Devlet teşkilâtı, merkez ve eyâlet olmak üzere
ikiye ayrılırdı.
Merkez teşkilâtı: Merkeziyetçi idâreye sahip
Osmanlı Devletinin başı, pâdişâh, sultan, hünkâr,
hân, hâkan da denilen hükümdardı. Pâdişâh,
bütün ülkenin hâkimi, idârecisi ve Osmanlı Hânedânmın
temsilcisidir. Osmanlı pâdişâhları, Sultan
Birinci Selim Han (1512-1520) zamânında
1516 târihinden îtibâren Halîfe sıfatını kazanmalarıyla,
Müslümanların da lideri oldular. Ülkede
mutlak hâkim, dünyâda da Müslümanların temsilcisi
olan pâdişâhın vazife ve selâhiyetleri kânun
ve şerîatle sınırlandırılmıştı (Bkz. Pâdişâh). Vazife
ve selâhiyetleri, devlet teşkilâtında, müesseseler ve
yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı.
Sadrazam ve Dîvân-ı hümâyûnun diğer üyeleri
pâdişâhın en büyük yardımcılarıydı. Dîvân-ıhümâyûn (bakanlar kurulu), sadr-ı âzam da (başbakan)
mâhiyetindeydi. Dîvân-ı hümâyûnda, devletin
birinci derecede önemli mülkî, idârî, şer’î,
mâlî, siyâsî, askerî meseleleri görüşülüp, karara
bağlanırdı. Dîvân-ı hümâyûn; pâdişâh adına sadrı
âzam, kubbe vezirleri, kâdıaskerler, nişancı ve
defterdarlardan meydana gelirdi. On dokuzuncu
yüzyılda Osmanlı kabinesi; sadr-ı âzam (başbakan),
sadâret kethüdâlığı (içişleri bakanlığı), reisü’l-
küttaplık (dışişleri bakanlığı), defterdarlık
(mâliye bakanlığı), çavuşbaşılık, yeniçeri ağalığı-
1826’da seraskerlik (millî savunma bakanlığı),
kapudan-ı deryalık (deniz kuvvetleri komutanlığı)
makâmı sâhiplerinden meydana gelirdi. Divân-ı
hümâyûnda amedi, beylikçi (dîvân), tahvil, rüus,
teşrifatçılık, vakanüvislik, mühimme kalemleri
vardı. Dîvân-ı hümâyûn kararlarını ihtivâ eden
defterler Topkapı Sarayında arşiv mâhiyetindeki
Defterhânede muhâfaza edilirdi.
Eyâlet teşkilâtı: Devlet teşkilâtında en büyük
idârî bölüm eyâletlerdi. Eyâletler sancak, kazâ
ve nâhiyelere bölünmüştü. Eyâleti beylerbeyi,
sancağı sancakbeyi idâre ederdi. Eyâletler gelir bakımından
salyaneli ve salyanesiz (yıllıklı ve yıllıksız)
olmak üzere ikiye ayrılırdı. Eyâletlerin
merkez teşkilâtına benzer bir idâre tarzı vardı
(Bkz. Eyâlet). Şehirler kâdı tarafından idâre edilir,
emniyet subaşı tarafından sağlanırdı.
Siyâsî ve hukûkî idâre: Osmanlı Devleti siyâsî
ve hukûkî idâresi bakımından tam mânâsıyle
Islâm Devletiydi. Osmanlı hukûku içinde örfî hukuk
adı verilen sistem İslâm hukûkunun içinde
bir mevzudur. İslâm hukûkunda açıkça belli olmayan
hususlar, İslâm prensiplerine aykırı olmamak
şartıyla, şeyhülislâmların fetvâları ve kânunve kânunnâmeler şeklinde düzenlenirdi. Yasama
yetkisi pâdişâhındı ve pâdişâh adına yapılırdı.
Medenî hukukta Hanefî mezhebinin hukuk sistemi
tatbik ediliyordu. Cezâ hukûku ve diğer sahalarda
Sultanî hukuk da denilen örfî hukuk tatbik
edilmekteydi.
