senedlerin “âlî ve nâzil” olanlannı-en yüksekle düşük olanı- bilen ve bununla beraber, birçok hadîsin metinlerini hıfz eden, “Kütüb-ü Sitte’yi, Ahmet b. Hanbel’in müsnedini, Beyhakî’nin Sünen’ini, Tabarâ- nî’nin Mû’cem’ini” âlimlerden dinleyen ve bu kadarının üzerine, “Bin kadar hadîs cüzlerini” ilâve eden kimseye denilir.)

Bu yukanda sayılanlar, Muhaddisin, en az derecesidir. Bunla- n dinledikten başka, tabakât kitaplannı da dinler, ona yeni bilgiler ilâve ederse, “ilel”, “vefayât” =(ölüm tarihleri) ve isnatlar arasında, fikirleri ileri sürecek kemâle ulaşacak olursa, “Muhaddislerin bi­rinci derecesine ulaşmış” olurdu.

(Bu fikirleri, Tâcüddin es-Subkî zikretmiştir.) Muahhar ol­makla beraber, hadîs hakkındaki bu görüş, bir hadîs âliminin ne ka­dar güç yetişebileceğini ortaya koymaktadır.

Hadîs’in metninin anlaşılması, “maksadın kavranmasıysa”, daha evvel edinilmesi zaruri bir hususiyettir.

İSNADIN ÖNEMİ

Abdullah İbnü’l Mübârek, hadîs rivayet ederken, isnad’a çok büyük ehemmiyet verirdi. Bunu, muhtelif ifadelerle beyan eder­di.

Talebesi, el-Hüseyn İbnü’l Haşan el-Mervezî’nin, Abdullah İbnü’l Mübârek’ten işittiğine göre: “İsnad olmasaydı, dileyen, di­lediğini söylerdi. Fakat ona, “Kimden?” denildiği zaman, kalaka-

lalebesi Abdân da, Abdullah îbnü’l Mübârek’in “İsna din’dendir. Eğer isnad olmasaydı, dileyen dilediğini söylerdi, fa kat ona “Bu hadîsi, sana kim söyledi?” denildiği zaman dururdu’ sözünü, zındıklardan ve onların uydurdukları hadîslerden bahse­dilmesi esnasında söylediğini, rivayet etmektedir.

“İsnad” olmaksızın dinin hakikatim elde etmek isteyen, mer- divensiz tavana çıkmak isteyenin haline benzer. Abdullah İbnü’l Mübârek: “Bizimle insanlar arasında, dini ayakta tutucu unsurlar vardır.” demiş, bununla “İsnad’ı” kastetmiştir.

Nevevî, “Şerh’ül Müslim”de bu sözün: “Bir hadîsi, sahîh isna­dıyla gelirse kabul ederiz, yoksa teık ederiz” demek olduğunu söy­lemiştir.

Abdullah İbnü’l Mübârek, hadîsin sahih olmasında, isnad’a önem verip, onun üzerinde çalışan insanlann, büyük hizmetleri alacağını bildirmektedir.

Bir defasında, talebesi Abdet B. Süleyman “Bu uydurma hadfc- er ne olacak?” dediği zaman, Abdullah İbnü’l Mübârek onlara, ^âkıf kimseler de onlar için yaşıyor” demiştir.

O bu sözüyle, hadîsle uğraşanlann, ricale (nakledenlere) çok kat edip, hadîsleri “sarrafın altım tanıdığı gibi taraması” gerek- ıi ifade ediyordu.

KİŞİYE, HER İŞİTTİĞİNİ SÖYLEMESİ YALAN OLARAK YETER

yalan olarak yeter” hadîslerine göre bir kimsenin, nakledeceği hadîsin doğruluğundan iyice emin olması gerekiyordu.

îbnül Mübârek bu hadîsi,Ebû Hüreyıe’den (isnadıyla) rivayel etmektedir.

Abdullah îbnül Mübârek “Peygamberimiz aleyhine bir kim­senin yalan söylemesi, hiç mümkün olur mu?” diyen birisini kov­muş ve “Yalan ne demek?” Hammâd B. Zeyd, “Zındıklar Resûlul- lah (S.A.S.) aleyhine (12bin) hadîs vazedip, insanlar arasında bile yaydılar.” dedi, tarzında cevap vermiştir.

Abdullah İbnü’l Mübârek, bu sebeble, daha önce de anlattıkla­rımızdan anlaşıldığı gibi, hadîs rivayet edilecek insanın iyi tanın­ması gerektiğini kaydediyor.

Bakıyye İbnü’l Velîd hakkında, “Kendisi doğrudur. Lâkin her gelen gidenden, hadîs rivayet etmektedir.” demiştir.

O, bu mevzuda “rivayet eden kimsenin evvelâ itikadı” üzerin­de duruyordu.

Talebesi Nuaym B. Hammâd “İbnü’l Mübârek’e: “Niçin Amı

  1. Ubeydi terkettiler?” diye sordu. O da “Çünkü o, Kaderiye mez­hebine çağırıyor” cevabını verdi. O, bir inanca sahib olmakla, biı inanca “davet edici olmak” arasmda ayınm yapıyordu. Kendisine şöyle itiraz edilmiştir. “Niçin Hişâm B. Destuvâî ve Saîd ve daha filan filandan, onlar da Kaderiyeci olduklan halde hadîs nakledi­yorsun da, Amr B. Ubeyd’i terkettin?”

O, buna şöyle cevap verdi:

“Amr bu inanca davet ediyordu”

Ona, “Ali Hüseyin b. Şakîk”de aynı şekilde itiraz etmiş, Ab­dullah İbnü’l Mübârek de “Amr B.Ubeydin elinde çok hadîs var!” diye eliyle işaret etmişti. “Niçin onu söylüyorsun da Kaderiyeden

 

diğerlerini söylemiyorsun?” demesi üzerine, Abdullah îbnü’l Mübârek,”Onun önder olduğunu” sebep olarak hatırlatmıştı.

Hakikaten “Buhârî “de, Abdullah îbnü’l Mübârek’in ve bazı âlimlerin- kaderiyecilikten dolayı- bazı kişileri terkettiklerini zikr ediyor.

Ahmet B. Hanbel de bunlann kaderî ve mutezüî olduklarından dolayı hadîslerinin teıkedildiğini, asüsız hadîsler rivayet ettikleri­ni naklediyor

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir