Genel

MR. TOMPKINS’İN SERÜVENLERİ

MR. TOMPKINS’İN SERÜVENLERİ
George GAMOV
D rofesör konferansa ara vermeyi unutarak çoşku ile anlatıyordu-

ikinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce iki Allan kimyageri O. HANN ve F. STRASSMANN amamen yeni bir tip çekirdek dönüşümü keşfet-ler. Burada ağır bir çekirdek müthiş bir enerji çığa çıkararak iki eşit parçaya bölünüyordu, imdi göstereceğim slaytta (slayt lütfen!) sayfa 39) sol tarafta ince bir uranyum lamandan çıkarak zıt yönlere doğru uçuşan iki ranyum parçasını görüyorsunuz. Çekirdek fis-□nu olarak bilinen bu olay ilk defa nötronlarla ambardıman edilen uranyumda dikkate çarptı-ma kısa zamanda periyodik sistemin sonunda 3r alan diğer elementlerin de benzer özellikler jsterdikleri anlaşıldı. Gerçekten, öyle görünü-n ki bu ağır çekirdekler zaten kararlılığın tam nırında bulunuyorlar ve nötronun çarpması ile )ğan en küçük bir dürtü onları, aynen olması irekenden daha büyük bir cıva damlası gibi, iki ırçaya bölmeye yeterli oluyor.

Ağır çekirdeklerin bu tür kararsızlığı tabiat-neden sadece 92 element olduğu sorusunu ’dınlatıyor. Aslında uranyumdan daha ağır çe-rdekler varlıklarını sürdüremezler ve hemen ık daha küçük parçalara bönülürler. “Çekirdek iyonu” olayı pratik yönden de ilgi çekicidir. Jnkü çekirdek enerjisinin kullanılabilmesini iimkün kılar. Önemli nokta, ağır çekirdek ikiye ılünürken belli bir sayıda nötronda çıkarır. Bu ıtronlar da komşu çekirdeklerde fisyona yol arlar. Bu ise, çekirdeğin içindeki bütün ener-i, saniyenin çok küçük bir kesrinde, serbest •akan patlayıcı bir reaksiyona yol açabilir. Ya-n kilogram uranyumun sahip olduğu çekirdek erlisinin on ton kömürün enerjisine eşdeğer luğunu hatırlarsanız, bu enerjiyi açığa çıkara menin ekonomimizde çok önemli değişiklikler sabileceğini kolayca anlarsınız.

Bununla beraber, bütün çekirdek reaksiyon-ı çok küçük ölçekte elde edilebilir. Bunlar e çekirdeğin içyapısı hakkında zengin bilgiler
ÇEKİRDEĞİN İÇİ II
veriyorsa da önceleri büyük miktarda çekirdek enerjisi açığa çıkarma ümidi çok zayıftı. 1939-da Alman kimyagerleri O. Hahn ve P Strassmann tamamen yeni bir tip çekirdek dönüşümünü keşfettiler. Bu dönüşümde tek bir nötronun çarptığı ağır bir uranyum çekirdeği aşağı yukarı eşit iki parçaya bölünüyor, iki ya da üç nötronla birlikte çok büyük miktarda enerji açığa çıkarıyordu. Çıkan yeni nötronlar ise diğer uranyum çekirdekline çarparak onları ikiye bölebiliyor ve daha çok enerji ve daha çok nötron açığa çıkarıyordu. Kollara ayrılan bu fisyon işlemi müthiş bir patlamaya yol açabildiği gibi kontrol edilebildiği taktirde yüksek bir enerji kaynağı elde edilebiliyordu. Şanslıyız ki atom bombası üzerinde çalışmalar yapmış olan ve “hidrojen bombasının babası” olarak tanınan DR TALLER-KIN birçok işini bırakıp bize burada çekirdek (nükleer) bombaları hakkında kısa bir konuşma yapmayı kabul etmiş bulunuyor. Bir iki dakika içinde burada olacağını sanıyorum.

Profesör bu sözleri söylerken kapı açıldı ve içeriye ışıl ışıl yanan gözlerinin üzerinde koyu ve gür çalılıklar gibi kaşları olan etkili görünüşlü birisi girdi. Profeskrün elini sıktıktan sonra dinleyicilere döndü.

‘‘Hölgyeim es Uraim” diye söze başladı “Röviden keli beszelmem, mert nagyon sok a dolyom. Ma reggel több megbeszeelesem volt a Pentagon-ban es a Feher Haz-ban Delutan… Hay Allah, çok özür dilerim!” Bazen hangi dille konuşacağımı şaşırıyorum. Tekrar başlayayım
Her ne kadar isimleri birbirine benziyorsa da fisyon ve füzyon tamamen farklı işlemlerdir.

A) Bir diopsid kristalindeki atomlann Brag tarafından çekilmiş fotoğrafı. daireler içinde kalsiyum, magnezyum, silikon ve oksijen atomları görülüyor. I*

me 100.000.000 kadardır. 1^1

B) Bir nötron tarafından çarpılan uranyumdan çıkarak zıt yönlere uçuşul1 fizyon parçası.

C) Nötral lambda ve anti-lambda hiperonlannın meydana gelişi ve bozunum».
Bayanlar, Baylar! Konuşmamı kısa kesmeye mecburum. Çünkü çok meşgulüm. Bu sabah Pentagon da ve Beyaz Saray’da birkaç konferansa katıldım. Öğleden sonra da Nevada’daki French Flats’de yapılacak olan yeraltı deneme patlamasında bulunmam gerekiyor. Akşam da Kaliforniya’daki Vandenberg hava üssündeki yemekte bir konuşmam var.