Osmanlı hukuk düzeni içerisinde idâre, mâliye,
cezâ ve benzeri konularla ilgili alanlarda pâdişâhın
emir ve fermanlarında bulunan değişik meselelerle
ilgili kânunnâmeler vardı. Osmanlı Devletinde ilk
kânunnâme Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481)
tarafından çıkarıldı. İkinci kânunnâme Sultan Süleyman
Han (1520-1566) Kânunnamesidir. Bu kânunnâmelerde
saltanatla ilgili konular yanında reaya
ve Müslüman halkın devlet düzeni içindeki
davranışlarını belirleyen hükümler vardır.
Büyük ve uzun ömürlü devletler, üstün adâletle
kâimdir. Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklar
da olmuş ise de, ömürleri kısa sürmüştür.
Kendisine mahsus husûsiyetleri, bilhassa
kendi dışındaki dinlere tanıdığı çok geniş haklar, daha
doğru bir ifâdeyle diğer dinlerin işlerine, ibâdetlerine
ve âdetlerine hiç karışmamak gibi özellikler
gösteren Türk adâleti, dünyâ milletlerine nümûne
olmuş, yüzyıllar öncesi kavuşulan bu seviye;
bugünün medenî denilen milletleri tarafından hâlâ
yakalanamamıştır. Bu sebepledir ki, F. Dowey’in dediği
gibi “On altıncı yüzyılda birçok Hıristiyan,
adâleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki
yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkelerine gelip yerleşiyorlardı.”
F. Babinger ise “Osmanlı pâdişâhının
ülkesinde herkes kendi hâlinde, bahtiyâr olabilirdi.
Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu
veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir güçlükle
karşılaşmazdı.” demektedir.
Bizzat pâdişâh adâlete itâat ederdi. Üçüncü
Sultan Mustafa Han (1757-1774) Beylerbeyi Sara-ymı genişletmek istemişti. Bunun için civardaki
bir dul kadının arsasını almak lâzımdı. Kadın arsasını
satmak istemeyince, pâdişâh zorla arsayı almayı
akimdan geçirmedi. Sarayın eskiyen bir kısmını
yıktırdı ve halka mahsus bir bahçe hâline getirdi.
OsmanlIlarda bir hizmet karşılığı vazife gören
devlet memurları vardı. Yaptıkları iş karşılığında
kendilerine bir ödemede bulunulurdu. Bir de şehirlerde
oturan esnaf ve tüccarlar, köylerde oturan
ve devletin temelini teşkil eden çoğu üretici köylüler
vardı. Bunlara reaya denirdi. Vergi vermesi
nüfusun büyük kısmını meydana getirmesi bakımından
köylü, devlet için halkın ve tebeanın esas
kesimi sayılıyordu. Kânûnî Sultan Süleyman Hanın
dediği gibi reaya, yâni köylü, devletin efendisi
olarak kabul ediliyordu. Üretici güç, büyük ölçüde
köylülerin elindedir. Bu güç olmaksızın ordu
ve devlet mümkün değildir.
Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan
kalabalık halk topluluğu, daha çok tarım, hayvancılık
ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı.
Müslüman halk, devletin İslâm dîni esaslarına dayanan
umûmî kâidelere göre yönetilir, asker alınır,
kâbiliyetli olanlar ise daha başka devlet görevlerine
yükselirlerdi. Köylerde yaşayan halk topluluğundan
zanaat sâhibi olan veya olmak isteyenler,
şehir ve kasabalara gidip kendileri için elverişli
olan işlere girerdi. Gayri müslim halk genellikle
Hıristiyan ve Yahûdî topluluklarından meydana
geliyordu ve bu toplulukların hepsine de reaya
deniyordu. Sonradan gayri müslimlere ekalliyet,
yâni azınlık denilmeye başlandı.
Osmanlı Devletinde kuruluşundan îtibâren
devlet idâresinde yürütme ve yargılama gücü ayrı
olarak düşünülüp tatbik edildi. Eyâlet yöneticileri
pâdişâhın yürütme yetkisini, kadılar da yargılama
yetkisini temsil etmekteydi. Osmanlılar bu iki
kuvvet ayırımını âdil bir devlet idâresi için esas kabul
ederlerdi.
