Yalıköşkü Kapısı ile Sirkeci İskelesi arasındaki sahada ve deniz kenarında, eski Osmanlı yapıları arasında Sepetçiler Köşkü, bitişiğindeki kayıkhane, eski Yalıköşkü Fabrikası’nın yerinde bulunan Cebeciler Köşkü416 en meşhur eserlerdir. Sepetçiler Köşkü deniz kenarında, surun gövdesine kurulmuş yüksek bir binadır. Mimarî değeri yabana atılacak eserlerden değildir.417 Köşkün üzeri eskiden olduğu gibi kurşunla kaplanmıştı. Fakat çatının ortasında Topkapı Sarayı’ndaki köşkler gibi küçük kubbesi ve zarif bir minare gibi yüksek bacası vardı. Köşkün inşa edildiği bölgenin denize bakan cephesi, kemerli yedi ayak üzerine oturtulmuştur. Üst katında baştan başa uzanmış bir balkonu vardı. Boğazın hoş havasına sahip olan bu balkonda, padişahların mehtap âlemleri yaptıkları bilinmektedir. Bu güzel ve tarihî köşk günümüzde Harbiye Nezareti’nin ecza deposudur. Yerleşme biçimine göre, içerisi değişikliğe uğramıştır. Yalnız bir odada yuvarlak ve oldukça güzel tavan hâlâ korunmaktadır. Köşkün önüne ve deniz kenarına, yakın zamanlarda Askerî Sevkiyat Dairesi inşa edilmiş olduğundan, kemerli ayakların güzelliğini kısmen gizlenmiştir.418 Saltanat kayıklarına mahsus olan meşhur kayıkhane bu köşkün Sarayburnu tarafındadır. Kayıkhanenin bulunduğu yere ambar olarak saçtan bir bina yaptırılmıştır. Sevkiyat Dairesi ile Sarayburnu’ndaki erzak ambarı arasında yükleme ambarı, yükleme iskelesi ve kapısı vardı. Üzüntü vericidir ki bu kayıkhane birkaç sene önce yıktırılmıştır. Ancak tarihî, süslü saltanat kayıkları Tersane-i Âmire’ye* nakledilerek eskiden olduğu gibi muhafazalarına özen gösterilmiştir. Muhterem üstat Abdurrahman Şeref Efendi, bu kayıkhane hakkındaki araştırma ve değerlendirmeleri Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nda (s. 276) ayrıntılı bir şekilde verdiğinden buraya alıyorum: “Kayıkhane, Sepetçiler Köşkü’nün bitişiğindedir. Kapısının üzerinde yazılmış olan tarih kasidesine açıklamasına göre Sultan Üçüncü Selim devrinde Valide Sultan tarafından mutfak ve hamam tamir edilmiştir. Yazılı kaside şöyledir:
Hazret-i Sultân Selîm dâver-i rüy-ı zemîn Pâdişâh-ı bahr ü ber hâkân-ı hâkânân-ı dîn
Devr-i adlinde cihân olmaktadır âsûde-ter Sâyesinde oldu herkes ber-murâd-ı kâm-bîn
Bir taraftan Vâlide Sultân-ı vâlâ gevherî Çok harâb-âbâdı etti lutf-ı ta’mîre karîn
Gûş edip bildi kayıkhâne ocağı hâlini Dil harâb olmuş bu güne kûşe-i gamda hazîn
Yapdı bir hammâm-ı vâlâ kubbe-i gerdûn-veş Germ ü serd-i rüzgârdan hem zâtı ola emîn
Hak bu kim matbah dahi muhtâc idi ta’mîre hem Olmuş idi dûd-ı âhı künbed-i gerdûn mekîn
Bu ocağın dil-güşâ bâbın dahi tecdîd edip Nakş-ı gûnâgûn ile verdi ona zînetle zeyn
Ömrün efzûn ede Hak sıhhate iffetle müdâm Zıll-i şefkatte ola âsûde yâ Rab mü’minîn
Pîş-gâhında telâtum eyledikçe mevc-i yemm Her umûrunda Cenâb-ı Hak ola her dem muîn
Çâr erkân ile Şâkir bend edip târîhini Oldu bî, misi ü behâ bu bâb-ı a’lâ dil-nişîn
Bu kayıkhane saltanat kayıklarına ayrılmış özel bir yerdir. İçinde Sultan Mahmud, Abdülmecid ve Ab- dülaziz’in köşklü saltanat kayıkları ve başka kayıklar duruyordu. Görünüşleri çok güzeldir. Bunların arasında Abdülmecid Han’ın validesi Bezmiâlem Sultan’ın köşkü kafesli kayığı da vardır.
Kayıkhane içinde özel bir bölümde benzersiz ve paha biçilemeyen büyük bir antika bulunmaktadır. Bu kadırga iki buçuk asırdan beri burada bulunan Sultan Dördüncü Mehmed’in saltanat kadırgasıdır ve görünümü itibariyla seyretmeye değerdir. Uzunluğu 39.70 ve yüksekliği, yukarıdan 5.70, omurgada 4.50 metre ve derinliği 2.40 ve omurgadan oturaklara kadar 1.20 metredir. Yüz kırk ton ağırlığındadır ve kırk sekiz kürek ile hareket eder. Her küreğin topacında üç kabza bulunduğu dikkate alınırsa yüz kırk dört kürekçinin olması gerekir. Hele arkasındaki köşkün süsünü ve zarafetini kalemle tasvir etmek mümkün değildir. Köşk kemer şeklinde olup her tarafı ince kalem ile mine işi altın işlenmiş ve kabartmaların ortasına akik ve necef türünden değişik renkte taşlar yerleştirilmek suretiyle cidden şahane yüzen bir köşk olmuştur. Sağ ve solunda pembe ve yeşil dalgalı sedef üzerine birer dua gömme metoduyla sedefle işlenmiştir. Sedeften yapılmış bu yazının keskinliği ve güzelliği insanı hayran bırakıyor ve baktıkça hayretini artırıyor. Ben şimdiye kadar bir örneğini daha görmemiştim; hatta yanından hasretle ayrıldığımı itiraf etmeliyim. Beyitler şunlardır:
Hazret-i Sultân Muhammed Han gâzînin müdâm Bahr ü berde yâri Hızr u hâfızı Allâh ola
B İ Z A NS VE O S M A N L I M E D E N İ Y E T L E R İ N İ N ÖLÜMSÜZ
Yapdura dâim saâdetle nice a’lâ kayık Ömr-i Nûh ile cihân mülkünde şâhenşâh ola
Bu beyitlerden başka köşkün çevresinde dokuz beyitli bir kaside daha varmış. Her mısraı ayrı ayrı gümüş levhalara kazınmış. Yerleri hâlâ belli olan iki levha hariç diğerleri kaybolmuştur. Muhtemelen kadırganın inşa tarihi bu kasideden anlaşılabilirdi. Çalınmayan mısralar şunlardır:
Devâm-ı ömr ile Rüstem’lik etsin kahramân-âsâ Yürütsün berr ü bahre hükmün ol Sultân-ı bî-hemtâ
On birinci asrın kıymetli yadigârlarından olan bu kayığın kısa bir sefere dayanabildiğini denizcilerden işittiğimi söylersem, okuyuculara güzel bir müjde vermiş olurum. Şunu unutmayalım ki özel koğuşun hâlâ her gece yanan bir kandili vardır. Müze-i Hümayun genel müdürü, araştırmacı Halil Bey Efendi Şehbâl isimli resimli risalenin “75” numaralı nüshasında bu kayıkhaneye dair dikkate değer ve istifade edilebilecek bir makale yayınlamıştır. Bu makalenin önemli bir kısmını naklediyorum. Buna dair resimler de, adı geçen müdür tarafından özel bir şekilde aldırılarak bana hediye edilmiştir: Kayıkhane Ocağı: Eski İstanbul’un önemli bir parçası daha kayboluyor. Topkapı Saray-ı Hümayun’u Yalıköşkü’nün kenarında saltanat kayıklarına mahsus ve aynı zamanda kayıkhane ocağı da olan bu yaşlı kayıkhane harap ediliyor. İşte bu ocaktaki bütün saltanat kayıkları tersaneye nakledildi. Cennet-mekân Abdülaziz Han devrinin sonuna kadar orası bakımlı ve mamur bir ocaktı ve hünkâr kayıkları da sık sık kullanılırdı. Bir önceki padişah döneminde ise burası adeta unutulmuş ve hiç kimse, hatta Topkapı Sa- rayı’nda memur olanlar bile giremez olmuştu. Ancak adı geçen yerde eski bir Venedik kadırgasının bulunduğu rivayet edildiğinden bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak ve mümkün ise görmek isterdik. Bir gün kendisini pek yakından tanıdığım Saray-ı Hümayun hamlacıbaşılarından Hasköylü Osman Ağa’yı bulup bu konuda bilgi istedim. Merhum Osman Ağa bu kadırganın Avcı Sultan Mehmed Han zamanından kalma harika bir şey olduğunu, hatta bazı gizemli tarafları olup sıtmaya karşı ağacından