“Esas nokta atom çekirdeğinin iki tür kuvvet tarafından dengelenmiş olmasıdır: Çekirdeği bir bütün olarak tutmaya çalışan çekici çekirdek kuvvetleri ve protonlar arasındaki itici elektrik kuvvetleri. Uranyum ve plutonyum gibi ağır çekirdeklerde itici kuvvetler üstün gelir ve çekirdek en ufak bir dürtü ile çatlayıp iki fisyon ürününe bölünmeye hazırdır. Böyle bir dürtüyü de çekirdeğe çarpan tek bir nötron yapabilir.”
ip flayoı

Tahtaya dönerek devam etti. “Burü4^ „^ll0 yapabilen bir çekirdekle buna çarpan I’ u)tr _ı görüyorsunuz. İki fisyon parçası takribo1 vyöıılor yon elektron volt enerji taşıyarak zı* ayrılıyorlar ve taze fisyon nötronları ^tiron kı atılıyor-hafif uranyum izotopunda ikil1 gonr dar, plutonyum da ise üç nötron kadf^.^ıim ^ bölünmeler devam ediyor. Tahtada mndci

reaksiyon ilerliyor. Eğer fisyon yapabil’^ 1 f|Syr parçası küçükse fisyon nötronlarının Ç*1 ç,^., yapacak bir çekirdeğe çarpamadan yıı/\nl lar ve zincir reaksiyon da asla başlayar’*1 rijtık ki parça büyük olduğu zaman, yani bizim |<,

le dediğimiz kütlenin çapı 8-10 cm. P

/\V* ‘I*5’ v’1

nötronların çoğu içeride kalır ve patlan ^ m |)(1( leşir işte çoğu zaman yanlış olarak a* u)0rn|,n bası diye isimlendirilen ve bizim fisyor*

dediğimiz şey budur.

İllindeki atomları*1 Brag tarafından çekilmiş fotoğrafı. Köşede magnezyum, silikon ve oksijen atomları görülüyor. Büyüt-
uranyumdan çıkarak zıt yönlere uçuşan iki
ınti-lambda hi peron lannın meydana gelişi ve bozunumu.
nijmı kısa kesmeye ı^Sulüm. Bu sabah pen-birkaç konferansa Nevada’daki French \^rJtı deneme patlama-pr Akşam da Kalifor-% «üssündeki yemekte

\ ^değinin iki tür kuV-* * ?olmasıdır: Çekirdeği yılışan çekici çekirdek ^ basındaki itici elektri •< lutonyum gibi ağır çe-‘””istün gelir ve çeki r-le çatlayıp iki fis-hazırdır. Böyle b«r sı tek bir nötron yap^1*
\( * fi

i1
Tahtaya dönerek devam etti. “Burada fisyon yapabilen bir çekirdekle buna çarpan bir nötron görüyorsunuz. İki fisyon parçası takriben bir mil yon elektron volt enerji taşıyarak zıt yönlere ayrılıyorlar ve taze fisyon nötronları da dışarı atılıyor-hafif uranyum izotopunda iki nötron ka dar, plutonyum da ise üç nötron kadar. Sonr£ bölünmeler devam ediyor. Tahtada çizdiğim gib reaksiyon ilerliyor. Eğer fisyon yapabilen madde parçası küçükse fisyon nötronlarının çoğu fisyor yapacak bir çekirdeğe çarpamadan yüzeye çıkar lar ve zincir reaksiyon da asla başlayamaz. Ama parça büyük olduğu zaman, yani bizim kritik küt le dediğimiz kütlenin çapı 8-10 cm. kadar ise nötronların çoğu içeride kalır ve patlama gerçek leşir. işte çoğu zaman yanlış olarak atom bom bası diye isimlendirilen ve bizim fisyon bombas dediğimiz şey budur.

itlerin periyodik sisteminin diğer ucunda ça-ırsa, yukardaki olay tersine döner, iki ha-jekirdek birbirine dokununca, aynen çay tandaki iki cıva damlası gibi hemen birleşirler. Dİay yalnız çok yüksek sıcaklıklarda meydana sbilir. Çünkü elektrik itme kuvvetleri yakla-hafif çekirdeklerin birbirine değmesini önler. ] sıcaklık milyonlarca dereceye çıkınca, ;trik itme temasa engel olamaz ve füzyon iş-i başlar. Füzyon işlemi için en uygun çekir-döteron, yani ağır hidrojen atomlarının çe-eğidir. Resimde sağda döteryumdaki termo-leer reaksiyonun basit bir şemasını görüyor-jz. Hidrojen bombasını ilk düşündüğümüz za-ı bunun dünya için bir nimet olduğunu sanlık. Çünkü dünyanın atmosferinde yayılabilecek lir radyoaktif fisyon ürünü meydana getirmi-iu. Ama böyle “saf” bir hidrojen bombası »madik. Çünkü okyanuslardaki sudan elde ebilecek olan döteryum en iyi nükleer yakıt ama kendi başına yanamıyordu. Bu sebepten sryum özü, ağır bir uranyum kabuğu ile çev-mek zorunda idik. Bu kabuklar çok miktarda on parçaları meydana getiriyorlar. Bazı kim-ır de ona “kirli” hidrojen bombası diyorlar-zer güçlükler, kontrol edilebilen termonük-

■ döteryum reaksiyonlarının planlanmasında karşımıza çıktı. Bütün gayretlere rağmen he-bunu başarmış değiliz. Ama eninde sonunda problemin üstesinden gelinebileceğine emi-

Dileyicilerden birisi “Dr. Tallerkin tüm dün-nüfusunda zararlı başkalaşımlar yaratan fis-ürünlerinden hiç bahsetmediniz!?” diye Ju.