Osmanlılar bütün müesseselerini kendinden
önceki İslâm ve Türk devletlerinden alıp devrin
şartlarına göre geliştirdiler. Esâsen ilk Osmanlı
yöneticilerinin Türkiye Selçukluları ve Anadolu
beylikleri gibi esas îtibâriyle İslâm ve Türk sisteminden
gelmiş kimseler olması dolayısıyla Osmanlı
Devleti bu sistemin, meydana getirdiği bir
siyâsî ve hukûkî düzene sâhip bulunuyordu.
Osmanlı Devletinin gerileme devresiyle birlikte,
Batınm siyâsî ve hukûkî müesseselerinin devlet
sistemine büyük çapta etki yaptığı ve bu dönem
içinde eskinin yanında, yeninin de ortaya çıktığı
görülmektedir. Osmanlı Devletinin siyâsî ve
hukûkî, rejiminin belli başlı unsuru bütün gelişmelere
rağmen, İslâm dînî esasları oldu. Bu esaslara
göre, temel; adâlettir. İslâmiyet bu bakımdan devletin
temelini meydana getirir. Pâdişâh dînin koruyucusu, halk onun tebeasıdır. Pâdişâha bütün yetkilerin
verilmesinin sebebi, onun adâleti gerçekleştirmesi
içindir. OsmanlIlarda medenî hukukla
evlenme ve boşanmada tamamen Hanefî mezhebine
göre İslâm hukûkunun hükmü tatbik edilirdi.
Birden fazla ve dört kadına kadar evlenmek sanıldığı
kadar kolay ve yaygın değildi. Mîras hukûkunda,
İslâmî hükümler tatbik edildi. Esâsı Hanefî
Hukûku olup, bunu sonradan Cevdet Paşanın da
dâhil olduğu bir heyet Mecelle adı verilen eserde
toplamıştır. Osmanlılar İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna
mücâdele edip, fetihlerde bulunmuşlar, Allahü teâlânın
dîninin yayılması ve Allahü teâlânm kullarının
dünyâ ve âhirette rahat etmelerini düşünmekten
başka bir gâye gütmemişlerdir.
Saray teşkilâtı: Osmanlı Devletinin kuruluşundan
sonra, saray teşkilâtı da diğer müesseseler
gibi gelişme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarından
sonra, İstanbul’un fethi üzerine bugünkü İstanbul
Üniversitesi merkez binâsının olduğu yerde,
Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Saray-ı
Atîk denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine
Fâtih tarafından Saray-ı Cedid adı verilen Topkapı
Sarayı yaptırıldı.
Bu saraylar pâdişâhların hem ikâmet ettikleri
yer ve hem de bütün devlet işlerinin görüşülüp
karar verildiği en yüksek devlet dâiresiydi.
Osmanlı Devletinde saray teşkilâtı üç kısımdan
meydana gelmekteydi: 1) Bîrûn adı verilen dış
kısım, 2) Enderûn adı verilen iç kısım, 3) Haremi
hümâyûn.
Sarayın Birûn adı verilen kısmı sarayın dışı,
yâni Babüs’saâde hâricindeki teşkilâtıdır. Sarayın
Birûn teşkilâtının işleri çeşitli olduğundan,
her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardandı.
Burada görevli olan ilmiye sınıfı ile Birûn
ağaları denen ağalar, sarayın hem harem ve hem deenderûn kısmının hâricindeki yerlerde ve dâirelerde
bulunup, vazifelerini yaparlar ve akşamları
evlerine giderlerdi. Birûn teşkilâtına âit bütün tâyinler
sadr-ı âzam tarafından yapılırdı.
Enderûn: Sarayın bu kısmı yüksek dereceli
devlet memuru yetiştiren bir mektep ve terbiye
yeriydi. Pâdişâhlar bir kısmı sarayda ve bir kısmı
da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye
ve kültürü ile yoğrulmuş, kendilerine sâdık bir sınıf
yetiştirdikten sonra, Osmanlı devlet idâresini
bunların eline vermiştir.
Küçük yaştaki devşirme denilen çocuklar, saraya
alınmadan sivil Müslüman Türk âilelerin yanında
büyük bir îtinâ ile yetiştirilerek, Müslüman
Türk terbiyesi görürlerdi. Dînî bilgileri ve Türkçeyi
öğrenirler daha sonra saraya alınırlar, burada da
mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince
liyâkat ve kâbiliyetlerine göre saray hâricindeki
çeşitli devlet hizmetlerine tâyin edilirlerdi.
Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına
mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi
üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tâbir edilen
hocalar vardı.
Osmanlı Sarayı, hem devletin en yüksek idâre
organı ve hem de en yüksek idârecilerini yetiştiren
bir müessese idi. Sarayın kendine mahsus
usûl ve erkânı vardı. İslâm ahlâkının ve insanlık seciyesinin
en güzel örnekleri burada yaşanır ve buradan
Osmanlı ülkesine ve dünyâya yayılırdı.
Harem-i Hümâyûn: Pâdişâhın âile efrâdının;
pâdişâh kadınlarının, pâdişâhın kız ve erkek
çocukları ile harem ağalarının ve muhâsiplerinin
oturduğu yerdi. Yerleşim olarak vâlide sultanın dâiresi,
şehzâdeler mektebi, pâdişâhların yatak odaları,
câriyelerin yetiştiği yerler gibi bölümleri vardı.
Haremde; vâlide sultan, başkadın efendi, pâdişâh
kızları, gedikli kadın, hizmetçi (câriye)ler bulunurdu.
Osmanlı sarayının harem bölümü, hanedan
mensuplarının husûsî âile hayatlarını yaşadıkları
yerdi. Devletin bütün müesseseleri ve cemiyet ha-yatında olduğu gibi, buradaki günlük hayat da,
İslâmiyetin esaslarına Türk örf ve an’anesine titizlikle
riâyet edilerek yürütülürdü. Harem-i Hümâyûnda
bulunanlar, küçük yaşlarından îtibâren
çok titiz ve ciddî bir eğitimden geçirilerek yetiştirilir,
sarayın müstesnâ âdâb ve terbiyesine uymasına
îtinâ gösterilirdi.
Asırlar boyunca cihan-şümûl Osmanlı Devletini
idâre etmiş, ülkeler fethetmiş, ilim ve irfânın
ilerlemesine, medeniyetin yükselmesine ve yayılmasına
hizmet etmiş pâdişâhlarla, mümtaz ahlâk,
iffet, şefkat, merhamet ve hamiyet nümûnesi hanım
sultanlar, hep bu Harem-i Hümâyûnda terbiye edilerek
yetişmişlerdir. Haremde, hânedan âilesinin
yaşayışını düzenleyen çok muazzam bir ,teşrifât,
(protokol) vardı. Harem teşkilâtı ve müessesesini
anlatan çeşitli târihî vesikalar mevcuttur.
Harem-i Hümâyûnda bulunan câriyeler, İslâm
ordularının düşmanlarla yaptığı harplerde esir
edilen kadın ve kızlarla, pâdişâha hediye edilenlerden
hizmetçi olarak sarayda bulunanlardı (Bkz.
Köle). Bunların çoğu hizmetçi olarak hanım sultanların
ve haremde vazifeli kadın görevlilerin
emrinde hizmet ederek yetişirlerdi. Câriyelerin
hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir,
İslâm ahlâkı ve Türk örfüne göre yetiştirilir, çeşitli
hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden
pek azı, pâdişâhın özel hizmetlerini görmekle
de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek,
câriyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti
ve uzun terbiyelerden sonra ulaşılırdı.
Gerek pâdişâhın ve gerekse Harem-i Hümâyûnda
bulunan diğer hânedan mensuplarının hizmetlerindeki
câriyelerle olan muâmeleleri, İslâm hukûkuna
uygundu. Keyfilikten, zevk ve safâya zebunluktan
uzak olup, İslâmiyetin târif ettiği meşru
âile hayâtının bir nümûnesiydi. Câriyelerden çoğu
kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda
şerefli bir ömür sürerler veya münâsip kimselere
zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardı.
Eski ve ortaçağlardaki krallık ve imparatorluk
saraylarında yaşanan zevk ve safâhat âlemleriyle,
bilhassa saraya mensup kadınların karıştığı entrikaların
şehvetleri kamçılayan hikâyelerini dinleyip
yazmağa alışmış bâzı Avmpalı muharrirlerle,
onları taklit eden yerli isimler, hiçbir yabancının
girmemiş, hiçbir uygunsuz haber duyulmamış olan
Osmanlı sarayında da bu kâbil olayları çok araştırmışlar,
yazacak hiçbir şey bulamamışlardır.
