Şehzadeleri Sultan Yapan ‘Lala’lar
Orhan Gazi zamanında başlayan ve Sultan Murad Hüdavendigar tarafından müesseseleşen Lala- Şehzade ilişkisi OsmanlI’nın son devrine kadar devam etmiş, bir cihan devletini idare edecek şehzadeler büyük emeklerle devlet idaresine hazırlanmıştı…
Tarihin her devrinde hükümdarların, çocuklarını terbiye edip yetiştirmek maksadıyla eğitimciler tayin ettiği bilinmektedir. Bu kişiler, Türk tarihinde yaygın olarak “atabek” veya “lala” adıyla bilinir. Bunlardan atabey (atabeg-atabek) Türkçe, lala ise Farsça bir kelimedir. Lala kelimesinin manası sözlüklerde kul, köle olarak veriliyor. Lala ile aynı manada ve onun yerine kullanılan atabey, sultan veya padişah, daha umumî manada hükümdar tarafından bir eyâletin veya sancağın valiliğine tayin edilen şehzadenin, devlet idaresindeki işlerde yetişmesini sağlamak üzere onunla beraber gönderilen kişidir. Ata ve bey (beg) kelimelerinden mürekkep bu Türkçe unvan ilk önce Selçuklular devrinde ortaya çıkmıştır. Bu unvan ilk olarak Nizamülmülk’e verilmiştir. Bu itibarla atabeyliğin Büyük Selçuklu Devleti’nde çok yüksek bir vazife olduğu ve sonradan bir unvan mahiyetini aldığı anlaşılmaktadır.
İlk Lala ve Şehzadesi
Osmanlılarda lalalığın ortaya çıkışma dair kesin bir tarih vermek şimdilik mümkün değildir. Fakat bu müessesenin ilk tatbikatına dair izleri kaynaklarda bulabiliyoruz. 1302’de Orhan Gaziye Karacahisar sancakbeyliği verilmişti. Saltuk Alp da kendisine yardımcı olmak için gönderildi. Böyle bir işte şehzadenin yanına tecrübeli birisinin verilişinin ilk örneklerinden olmak itibariyle belki Saltuk Alp, Orhan Bey’in bir nevi lalası hükmünde oluyordu.
Müneccimbaşı Tarihi’ndeki şu kayıt da “lak’ vezir” vazifesinin çok erken dönemlerde tesis edildiğini gösterir: “ 1336-37 yılında Orhan Gazi, Karesi eyâletini Karesi Beyi Açlan1 Bey’in oğlu Tursun’un elinden alıp Süleyman Paşaya ikta olarak verdi.Hacı İlbeyi’ni de oğluna vezir tayin edip Karesi eyâletinin işlerini ona havale etti.” Osmanlılarda lalalığın Sultan Birinci Murad devrinde müesseseleştiğini ise Mehmed Zeki şu satırlarla kaydediyor: “O sıralarda yeni bir usul de vaz’ edilmişti. Şehzadeleri birer sancağa tayin etmek ve o suretle kendilerini umûr ve hususât-ı saltanata alıştırmak. İşte bu usul cümlesinden olarak şehzadeler küçük yaşlarda Anadolu’daki bir eyâlete gönderilir ve ümerânın değerlilerinden biri lala unvanıyla kendilerine yoldaş edilirdi.” Buradan, saraydaki küçük şehzadelere de lala tayin edildiği anlaşılıyor. Bunun örneğini Kanuni’nin oğlu Cihangir’e küçük yaşta ve sarayda iken bir lalanın tayin edilmesinde görüyoruz.
Şehzade, tayin olunduğu sancağında bir nevi küçük bir İstanbul meydana getirirdi. Hatta şehzadelerin kendi adına para bastırdıkları da olurdu.
Sancaklardaki şehzadeler en az bir oğullarını merkeze, sultanın yanma gönderirlerdi. Sultanların özellikle yaşlılık zamanlarında torunlarını yanlarına çağırtması hem onların İnsanî duygularını tatmin ediyordu hem de şehzadelerin itaatsizliklerine mani oluyordu.
Lalaların iyi ahlâklı olup olmadıklarını, şehzadelerle beraber sancakta bulunan valideleri kontrol edip icabında hükümdarı haberdar ederlerdi. Annelerinin şehzadeyi eğitip dizginlediği gibi lala da padişahın temsilcisi olarak bir nevi baba yerini alıyordu. Şehzade padişah olduktan sonra bile hem annesine hem de lalasına bir evlât saygısıyla davranırdı.
Bütün şehzadelerin ve lalalarının birbirlerine karşı davranışları aynı olmamıştır. Tabii olarak en başta şehzadelerin şahsiyetlerinin buna fırsat vermeyeceği açıktır. Meselâ Yavuz Sultan Selim, Trabzon valisi iken kendisine gönderilen şahısları ümeradan ve marifet erbabından olmadıkça kabul etmeyip ülfet eylemez ve bir bahane ile geri gönderirdi.
Bir lala ortalama üç sene civarında görevde kalmaktadır ki bu süre, ortalama bir sancakbeyliği süresine tekabül eder. Bu durum onların hem nüfuzlarının artmasını önlemiş, hem de şehzade ile birlik olup tehlikeli bir halin ortaya çıkmasına engel olmuştur
Şehzade Süleyman’ın Lalası Kasım Paşa
Bir lalanın hangi şahsî kabiliyet ve vasıflar ile mücehhez olması gerektiğini edebî bir üslup ile Selimnâme’de bulabiliyoruz. Manisa’da sancakbeyi olarak bulunan Kanuniye lala tayin edilen Kasım Paşa şöyle tanıtılıyor: “O tarihte Osmanlı sarayında defterdarlık hizmetinde eşsiz iki değerli ve olgun iyi kimse vardı. Biri adı geçen Piri Paşa, diğeri saygı mercii, bilgili, faziletli, olgun, iyilik ve lütuf sahibi Kasım Paşa’dır. Bu zat, o dönemde olan iyilerin yüzü suyu, kemâl ve irfan sahiplerinin parlak gönüllerinin misk kokusu ve anber işaretleri, iyilik ve olgunluk madeni, saygı ve şeref kaynakları, önceki ve sonrakilerin ilmini kendinde toplayan, gizli ve açık fenlerde zor meseleleri çözen, anlaşılması çok zor problemleri kaldıran, ince meseleleri anlayan, nüktedan, tatlı dilli, yumuşak huylu, zihni cevher saçan, faziletli, insaf ve adalette bizzat eşsiz Lokman, işleri yürütmede Asaf düşünceli, kanunlara hâkim, usul ve merasimde zihni sağlam, işlerin gerçeklerine muttali, gizli sırları bilen… idiler. Adı geçen Kasım Paşa, şanslı genç şehzadenin lalalıkları hizmetine atanıp, saltanat fermanı ihsanıyla, güven sembolü defterdarlık da verildi…”
Lalalar Üç Sene Görev Yapardı
Lalaların hem soy bakımından hem de meslek olarak hangi menşe’den geldiklerine dair istatistik bilgi verecek arşiv malzemesi yeterli değildir. Mevcut bilgilere göre bir lala ortalama üç sene civarında görevde kalmaktadır ki bu süre, ortalama bir sancakbeyliği süresine tekabül eder. Bu durum onların hem nüfuzlarının artmasını önlemiş, hem de şehzade ile birlik olup merkezî otorite için tehlikeli bir halin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Lalalığın hemen başlangıcından itibaren dikkat çeken nokta, zamanla kul kökenli kimselerin sayılarının artmasıdır. İlk zamanlarda yerli ümera ailelilerine mensup kimseler sayıca daha fazla iken bu oran zamanla aleyhlerinde bozulmuş, Enderun’dan yetişenler lalalık vazifesine tayin edilir olmuşlardır.