Dr. Tallerkin gülümsiyerek “Başkalaşmaların si zararlı değildir- Bazıları nesillerin gelişimi-yol açabilir. Yaşayan organizmalarda böyle lerle başkalaşımlar olmasa idi, siz ve ben
■ riMiaı

EN GÜÇLÜ ELEKTRO MIKNATISI

Kendi türünde dünyanın en güçlü nükleer hızlandırıcısının en önemli parçasını oluşturacak bir elektromıknatıs, Michigan Eyalet Üniversitesi’nde başarıyla tamamlandı. Araştırmacılar mıknatısın büyük gücünün, onun parçalan masına yol açabileceğinden endişeleniyorlardı. Süper iletken bir elektrik bobininden enerji alan mıknatıs, şimdiye kadar denenenlerden daha ağır çekirdekleri siklotron çevresinde hızlandırarak bir hedefe yöneltecek. Araştırmacılar bu durumda, evrenin yaratılışındaki koşulların benzerinin yapay olarak sağlanabileceğini söylüyorlar.

şimdi birer amip olabilirdik. Hayatın evriminin tamamen tabii başkalaşımlara ve en kuvvetlinin varlığını sürdürebilmesine dayandığını bilmiyor musunuz?”

Dinleyiciler arasından bir kadın sinirli bir şekilde bağırarak “Yani, hepimiz düzinelerle çocuk meydana getirip, en iyi birkaçını alıkoyarak diğerlerini imha mı edelim?!”

Dr. Tallerkin ‘‘Sayın Bayan” diye söze başlamıştı ki, tam o anda anfinin kapısı açıldı ve pilot elbiseli, bir adam içeri girdi.

‘‘Efendim acele etmelisiniz! Helikopteriniz dışarıda sizi bekliyor. Hemen hareket etmezsek havaalanında az sonra kalkacak uçağa yetişeme-yeceğiz.”

Dr. Tallerkin dinleyicilere ‘‘özür dilerim. Gitmem gerekiyor. İsten velük!” dedi ve ikisi hızla dışarı çıktılar.

Çev: Doç Dr. Tuncay İNCESU
SİZ OLSAYDINIZ ?
Çözüm : 1. c7 Kd6 2. ŞbS Kd5 3. Şb4 Kd4 4. Şb3 Kd3 5. Şc2! Kd4! (Şaheser bir savunma. Eğer beyaz Vezir çıkarsa 6. c8V? Kc4 7. Vxc4 pat) 6. c8K (Şimdi hem pat yok hem de a8 karesinden mart istiyor.) 6. Ka4 7. Şb3 ve kazanır. Hem kaleyi İstiyor hem de cı den mat yapıyor. (F. Saavedra. 1895)

Çözüm : 1. Şg7 Şb6 2. Şf6! h4 3. Şe5! h3 4. Şd6 h2 5. c7 Şb7 6. Şd7 beraberlik. (Ric-hard Reti, 19281

Çözüm : 1. Şe7! g5 2 Şd6 g4 3. e7 Fb5 4. Şc5! Fd7 (4. g3 5. Şxb5) 5. Şd4 Şb7

G. Şe3 Şc7 7. Şf4 Şd6 8. e8V Fxe8 9. Şxg4 beraberlik (Richard Reti. 1928)

CAĞLAR BOYU BİLİM YE TEKNİK ADAMLARI

Yazan ve Resimleyen Erdoğan SAKMAN
PACİOLİ,

Luca

1445 — 1514 İtalyan Matematikçi

Paciol’ı, çocukluğundan beri her şeyi merak ediyor, özellikle sayılar ve şekiller dünyası matematikle büyüleniyordu. Karar verme yaşına gelince, geçim derdine düşmeden matematiği öğreneceği yerin manastırlar olduğunu görerek din adamlığını seçiyordu.

Papaz arkadaşları evlere kolayca girip çıkabildikleri ve saygınlık gördükleri için sözlerini dinletebiliyorlardı. Onların ana ve babalara önerileriyle Luca, evlerde ders veren bir matematik öğretmeni oluyordu. Pacioli’nin matematiğe olan bu sevgisi, sevilecek yapılan her iş gibi, konuyu iyi öğrenmesini sağlıyor, Venedik, Minorit, Perugia, Napoli, Mailand ve Floransa kentlerinde matematik profesörlüğü yapıyordu. Bunlardan Floransa’da DA VİNNCİ ile tanışıyor, yapıtlarını matematik ilkelere göre düzenleyen sanatçı ile ortak yönleri, ömürlü bir dostluk kurulmasını sağlıyordu.

Arkadaşı Da Vinci’nin, yapıtlarıyla tanındığını ve böy-lece ölmezler arasına gireceğini gördüğü için önce “Summa de Ariihmetica, Geometria, Proportioni et Proportionalita” kitabını yazıyor özellikle “Altın Oran” üzerinde duruyordu. Daha sonra yazdığı “Da Divina Proportione” adlı kitabının şekil ve resimlerini de Da Vinci çiziyordu.