verildiğini ve eskiden beri üzerinde geceleri kandil yakıldığını ve daha birçok garip ve tuhaf durumları nakletmiş olduğundan bu esrarengiz gemiyi görme arzu ve merakım daha da arttı. Nasıl olursa olsun gidip sıtma ilâcı almaya karar verdim ve ertesi günü de ocağa müracaat ettim. Beni içeri götürdüler ve hürmetle o koca geminin etrafını dolaştırdılar. Ziyaretimde bana özel bir ilgi göstererek geminin arka tarafının üstündeki taht gibi köşkün örtüsünü biraz açarak bir kısmını gösterdiler arusek,* fildişi ve boğa ile işlenmiş ve necef, firuze ve başka nadir taşlarla süslenmiş olan bu eser karşısında hakikaten manevî bir haz hissettim. Sonra bana geminin çürümüş bir tahtasından sıtma ilâcı olarak bir miktar toz verdiler. Yine saygı ve hürmetle oradan çıktık. Bu acayip gemi ne zamandan beri oraya çekilmiş duruyor? Kimbilir, hangi büyük padişahlarımızı taşıdı? Buraları bilenler kalmamış. Fakat araştırılırsa belki bazı bilgiler edinilebilir. Son olarak Şânizade** Tarihi’nde 22 Şaban 1229 günü meşhur üç ambarlı Mahmudiye’nin denize inişini Sultan Mahmud Han’ın, eski saltanat gemisinden seyrettiği kayıtlıdır. Belki bu taht gemisinden maksat, bahsi geçen kadırgadır. Bir rüyaya benzeyen bu ziyaretimi unutamam. O zaman daha kayıkhaneler henüz harap olmadığından her tarafı temiz ve bakımlı ve bütün saltanat kayıklarının örtü döşemeleri güzel bir şekilde korunuyordu. işte bunun üzerine merhum Hamdi Bey, padişahın emrini alarak o kadırgayı etraflıca ziyaret etmeyi ve çürümüş olan yerlerini tamir ettirmeyi başardı. Bununla beraber geceleri kadırganın üstünde kandil yakmaya devam edilmesi gereğini de hamlacı ağalara tavsiye etmişti.
O zamanlar bu kadırgayı İstanbul’da gören ve mevcudiyetini bilen çok az insan vardı. Meşrutiyetin ilânını takiben ocak resmen dağıldı. Hamlacıların bir kısmı emekli edildi, diğerleri de başka görevlere tayin edildiler. Yalnız bekçi gibi birisi kalmıştı. Bu esnada kadırganın güzelliğinin duyulması ile birçok meraklı, özellikle ecnebîler ziyaretine koştular. Ancak güzelliğinin korunmasıyla ilgilenecek kimse kalmadığından buralar bir müddet sonra son derece sefil bir hâl aldığı gibi saltanat kayığının döşemeleri ve örtüleri de parçalandı. Gümüş takımları kaldırıldı ve bunların baş taraflarında bulunan som gümüşten iki büyük kuş, Hazine-i Hümayun’a konulması gerekirken Topkapı Sarayı meydanında diğer birçok güzel ve nadir eşyalarla birlikte müzayedeye çıkarılarak gümüş parasına satıldı ve yabancıların eline geçti. Kayıkhanenin odalarının tavanları da akmaya başladığından giren yağmurdan kayıklar etkilendiler. Kadırganın üstündeki köşkün sedefleri ve taş kakmaları dökülmeye başladı ve köşkün iç kısmında bulunan gümüş levhalar çalındı. Şimdi bunlardan yalnız bir tanesi kalmıştır. İnsan içeri girmeye hem korkar, hem utanır. Bu kıymetli ve tarihî kayıklar, uğradıkları perişanlıktan dolayı sanki vücut diliyle ziyaretçilere ‘Bizlere acıyınız’ diyorlardı! Az bir masraf ile oranın güzel bir şekilde korunması ve devamı mümkün olmasına rağmen, bu konuda birçok girişimde bulunuldu ise de başarılı olunamadı. Beş on yıl sonra pek çok kişi orada böyle bir binanın bulunduğunu hatırlamaz ve nihayet her şey gibi o da unutulur gider. Belki o zaman Şehbâl’e aldığımız şu fotoğraflar -kadırganın 14 Mart 1329 tarihinde gerçekleşen naklinden birkaç gün önce çekilmişti- eski İstanbul’un hatırası için bir yadigâr olarak kalır.