Vazifeleri ve Yetkileri Çok Genişti
Şehzadelerin saltanat makamrna geldiklerinde tereddüt ve aeemilik göstermeden devlet işlerini çekip çevirmeye muvaffak olmalarını sağlamak için sancakbeyliği bir staj mevkii idi. işte bu noktada kendilerine rehber olarak lalanın vazifeleri başlıyordu. Lalaların vazifelerini maddeler halinde şu şekilde yazmak mümkündür:
• Şehzadenin eğitim ve öğretimine nezaret etmek
• Siyasî meselelerde vukuf sağlamasını temin etmek
٠ Şehzadenin divânına vezir makamında olarak başkanlık etmek
٠ Şehzade adına serdar Olarak sefere çıkmak
• Gereken hususlarda şehzade hakkında padişaha bilgi vermek
•Şehzadenin lalası ile defterdarının aynı şahıs olması durumunda onun mâlî ve İktisadî işleriyle de meşgul olmak Lalaların genel başlıklar altında zikrettiğimiz bu vazifelerini her zaman ve her şartta yerine getirebilecek kanuni bir teminat altında oldukları söylenemez belki ama zamanla, lalaların vazife sahası genişlemiştir. Sonraki tarihlerde lalaların zahire temini, tımar tevcih ve terakkisi, vakıflarda maaş tayini, kıyıların düşman donanmasının saldırılarından muhafaza edilmesi, asayişin sağlanması ve tedbirlerin alınması, vergi tanzim ve tarhı ile ilgili hususlar, sancak dâhilindeki topraklardan geçen devlet görevlilerinin korunması, sefer durumunda harp malzemesinin temini ve ihtiyacı olan yerlere asker sevk edilmesi gibi hemen her sahadaki işlerle ilgilendiklerini görüyoruz.
Lalaların Protokoldeki Yeri, Elkâbı ve Gelirleri
Osmanlılarda lalalık da diğer müesseseler gibi bir değişme ve gelişme çizgisi takip etmiştir. Ancak lalalık, organları teşekkül etmiş bir müessese değildir. Bu, 17. yüzyılda şehzadelerin sancağa çıkışlarının sona erdiği ve eğitimlerine sarayda devam edildiği dönemde saray lalaları için teşekkül edecektir. Bundan önce aynı anda birden çok şehzade sancağa çıkmıştır ve üstelik bunların hepsi baştaki padişahın oğlu olmayrp oğullarının oğulları da olabiliyordu.
Lalaların protokoldeki (silsile-i merâtib) derecelerini ilk defa Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi’nde bulabiliyoruz: “Ve divân-ı hümâyûnumda sadırda ourrmak vüzerânm ve kadıaskerlerin ve defterdarların ve nişancının yoludur… Ve mal defterdarlarım şehzâde lalalarının üstünde otururlar…”
Padişahın oğulları ile torunlarının lalaları arasında, tasarruf ettikleri sançaklann büyüklüklerinden ve önemlerinden de anlaşılacağı gibi büyük bir fark vardır. Zira Osmanlı bürokrasisinde tasarruf edilen gelirin büyüklüğü aynı zamanda mevkinin de önemli bir göstergesiydi. Bu bakımdan lalaların haslarının veya zeâmetlerinin miktarının onların konumlarının da belirleyicisi olması gayet tabiidir.
Lalalık Tarihi Fonksiyonunu Kaybediyor
Osmanlılarda lalalığın Sultan Birinci Murad devrinde müesseseleştiğini Mehmed Zeki Pakalın şu satırlarla kaydediyor: “0 sıralarda yeni bir usul de vaz’ edilmişti. Şehzadeleri birer sancağa tayin etmek ve o suretle kendilerini umur ve hususât-ı saltanata alıştırmak. İşte bu usul cümlesinden olarak şehzadeler küçük yaşlarda Anadolu’daki bir eyâlete gönderilir ve ümerânın değerlilerinden biri lala unvanıyla kendilerine yoldaş edilirdi.”
Osmanlı tarihinde sancağa çıkan son şehzade olan, üçüncü Murad Han’ın büyük oğlu Mehmed Han, babasınm vefatını öğrenip 27 Ocak 1595’te Manisa’dan hareket ettiği sırada yanma aldığı şahsiyetlerin en mühimleri lalası Mehmed Paşa ile enür-i ahuru Ahmed Ağa idi. Sultan Üçüncü Mehmed’in oğullarından hiç biri sancağa gönderilmemiş, sultan da hiç bir oğlunu tahtın varisi olarak göstermemişti.