Hint matematikçisi Bhaskara’nın aritmetiğini çeviriyor, o günlerde başlayan ve bugün genelleşen rakamları, kazığa bağlanıp yakılma korkusu duymadan kullanıyordu. Bunu büyük günah ve kiliseye hakaret olarak görebilecek çevreleri yatıştırmak için Egeli ve Mısırlı matematikçilerden de söz ediyor, özellikle Theon’un unutulmuş karekök alma işlemini gösteriyordu. Verilen sayının fS) karekökünü yaklaşık bir sayı (A) olarak buluyor, gerçek kökü (A ı x) varsayıyordu. Bunlara dayanarak:

şeklini çiziyor ve S fA : x )2 yazıyordu. Buradan açılımı S A2 2Ax xJ ve S — A2 2Ax x2 vo da x’ çok küçük bir değer olduğundan; x (S — A2) 2A

formülüne ulaşıyordu Örneğin (2) sayısının karekökünü. A 1.4 alarak, x – (2.1.9 ‘2.8 den x 0.014 hesaplıyor Ye A 1.4 olduğundan iki sayısının karekökü nü 1 414 HA 0.014) buluyordu

Bir doğru parçasını, bir bHlümü bir birim ve diÇer bölümü (A) birim alarak ayırıyor ve < A 1) A A eşitliğini gerçekleştiren değere ALTIN ORAN diyordu. Bu,

A* — A — 1 0 denkleminin artı işaretli kökü oluyor
o A Ax
Ax 2 A

1,629
34/21 = 1618
PHIDlAS’tan YARALI AMAZON
1.618 A
ve A 1.618 bulunuyordu. Kenarları ALTIN ORAN’da olan dikdörtgene de “ALTIN dörtgen” diyor, kenarı küçük kenar olan karelerden bu dörtgen içine gittikçe küçülen sonsuz sayıda kare çizilebiliyordu. Pacioli bu durumu genelleştiriyor, altın çokgen ve sicimler elde ediyordu.

Doğada yaprakların saplar üzerindeki dizilişleri, ayçiçec/i tohumları dağılışı gibi Altın Oran’a uygun oluşumları estetik kıstası kabul ediyor, özellikle heykeltıraş Phidias’ın Athena heykellerini bu oranda yaptığım bildirmesi Pacioli’yı her şeyde onu aramaya itiyor, çoğunlukla bu oranı bulduğu için artık “Tanrısal Oran’dan” söz ediyordu.

Nitekim Phidias’ın, hiç kuşkusuz, çok sayıda insanı ınceleyer4k ulaştığı sonuçlara altın oranı, Pacioli heykellerden hesaplıyordu. “Yaralı Amazon’da” örneğin tam boy 34 birim alındığında, baştan kuyruksokumuna kadar 21 birim (34/21 = 1.618), baştan göğüs uçlarına kadar 8 ve tepeden kuyruksokumu uzaklığı 13 birim (13/8 “ 1.625) ve göğüs uçlan ile kuyruksokumu uzaklığı 5 ve baştan göğüs uçları uzaklığı da 8 birim (8/5 = 1.6), altın oranlarını buluyordu. Ortalamada beliren bu ölçüler ideal sayılıyor ve bu yaklaşım ileriki yıllarda “istatistik” kavramına ve toplulukların “ortalama”, “orta” gibi özelliklerle ifade edilerek çok sayıdaki şeylerin anlaşılmasına yol açıyordu
Ayçiçeği Tohumlan Dizilişi Ortalama çap : 13-15 cm.

34 yay sağa, 55 yay sola Altın Oran : 55/34 = 1.618

PARACELSUS, Philippus Aureolus

1493 — 1541

İsviçreli

Hekim ve Simyacs

Asıl adı Theophrastus Bombastus von Hohenheim idi. Romaiı hekim Celcus’un yapıtları daha yeni Latince’ye çevrilmiş ve tıp çevrelerinde derin etkiler uyandırmıştı. Bunu haksız bulan Philippus üstünlük sanısını “Celsus’dan daha iyi” anlamında “Paracelsus” takma adını kullanarak gösteriyordu.

Babası hem iyi bir hekim hem kitap seveceni idi. Bu iki durum onu tıp alanına çekiyor, kitaplığı tamamen gözden geçiriyor ve bu başlangıç hızı ile 17 yaşında tıp fakültesine giriyordu. Fakat belli bir yerdeki bilgiler onu doyurmuyor, bilgi edinebileceği yer neresi olursa olsun gidiyordu. Aşırı tartışmacılığı aydın çevrelerde uzun süre kalmasını önlüyor, “işe yaramaz eskilerin etkisinde” dediği bu kişilerden ayrılıp gerçekleri deneylerden öğrenmek amacıyla çevresini berberler, cellatlar, hamamcılar, çingeneler, ebeler ve falcılar arasında genişletiyordu. Hem bu, hem 8-10 dili konuşabilmesi, halk tababetinin derinliklerine inmesini sağlıyodru.

Yalnız Hippocrates’i tutuyor. Galen ve İbni Sina’nın yapıtlarım halkın gözü önünde yakıyor, bu gösterilerle adını yerleştirdiğine inanarak hasta kabul ücrctini ödemeyecek düzeylere yükseltiyor; fakat kendi değeri üzerindeki İsrarı üzerine Basel kentinden çıkarılıyordu.