Kayıkhaneler binasının temeli çok eski olsa gerektir. Bazı eski resimlerin üzerinde bu binalar görülür. Denize bakan ve iki yanı çinili ve çerçeveleri mermerden yapılmış olan süslü kapısının üstündeki yirmi beyitli ve 1210 tarihli kitabeye göre Sultan Üçüncü Selim’in muhterem valideleri tarafından bu kayıkhane ocağı tamamen tamir edilmiştir. Bir hamam ilâve edilerek süslü kapısı da yenilenmiştir. Kitabenin üstünde Sultan Üçüncü Selim’in tuğrası ve altında kayıkhane ocağına has farklı bir işaret vardı ve köşklü bir hünkâr kayığı kabartma olarak kazılmıştı. İçinde mutfak ve hamam harabeleri ve yukarısında birçok odası, koğuşları ve bir de mescidi vardı. Kapıdan girilince sol tarafta gayet büyük iki göz kayıkhaneden birincisinde iki saltanat kayığı ve İkincisinde eski bir kadırga bulunurdu. Bu tarihî gemiye ‘Kadırga’ deyip geçiyoruz. İşin erbabı, bunun bir Venedik dükası tarafından yüce halifelik makamına hediye olarak gönderildiğini ve üzerindeki köşkün burada inşa edildiğini söylerler. Bu köşkün Osmanlının nefis eserlerinden olduğuna şüphe yoktur. Hazine-i Hümayun’da benzeri olmayan bu eseri Vak’anüvis Abdurrahman Efendi, Tarih Encümeni Mecmuası’nda çok güzel tarif etmiştir. Köşkün içinde arusek ile yazılı olan dört beyitli kitabede bu gemiye ‘kayık’ ismi veriliyor ve Sultan Mehmed Han tarafından yaptırıldığı söylense de Sultan Üçüncü Mehmed mi yoksa Sultan Dördüncü Mehmed mi olduğu anlaşılamıyor. Rivayete bakılırsa 1058’den 1099’a kadar saltanatta olan Sultan Dördüncü Mehmed Han olabilir. Köşkün mimarî tarzı ve nefis tarihî sanatı göz önünde bulundurularak etraflıca araştırılırsa belki bu mesele halledilebilir.
Uzunluğu kırk metre kadar olan bu geminin Gelibolu, Gemlik ve İznik gibi uzak bölgelere gerçekleştirilen seyahatlerde padişahların binmeleri için özel olarak kullanıldığı şüphesizdir. Elbette deniz subaylarımızdan birinin gemiyi etraflıca muayene ederek kadırga mı, çekdirme mi yoksa kalyon mu olduğunu yani ne isim ile adlandıracağımızı, yapılış tarihi ve diğer ayrıntılarını bize bildireceği ümidindeyiz. Giriş kapısının sağ tarafında yine birbirine bitişik olan üç göz kayıkhanede Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in muhterem validelerine ait özel köşklü kayıkları ve son gözde ise daha küçük çapta, fakat köşklü başka bir kayık bulunmaktadır. Bunun Sultan İkinci Mahmud zamanına ait olduğu rivayet edilmektedir. Aslında üzerindeki süslemeler de bir dereceye kadar o dönemi ima eder. Zaten harap olan bu kayık, binanın yıkımı sırasında büsbütün parçalandığından iyi bir tamire muhtaçtır. Ne yalan söyleyeyim, millî adet ve sanatlarımızın şiddetle korunması ve kayıp olanların tekrar diriltilmesi ve yaşatılması taraftarıyım. Bundan dolayı arzu ediyorum ki kayıkhane ocağı güzelce tamir edilsin ve saltanat kayıkları asıl ve eski yerleri olan mevkide, devletin şanına ve sahip oldukları öneme uygun bir şekilde muhafaza edilsinler. Fakat oranın yıkımı hükümet tarafından zorunlu görülmüş,419 kayıklar da devletin tersanesine nakledilmişlerdir. Övünülecek millî eserlerimizden olan adı geçen deniz kayıklarının belirttiğimiz şekilde güzelce korunmalarına özen gösterileceğine hiç şüphem yoktur.” Sepetçiler yahut Sinan Paşa Köşkü geçilince eskiden meşhur olan Cebeciler420 Köşkü’ne gelinir. De- mirkapı tarafındaki surun durumuna ve resimde görüldüğü üzere Topkapı Saray-ı Hümayunu’ndaki dairelerin mevkilerine göre bu köşk, eski Yalıköşkü Fabrikası’nın (bir aralar kömür deposuymuş) yerinde olması gerekir. Bu güzel köşk sahilden biraz geridedir. Resimde görüldüğü kadarıyla, Bizans ve Osman- lı eser ve