Bundan sonra hanedanın bütün erkek üyeleri, hayatlarını sarayın içinde geçirdiler. Şehzadelerin bu yaşayışına kafes hayatı denirdi. Kafes usulü icat edildikten sonra şehzade bir yaşında sütten kesilince kendisine bir maiyet tayin olunuyordu. Bu maiyetin üçü Hasodalılardan seçilirdi ve bunların en yaşlısı, en tecrübelisi Baş Lala unvanı ile şehzadenin yetiştirilmesinden sorumlu tutulurdu. Diğer hadım ağaları sadece lala unvanını taşıyorlardı. Nihaî bir değerlendirme yapıldığında; Osmanlılar hem atabey hem de lala tabirini kullanmışlardır. Ancak Orta Asya (Türk-Moğol) ve Selçuklu geleneğinin ortaya çıkardığı atabeylik müessesesi ile menşeini buradan alan Osmanlılardaki lalalık (atabeylik) müessesesinin gelişim çizgisi arasında bir tezat olduğu ortaya çıkmaktadır. Belki geniş bir değerlendirme ile “tekâmül” diyebileceğimiz bu değişme süreci, aynı zamanda Osmanlılarm ulaşUğı taht verâseti ve daha geniş manada hâkimiyet anlayışının vasıflarını da ortaya koyar. Başlangıçta hanedan merkezli olan hâkimiyet hakkı gittikçe yalnızca padişahın şahsında toplanmıştır. Şehzadelerin sancağa ya da eyaletlere çıkmaları bir bakıma hâkimiyetin payitahttaki hükümdardan yani merkezden taşraya dağılması demektir. Ancak Osmanlı padişahı, şehzadeye tayin ettiği lalalar vasıtasıyla dağılan bu hükmetme gücünü tekrar topluyordu. Lalaların padişaha bağlılıkları, menşe’leri ve görev süreleri nazar-ı itibara alındığında; onların kendilerinden önceki atabeyler gibi bulundukları bölgede istiklâl kazanmaları ve bir sülâle teşkil etmeleri mümkün değildi. Ancak faaliyetleri, hırslarına paralel olarak, padişah katında daha yüksek mevkiler elde etmek istemeleriyle sınırlı kalmıştır. Elbette bu otoritenin bölünmesi ve buna bağlı olarak devletin parçalanması gibi misallerini daha önceki Türk devletlerinde gördüğümüz durumların oluşmasına müsaade etmemişti. Tabii olarak da lalalık müessesesi bu haliyle Osmanlı Devleti’nin ömrünün uzun olmasındaki sebepler arasında yerini almıştır.
1. Açlan isminin okunuşunda birtakım tereddütler vardır. Bu ismin aslında Demirhan olduğu son dönemdeki araştırmalarda daha yaygın kabul görmektedir.
OsmanlI’nın son devrinde yetişen şehzadeler Ertuğrul yatında Koltukta oturanlardan sağ taraftaki Vahideddin Efendi, soldaki Abdülmecid Efendi; sandalyede oturanlardan sağdan birinci Tevfik Efendi, ikinci Ziyaeddin Efendi, sol taraftaki Seyfeddin Efendi; ayakta duranlar sol taraftan itibaren Cemaleddin Efendi, Omer Hilmi Efendi, Necmeddin Efendi, Nihad Efendi, Abdülhalim Efendi, Fuad Efendi ve Faruk Efendi
Kaynaklar: Fuat Köprülü, “Ata”, İA, I, s.712; Nizmülmülk, Siyasetname, (Haz. M.A.Köymen), Ankara 1982; M. T. Gökbilgin, “Orhan”, IA, IX, S.400; Müneccimbaşı Tarihi; Mehmed Zeki, Maktül Şehzâdeler, İstanbul 1336; BOA, K.K. Saray 7102; L.Peirce, Harem-i Hümayun, (Çev. A. Berktay), İstanbul 1996; İ. H. Uzunçarşılı, “Sancağa Çıkarılan Osmanlı Şehzadeleri”, Belleten, 49/156 (1975); TSMA, E.10292; Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar; Celâlzâde, Selimnâme; Gazavât-ı Sultan Murad b. Mehemmed Han, (Nşr. H. İnalcık-M. Oğuz), Ankara 1989; H. İnalcık, “II.Murad”, İA, VIII, s.598; H.İnalcık, “II.Mehmed”, İA, VII, s.506-507; J. Woods, Akkoyunlular, İstanbul 1993; K. Z. Taş, Lalalık; Mufassal Osmanlı Tarihi, III, s.1590-91; BOA, Mühimme 25, 2736-297; A. Özcan, “Fatih’in Teşkilât Kanunamesi ve Nizâm-ı Alem İçin Kardeş