Kendinden önce sahte Cabir, Albertus Magnus ve Conelius Agrippo olmakla birlikte eczacılık biliminin piri sayılıyor hatta inanılmaz yetenekli Basil Valentine takma adlı Johann Thölde’nin sihirli ilaçlarının temelinde Paracelsus aranıyordu. Çünkü simyadan kimyaya geçişin başlangıcı sayılıyordu Simyanın amacının altın elde etmek değil hastalıkları iyileştirecek ilaçları bulmak olduğuna inanıyordu. Daha sonraları bu inanışı “Tıp Kimyası” adlı bir düzen olarak geliştiriliyor, kuşkusuz konunun tanınıp yaygınlaşmasında paracel-sus’un ağız kalabalık’ğının büyük etkisi oluyordu.

Paracelsus’dan önce kullanılan maddeler genellikle bitkilerden elde ediliyordu. “Laudenum” adını verdiği bitki kökenli uyuşturucu eriyiği, ilk kullanan olmakla birlikte madenlerin önemini vurguluyordu. Bununla vardığı sonuçlar da her zaman sevindirici olmuyor, kendine aşırı güveninin yarattığı inadı yüzünden zehirli olduklarını bile bile cıva-ve antimuan bileşikleri kullanmaya yineliyordu. Simyanın İlaç falcılığına, Egelilerin dört temel elemanına inanıyor, Müslüman kimyacıların cıva, kükürt ve tuz kuramlarını kabul ediyordu. Yaşam suyunu (eliksir) filozof taşı kabul ediyor hatta onu bulduğunu söyleyerek, ölümsüzlüğünü ileri sürüyordu. Fakat daha elli yaşına ulaşamadan içtiğ* meyhanede çıkardığı kavgada aldığı yaradan ölüyordu.

Cabir ve Razı’nın buldukları güçlü asitlerle eczacılığa başlıyor, ürettiği ilaçlar oldukça yaygın başarılar sağlıyor lardı. Fakat Güneş’in kalbi, Ay’ın beyni, Jüpiter’in karaciğeri, Satürn’ün dalağı, Merkür’ün ciğerleri, Mars’ın safrayı ve Venüs’ün böbrekleri yönettiklerine inanıyordu. Deliliklerin şeytanla ilgisi olmadığın» savunuyor, inmelerin beyin redelenmelerinden ileri geldiğini söylüyordu.
celsus, ilk kez çinkoyu tanımlıyor, meslek hastalıkları konusunda öncü oluyor, hastalıkların ülkelere göre farklılıkla rım gösteriyor, madensel suların tedavi nitelikleri olduğu nu buluyor, suların analizlerini yapıyor hatta yaşamı boyunca yaptığı gözlemlerine dayanarak “güçlülerin yaşayaca-V’ konusunda Darwin’e öncülük ediyordl.

BRAGG, William Hetıry

1862 — 1942 İngiliz Fizikçi

Bragg, sonradan çiftçi olan, usta denizci babasının önderliğinde tanıştığı sayıları ve düzenli şekilleri seviyordu. Bu erken sevgi lise sıralarında derin bir matematik ilgisine dönüşü yordu. Matematikte sınıf üçüncüsü olarak, okulu bitirdikten sonra üniversitede Rayleigh ve J.J. Thomson yönetiminde fizik öğrenen Bragg, yirmi dört yaşında, Avusturalya’nın Adelaide Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oluyor ve burada 1908 yılına kadar kalıyordu.

1903 yılında Avusturalya Bilimsel Gelişme Birliği önünde yaptığı konuşma, Bragg’ın yaşamının akışını değiştiriyordu. Açıklamaları, radyoaktivite ve atom yapısı hakkındaki Be-querel, Curie’ler ve diğer araştırmacıların buluşlarıydı. Öğrencilere anlatırken seven, ilgilenen ve /öğrenenler gibi Bragg da o andan başlayarak radyoaktivite üzerinde derinleşmeyi kararlaştırıyordu.

Işıma sırasında alfa parçacıkları yayıldığına göre, bunların belli bir enerji yükü ve dalga boyları olmalıydı. Bragg. 1904 yılında ele geçirdiği bir miktar radyumdan yararlanarak, yayılan alfa parçacıklarının birbirinden kesinlikle ayrılabilen birkaç dalga boyunda olduğunu saptıyordu. Bu, Rutherford’un “ışıma yapan elementler, aşama aşama çözülürler ve bu nedenle farklı dalga boylarında yayılırlar” kuramına anlam kazandırıyordu.

Bragg, yayılan alfa parçacıklarının değişik dalga boylarından anlaşıldığını kesinlikle saptıyor ve yalnız bu gözlem bile, ışınım konusunda adını yaygınlaştırıyordu. Fakat kimi bu ışınımların ses dalgaları benzeri parçacıklar olduklarını ileri sürüyor, Barkla da elektromanyetik diyordu. Her ne olursa, olsun dalga boyunun ölçülmesi gerekiyordu. Işınların dalga boyları, insan eliyle yapılmış işaretli cetveller üzerinde ölçülüyordu. Fakat çok kısa dalga boylarını ölçecek sıklıkta cetvel yapmak olanaksızdı.

Bu güçlüğü gidermek için, Laure’nin kristallerin düzenli sıralanmış atom yapılarından yararlanılabileceğini ileri sürdüğünü duyan Bragg, durumu henüz üniversitede fizik öğrencisi olan oğlu W.L. Bragg’a açıklıyordu. Baba ve oğul işbirliği yaparak, x-ışın!arının dalga boylarını ölçecek yöntemleri geliştiriyordu, ve bu çabalar, kristallerin içyapıları-nı ayrıntılarıyla anlamaya yaradığı için 1915 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü birlikte alıyorlardı.