binalarında olduğu gibi, üstü kurşun kaplı ve ortası küçük kubbeli ve dört basamaklı bir merdivenle çıkılır, bir katlı -kanatlarını açmış sanki uçmaya hazırlanmış bir kuş gibi- geniş pervazlı, güzel bir bina idi… Binanın orta kısmı odalardan oluşmuştur ve çepeçevre açık bir gezinti yeri vardır. Bu gezinti yeri Arap tarzında süslenmiş, etrafı mermer parmaklıklara dayandırılmış ve altın bilezikli mermer sütunlarla kuşatılmıştı. Saçağı belki bir iki arşın kadar dışarıya taşmıştı. Anadolu’nun bazı yerlerinde özellikle Bursa’nın, Amasya’nın ve Edirne’nin eski evlerinde görüldüğü gibi, binanın cephesindeki sü- tunlu bu açık kısım kameriyye (çardak) idi. Kaptan Paşa ile donanmanın ileri gelenlerinin padişah tarafından kabul töreni, Cebeciler veya Alay Köşkü’nde, bütün asker sınıfının, habercilerin ve sarayın önde gelenlerinin, vezirlerin ve saltanat hizmetlilerinin karşısında yapıldığı gibi Donanmanın denize sefere çıkması ve zaferle geri dönüş töreni dahi burada gösterişli bir şekilde yapılırdı. Osmanlı saltanatının dillere destan parlaklığını ve ihtişamını gösteren bu töreni tasvir eden eski bir resmi buraya alıyorum. Alay Köşkü’nün eski hatırasına dair Naima’da görülen ayrıntılı bilgiyi (c. 6, s. 245) de, tasvirine çalıştığımız yerlerle ilgili olması sebebiyle aşağıya yazıyorum: “Köprülünün sadrazamlığı döneminde, 18 Rebiülevvel 1071 gecesinde sipahiler isyan edip Atmey- danı’nda toplanarak ağalarının evlerini taşladılar. Çarşı pazarı kapataıp yolda karşılaştıkları herkesi aralarına alarak çoğaldılar ve fitne çıkarmaya başladılar. Bu durum, sadrazam tarafından padişaha bildirildi. Padişah, veziriazamın verdiği bilgi üzerine yeniçeri ağası ile kethüda beyini huzuruna davet ederek “Ocağınız ve herkesin iyiliğini isteyen devlettir; fesat çıkaranların ortadan kaldırılması hususunda tam hizmetinizi ümit ediyorum” dediler. Sipahiler bir ara yeniçerileri dahi taraflarına çekmeye çalışmışlar, ancak subaylarının nasihatleri ve alınan akıllıca tedbirlerle emellerinde başarılı olamamışlardı. Bunun
üzerine Atmeydanı’ndan perişan hâlde her biri bir tarafa kaçarak gizlendiler. Bunun üzerine veziriazamın sarayında toplanan istişare meclisinde vezirler, emirler, divan üyeleri ve bütün sınıfların ağalan ve subayları ve diğer ileri gelenler hazır bulundular. O esnada padişah tarafından gelen emirde, tahta çıkışından bu zamana kadar sipah eşkiyasının saldırıları, tecavüzleri, saltanata hürmet ve saygıyı tamamıyla unuttukları belirtiliyordu. Bu sebeple eşkiya- nın ortadan kaldırılmasının önemli olduğu veziriazama bildirildi. Zaten namuslular, yeniçeri, sipahi subayları ve halkın çoğu fesat ve fitneden uzak durmaktaydı. Bunlar fitne ve fesatçıların cezalarının verilmesi hususunda padişahın iznini beklediklerini ve eşkiyaya ruhsat verilmesine rıza göstermeyeceklerini bildirdiler. Sultanın fermanına muhalif olmadıklarını, hizmet etmenin canlarına minnet olduğunu hep beraber ifade ettiler. Hemen o gün eski Silâhdar Ağası Ahmed Ağa Alay Köşkü’nde padişahın gözü önünde öldürüldü. Kapıcılar Kethüdası Haseki Mustafa Ağa da katlolundu. Koca Derviş Paşa’nın adamlarından Nuri Ağa kapıcılar kethüdası tayin edildi; İstanbul’da ve Üsküdar’da hanlar basılıp altmış kadar asker ve meşhur zorbalar tutulup kılıçla kesilen kelleleri yuvarlandıktan ve diğerleri perişan edildikten sonra sipahilerin dinlenme yeri olan Yeni Cami Hanı ve Elçi Hanı boşaltıldı.” Bu Yeni Cami Hanı, günümüzde Bahçekapı’da, tramvayın Sirkeci’den gelerek Eminönü’ne döneceği köşede, manifaturacı Meyers’in mağazasının karşısında ve Hilâl isimli bakkalın bitişiğindeki eski handır.