Sözdizimsel yaklaşım: değer ve anlamlama
Göstergelerden ve aralarındaki ilişkilerden başka hiçbir şeyi göz önüne almayan her çözümlemeye sözdizimsel çözümleme denebilir.
Saussure’cü çözümleme, gösterge’yi, gösteren (yani sessel gösterge -mesela KIZ KARDEŞ-) ile gösterilenin (yani kız kardeş fikrinin) çözülmez birliği olarak tanımlar ve göstergenin de ancak, dilin yapısı içinde, öteki göstergelerle olan bağıntısı (kız kardeş/erkek kardeş/kız çocuğu gibi) bakımından bir farklılaşmışlık değeri olduğunu ileri sürer. Böyle bir yaklaşım, iki dışlamaya dayanmaktadır. Bunların birincisi, göstergenin, dildışı nesneyle göndergesel bir ilişkisi olduğunun; İkincisi, Saussure’ün söz diye adlandırdığı şeyin iletişim amacıyla fiilî kullanımının dışlanmasıdır.
Demek ki dilbilimin temel inceleme nesnesi; kendi başlarına gönderimsel bir anlam taşıyan göstergelerin basit bir dökümü olarak değil, ama karşıtlıkların salt bir işleyişi olarak dildir. Ve «Dilde, farklılıklardan başka bir şey yoktur».
Doğal diller için geçerli olan, gerekli değişiklikler yapıldığında mantıksal yapay diller için de geçerlidir. Hesap olarak işlevim görmeden önce, bir mantığın, biçimsel bir dil olarak kurulması gerekir. İyi biçimlendirilmiş formülleri (düzgün tamdeyimleri) doğuracak kuralları belirleyecek bir mantıksal sözdizimi’nin gerekliliği de, bu gerçeğin sonucudur. Standart önermesel hesapta bu sözdizimi (sentaks), sözvarlığı olarak bir atomik önermeler topluluğunu kabullenerek ve bağlayıcıların nasıl kullanılacağını belirterek, anlam taşıyan formüllerle «](p => q) » anlam taşımayan yazıları «] => f>(q) » birbirinden ayırma olanağını sağlar. Dolayısıyla, doğal dilde bir cümlenin her şeyden önce dilbilgisi açısından doğru olması gerektiği gibi, karmaşık önermelerin anlamından ve doğruluğundan önce, formüllerin sözdizimsel anlamlamanın da kurallara uyması zorunludur. Ne var ki, bu tür zorunluklann sanıldığından daha karmaşık oldukları, Bertrand Russell’ın 1901’de, sınıf kavramının kurala uymayan kullanımının, Megara Okulu tarafından ileri sürülen paradoksların benzerlerinin ortaya çıkmasına yol açtığını keşfettiği zaman ortaya çıktı. Bu tür yanılgılardan kaçınmak için Russeli, tipler kuramında, bir sınıfın kendisini öğe olarak içeremeyeceğine ilişkin bir anlamlama koşulu koşulu getirerek sözdizimsel sınırlamaları kuvvedendirmeyi önerdi. Böylece, birbirini karşılıklı olarak dı-şarda bırakan anlamlama alanları hiyerarşisi veya tipler hiyerarşisi (bireyler, bireylerin sınıfları, bireylerin sınıflarının sınıfları, vb.) ortaya konmuş oldu («Matematiğin İlkeleri», The Principles of Mathe-matics, 1903). Mesela, bir birey, bir futbol kulübünün üyesi olabi-liyorsa, böyle bir kulüp ancak bir kulüpler birliğinin üyesi olabilir.
Anlamın sözdizimsel zorunluklara bu mantıksal açıklık kazandırması, yeni mantığın, ulusal dillerin çelişkilerini ve anlam bulanıklıklarını çözmeye yarayabilecek ideal ve yetkin bir dil olarak görülmesine yol açtı. Nitekim bu doğrultuda Ludvvig Wittgenstein,
Tmcmtus Logico-Philosop>hicus (1921) adlı kitabında, mantığa transandantal (aşkınsal) bir statü tamdı ve mantıktan, öğretilerin ortaya konmasını sağlayan bir araç olarak değil, doğal dilin tuzaklarım ortaya koyan ve «düşüncenin, mantıksal aydınlığa kavuşturulmasını sağlayan bir tedavi niteliği taşıyan bir felsefe için analiz aracı olarak yararlandı. Wittgenstein’a göre ancak, mantıksal sözdizimi-ne uyan önermelerin anlamlı olduğu kabul edilmeliydi. Bu görüş, birçok felsefî dile getiriş, mantık kurallarını açıkça çiğnediği için (bunların en başında, mantıksal olarak bir önermesel fonksiyonun özelliği olan varoluşu, nesnenin bir özelliği yapan cogito gelir), metafiziğin eleştiriden geçirilmesine yol açtı. Dile getirilebilir olanın sınırlarını saptayan mantık böylece; «gizemciliğin alanını, etik, estetik ve dinî yaşantıları, anlatılamazın alanına sürdü. «Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı» cümlesini, bu bağlamda anlamak gerekir. Her çeşit dile getirilemez olanı bir yana iten Rudolf Carnap, filozofların, «Müzik yeteneği olmayan müzisyenler» olduğunu ileri sürerek {«Dilin Mantıksal Çözümlemesiyle Aietafıziğin Aşılması» 1932), özellikle bilimin yöntembilimini geliştiren bir mantıksal pozitivizm (mantıksal olguculuk) akımı başlattı.
Bununla birlikte, yapısal ve mantıksal çözümlemelerin ortaya koyduğu sözdizimsel zorunluklar, anlamın mutlak olarak gerekli olan, ama yeterli olmayan koşullarıdır. Doğal dillerin biricik amacı, cümle içindeki göstergeleri doğru olarak seçmek ve birleştirmek değildir. Nitekim, eğer sadece iyi dile getirilmiş formüller ortaya koymakla yetinilirse, mantıksal diller de içi bomboş bir oyuna indirgenmiş olacaktır. Mantığın amacı, çıkarımlarla hakikati sağlamaktır ve doğal dillerin önemi de, dilbilgisi açısından doğru olmalarının ötesinde, gönderimlerde bulunmalarıdır. Dolayısıyla, Saussure’ün dile ilişkin içkinlik postülasımn aşılması gerekir ve bu açıdan, ister doğal, ister yapay olsunlar, dillerin salt kendileri için değer taşımayacaklarını söylemek zorundayız.