Oğlunun bu çalışmaya gösterdiği ilgi ve başarılı araştırmaları Bragg’a, bilimsel sorunlar gençliğe onların, kavrayabilecekleri biçimde sunulduklarında, buluşlar yapabilecekleri fikrin» veriyordu. Bu amaçla, herkesin anlayabileceği dilde yazılar yazıyor ve bunları “Eşyanın Yapısı Üzerine” adlı yapıtında topluyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nda çıkardıkları sesleri dinleyerek denizaltıların yerlerini saptama yöntem ve aygıtlarını geliştiren Bragg, bilimsel çabalarını ülke savunmasına yöneltiyordu. Bragg, İkinci Dünya Savaşı’nda Gıda Bilim Komisyo

ZSİGMONDY, Richard Adolf

1865 — 1929 Alman Kimyacı

Zsigmondy, babasının hekim olması nedeniyle tıp konuları, özellikle laboratuvar araç ve gereçleriyle küçük yaşta tanışıyor, görevlerini ve işleyişlerini biliyordu. Ortaeğitiminden sonra organik kimyaya ilgi duyuyor ve 25 yaşında doktorasını tamamlayarak Münih Üniversitesi’nden ayrılıyordu. Fakat daha öğrencilik yıllarında Kundt yönetiminde çalışıyor, porselenler üzerine sürülen altın çözeltilerinin yarattığı parlak renk lerle büyüleniyordu.

Böylece Zsigmondy, temellerini bir kuşak önce Graham’ın attığı, asıltılar (kolloidler) kimyasına giriyordu. Bir süre Graz Üniversitesi’nde çalışıyorsa da tutkunu olduğu renk ler dünyası için düşündüklerini uygulama olanağı bulamayan Zsigmondy, Jena Cam Fabrikaları’na geçiyor ve altın asıltısı üzerinde duruyordu. O sıralarda bu olayın kimyası hakkında pek az şey biliniyor, aslında genel olaak asıltıların nasıl inceleneceğini kimse açık ve seçikçe söyleyemiyordu. Asıltıdaki altın o kadar küçük parçalar halindeydi ki, suda veya başka bir çözücüde de asılı kalıyor, koyu kırmızı veya pembemsi renk veriyordu.

Kimyacıların problemi, bilinen mikroskoplar ile bu son derece küçük parçaların incelenememesiydi. İnceleme yönteminde yapılan geliştirmeler de sonuç vermiyordu. Çözümü sınırlayan engel ışığın yapısından ileri geliyordu. “O halde,” diyordu. Zsigmondy “parçacıkların incelenmemesinin nedeni, boyutlarının, görünen ışığın dalga boyundan bile küçük olmasındandır.” Yani mikroskop mercekleri ne kadar iyi olursa olsun, asıltıdaki parçalar gözlenemezler. Fakat asıltıdaki parçacıklar “Tydall Etkisi” gösterecek; yani ışığı dağıtacak boyutta olmalıydılar.” İşte bundan yararlanılabilir,” diyordu. Işık asıltının içinden geçirilirse ve mikroskop ışık demetine dik gelecek biçimde ayarlanırsa, ancak dağılan ışık mikroskoba girebilirdi. Asıltının parçacıkları ayrıntılı olarak görülmese de ışıklı noktalar olarak sayılabilir ve hareketleri incelenebilirdi. Bundan, parçacıkların boyutları ve belki de biçimleri saptanabilir.

Zsigmondy düşündüklerini uyguladı; fakat bulduğu sonuca ve ileri sürdüğü kurama inanacak kimse bulamıyordu. Bunu ispat etmenin tek yolu, çok küçük cisimleri gösterecek fiOçts bîr mikroskop yapmaktı. Bu amaçla cam fabrikalarındaki işinden ayrılıp bir fizikçi ile birlikte düşündüğü mikroskobu gerçekleştiriyordu. Hemen asıltılar üzerindeki çalışmalarına başlıyor ve çok kısa bir sürede ileri sürdüğü fikirlerin yanlışlığını görüyor; fakat kendisine karşı olanların kuramlarım doğruladığını söylemekten de çekinmiyordu. Bunun üzerine -Göttingen Üniversitesine atanıyor, çok başarılı bir laboratuvar kuruyor ve yaptığı önemi’ çalışmalar / Dializ : gerçek bir çözeltideki asıltıyı içinde bulunduğu maddeden yarı geçirgen bir zar kullanarak ayırmak ki, bu
İyonik Bağ
gün yapay böbreklerin temel işleyişidir. Ull^
sınçla ayrılmasını sağlayan gereç^ ned*’

Nobel Kimya Ödülü’nü alıyordu. , ‘

Zsigmondy’nin bulduğu ultra mikroskop, /*

incelemelerinde önemini korumakla birlj^jf, ^ Zv/o’*1*1 yültmenin gerektiği alanlarda bir kuşak sörf* bulduğu elektron mikroskobu kullanılmakta^

GUİl/1^

Ch/S,

E<938>

J861 w

Fransı* a

Çeşitli tali* duy.^rl’ ler, kronometre^ aletleri, met,, ljn •>’ pımlarında M1
Uç oğlu
birlikte çalışan Guillaumc
•ncar’ı b^,
.tt V* ,,

saat yapıırıcısıydı. Ingiltere’de kalmayıp pmc|t anı”
babası da aynı işi yürüten Guillaume, zenler, duyarlı ölçmeler hakkında daha sahibi oluyordu.