Asırlar boyunca devam etmiş bir hânedan âilesinden
şüpheli rivâyetler hâlindeki tek tük olayı ise,
geniş hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlatmışlardır.
Bilhassa Batı insanının ulaşmayı gâye
edindiği zevk ve safâhat hayâtının Avrupa saraylarında
görülen nümûneleri; onların târihte emsalsiz
bir ihtişam sâhibi Osmanlı sarayında dabenzeri bir hayat hayâl etmelerine sebep olmuştur.
Çünkü Avrupalı için iktidar ve maddiyatın zevki ve
safâyı teminden başka nihâî bir maksadı yok gibidir.
Harem kelimesiyse, özellikle son zamanlarda
çeşitli bahânelerle istismar edilmiş, Müslüman-
Türk ahlâkının beşiği âile yuvası, çeşitli bozuk
düşünce sâhiplerinin uydurma sözleriyle lekelenmek
istenmiştir Bu maksatlı iftiralarla dolu
yazıların hedefi; târihteki, Türk ahlâk ve devletini
aşağı düşürmektir. Bu tip maksatlı yazıların
hiçbir vesikası ve değeri de yoktur. Harem kadınlarının
hiçbiri, devrinde kendi hayâtını ve haremi
anlatan kitap yazmamıştır.
Ordu: Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın
başına kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak
üzere teşkilâtlanmıştı. 1909-1910 yıllarında Avrupa
ordu teşkilâtına giren Hava kuvvetleri, 1912’de de
Osmanlı Devletinde kuruldu.
OsmanlIların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden
meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle,
gönüllülerin, feth edilen yerlere iskânla
da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla
asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik,
akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361
yılında yaya (piyâde) ve müsellem (süvâri) olmak
üzere muntazam ve dâimî ordu teşkilâtı kuruldu
(Bkz. Kapıkulu Ocakları). Osmanlı kara kuvvetleri
piyâde, süvâri eyâlet askerleri, teknik ve yardımcı
sınıflardan meydana gelirdi. Piyâdeler; acemi,
yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı,
humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı.
Süvâriler de; sipâhi, silâhtar, sağ ulûfeciler,
sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak
üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyâlet askerleri timarlı
sipâhiler ve yerli kulu teşkilâtı olmak üzere
ikiye ayrılırdı. Timarlı sipâhiler, Osmanlı ordusunun
en önemli kısmı olup; timar sâhipleriyle,
bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları
cebelülerden meydana gelirdi. Yerli kulu
teşkilâtı; yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teşkilâtı
olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilâtı;
belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar,
menzilciler, voynuklar gruplarından; geri hizmet
teşkilâtı, yaya ve müsellemler ile yörüklerden;
kale kuvvetleri teşkilâtı, azaplar, gönüllü ve beşlilerden
meydana gelirdi. Akıncılar, Osmanlı ordusunun
öncü kuvvetleri olup, kuruluşuna, gelişmesine
ve genişlemesine çok hizmetleri geçti.
Akıncılar onlu sisteme göre teşkilâtlanmışlardı.
(Bkz. Akıncılar)
Deniz kuvvetleri (Donanma): Osmanlı Deniz
Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci
beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sâhip olunan
gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda
Karamürsel, Edincik ve İzmit’teki gemi inşâ tezgâhları,
Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402)müesseselerle donatılarak, ışık ve feyz kaynağı
olmuştur. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve
medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin
bâzılarından hâlâ faydalanılmaktadır. Osmanlılar
devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis,
ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm, ilm-i kelâm,
ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf,
ilm-i kıraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur’ân,
ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye
(matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi)
ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi’iyye
(fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tıp, mantık, felsefe,
içtimâiyet (sosyoloji), Doğu ve Batı dilleri ve
edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, târih, lügat dâhil
bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarında her
devirde pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler bırakarak,
ilme hizmet ettiler.
OsmanlIların kuruluşundan îtibâren dînî ve
hukûkî sahada yetişen meşhur ilim adamları ve
eserlerinden bâzıları: Şerefüddîn Dâvûd-i Kayserî
(vefâtı 1350), İznik Medresesi müderrislerindendi,
on üç kadar eser yazdı. Şeyh-ül ekber Muhyiddîn-
i Arabî hazretlerinin Fususü’l-Hikem adlı
meşhur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii
Fusus-il-Hikem adıyla şerh etti, yâni açıkladı.
Molla Fenârî (vefâtı 1431) yüzden fazla eser
yazdı. En meşhur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûlİş-
Şerayi. İbn Melek İzzuddîn Abdüllatif (vefâtı
1394), müderris olup, fıkıhtan Mecmau’l-Bahreyn
ve Mülteka’n-Nehreyn, Menzilül Envâr,
hadisten Meşârik-ül-Envâr. Hızır Bey (vefâtı
1459) ilim dağarcığı lakâbıyla tanınır. İstanbul’un
ilk kâdısıdır. Yetiştirdiği talebelerinden Muslihuddîn-
i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde,
Muarrifzâde, Kâdızâde-i Rûmî, Mûsâ Paşa ve
Tazarruat sâhibi Sinan Paşa meşhurdur. Molla
Hüsrev (vefâtı 1480) Dürer, Gurer, Mirkat,
Mir’at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâtı 1488), Tehâfüt sâhibidir.
Sinan Paşa (vefâtı 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-
Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kuşçu (1397-
1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîci
Gurgâni’yi tamamladı. Müderristi, Risâle-i Muhammediye
ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir.
Molla Lütfi (vefâtı 1495), müderristi. Hendeseden
Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok
kitabı vardır. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâtı,
1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz’ü Lâyetecezza
eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâtı
1520). Zenbilli Âli Efendi adıyla da tanınan
meşhur şeyhülislâmdı. Muhtar at fetvâlarının toplandığı
eseridir. İbn-i Kemâl Ahmed Şemseddîn
Paşa (vefâtı 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan
ve cinin müftüsü ünvânı sâhibidir. Şeyhülislâmdı.
Üç yüz kadar eseri vardır. Atufî Hayreddîn Hızır
(vefâtı 1541) Arap edebiyatmda, tefsir, hadis ve kelâmda
ihtisas sâhibiydi. Ravz-uI-Esnan fî Tedbiri
Sıhhat-i Lebdan adlı tıbbî eserinin yanında daha
on beş kıymetli telifi vardır. Kınalızâde Ali
(vefâtı 1565), müderristi. Ahlâk-ı Alâî, Tabakâtı
Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâşiyesi ve daha on
kadar eseri vardır. Taşköprülüzâde Ahmed îsâmüddîn
(vefâtı 1561), Şakayık-ı Nu’mâniye,
Mevzuat-ül-Ulûm adlı telifleriyle tanınır. Celâlzâde
Sâlih Efendi (vefâtı 1565), müderristi. On dört
kadar eseri vardır. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi,
Târih-i Mısr-ı Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâmei
Rodos, Mohaçnâme eseriyle tanınır. Ahmed
Cevdet Paşa (1823-1894) Mecelle’yi hazırlayan
heyetin başkanı olup Kısas-ı Enbiyâ ve Malûmat-
ı Nafi’a eserleri meşhurdur. Diğer ilim ve
teknik sahalarda da pekçok âlim yetişip, kıymetli
eserler vermişlerdir. Edebiyat; yedi yüz yıla
yakın iktidarda kalan ve dünyânın en büyük devleti
olan Osmanlı Devleti; başta pâdişâhlar olmak
üzere pekçok şâir ve edib yetiştirdi. Dünyânın en
verimli lisanlarından olan Osmanlıca yazı ve dilini
geliştirdi. Yazma ve basma pekçoğu Türkiye kütüphâne
ve arşivlerinde olmak üzere, dünyânın
her tarafında pekçok Osmanlıca eser vardır. OsmanlIca;
devlet lisanıydı. Osmanlı sultanları halîfe
ünvânmı da taşıdıklarından Osmanlı Türkçesiyleyazılıp basılmış eserler dünyânın dört bir tarafına
yayılmıştır. (Bkz. Türk Edebiyatı)
OsmanlIlarda Devlet Teşkilâtı, Kültür ve Medeniyet
21
Eki