Ortaöğrenimi sırasında çok iyi olan mat{l
ik y*
M
dok lor
sitede daha da ilerleten Guillaume, 22 ya?|f1 (jaylı#^1 sını tamamlıyordu. Kısa bir süre topçu ^ bult^0*” günlerde hem matematiğini uygulamak olar^jan f^anıYf>Ml de kullanılan metallerin özelliklerini yaK|f1f1 def Bu bilgileri ve çocukluk yıllarından başlına ’*■

Uluslararası Ağırlıklar ve Uzunluklar Kuru111 sacîıyordu. ı^bre dağ

ıere 9 ,

Bu kurum, bütün dünyada kişi ve ülk^ ye* r,f,VM0S meyen ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerin**1 diğer^
uğraşıyordu. Sıcaklıkla değişmeyen, hava
#uk biri
maddelerden etkilenmeyen standart ağırlık 4* sonu<^* v*r*Yl

^önlüyor
leri için platin ve iridyum alaşımı çok ;y’
nılnbilr
fakat pahalılığı, çeşitli yerlerde kullanıl^’ |<u||af

Problem, saatlerde, ölçü aletlerinde sürekl* eufc^ü^’

. . . J ^ ____ı
ucuz alaşımların elde edilmesiydi. Saf ni^’ gundu; fakat uzunlukları artınca çatlakla
şortlu Juşu^r

krnnv
ha sonraları
75 demir,
22 nikel v* hatta*
oluşan alaşım kullanılıyor, çoğu özellikler’1 jstei/*”m1*V<”n alanda etkilenmemesi uygun bulunuyor; fak^*

l^klaftlrai
çüde genleşiyordu.
<jerçe!
yani amacı tanımlayan çeşitli öSelere uya*^ yönt^*cn1^1 de edilmesiydi. Guillaume, problem çSıüı*1 (d aş ır^’1ın’ biri olan “Olasılıkları Gözden Geçirme” mac^*n^r * lamayı kararlaştırıyordu Çünkü kullanılacak ,,rı»ır»^,*r,h’ idi ve çözüm, denemelerle bunların en !y| V

ön^ca kull

tmuS’ur l,llo’|r
etmekti.

Fakat problem içindeki yeni bir

artı dört derece sıcaklıktaki bir litre arı i** <>|clu#^unu ^ rak tanımlıyordu. Ayrıca, litrenin 1.000 en1 /-mel«^r ediyordu. Daha sonraları yapılan duyarlı u <jö*,t*r,yCM
Guillaume, yaptığı çok çeşitli deneyim
s*-.
kısım demir ve beş kısım nikîl karışımdı’ ;$ern/


Kısmen iyonik nitelikli

rinde kullanılması Tovvnofc Mator’i buluncaya kadar yor; fak.il uzun kür* duyarlı ölçmelero olanak sağlıyan lauıne’un bu çabaları, 1920 yılı Nobel Fizik Ödülü ile landırılıyordu.

VVERNER, Alfred

186R – 1919 İsviçreli Kimyacı

Demir işçisi olan babası, kimi işlerini önce evinde deneyerek doğruyu bulmaya çalışıyor sonra uyguluyordu. Babasından gördüğü bu yöntem Werner’in bütün yaşamı boyunca uyguladığı temel araştırma yaklaşımı oluyordu.

Ortaöğrenimini yaparken büyük bir ilgi duyduğu kimya melerini babasından gördüğü evde çalışma alışkanlığı-etkisiyle kurduğu laboratuvarında yapan Werner, daha «ekizine gelmeden önemli çalışmalar gerçekleştiriyordu, ırrslte yıllarından sonra Alman ordusunda bir yıl görev for) fakat araştırma arzusunu gerçekleştirmek için ora çalışmasını Zürih’te tamamlıyordu. Bunu da ye-bulmayan Werner, ustaların yanında bilgisin? ilerleîmek »rdu. Bu amaçla, Paris’e Berthelot’nun yanma gidiyor deneyimlerini zenginleştiriyordu.

Doktorası, merkezsel bir azot atomu çevresinde atomla-uzaysal konumlarını ele alıyordu. Amacı, Kipping ve gibi Van’t Hoff ve Le Bel’in kömür atomu için öner-■rlnl kömür atomu için genelleştirmekti. Werner, daha maları bitmeden Pope’un da önüne geçiyor kobalt, krom odyum gibi metaller çevresinde optik yönden etken biler elde ediyordu. Optik yönden etkinlik, doğal ışığı düzlemde toplayan kimi maddelerin, bu düzlemi sağa sola bükmesiydi. Bu çalışmalarıyla inorganik bileşik-optik izomerleri sorununa da açıklık getiriyordu. Cekute’nin “kimyasal bağ” kuramı organik bileşiklere ‘iyla uygulandığı halde, aynı düşünceler inorganik mo-lerın oluşumunu yeter?nce açıklayamıyordu. Arrhenius ilk bağ” savını ileri sürüyordu. İyonik bağ, kimi elek-arını paylaşarak bağlanan iki elementten bîrinin atom değine elektronlarının daha yakın olması; yani o elek-ı çekirdekten ayırmak için daha büyük bir enerjinin mesiydi. Öyle ki, bu bağlanma sonucu oluşan birleş-lyon oluyordu. Öte yandan Kekulö “kovalent baft” ya-rleşen iki atomun çekirdekleri çevresinde simetrik elek-dağılışını, ileri sürüyordu.

Verner, iki yaklaşımın da açıklayamadığı kimi durum-“molekül yapılarının koordinasyon kuramı” ded;ği bir görüşle ele alıyordu. VVerner’e göre atomlar veya grupları, bağ değerleri ne olursa olsun, merkezde bu-ı bir atom çevresinde belli geometrik biçimlerde top-orlardı. Koordinasyon kuramı, kimyasal yapıların an-nasını son derece kolaylaştırıyor, hatta daha önceden ermez görünen birleşmeleri açıklayabiliyordu. Böylece ci| ve Werner’in kuramı sonucu ikincil bağ kavram-çıkıyor, bu ikilemin giderilmesi bir kuşak sonra ing tarafından başarılıyordu.

Jo yazık ki Werner, bütün bu çalışmalarını ve derslerini k”tü durumdaki bir binanın mahzenlerinde gerçekleştiri-buna karşın ilginç konu ve açıklamalarıyla büyük bir ıci ve dinleyici kütlesini çekmeyi başarıyordu. Bunu için ödül savmakla vetinivorsa da başarıları kütleler-
di «İn tanınıyor ve 1913 yılı Nobel Kimya Ödülünü alınanıyla belirginleşiyordu.

NİCOLLE, Charles Jule Henri

1866 — 1936

Fransız Mikrobiyolog • Hekim

Nicoile, hekim olan babası nın izinden gidiyor, onun profesörlük yaptığı Rouen’de tıp fakültesini tamamlıyordu. O zamanlar mikrobiyoloji daha yeni gelişiyordu. Nicoile, hastalıkların tedavisinde daha etkili olmak için bu konuyu öğrenmek istiyor ve Pasteur kuruluşunda ek eğitim görüyordu. Böylece önemli çalışma alanı beliriyor, konusunu büyük bir arzu ile izliyor ve dinlendirici olur düşüncesiyle de ara sıra romanlar yazıyordu.

Daha sonraları açık bulunan Tunus Pasteur kuruluşu müdürlüğüne atanan Nicoile, onsekizinci yüzyıl sonlarındaki birçok hekim gibi (Reed, Leisham örneğin) sömürgelerde Örnekleri bol olan hastalıklar üzerinde kolay araştırma olanakları buluyordu. Bu hastalıkların başında tifüs geliyor, aynı hastalığı Kuzey Yarıküre’de incelerken hastalanıp ölen Ricketts’in kaderine benzer bir durum yaşamaniaya dikkat ediyordu.

Ricketts örneği, Nicolle’ü her şeyi dikkatle gözlemeye yöneltiyor, hastane dışındakilerle ilişkisi olanların hastalanmalarına karşın, gözaltın. a bulunan hastalar arasında yayılma olmadığım görüyordu. Hatta hasta ziyaretlerin» giden ve hastaları ■ îianeye kabul edenler de tifüse yakalanıyorlardı. Hastane dış.nda bulunanların çevreleri denetlenemeyeceğine göre hastalığın ideni, hasta kabul düzeni incelenerek bulunmalıydı. Gelen hastaların elbiseleri tamamen çıkarılıyor ve kendileri de tepeden tırnağa sabun vg su ile yıkanıyorlardı O halde, sorunun çözümü hasta elbiselerinde olmalıydı, bibiseler yıkanıyordu; fakat yıkanma anına kadar dikiş aralarına yerleşmiş bitler hasta kabul görevlilerine geçip hastalığı taşıyor olabilirlerdi.

Nicolle’ün varsayımı, tifüs nedeninin bitler olduğuydu. Fakat varsayımını doğrulamak veya yanlışlığını kanıtlamak için deneyler yapmalıydı. Önce şempanzeler ve sonra Kobaylar (Cavia porcellus) üzerinde denemeler yapıyordu. Sivrisineklerin sıtma ve sarıhumma yapan tek hücrelileri taşıdığı gibi bitlerin de tifüs amilini taşıdıklarını saptıyordu. Fakat bu gerçeği saptamak, uçan yani vücut dışında yaşayan sivrisinek gibi, insan ile birlikte yaşayan bitin yok edilmesini özellikle tifüsün Birinci Dünya Savaşı’nda en büyük öldürücü etken olmasını önleyemiyordu. Bunu Müller başarıyor ve bulduğu DDT ile İkinci Dünya Savaşı’nda askerlerin tifüsten kırılmalarını önlüyordu.

Nicoile, daha sonraki çalışmalarıyla kimi hayvanların kimi hastalıkları, hastalık belirtileri yaratmadan da taşıyabildiklerini gösteriyordu. Eskiden iki salgın arasında neden durgun bir aşama olduğu, neden salgının devam etmediği de böylece anlaşılmış oluyordu. Hastalık hiçbir zaman kaybolmuyor, ancak amilin miktarı belli bir düzeye ulaşınca yeniden beliriyordu. Fakat bu şiddetlenme neden oluyordu? Bu saldırganlığı, De Vries’in küçük canlılarda (mikroorga nizma) mutasyon kavramını ele alıp geliştiren Beadle açıklıyordu. Bu çalışmalarıyla milyonlarca tifüs hastasına deva bulunmasına ve tifüsün önlenmesine önayak cfduğu için Nicoile, 1928 yılı Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü ile onurlandırı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir